Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10. Bölüm “Uçuruma Aşık Kelebek.”

@leylayesilgoz

ÖLÜME SEN KALA

 

10. BÖLÜM

 

"UÇURUMA AŞIK KELEBEK.

 

"Bak kelebek, kanatların sarılır yeniden, yaraların dikilir derinden. Ama sen kurtulup uçar mısın, düşüncelerinin esaretinden?"

 

 

🕯️

 

Kıraç Keskin'den

 

 

Masumluğu koynunda taşıyan kelebek, bir veda yağmuruna sarılıp gitmişti gözlerimin önünde. Ardından bıraktığı yangının büyüklüğünü bilmeden denizin uçsuz bucaksız derinliğine düşmüş, içimdeki koca şehri toparlanamaz bir enkaza çevirmişti. Ormanlar yanmış, dağlar yerinden oynarken tüm okyanuslar kurumuştu ardından. Her şey dağılmış, toparlanamayacak hale gelmişti yokluğuyla. İntihar etmişti o, pes etmiş ve kendini ölümün soğuk sularına usulca atmıştı. Dudaklarında son bir tebessüm can bulmuştu, ama zaferin değil aksine savaşın bitişinin hazzını taşıyordu o tebessüm. Yorgunluğunun bitecek olmasından dolayı dudaklarına konmuş, bana onu öyle hatırlatacak acı bir anıya dönüşmüştü zihnimde. O ölümü istemişti gözlerimin içine bakarak, ama ölüm benim ruhumu söküp almıştı o intihar ederken.

 

Tam şu anda ise zaman boşluğun içinde kırılmış, Şeytan'ın kirli düşünceleri darağacının koynunda asılmıştı. Kavin, kendi katilini kendi intiharı ile kazanmış, ulaşılmaması gereken o kanlı zaferi ise toprağa gömmüştü. Kaybederken kimsenin kazanmasına izin vermemişti. Savaşı kendi nefesini yok ederek bitirmek istemişti. Peki bitmiş miydi bu savaş ya da biter miydi yokluğunda? Uçurumlar, hiç bu kadar acı vermemişti bana. Uçurumlar, masum bir kelebeğin mezarı olacak kadar acımasız olmadan önce hiç yakmamıştı canımı. Nefesim, genzimi bir alev topu misali cayır cayır yakarken, onun bıraktığı boşluğa baktım ve onun ismini haykıranları ardımda bırakarak uçuruma doğru koşup hiç düşünmeden ardından atladım. Ölüm onun tenine değmeden önce ona ulaşmak zorundaydım. O ölmemeliydi, en azından yirmi üçünü görene, yaşamayı öğrenene kadar. Hem, ölüm ona hiç yakışmazdı ki.

 

Üzerine toprak atamayacağım kadar yarası vardı. Yarası olan sarılmadan gömülür müydü?

 

Bedenim uçurumdan hızla düşerken rüzgar kulaklarıma sağır edici bir uğultu gibi geldi ama duyamadım, çünkü zihnimde hâlâ onun sesi vardı. Acıyı tonlayan, bana huzur veren o güzel sesi.

 

Saniyeler içinde dalgalanmaya başlayan denize balıklama atlayarak dibe doğru hızla yüzmeye başladığım sırada korku uzun zaman sonra ilk kez kapımı çaldı. Bu yaralı kadın bana unuttuğum duyguları hatırlatıyor, kalbimi acıtıyordu. Ve bunu hiç bir şey yapmadan başarıyor, üzerimde bir çok şeyin hükmüne yeşil gözleriyle karar veriyordu ama ne o bunun farkındaydı ne de şimdiye kadar ben. İntiharının beni bu kadar korkutması normal miydi? Kalbim sanki yerinden çıkacaktı, bu kadarı normal miydi? Kapımı çalan korkunun vuruşları giderek şiddetlenirken, beraberinde getirdiği kaybetme korkusuyla sertçe yutkundum. Ben Kavin'i kaybetmek korkuyordum. Ben Ecrin Kavin Ulusoy'u kaybetmekten deli gibi korkuyordum.

 

Fark ettiğim gerçek delici bir kurşun gibi zihnime saplanıp tüm benliğimi paramparça ederken, etrafa savurulan gerçekliğimle onu aramaya başladım. Kalbimin sancılı çarpınışlarını burada bile duyuyordum, onu bulamadığım her saniye kaburgalarımı kıracak kadar şiddetleniyor, yerinden nefret ediyordu. Yoktu, kahretsin ki hiç bir yerde yoktu!

 

Etrafıma bakıp onu göremediğimde hızla dibe doğru yüzmeye başladım ve o an bedenini en dipte süzülürken gördüm, nefesim kesildi. Bacağındaki alçı yüzünden dibe en hızlı şekilde batmıştı. Cansız gibi duran bedeni kalp atışlarımı hızlandırırken telaşla ona doğru yüzdüm. Siyah saçları güzel yüzüne savrulduğu için gözlerini göremiyordum ama tek temennim hâlâ yaşıyor olmasıydı. Eğer ona bir şey olursa ne yapardım gerçekten bilmiyorum. Hızla yüzüp yanına vardığımda süzülen ellerini gördüm, sanki hâlâ uçurumun köşesinde rüzgarı hissediyor gibiydi. Oysa şu anda en dipteydi, kavuşmayı istediği ölümle birlikte. İnce belini sıkıca kavrayıp onu göğsüme çektiğimde kolumu usulca bedenine doladım ardından saçlarını geriye çekip soluk yüzüne titreyen içimle baktım.

 

Kozası yırtılan kelebeğin kanatları acının yükünden kırılır, onu gökyüzüne küstürürdü.

 

Kavin, yırtılan kozası yüzünden zamanından önce hayatın acı gerçeğiyle baş başa kalmıştı. Bundan dolayı olgunlaşmamış kanatları acıya daha fazla dayanamamış ve en acı şekilde kırılmışlardı. Yanık olmaları yetmezmiş gibi birde kırılmışlardı ve Kavin intihar etmişti. Kabul ediyorum, ölmeyi istemek en büyük hakkıydı, ama ölmemeliydi. Henüz yaşaması gereken onlarca yaşı varken pes edip kendisini ölümle avutmamalıydı.

 

Kapalı göz kapakları içimi kor bir ateşle yakarken kolumu ince beline daha sıkı sarıp diğeriyle de yukarıya doğru yüzmeye başladım. Alçısı ıslandığı için ağırlaşmıştı, acaba bu ağırlık bacağını sızlatıyor muydu? Bir yarası iyileşmeden diğerinin teninde açması hayatın ona karşı acımazlığını anlatmaya yeterken yüzmeye devam ettim. Bir kaç saniye sonra hiç zorlanmadan yüzeye çıkmayı başarabildiğimde hızla Kavin'i kendime döndürüp bembeyaz kesilmiş yüzüne korkuyla baktım, ancak onun başı usulca sola düştü, gök yedi cihanda da karardı. Ölmüş olamazdı, değil mi? Bu kadar erken gidemezdi. Onu koruyamamış olamazdım.

 

Bir kelebeğin vedasına hazır değildim.

 

Ellerim titreyerek ince boynuna doğru hareket ettiğinde, kalbim kasılırken incecik boynuna korkuyla dokundum ve parmak uçlarımın altında hissettiğim cılız nabzıyla dakikalar sonra nihayet rahat bir nefes alabildim. Yaşıyordu. Dudaklarımda nabzının atıyor oluşunun şerefine ağır bir tebessüm oluşurken, kafasını boynuma gömerek ona sarılıp "Şükürler olsun," diye mırıldandım sessizce. "Biraz daha dayan küçük kelebek. Biraz daha dayan."

 

O kelebekti. Bundan nefret etse de öyleydi ve ben ona kelebek olmayı sevdirecektim.

 

Biliyorum, ona kelebek demem canını acıtıyordu. Ama annesinin ona armağan ettiği şeyden nefret etmesini istemiyordum. Zamanla ona sevdirecektim bunu, anlayacaktı beni. İnce bedenini bir kez daha kaybetmekten korkar gibi içime sokmak isterken usulca karaya doğru yüzmeye başladım. Kavin'in hâlâ gözlerini açmaması çektiğim vicdan azabını büyütüyordu. Onu koruyamamıştım, onu kendisinden bile koruyamamıştım. Oysa bana güvenmişti, onu yaşatacağıma inanmıştı. Ta ki merdivenlerden o hain yüzünden düşüp yaralanana kadar. Söylemese de anlamamıştım, o an yine vazgeçmişti umutlarından.

 

Onun majör depresif bozukluğu çeken bir hasta olduğunu biliyordum bundan dolayı sürekli olumsuz düşünmesini de anlıyorum. Ama bu kadar yıl boyunca intihar etmemiş olmasından dolayı onu hep güçlü görmüştüm. Hastalığına rağmen o oldukça güçlü bir kızdı, ta ki bana kadar. Ben onun hayatını mahvetmiştim. İstemeden de olsa onun hastalığına yenilmesine sebep olmuştum.

 

Ecrin Kavin Ulusoy, hastalıklı zihnine benim yüzünden yenilmişti.

 

Onu yaşamaktan ben yıldırmıştım.

 

Bir mızrak gibi kalbime batan gerçekler yüzümün acıyla kasılmasına neden olurken, Tugay'ın gür sesini duydum. "Kıraç! Buraya doğru yüz! Buradayız!" Kıyıda duranlarla bakışlarım onları bulurken Kavin'i daha sıkı kavrayarak onlara doğru yüzmeye başladım. Yaşadığım yoğun stresi anlatamıyordum. Fazlasıyla gergindim. Belirli bir bölgeden sonra su dizlerimin altına kadar alçalırken Kavin'i kucağıma aldım ve o an kafası geriye düşüp boynunu açığa çıkardı. Nabzı atıyor olsa da hâlâ bir ölü gibiydi. Sanki içindeki kelebek çoktan ölmüştü ama bir o kalmıştı geride. Bir o kalmıştı arafta. Ölmek istediğini biliyordum ama buna izin veremezdim. Henüz ölmek için çok erkendi.

 

Daha görmesi gereken mutlulukları, iyileştirmesi gereken yaraları vardı. Kolay olacağını söyleyemezdim ama her zaman yanında duracak ve ona destek olacaktım. Ona dünü unutturacak, yarınları sevdirecektim. Gülümsemeyi öğrenecekti, mutluluktan ağlamayı. Belki birini de severdi zamanla, Egemen'in yerine koyamasa da hayatına birini alırdı. Arkadaşları olurduk, Duru kadar olmasa da bizde anlardık onu. Yeniden doğardı belki, hayatı severdi.

 

Bak kelebek, kanatların sarılır yeniden, yaraların dikilir derinden. Ama sen kurtulup uçar mısın, düşüncelerinin esaretinden?

 

Yorulduğunu biliyordum, kayıplarının ağır olduğunu da ama kendi için dayanmak ve savaşmak zorundaydı. Yaşama dair bir umudu olmak zorundaydı. İnsan umutsuz yaşamayı bilemezdi, en mutsuz kalplerde bile bir parça umut olurdu. Kavin'de artık o umudu bulmak zorundaydı, bir kez daha hayatta kalırken umudun varlığına inanmak zorundaydı. Onu her defasında düştüğü yerden kaldıracak ve arkasında duracaktım. Düşe kalka büyüyecek ve yaşamı öğrenecekti. Biliyorum, canı çok yanacaktı ama ben her defasında onu sarmak için yanında olacaktım.

 

Ona sığınak olacak, karanlığını yıldızlarla süsleyecektim.

 

Usulca kucağımdaki kızla kıyıya yürüdüğümde Yağmur titreyen sesiyle "Kıraç, o ya-yaşıyor mu?" diye sordu, korkusu sesine yansımıştı. Herkes sessizce bizi izlerken Kavin'i kucağımdan indirmeden yola doğru yürüyüp, ifadesizce "Arabayı aşağıya indirin," diye emrettim. Kaybedecek vaktimiz yoktu bir an önce hastaneye gitmemiz gerekiyordu. Tugay arkamdan hızla "Ben hallederim," diyerek gittiğinde diğerleri de beni takip ederek yola kadar sessizce yürüdüler. Her birinin korkusunu gözlerinde görüyordum ama onlar benim gözlerimde sadece büyük bir boşluk olduğunu düşünüyorlardı çünkü gördükleri sadece o kadardı. Oysa gözlerimin ardında bir kıyamet yaşanıyordu.

 

Yolun girişinde arabayı beklemeye başladığımda Tolga karşıma geçip aniden Kavin'in boynuna dokundu ve nabzını kontrol ederek sertçe yutkunup bana baktı. "Kıraç, nabzı çok düşük." Biliyordum.

 

Kara gözlerim Kavin'in soluk yüzünü bulurken Öykü korkuyla "Öle-ölecek mi?" diye sordu, kaşlarımı çattım. Böyle bir ihtimalin kimsenin zihnine düşmesini istemiyordum. Özgür kaşlarını çatarak Öykü'ye bakıp "Öyle bir şey olmayacak Öykü!" diyerek sinirle yüzünü sıvazlayıp derin bir nefes aldı. Ardından kendisini ıslak gözlerle izleyen kıza bakıp, omuzlarını yenilgi içinde düşürerek "Ağlama," diye mırıldandı ona çaresizce bakarken. "Ecrin güçlü bir kız. Yıllardır Karadağ'a karşı savaşmış. Şimdi mi ölecek?"

 

Karadağ. Ona zamanı geldiğinde ölümlerin en acısını yaşatacaktım. Ölmek için yalvaracaktı bana. Ölümü dileyecekti, tıpkı Kavin'in dilediği gibi.

 

Öykü karşısındaki adama bakıp sessizce ağlamaya başladığında Özgür onu kolundan tutup göğsüne çekerek "Tamam, sakin ol," diye mırıldandı. "Bir şey olmayacak."

 

Tolga çaresizce yüzüme bakıp "Karadağ ve adamları kaçtı," dediğinde buz gibi bir ifadeyle ona bakıp başımı hafifçe olumlu anlamda salladım. "Sorun değil. Ne de olsa yine karşımıza çıkacak." Saklandığı delikten çıkmasa iyi olurdu, aksi taktirde onu öldürür, cesedini köpeklere yem ederdim.

 

Sinan aniden bulunduğu yerden ıslak gözlerle kucağımda kıza bakarak "Çok su yutmuş olmalı Kıraç," dediğinde bakışlarım onu buldu. Ona yakışmayan çekingen ifadesiyle uzakta durup kederle kucağımdaki kızı izliyordu. Göz göze geldiğimizde kısılı gözlerime bakarak sertçe yutkundu. "Suni teneffüs yapman gerekiyor." Haklıydı, çok geç fark ettiğim şeyle şaşkınlık içerisinde kasıldığımda her biri bana ve kucağımdaki kıza baktı. Gökçe Sinan'a hak verir gibi sakinliğini koruyarak "Hemen şimdi yapman gerekiyor Kıraç," dediğinde sertçe yutkundum. Haklıydılar, bunu yapmam gerekiyordu. Peki neden tuhaf hissediyordum? Vücudum neden kasılmıştı?

 

Bakışlarım istemsizce Kavin'in küçük ve de dolgun dudaklarını bulurken, hızlanan nefesimle kaşlarımı çatarak onu yere bıraktım ve üzerine doğru usulca eğildim. Sadece suni teneffüstü, nefes alması için yapılması gereken ilk yardım müdahalesi. Bu kadar kasmaya ve buna saçma sapan anlamlar yüklemeye gerek yoktu. Kavin yaklaşık üç dakika kadar uzun sayılacak bir sürede fazlasıyla su yutmuştu ve solunum yoluyla yuttuğu tüm suyu çıkartmak zorundaydım. Ciğerleri daha fazla zarar görmeden bunu yapmak zorundaydım.

 

Derin bir nefes alarak dudaklarımı usulca onun yumuşacık dudaklarına değdirdiğimde, yer titredi. Kalbimin ilk kez bu denli şiddetle çarpmasına anlam veremeyerek içime çektiğim tüm nefesimi onun dudakları arasındaki boşluğa doğru verdim. Nefesimin ona nefes olması gerekiyordu. Yumuşacık dudaklarına sıcak nefesimi verip bunu bir kaç kez tekrar ettiğimde Kavin, on birinci tekrarımdan sonra öksürerek ciğerlerine sızan suyu çıkartmaya başladı. Verdiği tepki ömrümden çalınan yılları geri verirken istemsizce kıvrılan dudaklarımla ona baktım. Yaşıyordu ya, bunu bilmek nefes almaya değerdi.

 

Geriye çekilip rahat bir nefes alarak acıdan sızlayan güzel yüzüne şefkatle baktım. Kavin öksürükleri arasından gözlerini açmaya çalıştı, ancak bu ona acı veriyormuşçasına aniden ağlamaya başladığımda telaşla onu kendime çektim. "Şşttt, sakin ol." Elleri gömleğimin ıslak yakasını çaresizce avuçlarken öksürmeye devam ettiğinde, kulağına doğru sıcacık bir sesle "Rahatla," diye fısıldadım. "Yanındayım Kavin, nefes al."

 

Sesimi duyduğu an bedeni kollarımın arasında gevşedi ve bu dudaklarımın arsızca kıvrılmasına neden oldu. Ona iyi geliyor olmak iyi hissettiriyordu. Usulca ince belini okşamaya başladığımda bir süre sonra yaşıyor olduğunu yeni fark eder gibi kollarım arasında taş kesildiğinde, onun bu haline bozulan sinirlerimle güldüm. "Yoksa benden kurtulabileceğini mi sandın küçük kelebek?" Hayır, kesinlikle sandığı gibi benden kolaylıkla kurtulamayacaktı.

 

O her defasında gidecek gibiydi.

 

Ama onun kaçtığı her yolun sonunda ben vardım.

 

Dönüp dolaşacağı yer daima benim göğsüm olacaktı.

 

Yağmur rahat bir nefes alıp güldüğünde Öykü "Çok şükür!" diyerek Özgür'ün kolları arasında bir çocuk gibi güldü. En az onlar kadar bende rahatlamıştım. Boynumdaki hayali ip Kavin yaşam belirtisi verdiğinde bir anda kesilmiş ve yok olup gitmişti. Tolga rahat bir nefes alıp bizi izlerken "Araba geldi," dedi omzuma dokunarak. "Hastaneye gidelim artık." Bakışlarım Tugay'ın indirdiği arabayı bulurken geriye çekilip Kavin'in soluk yüzüne özenle baktım. Şaşkın ve biraz da hüzünle bakıyordu etrafa, ona baktığımı bilse de bana bakmadığında gözlerimi sıkıca kapatıp derin bir nefes aldım. Yaşadığı için mutlu değildi, değil mi? Ölmeyi bu kadar çok mu istiyordu?

 

Gözlerimi açıp ona son kez bakarak küçük bedenini kucağıma aldım ve yavaşça ayağa kalktım. Başındaki sargı kaybolup gitmişti, bakışlarım dikişine kaydığında kaşlarımı çattım. Kanıyordu, ama o acısını çok güzel saklıyordu. Öyle yaralıydı ki, hangi yarası için üzülmesi gerektiğini dahi bilmiyordu. Sıkıntı dolu bir nefes dudaklarımdan firar ettiğinde arabaya doğru yürümeye başladım. Attığım son bir kaç adımdan sonra Kavin yorgunluk içinde kafasını göğsüme yasladığında bakışlarım hızla onu buldu.

 

Yorgunluktan bitap düşmüştü, hafif kısılı gözleri bayılmadığını gösterirken, Tugay arabadan inip hızla arka kapıyı açarak şefkatle kucağımdaki kıza baktı. "Uyanmış." Uyanmıştı, ama hiç uyanmamayı diliyordu. Sakince Kavin'i arkaya yerleştirdiğimde yanına oturarak diğerlerine döndüm. "Tugay ve Tolga bizimle gelin." Bakışlarım diğerlerini buldu. "Sizde diğer arabayla." Fazla kalabalığı ne Kavin kaldırabilirdi ne de ben.

 

Özgür kafasını olumlu anlamda sallarken Tolga öne Tugay ise şöför koltuğuna yerleşti. Arabayı çalıştırıp gaza yüklendiği sırada diğerlerini arkada bırakıp yola koyulduk. Bakışlarım hemen yanımdaki suskun kızı bulurken o kafasını cama yaslayarak ifadesiz gözlerle etrafı izlemeye ya da derin düşünlerine dalmaya başladı. İkimizde fazlasıyla ıslanmıştık ve ben ona yakın oturduğum için bacaklarım alçılı bacağına değip duruyordu. Hiç konuşmamıştı, konuşmayacak mıydı?

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken Tugay'a dönerek "Arabayı sarsmadan sür," dedim, dikiz aynasından bir bana bir de kafasını cama yaslamış olan kıza baktı. O an dudaklarının ucunda sırıtıp imayla "Tamam," diyerek önüne döndüğünde sertçe ona baktım. Her ne bok düşündüğünü anlamıştım ama benim asıl amacım Kavin'in kafası cama yaslı olduğu için sarsılmamasıydı. Tugay da bunu gayet iyi anlamıştı ama işi alaya vuruyordu. Ellerimi istemsizce sıkarak çenemi sıvazlayıp üzerimdeki ıslak cekete baktım. Gereksiz bir ağırlığı vardı. Sinirle onu çıkarıp yan tarafa bıraktığımda bakışlarım yanımdaki hissiz kıza kaydı tekrardan. Bu hüznünün nedeni neydi? Yaşıyor olduğu için mi mutsuzdu?

 

Göz kapaklarını usulca kapattığı sırada, sol gözünden akan yaşı camın yansımasından zorlukla gördüm. Bir şehir efsanesi olsa da ilk yaşın sol gözden akması acından olduğunu anlatırmış. Kavin her zaman ilk gözyaşını sol gözünden akıtırdı. O her zaman acıdan ağlardı. Evet, belki bir efsaneydi ama Ecrin Kavin Ulusoy gözyaşlarıyla o efsaneyi gerçek kılıyordu. Ne ona ne de akıttığı gözyaşına dokunamamak çaresizliğime ağır bir yük olurken kafamı arkaya yaslayıp gözlerimi sıkıca kapattım. Ancak saniyeler içinde karşıma Kavin'in intihar ettiği an düştüğünde, bir küfür savurarak gözlerimi hızla açıp, yüzümü sertçe sıvazladım. Uyanıkken kabus görmeme neden olmuştu bu kadın!

 

Tugay ve Tolga bana şaşkınlık içerisinde bakarken cebimden ıslak sigara paketini çıkarıp sinirle homurdandım. Denize atladıktan sonra bekliyorsam. "Tolga, sigaran yanında mı?" Sık sık olmasa da sigarayı kullanıyorduk, Tolga ceketinin cebinden çıkardığı paketi bana dönerek uzattığında, bakışları Kavin'e kaydı ve ardından tekrardan bana bakarak "Uyuması iyi olur mu?" diye sordu. Sesindeki telaşın sebebini anlıyordum. Bilincinin açık olması gerektiğini düşünüyordu. Sigarayı elinden alarak bir dal çıkarıp yaktığımda, camı açıp "Uyumuyor," diye mırıldandım sessizce. "Sorun yok." İçime çektiğim sigara dumanı beni rahatlatmaya yetmezken Tolga Kavin'e baktı, ardından bana güvenerek sessizce önüne döndü.

 

Onun uyuyamadığını aldığı nefeslerden anlıyordum. İçli içli içinden ağlıyordu, ama duymadığımı sanıyordu. Oysa en dipteki yarasını bile ışığı sönmüş yeşil gözlerinde görüyordum ben. O ağır yaralı bir kelebekti, yaşamak istememesinin nedenini anlıyordum. Karadağ ondan önce annesini sonrada sevgilisi almıştı. Egemen Kara nasıl ölmüştü bilmiyorum ama bu Kavin için büyük bir travma olmuştu. Zaten o günden sonra Karadağ'a karşı pes etmişti, o günden sonra majör depresif bozukluğuna yakalanmıştı. O her zaman olumsuz düşünürdü. Merak ettiğim şey nasıl intihar etmediyiydi. Egemen Kara öldükten iki yıl sonra Duru hayatına dahil olmuştu ve o Duru'ya kadar yaşamına yaralı olsa da bir şekilde devam edebilmeyi başarmıştı. Duru ise onun hayatına girip onu psikoloğa götürerek tedavi görmesini sağlamıştı ama Kavin bir süre sonra tedaviyi yarım bırakmıştı.

 

Hâlâ düzelmemiş bir kız Duru'yu bir hafta önce kaybetmişken nasıl olurda intihar etmemişti? Hayır, intihar etmesini istemiyordum ama neden o zamanlarda, yaşadığı büyük acılarla intihar etmemişti de şimdi etmişti onu anlayamıyordum. Son tutunduğu dal Duru da ölmüştü peki neden şimdi? Neden gözlerimin içine bakarak?

 

Onu yaşamaktan vazgeçiren ve ölüme iten o düşünce neydi? Hastalıklı düşünceleri olduğunu fark edebiliyordum, karanlık zihninde hiç umut doğmuyordu. Peki neydi ona zehirli düşüncelerine yenilmesini sağlayan?

 

İnfazını, zihnindeki karanlık mahkemenin hangi kararıyla gerçekleştirmişti?

 

İçime çektiğim sigara dumanı dudaklarım arasından süzülürken bitirdiğim izmariti yola fırlatıp Kavin'e yandan bir bakış attım. Ellerini kucağında birleştirmişti ve ince omuzları titriyordu, üşüyor muydu? Kaşlarım istemsizce çatılırken ıslak elbisesine bakıp, sabahtan beridir sigara içmek için açtığım pencereye döndüm. Siktir! Benim yüzümden üşüyordu.

 

Kendim için açtığım camı hızla kapatıp içten içe düşüncesizliğime öfkelendiğimde "Tugay," dedim sert bir sesle. "Klimayı aç." Pencereden sızan rüzgar yüzünden hasta olacaktı, sanki hiç değilmiş gibi. Kavin sözlerim üzerine aniden titremelerini bedenini kasarak durduğunda ellerimi yumruk yaparak sert bir soluk alıp ona doğru eğildim. Bedenim, küçücük bedenini bir kelebeği kavanozda saklar gibi saklarken göğsüme değen sırtıyla gözlerini hızla açıp kafasını geriye çevirdi ve yüzünü, yüzümün hemen dibinde gördüğün an nefesini tuttu. Anlamıyordum onu, neden ısrarla yardımlarımdan kaçıyordu ki? Üşüyordu işte, bunu neden saklamaya çalışıyordu? Onu güçsüz gördüğümü falan mı sanıyordu?

 

Öfkeyle "Yapma şunu Kavin!" dedim sinirle yüzüne bakarak. "Kendini içe çekme artık." Oysa bir anlatsa kendini, bir güvense bize her şey düzelecekti. Ama bazı şeyleri sakladıkça her şeyi daha zora soktuğunu ne yazık ki bilmiyordu.

 

Güzeliğine anlam veremediğim yeşil gözleri korkuyla titreştiğinde "Yeter," deyip, sol elimi onun bulunduğu cama doğru yasladım. Üzerinde duruyordum ve o küçülebildiği kadar küçülmüştü. Savunmasızcasına. "Daha fazla sessiz kalma." Konuşsun istiyordum, sesini duymaya ihtiyacım vardı. Ağlasın, bağırsın, gülsün veya isterse onu kurtardığım için küfürler etsin. Ama yeter ki bir şey söylesin. Bana huzur veren o sesine ihtiyacım vardı.

 

Garipti,

 

Onda beni ona bağlayan bir şey vardı

 

Ve bu çok garipti.

 

Oysa o sadece bir görevdi...

 

Kavin sözlerime bir karşılık vermeden yutkunup bakışlarını kaçırdığında, sıkıntılı bir nefes verdim. Ne dersem diyeyim o kendini toparlamadıkça konuşmayacaktı değil mi? Fazla inatçıydı. Bakışlarım istemsizce koyu pembeye dönmüş dudaklarına kaydığında, tenim karıncalandı. Az önce o yumuşak dudaklara dudaklarım değmişti, bu bile o kadar garip bir duyguydu ki kaşlarımı çattım. Neler oluyordu? Ateş hattındaki dudaklarından gözlerimi çekip hızla geriye çekildiğimde gömleğimin üçüncü düğmesini de sertçe açtım. Klima fazla mı sıcak üflüyordu?

 

Ona karşı hiç bir duygu beslemediğimi biliyordum ama sanırım fazla korumacı olmaya başlamıştım. Üstelik bu tavrımın yanında farklı duygular da uyanıyordu artık. Yabancısı olduğum duygular yüzünden ellerim yumruk yapıp sıkıntılı bir nefes verdim. Ona karşı hiçbir duygu besleyemezdim. Ecrin Kavin Ulusoy sadece bir görevdi.

 

Hepsi bu kadar, daha fazlası görev için olamaz. Kendime defalarca kez hatırlattığım gerçeklerden sonra hastanenin önünde durduğumuzda aşağıya inip onun kapısına doğru ilerledim. Kaybetmekten korktuğum kızı sadece bir görev olduğu için kaybetmekten korktuğuma inandırdım kendimi. Aslında onu kaybetmekten değil, görevin başarısızlıkla sonuçlanmasından korkmuş olmalıydım. Evet evet, kesinlikle korkumun sebebi bu olmalıydı. Zira eğer korkumun sebebi görev değilse, o zaman korkmam gereken çok daha büyük şeyler ortaya çıkardı.

 

Kapısını açıp ona baktığımda, beni bulmayan gözlerine sitem eden kalbimi umursamadan üzerine doğru eğildim ve bir kolumu beline diğerini ise bacaklarının altına koyarak onu kucağıma aldım. Her zaman böyle olacaktı, o her defasında benden saklanacak, eline geçen her fırsatta benden kaçacaktı. Buna nasıl engel olunur bilmiyordum. Onu yanımda nasıl tutacaktım? Kucağımda bir kuş kadar hafif duran kadının varlığıyla bakışlarım dalından koparılan bir gül gibi solup giden solgun yüzünü bulurken, o yorgunluk içinde kafasını göğsüme yaslayıp gözlerini usulca kapattı. Göğsüm dinlendiği bir liman gibiydi ama bu kez bu liman bile ona çare olamıyordu.

 

Tolga arabadan inip endişe dolu tavrıyla Kavin'e bakarak "Ecrin?" dediğinde kucağımdaki kız ne gözlerini açtı, ne de ona karşı en ufak bir tepki verdi. O kadar yorgun duruyordu ki, sanki gözlerini açacak mecali dahi yoktu. Sıkıntılı bir nefesi ciğerlerime çekerek "Sorun yok," diyerek Tolga'nın yüzüne baktım. Kavin'i az çok tanımıştım, şu anda hiçbirimizle konuşmayacağını da çok iyi biliyordum. "Gidelim artık." Tugay ve Tolga her ne kadar ikna olmasalar da, çaresizlik içinde sessiz kaldıklarında acilin kapısına doğru ilerledim. Burası annemden kalma bir hastaneydi ve yıllardır sahibi ben olduğum için bir çok doktor ve hemşire beni tanıyordu. Aslında burayı ben değil, Başhekimlerden biri yönetiyordu ve genelde kimse buranın bana ait olduğunu bilmiyordu. Çünkü daha farklı bir mesleğim vardı.

 

Acilin kapısından içeriye girdiğimiz an bir çok bakış bizi bulurken, onları umursamadan sert bir sesle "Sedye getirin!" diye bağırdım. Kavin iyi görünse de iyi olmayabilirdi ve sağlığı için daha fazla zaman kaybı harcamak istemiyordum. İki hemşir yan tarafta duran sedyeyi kapıp bize doğru koştuklarında, önümde duran sedyeye kucağımdaki kadını koyup iyice solan yüzüne tedirginlik içinde baktım. Bir şeyler ters gidiyordu. Tugay hemşirelere bakıp buz gibi bir ifadeyle "Uçurumdan düşüp boğuldu," dedi hareket eden sedyeyle hızlı hızlı yürürken. "Suni teneffüs yapıldı ama-" Sertçe yutkundu. "Konuşmuyor."

 

Hayır, çok daha farklı bir sorun vardı. Aylaklarım olduğu yerde taş keserken iki hemşirde gizleyemedikleri şaşkınlıkları ile bir Tugay'a bir de sedyenin üzerinde cansız gibi duran Kavin'e baktılar. Ardından kırmızı alanın otomatik kapsındandan hızlıca içeriye girip kapanan kapıyla bizi burada, zihnimizin içindeki düşüncelerle baş başa bıraktılar. Tugay kapının önünde çöken omuzlarıyla bize dönerken Tolga endişeyle yüzüme bakıp, sertçe yutkundu. "Kıraç, bir sorun mu var?"

 

Buz gibi gözlerim onu bulurken, kaşlarımı istemsizce çatarak "İç kanama geçiyor," diye mırıldandım sessizce. Suskunluğu, yorgunluğundan ve acı çekiyor oluşundandı. Ecrin Kavin Ulusoy çektiği acı yüzünden gözlerini bile açamamıştı, değil mi? Çok geç fark ettiğim durum bedenimin kasılmasına sebep olurken, ellerimi sıkarak beni şaşkınlık içinde izleyen iki adama da bakıp bir küfür savurdum. "Siktir! O acı çekerken susmayı mı tercih etti?"

 

Ölümü istiyordu. Bundan dolayı kanadını yakan her acıya susuyordu.

 

Oysa acı öldürmezdi, ama yaralayıp ölümü bekletirdi.

 

Ve bu kadın sırf ölmek için acıya teslim mi olmuştu? Ellerim yumruk şeklini alırken Tugay omzuma dokunarak "Sakin ol Kıraç," dedi sert yüzüme bakıp. "Doktorlar ne olup bittiğini anlar. Zaten gerekli her şeyi söyledim." Yutkundu. "Dediğin gibi olsa bile ona bir şey olmaz." Peki ya aksi olursa?

 

Yüzümü sertçe sıvazlayıp "Sikerim böyle işi!" diyerek sinirle saçlarımı çekiştirdim. "Her şey kontrolümüzde sanıyoruz ama ne zaman Kavin'e arkamı dönsem onu ölümle burun buruna görüyorum!" Tugay kaşlarını çatarken Tolga sinirle güldü.

 

"Kontrolümüzde derken? Ecrin intihar etti Kıraç! Sen hâlâ görevi mi düşünüyorsun gerçekten?" Aksine, Kavin'i düşünüyordum ama kendimi görevi düşünmeye zorluyordum. Zira Kavin'i düşünürsem işin içinden çıkamazdım.

 

Ona cevap vereceğim sırada Gökçe'nin "Oradalar!" diyen sesiyle sesiz kalmayı tercih ederken bize doğru telaşla gelenlere baktım. Yağmur nefes nefese karşımda durup "Son durum ne?" diye sorduğu sırada Tolga benim yerime ters bir ifadeyle cevap verdi.

 

"Neyseki yaşıyor. Görev için lazım ya!"

 

"Ne saçmalıyorsun Tolga sen?! Sence göreve Ecrin'den daha çok mu değer veriyorum!"

 

Tolga "Bende onu diyorum işte!" diyerek bakışlarını bana çevirdi. "Kıraç Keskin yine robot gibi duygularını hiçe sayıp hata yapıyor." Her birinin bakışları anında beni bulurken kaşlarımı çatarak sesiz kaldım. Asıl hatayı onlar yapıyordu ama farkında değillerdi. Kavin'e bağlanamazlardı, bizim önceliğimiz Kavin değilken bunu yapmaları tamamıyla saçmalıktı. Tamam, kabul, ben de Kavin için endişe duyuyordum ama onlar kadar değil. Ona bağlanmak büyük bir aptalık olurdu.

 

Gökçe bana bakarak "Seni anlıyorum Kıraç ama," dediğinde dolan gözleriyle kapıyı gösterip bana döndü. "İçeride yatan kızın hayatına girip onu mahveden biziz. Biz olmasaydık belki bu kadar acı çekmeyecekti." Haklıydı, ama o zaman Kavin yirmi üç olduğu gibi öldürülecekti. Bu şekilde en azından yaşamak için biraz daha şansı vardı. Tabi pes edip durmasa.

 

Özgür kaşlarını çatarak "Ona Kavin diyorsun," dedi bana inanmaz bir halde bakarak. "Hepimiz Ecrin derken sen onu kendi içinde öznelleştirdin Kıraç." Kuşkuyla buz gibi yüzüme baktı. "Gerçekten onu sadece bir görev olarak mı görüyorsun?" Fazlası olmamalıydı.

 

Kaşlarımı çatarak her birine tek tek bakıp "Duygusal düşünmeyi bırakın," dedim buz gibi bir sesle. Sesimdeki soğuk rüzgarlar bir fırtına öncesi sessizliğini anlatıyordu ve hepsi bunun farkındaydı. "Her biriniz profesyonel şekilde davranmak zorundasınız. En başından beri bu işe ne için girdiğinizi unutmayın." Onlara bakıp kaşlarımı daha derinden çattım. "Eğer ona karşı en ufak bir bağlılık hissettiğinizi bir kez daha duyarsam, kim olduğunuzu umursamadan sizi görevden alırım." Her biri ciddiyetim karşısında sertçe yutkunurken derin bir nefes almaya çalıştım. "Ona karşı bir duygu beslemeyeceksiniz! Merhamet dahi duymayacaksınız!" Merhamet bizim için en tehlikelisiydi ve asla olmaması gereken üç duygudan sadece biriydi. Buz gibi ifadem karşısında her biri sessizliğe bürünürken sertçe onlara baktım. "Unutmayın, Ecrin Kavin Ulusoy sadece bir görev."

 

Ecrin Kavin Ulusoy sadece bir görevdi.

 

Hepimiz için...

 

Ortama çöken ağır sessizlik ile kimseden çıt çıkmazken her birimiz kendi düşüncelerimize gömülerek beklemeye başladık. Bir süre sonra evde kalmalarını emrettiğim korumalar da hastaneye gelmiş ve Özgür'ün talimatıyla kattı korumaya almışlardı. Yağmur alnındaki yara yüzünden pansuman olduktan sonra bir ara Deniz'le konuşup onu bir yere göndermişti ama Kavin'i düşündüğüm için onun ne sakladığını açıkçası pek umursamamıştım. Sadece Kavin'in korumalarla dolu evden nasıl kaçabildiğini düşünüyordum. Ona kimin yardım ettiğini en başından beridir anlamıştım ama sessizliğimi koruyordum çünkü itiraf etmesini bekliyordum. Eğer itiraf ederse affedebilirdim ama etmezse, olacaklardan ben sorumlu değildim.

 

Keskin bakışlarım hemen karşımdaki Sinan'ı bulurken her zaman neşeyle dolu olan adamın bu sessiz hallerine bakıp gözlerimi kıstım. Çektiği vicdan azabını görebiliyordum, çok değil, bir saat sonra yanıma gelecek ve her şeyi itiraf edecekti. Usulca arkama yaslanıp gözlerimi kapattım ve karşıma yine onun intihar ettiği an düştüğünde, bir küfür savurarak ayağa kalkıp herkesin şaşkın bakışları altında sinirle bahçeye çıktım. Bu kadın bana ne yapmıştı böyle? Resmen sinirlerimle oynuyordu. Kafamı gökyüzüne kaldırıp gri bulutlara baktığımda, yüzüme düşen yağmur damlalarıyla sıkıntıyla nefesimi verdim. Kavin...

 

Asrın acısını yaşatmıştı koca şehre. Ve bulutlar, onun için ağlıyordu göğün göğsünde.

 

 

🕯️

 

Ecrin Kavin Ulusoy, geçirdiği iç kanamayı atlatıp saatlerce kırmızı alanda bekletilmişti. Başına tekrardan dikişler atılmış, bacağındaki sargı tekrardan sarılmış ve o bir kez daha uyutulmuştu. Çektiği acıyı bastırmanın tek yolu ona verilen morfin olmuştu, çünkü ağrı kesiciler bile ona yetersiz gelmiş, yüzünü kasıp durmasına engel olamamıştı. Uyutuluyordu, bedeninin dinlenmesi için şimdi bir odaya alınmış ve kontrol altında uyutuluyordu. Morfin'in etkisi yaklaşık beş saat sürecekti ve geriye sadece yarım saat kadar kısa bir süre kalmıştı. Doğrusu dakikaların geçmesini ve onun gözlerini görebilmeyi büyük bir sabırsızlıkla bekliyordum lakin onun morfinin etkisi geçse ve kendine gelse bile gözlerini açıp bana bakacağından emin değildim.

 

Kırgındı, yaşadığı için hem bana hem de kendine kırgındı. Kısılı gözlerimle odadaki loş ışığın yüzünde bıraktığı gölgelere baktım, intihar ona hiç yakışmamıştı. Aslında tüm bu hatanın sorumlusu bendim, ona arkamı dönerek en büyük yanlışı ben yapmıştım. Sinan'ın onu kandırıp Karadağ'a götüreceğini düşünememiştim, evet gerçek buydu. Sinan tam da bir saat dolmadan önce yanıma gelmiş ve Kavin'i teslim olmaya ikna ettiğini ağlayarak anlatmıştı.

 

Ona yardım edenin o olduğunu saniyesinde anlamıştım ama teklif edenin o olduğunu düşünecek kadar düştüğünü kendime yedirememiştim. Profesyonel bir istihbarat ajandıydı o, nasıl olur da elimizdeki en önemli kozu düşmana gitmesi için ikna ederdi ki? Çektiği vicdan azabı umurumda değildi, profesyonel davranmadığı için Kavin'le asla baş başa kalmayacak bu görevden sonrada uzaklaştırma alacaktı. Belki bir sürgüne gider ve aklı başına gelene kadar oralarda dururdu, bu artık benim sorumum değildi. Onu bu görevden sonra bir daha asla grubuma almayacaktım çünkü zayıf halkaları yanında bulunduran biri değildim. Zayıf halkalar zinciri daima koparırdı.

 

Sert bir soluk alarak ayağa kalkıp ellerimi ceplerime yerleştirerek cama doğru ilerledim. Geceyi süsleyen yıldızlarda garip bir sessizlik vardı, her zamanki ışıltıları bu gece yoktu üzerlerinde. Kaşlarım istemsizce çatılırken omzumun üzerinden yatakta yatan kıza döndüm, adımlarım benden bağımsız ona doğru ilerlerken tepesinde durduğumda ellerimi ceplerimden çıkarıp yatağın başlığını tuttum ve hafifçe üzerine eğildim. Soluk yüzü iyice beyazlaşmıştı, kapalı göz kapaklarına bakarak iç çekip "Uyan be kızım," diye sitem ettim çaresizce. Artık gözlerine bakıp nefes almak istiyordum.

 

Benim kontrolsüzlüğüm yüzünden düştüğü hale bir kez daha büyük bir pişmanlık içerisinde baktım. Başındaki sargı bu kez daha küçük ve daha sıkıydı. Bacağındaki çatlak melekler onu korumuş olmalı ki daha beter bir hale gelmemiş, olduğu gibi kalmaya devam etmişti. Bacağına ağırlık vermesin diye bu kez alçısı daha hafifti. Kısacası eskisinden daha iyi gibi duruyordu ama içi eskisinden çok daha kötüydü. Bakışlarım yüzünün her bir zerresinde gezinirken onu aklıma kazımak ister gibi en ufak detayına kadar izledim. Uzun siyah kirpikleri, biçimli siyah kaşları, minik ve ucu hafif kalkık burnu, küçük çenesi, az çok belirgin olan elmacık kemikleri, pürüzsüz çene hattı ve koyu pembe, dolgun ama küçük olan dudakları. Her zerresiyle kazıdım onu hafızama, her zerresiyle o kadar güzeldi ki, şaşırıyordum. Soluk yeşil gözlerinin ışığı çalınmış, karanlıkta kalmıştı ama yüzü ışık saçıyordu, bakmaya doyulmayacak kadar parlaktı.

 

Bakışlarım dudaklarına kayarken damarlarımda akan kanın hızlandığını hissettim, garip şeyler oluyordu. Sert bir soluk vererek "Masumiyetin beni öldürecek Kavin," diye homurdandığımda, alnına düşmüş olan bir tutam saçı parmaklarımın arasına alıp, hafifçe geriye ittim. Açıkta kalan alnı bakışlarımın esiri olduğunda hiç düşünmeden dudaklarımı hafifçe alnına bastırıp, onu ilk kez öptüm. Gerçek anlamda bir öpücüktü bu, dudaklarımı yakmıştı. Bir ok bulunduğu dağın tepesinden fırlayıp kalbime saplandığında taş kesildim, sanki üzerime binalar düşmüştü. Kararan gözlerimle Kavin'e baktığımda onu neden öptüğümü anlamayarak hızla geriye çekildim, elim istemsizce komidinin üzerinde duran sürahiye çarparken yere düşüp kırılmasına ve gürültü dolu sesler çıkarmasına engel olamamıştım.

 

"Siktir!" Kırılmış cam parçalarına bakarak sinirle saçlarımı çekiştirdim. "İyi bok yedin Kıraç!" Her yer ıslanmış ve cam kırıklarıyla dolmuştu. Kapı aniden açıldığında başımı kaldırıp telaşla içeriye giren Deniz'e baktım, o ise bir bana bir yatakta hâlâ uyuyan kadına bir de yerdeki cam kırıklarını baktı. Bakışları en son tekrardan beni bulurken "Abi?" dedi şaşkınlık içinde. "Sürahiyi neden kırdın durduk yere?"

 

Ciddi ciddi sorduğu soruyla kaşlarım daha çok çatılırken, siyah gömleğimin üçüncü yakasını da açıp, "Senin kafanı kırmak varken bende neden sürahiyi kırdığımı biliyorum Deniz!" diyerek sinirle yanıma ilerleyip keskin gözlerimi afalamış gözlerine diktim. "Temizle şuraları. Kapının önünden de ayrılma."

 

Yanından geçeceğim sırada "Emrin olur abi," dediğinde ona kısa bir bakış odadan çıktım. Çaylak ajan olduğu için üzerine çok gitmek istemiyordum ama beni bazen fazlasıyla zorluyordu. Çok konuşan adamları sevmezdim, aslında çok konuşan insanları sevmezdim ama hiç konuşmayan Kavin'den nefret ediyordum. Herkes susun ama bir o konuşsun istiyordum. Suskunluğu beni deli ediyordu. Odadan çıkıp kattı koruyan çaylaklara bakarak asansöre yöneldim. Kat şu anda benim tesirim altındaydı, uçan kuştan dahi haberim olmak zorundaydı. İçimizde hâlâ bir hain varken Kavin'in tenine sokulan rüzgarı bile sorgulatabilirdim. Asansöre binip zemin katta bastığımda kapanan kapıyla bakışlarım aynadan yansımamı buldu.

 

Babamın bir kopyası gibiydim. Geniş omuzlar, uzun boy, siyah saçlar, siyah sayılacak kadar karanlığı içinde barındıran kahve gözler, sert yüz hatları ve soyadımıza yakışır gibi keskin gözler. Ben Polat Keskin'in oğlu değil, bir kopyasıydım adeta. Doğrusu onunla aramızda soğuk mesafeler olsa da onunla gurur duyduğum için bu halimden memnundum. Ama aramızda tek bir fark vardı, o kuralcı ve hırçınken ben kuralcı ve sakindim. O düşmanlarını öldürerek alt ederdi ben ise tüm yaşam sebeplerini çalıp, onları kendi ölümlerine iterdim. O bir yanardağ kadar sıcak ben ise bir buz dağı kadar soğuktum. O öfkesiyle ben ise aklıma hareket ederdim. Kabuğumuz aynı olsa da ikimiz çok farklı karakterleri taşıyorduk ve bu bizi daha da güçlendiriyordu.

 

Asansörün kapıları açıldığında bakışları aynadan çekerek asansörden indim ve hastanenin gece kalabalığına aldırış etmeden bahçeye doğru yürüdüm. Üzerimde hissettiğim bakışlar umrumda değildi. İnsanların bu bakışlarına alışmıştım, merak. Hepsi bana merakla bakıyordu çünkü hastanenin üst katını korumalarla doldurduğum gibi hastanenin etrafını da doldurmuştum. Kim olduğumu sorguladıklarını biliyordum, bakışlarından bile her biri bunu fazlasıyla belli ediyordu. Kimilerinin meraklı kimilerinin ise üzerimdeki korku dolu bakışlarını umursamadan bahçeye çıktığımda, cebimden çıkardığım sigara paketini açıp içinden bir dalı dudaklarıma yerleştirdim.

 

Çakmakla alevlendirdiğim sigarayı içime çektiğimde duman sinsi bir yılan gibi ciğerlerime kadar sızdı, ama beni tatmin etmedi. Daha ağır bir şeye ihtiyacım vardı. Mesela tekila veya Kavin'in gülüşü.

 

Tuhaftı belki ama gülüşü bende sarhoşluk etkisi bırakıyordu, oysa ben sarhoş olmazdım.

 

Dudaklarım arasından gökyüzüne doğru usulca sızan gri dumanla bakışlarım art arda hastanenin önünde duran dokuz arabayı bulurken tanıdık plakalarla birlikte derin bir nefes aldım. Karargahdan önemli bir toplantı ve biraz da azar için çağrılmıştık ama ben gitmek yerine burada, Kavin'in yanında kalmıştım. İçime bir nefes daha çektiğimde araçlardan inenlerle onları izledim. Herbirinin yüzü asıktı, toplantının iyi geçmediği ortadaydı. Bu durum istemsizce dudaklarımı kıvırırken içime çektiğim dumanı usulca gökyüzüne doğru bıraktım. Ben bu plan için sekiz ay boyunca kendimi paralarken onlar rahatlık içinde kurduğum planı beklemişlerdi.

 

Evet, bu planı ben kurmuştum. En başından beri her şeyi ben organize etmiş ve bir bir oynatmaya 7 Ekim gecesi başlamıştım. Her şeyi bir tesadüfe bağlayıp, Kavin'i kendimize bağlamak ve hatta birazda mecbur bırakmaktı amacım ama o fazla inatçı çıkmış planımı zora sokmuştu. Yine de pes edecek değildim bundan dolayı onu zorla bile yanımda tutmuştum. Biliyorum, bu yaptığım adi bir bencillikti ama görev için yanımda kalmak zorundaydı. Eğer ona gerçekleri anlatırsam ve o her şeyi öğrenirse yüzümüze dahi bakmadan çekip giderdi. Bundan dolayı oyun oynayıp yalan söylemek zorundaydım. Bu durumdan ne kadar nefret etsem de yapabileceğim bir şey yoktu. Görevi başarıyla bitirebilmek için okların bulduğu en zayıf ama aynı zamanda en önemli halkayı yanımda tutmak zorundaydım. O beni Hakan Karadağ'ın elindeki belgelere, belgeler ise büyük bir suç örgütünün çöküşüne götürecekti.

 

Kavin bu görevin kolonlarıydı. Kolonları yok edersem binayı yıkabilirdim.

 

Amacım Kavin'e zarar vermek değildi ama takası yapmak zorundaydım, aksi halde büyük bir sanrı dünyanın üzerine çökecek ve bir çok masumun ölümüne sebep olacaktı. Hastaneye doğru yürüyen gruba baktığımda beni ilk fark eden Özgür oldu, çatılı kaşları daha çok çatılırken dudaklarımdaki keyif dolu sırıtışa bakıp ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Büyük ihtimalle yine küfür etmişti. En başından beri bu plana karşıydı, çünkü planım ülke sınırlarını aşan bir suç örgütünü çökertmek üzerine kurulmuştu. Henüz en basit aşamada bile değildik, zorlu bir süreç bizi bekliyordu ve o bunun fazlasıyla farkındaydı.

 

Her biri beni fark edip yanıma doğru adımlarken Öykü öfkeyle "Gülmesene be!" diyerek dik dik bana baktı, dayanadım ve küçük bir kahkaha attım. Sandığımdan daha fazla azar yemişlerdi.

 

Tolga homurdanarak "Başlarım böyle işe," dedi saçlarını karıştırırken. "Ecrin'i o uçurumdan biz atmışız gibi ağzımıza sıçtılar!" Ters bir ifadeyle bana baktı. "Bir daha böyle bir durum olursa görev son bulurmuş."

 

Kaşlarımı çattım, görev son bulamazdı.

 

Gökçe yorgunluk içinde yüzünü buruşturdu. "Ben daha şimdiden yoruldum ama pes edecek değilim." Esneyerek bana baktı. "Bu arada seni de en kısa sürede karargaha bekliyorlar. Kavin'i kendimize bağlamamız konusunda konuşacaklar herhalde."

 

Tugay ceketini çıkarıp gömleğinin kollarını kutlarken güldü. "Kız bizden kurtulmak için intihar etti. Hâlâ onu yanımızda tutabileceğinizi mi sanıyorsunuz?" Haklıydı, kısılı bakışları bana döndü. "Onu zaten vicdan azabına yatırıp yanımızda tutmaya çalıştık. Üstüne zorladık, adice oyunlar oynadık. Ama o bize hiç bağlanmadı. Hep gitmek istedi."

 

Sinan üzgün bir şekilde "Bizi kendince korumak için gitmek istiyor," dediğinde ona hak verdim ama bunu beli etmedim. Kavin bundan dolayı hep gidecek gibiydi, bizi korumak için.

 

Yağmur hüzünle "Belki de yanlış yapıyoruz," dediğinde bakışlarımı ona çevirdim, gözleri gözlerimi buldu. "Sevgiyle yaklaşsak belki de bize kollarını açar ve bağlanırdı."

 

Alayla güldüm. "Hayatına Duru'dan başka kimseyi almayan bir kızdan bahsediyoruz." Sigaramdan derin bir nefes alarak iç çektim. "Ayrıca sevgiyle hayatına giremezdik, mafya izlenimi verirken bize sevgi yerine şüphe ve nefret beslerdi." Bu bir gerçekti, hayatına sevgiyle giremezdik ama tesadüfün beraberinde getirdiği zorunluluklarla girebilirdik ve zaten girmiştik de. "Vicdanı üzerinden oynamak zorundaydık. Şüphe duymaması için intikam duygusunu ortaya atmaktan başka seçeneğimiz yoktu. Çünkü intikam mantık aramayan bir duygu. Kavin'in bizde mantık aramamasının tek sebebi bu."

 

Yağmur gözlerini kaçırırken Özgür güldü. "Bence artık aramaya başladı." İstemsizce bende güldüm, ama bozuk bir sinirle. Haklıydı, Kavin bir şeyleri fark ediyor ama ne olduğunu anlamadığı için üzerinde durmuyordu. Ama piç kurusu Hakan Karadağ, o uçurumum kenarında kızları açığa çıkarmak isterken imalarda bulunmuştu ve Kavin ona inanmamış gibi konuşsa da, içten içe şüphe duymuştu. Bunu Gökçe anlatmıştı, tıpkı Hakan'a karşı elimizdeki kozları söylediği gibi. Evet elimizde birkaç koz vardı ama belgeleri takas edeceği kadar önemli değildi bu kozlar. Bulunduğu küçük döngüye ihanet etmişti, bunu öğrenenler onu yaşatmazdı ama benim derdim onun ölümü veya küçük döngüsü değildi. Ben büyük balığın peşindeydim.

 

O belgeler benim için çok önemliydi ama Hakan Karadağ için önemsizdi. Çünkü o, o belgelerle istediği gibi örgütün Türkiye ayağı asla olamazdı, örgüt liderleri ise belgenin onda olduğunu öğrendikleri an onu öldürürlerdi. Çünkü örgüt liderlerinden biri olabilmek için ülkenin en güçlü karanlık adamı olmak gerekirdi ve Hakan Karadağ onlar için hiçbir şekilde güçlü değildi. Ama o, ısrarla o belgeleri yanında tutuyordu, onunkisi bir aptal umuduydu, asla gerçekleşmeyecek bir hayalin peşinden gidiyordu. Onun için o belgelerin işine yaramayacağını aksine canını tehlikeye attığını anlamasını ve takası teklif etmesini bekliyordum. Ne istediğimi iyi biliyordu, bundan dolayı o teklifi sunacaktı. Çünkü o psikopat için Kavin'i öldürmek elinde hiçbir boka yaramayan belgelerden daha değerliydi.

 

Kesinlikle hastalıklı pisliğin tekiydi! Takıntılı piç!

 

Tolga gömleğinin yakasını çekiştirerek "Neyse, ben biraz gidip uyumazsam aklımı kaçıracağım," diye homurdandı memnuniyetsiz bir tavırla. "Erken kalkmaktan nefret ediyorum!"

 

Sinan ona bakıp göz devirdi. "Beşte kalktığın günleri unutup yedide kalktığın günlere isyan mı ediyorsun?"

 

Tolga kaşlarını çatarak Sinan'a döndü. "Dörtte kalkıyordum. Ayrıca kes lan sesini!"

 

Diğerleri onun bu tavrına gülerken Sinan sırıttı. "Sesime tahammülü olmayan kendini bir arabanın önüne atabilir."

 

Tugay sinirle homurdanırken "Kesin zevzekliği," diyerek bana döndü soğuk bir ifadeyle. "Ben burada kalırım. Sen karargaha git." Bakışları diğerlerini buldu, gözleri Gökçe'de oyalandı. "Sizde gidip dinlenin."

 

Öykü sargılı boynuna dokunarak "Bende burada kalacağım," dediğinde hepimizin ters bakışları onu bulurken Özgür en ters ifadesini takındı. "Kafanı hareket ettirecek gücün yok Öykü. Ayrıca en çok senin dinlenmen gerekiyor." Bakışları ile arabayı işaret etti. "Düş önüme. Gidiyoruz."

 

"Ama Ecri-"

 

"Yarın geleceğiz zaten. Hadi."

 

Öykü onun soğuk tavrı karşısında bana bakıp bir şeyler dememi beklediğinde, gülümseyerek yanına gidip alnına küçük bir öpücük kondurdum. "İyice dinlen ve yarına kadar kendini toparlamış ol." Yüzünde küçük bir tebessüm oluşurken usulca kafasını olumlu anlamda sallayıp çatık kaşlarla onu izleyen Özgür'e döndü. "Gidelim."

 

Özgür çatık kaşlarla dibindeki kıza bakıp sabır çekerek önden yürümeye başladı. Onun kendisini değilde beni dinlemiş olmasına değil, ona zorluk çıkarıp beni uslu bir çocuk gibi dinlemesine sinir olmuştu. İkisi arabaya binip gözden kaybolduklarında Yağmur'a döndüm. "Sende gidip dinlen Yağmur." Bakışlarım Tolga'yı buldu. "Sana emanet." Bir bana bir de Yağmur'a bakıp kafasını olumlu anlamda salladığında Yağmur bana bakarak "Kıraç," dedi huysuzca. "Burada kalsam olmaz mı?"

 

"Olmaz."

 

Kaşları aniden çatılırken Tolga'ya döndü ve "Gidelim," diyerek arabaya doğru sinirle yürümeye başladı. Bu tavrı karşısında kaşlarım çatılırken Tolga gülerek "Dişi aslan," diye mırıldandı arkasından. Ters bir şekilde ona baktığımda sert suratıma bakıp güldü. "Ne? Benzetme yaptım."

 

Sinirle soludum. "Yapma Tolga! Sen benzetme yapma." Bana aldırış etmeden sırıtarak "İyi geceler," deyip Yağmur'un peşine takıldı. Büyük adımlarla yanına vardığında kolunu onun omzuma atmasıyla kaşlarımı çatarak sigaramı yere atıp ezdim. Ağız tadıyla bir sigara bile içirmemişlerdi.

 

Sinan onların ardından Gökçe'ye dönerek "Hadi, bizde gidelim," dediğinde Gökçe omuz silkerek Tugay'ın yanına doğru bir adım attı. Kısa biri değildi ama bir doksan üç olan adamın yanında küçücük duruyordu. Yaramaz çocuk misali inatçı bir tavırla "Burada kalacağım," dediğinde, hainden korktuğu için burada kalmak istediğini gözlerinden anlamıştım. Kavin'in yanından ayrılmak istemiyordu. İstem dışı dudaklarımda oluşan hareketlenmeye engel olamazken "Sen gidebilirsin Sinan," dedim usulca ona dönerken. "Kavin uyanırsa çekinmeden bir şeyler isteyeceği biri olsun burada." Bakışlarım Tugay'ın en az ben ve Özgür kadar sert olan yüzünde gezinirken güldüm. "Tugay'dan su bile istemez o inatçı keçi."

 

Tugay kaşlarını çatarak bana baktı. "Niye? Ben hayalet miyim?"

 

Sinan güldü. "Daha çok Karabasan." Sürekli siyah takım giydiği için bu benzetmeye hak verdim.

 

Gökçe güldü. "Hulk'da olabilir."

 

Tugay kaşlarını çatarak yanındaki kıza bakıp "Ne alaka?" diye sordu ciddiyetle. "Yeşil miyim ben?"

 

Gökçe ve Sinan önce onun ciddi ifadesine şaşkınlık içerisinde baktılar, ardından bir anda kahkahalarla gülmeye başladıklarında kafamı iki yana salladım. Zeki adamdı ama bazen aptalın teki oluyordu. Tugay homurdanarak ters ters Sinan'a baktı. "Gülme lan piç kurusu! Ağzına sıçarım!"

 

Sinan kaşlarını çatarak "Gökçe'de gülüyor ama!" dediğinde Tugay bir anda Gökçe'ye bakıp dudaklarının ucunda gülümsedi.

 

"Ona gülmek yakışıyor. Senin suratında ise bok gibi duruyor."

 

Gökçe afallayarak başını kaldırıp bir adım uzağındaki adama baktığında, Tugay da ona baktı sessizce. Aralarında geçen bakışmada nasıl bir iletişim oldu bilmiyorum ama Gökçe kızaran yanaklarını saklamak için bakışlarını kaçırarak kafasını öne eğdi. Tugay onu izlerken gülümsediğinde Sinan "Iyyy!" diyerek yüzünü buruşturdu. "Gördüm de böylesini görmedim!" Tugay ona tersçe bakarken Sinan sırıttı. "Allah herkese benim mükemmelliğimden versin." Tugay'ı sinir etmek ister gibi kafasını imayla iki yana salladı. "Sana da. Belki işine yarar."

 

"Siktir git lan!"

 

"Çok ayıp yalnız."

 

"Sen daha ayıbı görmemişsin! Sinirlerimle oynamadan siktir git."

 

Gökçe derin bir nefes alarak "Sinan," dedi uyarıyla. "Git artık."

 

Tugay'ın ciddi anlamda sinirlendiğini fark etmişti. Sinan uzatmak yerine "Neyse, iyi geceler," diyerek arabaya doğru yürüdüğünde bir süre arkasından baktım. Ardından o da diğerleri gibi gözden kaybolurken Gökçe'ye dönerek boğazımı temizledim.

 

"Kavin uyanırsa ara. Sabah olmadan gelmeye çalışacağım."

 

Kafasını olumlu anlamda salladığında Tugay "Gözün arkada kalmasın," dedi ama bu pek mümkün değildi. Çünkü aklımın kaldığı bir yerde gözümün arka da kalmaması komik olurdı. İkisi birlikte Kavin'in odasına çıkarken bahçedeki korumalardan birine bakıp "Arabamı getirin," dedim. Artık karargaha gitmem gerekiyordu, verdiğim kararı onlara da söylemeliydim.

 

Kısa bir süre sonra otoparktan getirdikleri arabama binip, yanıma koruma alma gereği duymadan yola çıktım. Aklım sürekli uçurumlara aşık olan o kelebekteydi, evet, o aptal kelebek uçurumlara aşıktı ve o uçurumlar aslında ölümdü. Onun uçurumlara olan aşkını yok etmek zorundaydım. Araba son hızda karanlık ormanın içinde ilerlerken bir anda telefonumun sesi yankılandı kulaklarımda, kaşlarımı çatarak telefona uzandığımda gördüğüm isimle hayrete düştüm. Bu kadar erken aramasını beklemiyordum. Kararını değiştiren şey, Kavin miydi? Onun kendisini bir kez daha öldürüp bu zevki onun ellerinden almasından mı korkuyordu?

 

Hakan Karadağ.

 

Ecrin Kavin Ulusoy'la derdi neydi?

 

Aklımdaki cevapsız sorularla telefonu açtığımda sinirlerimle oynayan o iğrenç sesini duydum. "Merhaba Keskin."

 

Ona merhaba demeyecektim. Yüzümde alay dolu bir tebessüm oluşurken "Ne o?" dedim rahatlıkla. "Halimi hatırımı sormak için mi aradın?" Bana merhaba demesinin başka nasıl saçma bir açıklaması olabilirdi bilmiyorum.

 

Güldü. "Ecrin yalanlarını öğrenince sence ne yapacak Kıraç? Onu nasıl yanında tutacaksın?" Beni tehdit mi ediyordu?

 

Telefona bakıp gözlerimi devirdim. "O hep benim yanımda olacak Karadağ. Gücü olan gelip almaya çalışsın." Gitmek istese bile dönüp dolaşacağı yer daima benim yanım olacaktı. Çünkü başka hiçbir yer onu kabul etmezdi.

 

Kelebeği sadece benim göğsüm kabul ediyordu.

 

Kelebek sadece benim ellerimde kanatlarındaki yaraları sarabilirdi.

 

Karadağ güldü. "Merak ediyorum. Evime kadar geldin, şansın varken neden beni öldürmedin?" Amacım onu öldürmek olsaydı çoktan ölmüş olurdu, amacım onu öldürmek değildi, hiçbir zaman derdim o olmamıştı.

 

Bakışlarım yoldayken "Şansın varken sen neden Kavin'e gerçekleri anlatmadın?" diye sordum, kulağımı iğrenç kahkahası doldurdu.

 

"Ben bazı şeyleri saklamayı severim. İnsanı bilinmezlikte bırakmak bazen ona en büyük acıyı verir." Sırıttığını hissettim, yüzüm ekşidi. "Üstü kapalı imalarda bulun ama asla tek kelime etme ve insanın içine o kurdu düşür Kıraç. Bak bakalım gözleri o kurt içini yerken aynı bakmaya devam eder mi?" Yıllarca Kavin'e bunu yapmıştı değil mi? Tüm yıl dönümü kartlarını okumuştum, o Kavin'i hep bilinmezlikte bıraktığını ve bunun böyle devam edeceğini söylüyordu. Ta ki onu öldüreceği ana kadar. Kavin'in canını en çok bilinmezlik yakıyordu ve Hakan Karadağ her defasında onu buradan vuruyordu. Karadağ'ın kendisine neden yıllarca bunu yaptığını da bilmiyordu değil mi? İçim acıdı. Ben onun yerinde olsam çoktan çıldırmış olurdum ama o çok iyi dayanıyordu. Farkında değildi ama bastırılmış büyük bir gücü vardı. O aslında bambaşka biriyken, şimdi ki korkak ve umutsuz kadına dönüşmek zorunda kalmıştı. Onunkisi yıllardır süren psikolojik bir savaştı. Öğretilmiş çaresizlik, Kavin tam olarak bunun içerisinde hapsolmuştu.

 

Kaşlarım çatılırken güldüm. "Başarmışsın. Ama bu umurumda değil Karadağ. Kavin'in psikolojisi veya depresif hayatıyla ilgilenmiyorum." Büyük yalandı, tüm zihnim artık oydu ve ben bununla nasıl mücadele edeceğimi bilemiyordum.

 

Karadağ gür bir kahkaha attı. "Bundan dolayı o iskambil kağıdı sende ya zaten, maskeli yalancı." Dişlerimi sıktığımda ceketimin ön cebinde taşıdığım iki kartı da çıkarıp uzun uzun onlara baktım. Biri bana diğeri ise Kavin'e aitti. O masum kelebek ben ise maskeli yalancıydım.

 

Derin bir nefes aldım. "Ne istiyorsun Karadağ?" Aniden ciddileştiğimde onun da ciddi bir tavra büründüğünü hissettim. Üstünlük taslar gibi "Benim olanı," dedi, küfür etmemek için kendimi zor tuttum. Orospu çocuğu!

 

"Senin olanı istiyorsan bana o belgeleri vermen gerek."

 

Güldü. "Bu belgeler senin için Ecrin'in hayatından daha mı önemli?" Hayır, aksine Kavin'in hayatı karşısında hiçbir değerleri yoktu. Sadece bir görevdi bu belgeler, tıpkı Kavin gibi ama önemli olan Kavin'di. Onun hayatıydı.

 

Umursamaz davranmaya çalıştım. "Ecrin Kavin Ulusoy benim için sadece bir görev, basit bir piyon. Hayatının o belgeler karşısında hiçbir önemi yok." Yalan, büyük bir yalan.

 

Güldü. "Sana o belgeleri vereceğim Kıraç Keskin. Ama bana Ecrin Kavin Ulusoy'u vermen şartıyla." Kazanmış gibi derin bir nefes verdi. "Anlaşmayı kabul ediyor musun?" Bu takası en başından itibaren bekliyordum ama bunları duymak hoşuma gitmemişti.

 

Yüzümü buruşturamadan edemedim. "Belgeleri verdiğinde kız senin."

 

Ardından telefonu yüzüne kapattım ve "Orospu çocuğu!" diye haykırarak sertçe direksiyona vurdum. Kolay sinirlenen biri değildim ama Kavin'in hayatının bu kadar basite alınması beni deli etmeye yetmişti. Arabayı aniden köşede durdurup aşağıya inerek telefonu yere fırlattığımda sertçe yüzümü sıvazladım. Soğuk hava tenimi ısırıyordu ama yeterli değildi, sinirle arkamdaki ağaca bir yumruk savurdum ve dökülen yapraklara aldırış etmeden bir kez daha vurdum. Şu anda içimdeki öfkeyi dışa atmak zorundaydım. Kavin'i ona nasıl verecektim ben? Hem de bu haldeyken? Karanlıktan da korkardı o, Hakan ona mum vermezdi ki.

 

Onun güzel yüzü aklıma düşerken çaresizce yere çöktüm ve ellerimin üzerinden akan kana hissizce baktım. Uçurumdan atlamıştı, bizim için kendi hayatından defalarca vazgeçmişti. Peki ben şimdi böyle bir kadını nasıl ölümün ellerine bırakacaktım? Ya onu kurtarmak için çok geç kalırsam? Ya ona yetişemezsem? Aklıma dolan düşünceler içimi sızlatırken sağ elimdeki kartlara baktım, kelebeğin kanatları okşadım. "Özür dilerim Kavin, çok özür dilerim..." Yorgunluk içinde sırtımı ağaca yasladım ve gözlerimi sıkıca kapatıp kendi kendime mırıldandım.

 

Kelebeği yaralama, ama sarma da.

Nefretini göster, ama sevgiden bahset.

Onu hiç sevme, ama öldürme de.

Kutla şimdi kendini, kazandın kelebeğin esaretini...

Loading...
0%