Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11. Bölüm “Yalanların Rengi.”

@leylayesilgoz

ÖLÜME SEN KALA

 

11. BÖLÜM

 

"YALANLARIN RENGİ."

 

"Masallar anlatırlar sana, inan diye yalanlarına. Bakma sen onlara, avunma anlattıklarıyla."

 

 

🕯️

 

 

Bazı insanlar sizden gitmezdi, ölseler bile. Her zaman bir parçanız onlar olur, anılarınız onlarla dolu olur ve her bir yaranızın adı onlar olurdu. Kimileri kalplerinde yaşatırdı o insanları, kimileri anılarında, kimileri ise bitmesini istemediği rüyalarında. Her insanın yeri her insanda farklıdır derdi annem, haklıydı. O ölünce onu her zaman kalbimde yaşatmıştım ben, ölümü onu benden koparmış olsa da hafızamdan silmeye, unutturmaya veya yok etmeye yetmemişti. Lakin onu anılarımda yaşatamıyordum, acıydı ama onunla ilgili her şey bir hayal gibiydi bende. Küçüktüm daha, o ölünce hafızama anıların tamamını sığdıramayacak kadar küçük ve kimsesizdim. Annemle ilgili hatırlayamadığım çok fazla anı vardı, üstelik olanlar bile silik ve parça parçaydı. Bundan dolayı onu anılarımda yaşatmak çok zordu, ama annemdi o benim. Onun yeri anılar olmasa da her zaman kalbimin en büyük odasındaydı ve her zaman da öyle kalacaktı.

 

Silik anılarla insanları hatırlamak zordu, annemi hatırlardım lakin hep kesik anılarla, gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu kestiremediğim parçalarla. Onunla biriktiremediğim her anının altında eziliyordum ben, yaşanması gereken yaşanmamışlıkların yokluğunda kayboluyordum. Bazen nefes alamıyordum, kalbim sıkışıyordu ama sonra Egemen canlanıyordu anılarımda. Kalbimin en büyük odasında duran annemin, anılarımdaki yokluğuyla ruhumda açtığı yaraları sarıyordu Egemen, kendi açtığı yaraların daha derin olduğunu bilmeden. Sarıp sarmalıyordu beni, anılarımın her bir karesine sızıyordu. Benim anılarım onunla doluydu, Egemen Kara benim asla unutamayacağım büyük bir yara, güzel kalpli bir çocuk ve kahramandı. Son nefesini gözlerimin önünde verirken bana yalvararak unutma beni demişti, tüm anılarımda o varken onu unutmak mümkün müydü, bilmiyorum. Unutamazdım onu, o istediği için değil, yeri bende anılar olduğu için. Annem haklıydı, her insanın yeri her insanda farklıydı, annem kalbimde sevdiğim çocuk Egemen ise anılarımdaydı.

 

Bazen kalpte ağrırdı, anılarda acıtırdı. Sonra uyumak isterdi insan ve rüyalarına sızardı bambaşka bir insan. Duru... O benim rüyalarımda ki burukluktu, ölümün benden hesapsızca aldığı, yokluğu ile dünyanın bomboş olduğunu anlatan kız kardeşimdi. Ama o da ölmüştü, onu da almışlardı benden. Bitmişti şimdi, son kaybımı da vermiştim, son günahta asılmıştı boynuma. Ben sadece kimse benim yüzümden ölmesin, kimse mayınlarla dolu hayatıma girmesin istemiştim. Sevdiklerimi zaten öldürdüler daha fazla kimsenin canı yanmasın istemiştim. Bundan dolayı istemiyordum yanımda kimseyi, ölmesinler diye. Çünkü ben yanımdakiler için sadece ölümdüm, ne eksik ne de fazla, sadece ölüm.

 

Kızların o uçurumda ki görüntüleri düşüyordu zihnime, benim yüzümden yaşadıkları ve yaşayacakları. Acı vardı zihnimde, kalbimi sızlatan ruhumu yakan bir acı. Onları da istememiştim hayatımda ama Kıraç izin vermemişti gitmeme, yanında tutmuştu beni, tüm haykırışlarıma rağmen. Merak ediyordum, eğer kızlar ölseydi Kıraç ne yapardı? Anlar mıydı benim bir veba olduğumu, yoksa inadına devam edip beni yanında mı tutardı? Kestiremiyordum onu, o kadar farklı ve tuhaftı ki, düşüncelerini dahi kestiremiyordum. O ısrarla beni yanında tutup kendi ve diğer arkadaşlarının hayatını hiçe saymaya meraklıydı ama ben bir günahı da kaldıramayacak kadar yorulmuştum. Onları çıkaramamıştım hayatımdan belki ama ben çıkmaya çalışmıştım onların hayatından. Ama olmamıştı, Kıraç Keskin buna da izin vermemişti.

 

Kelebeği kavanozda tutup yaşatmaya çalışmıştı.

 

Şimdi nereden ve nasıl devam edecektim bilmiyorum. Belki de hayat bana yeni bir şans vermişti yaşamam için. Ölmeyi beceremedin bari yaşa diyordu. Oysa ben nasıl yaşanır unutmuştum. Tekrardan öğrenebilir miydim, bilmiyorum. Hevesim kursağımda kalmıştı binlerce kez, tekrardan heves etmek saçmalık olmaz mıydı? Zihnimdeki karanlık düşünceleri boşaltmak istedim, sanırım artık bir şeyleri değiştirme vakti gelmişti. Ben onca kayıptan sonra kazanamazdım ama kimsenin de kazanmasına izin vermeyecektim. Savaş mı istiyorlardı, ben hazırdım. Ölmek veya yaşamak değildi amacım, kimsenin kazanmamasıydı.

 

Göz kapaklarıma ölümün ağırlığı düşmüş gibi onları açmak için zorladığında, Tugay'ın mırıltılı sesini duydum. "Bilemiyorum Gökçe, doğru olan bu olsa da artık doğru gelmiyor." Sesindeki serzeniş neden vardı düşünmek istemedim, çünkü onları anlayamıyordum. Belki de tanımadığım içindi bu.

 

Gözlerim hafifçe açılırken o aralıktan sızan ışığa rahatsızlık içinde baktım, odanın ışığı açıktı. Kim veya kimler buradaydı bilmiyorum, Gökçe usulca nefesini verdiğinde gözlerimi tamamıyla açmayı başardım. "Geç olmadan yapmamız gerekiyor. Kıraç maalesef ki haklı Tugay. Her ne kadar yanlış gibi gelse de doğru olan bu. Biz bunun için çıktık bu yola, geri dönemeyiz."

 

"Tamam da başka bir yolu yok mu? Neden bu?"

 

Soluk yeşil gözlerim yatağın sağ tarafındaki koltuklarda oturan Gökçe ve Tugay'ı bulurken, Gökçe "En zayıf noktası bu çünkü-" demişti ki, gözleri gözlerimle kesiştiği an sustu ve şaşkınlık içinde bana baktı. "Ecrin?"

 

Sesinin tonunda yatan garip korkuya anlam veremediğimde Tugay kafasını bana çevirip ağzının içinde küfür tarzı bir şeyler homurdandı ardından hızlıca ayaklanıp yanıma geldi. "Ecrin, iyi misin? Ne zaman uyandın? Ağrın var mı?" Gerginlik içerisinde ensesini kaşıdı. "Doktoru çağırayım ister misin?" Boş boş ona baktığımda yutkunup "Ne?" dedi dudaklarını ıslatarak. "Neden öyle bakıyorsun?" Kimsiniz siz? Neden benden bir şeyler sakladığınızı düşünüyorum ve Hakan Karadağ tam olarak ne demek istedi?

 

Aklımda dolanan sorularla sesiz kaldığımda Gökçe ayaklanıp hızla yanımıza geldi ve Tugay'ın geniş omzuna baskın bir tavırla ince elini koydu. "Sen gidip doktoru çağır. Ben buradayım zaten." Tugay bir ona bir de bana bakıp kafasını olumlu anlamda sallayarak usulca odadan çıktığı sırada Gökçe yanıma oturup buz gibi elimi sıcacık ellerinin arasına aldı. Yüzündeki tatlı tebessümü ile "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordu, kötü dememek için dilimi ısırdım.

 

Konuşmak istemiyordum, en azından şimdilik hiç kimse ile konuşmak istemiyordum çünkü soracakları ilk soru neden o uçurumdan atladın olacaktı. Bir cevabım vardı ama onlara verecek mantıklı tek bir cevabım bile yoktu, hasta zihnimde kendime göre haklı olmam gerçekte de öyle olacağım anlamına ne yazık ki gelmiyordu. Utanıyordum, intihar edip de ölmeyi beceremediğim için utanıyordum. Oysa artık yaşamam gerektiğinin farkındaydım, utanmak yerine mutlu olmalıydım ama olamıyordum. Belki de henüz kendimi mutlu olacak kadar toparlayamamıştım. Gökçe sessizliğim karşısında hüzünle geriye çekilirken "Özgür ve Tolga yolda," dedi sesini sabit tutmaya çalışarak. " Yaklaşık yirmi iki saattir uyuyorsun. Endişelenecek bir şey yok, bacağındaki sargı yeniden sarıldı." Bakışları bacağıma kaydı ve güldü. "Çatlak şans eseri büyümemiş ama kafandaki dikiş için aynı şeyi söyleyemeyeceğim." Gözleri ona boş bakan gözlerimi buldu. "Dikişlerin yeniden atıldı ama iki tane fazladan."

 

Elim o an istemsizce başıma doğru kalktığında, ürkekçe bandajın üzerine dokundum. Eskisinin aksine bu kez küçük bir bandaj vardı. Gökçe dikkatle beni izleyip "Bu arada Yağmur ve Öykü'de iyi," dediğinde nefesimi tutup soluk gözlerle ona baktım. Dudağının kenarındaki yara dünden kalmıştı, oraya bakmamak için kendimi ne kadar zorlasam da, olmuyordu.

 

Boğazımı temizleyerek "Sevindim," diye mırıldandım kuru bir sesle. Hayır, her ne kadar içten içe kendimi suçlasam da bu kez suçlu olduğumu dile getirmeyecektim. Çünkü onlar benim uyarılarımı duymazdan gelip istedikleri gibi davrandıkları için bu hale düşmüşlerdi. Asıl suçlu sadece ben değildim, olamazdım.

 

Gökçe benden bir kelime duymanın şaşkınlığı ile gözlerime baka kaldığında heyecanlanmış gibi güldü. "Onlar da evde, birazdan taburcu olursun zaten." Ayağa kalkıp "Ben diğerlerini arayayım," diyerek odadan çıktığında, arkasından bomboş gözlerle baktım.

 

Hiç tanımadıklarını beni yaşatmak için girdikleri bu zahmetli yol onları da yaralıyordu. Farkında değiller miydi nasıl bir karanlığa sürüklendiklerinin? Beni yaşatmak için kendi hayatlarını riske atıklarının? Ne istiyorlardı ki benden? Neyi umut etmemi istiyorlarlardı? Yaşamamı mı? Geleceğe inanmamı mı? Kaç umudumun öldüğünü biliyorlar mıydı? Kaç gece ağlamamak için yastığı ısırdığı mı? Beni bir masala inandırmaya çalışmalarını anlıyordum, yaşadıklarımı yaşamadıkları için savaşmamı istiyorlarlardı. Peki ben onları anlıyorken onlar neden beni anlamıyor ve hatta anlama zahmetine dahi girmiyorlardı ki? Sonu mutlu biten tek şey masallardı. Kendilerini kandırmaktan ne zaman vazgeçecektiler?

 

Gerçekler yaşandıkça hayal kırıkları batacaktı akıllara.

 

Dünya, hayal kurmak için fazla acımasız bir yerdi. Kıraç ve diğerleri bunu anlamak yerine, benim kendi uydurdukları masala inanmamı bekliyorlarlardı. Madem öyle, inanacaktım. Bu kez kendimi yalanlarla avutacak ve yaşayacağıma inanacaktım. Çünkü kazanmasını istemediğim Karadağ'a karşı savaşmak zorundaydım. En azından yirmi üçü görene kadar yaşamalıydım. Bakışlarım kolumdaki serumu, çarşafın altındaki sargılı bacağımı ve hafiften morarmış kollarımı bulduğunda cılız bir nefes aldım. İntihar etmiştim, Egemen son nefeslerini verirken bana yaşa demişti ama ben intihar ederek ona verdiğim sözü de tutamamıştım. Oysa tutabildiğim tek söz buydu, ama eğer sözüm hâlâ geçerliyse bu kez tutacaktım. Bu tuttuğum ilk söz bu olacaktı. Yaşayacaktım, çünkü artık yaşamak istiyordum.

 

Belki de önümde büyük bir hayat vardı, o hayatta beni bekleyen yepyeni güzellikler. Oraya erişmek zorundaydım. Orası benim hayatımdı, yaşamaya hakkım olduğu yer. Peki bu hüzünde neyin nesiydi? Kalbimdeki yaralar neden sızlıyordu? Derin bir nefes alıp gözlerimi sıkıca kapattım.

 

Yarınlarla avutulmuştu bugün. Oysa dünden kalmıştı bu hüzün.

 

Yine mi kendimi avutuyordum? Ölümle kendimi avutup ölmeyi beceremediğim gibi yaşamayı da mı beceremeyecektim? Önceden yaşamak için çok umutlanmış, çok çabalamıştım, ama olmamıştı. Bundan dolayı geçmişten kalmıştı bu hüznüm. Bundan dolayı kendimi yarın için avutsam da, dünden kalan hüznümü yok edemiyordum.

 

Haram kılınmıştı yaşamak bana. Arta kalan yarım hayattıma.

 

Zihnimde kendimi yaşamak için sürekli cesaretlendirsem de, depresif düşünlerim sürekli paçalarımı tutup beni o karanlık kuyuya çekiyordu. Olmuyordu işte! Kendimi yaşamak için savaşmaya hazırladığım her an zihnim bana düşmanmışçasına umutlarımı paramparça ediyordu. Gözlerim istemsizce dolduğunda tavana baktım. Kıraç'ı istiyordum, onun beni umutlandırmasına, yanındayım demesine ihtiyacım vardı. Artık ona güveniyordum, bir yanım güvenme dese de yaşamak için sadece ona güveniyordum çünkü bir o beni tekrardan umutlandırabilirdi. Tıpkı daha önceden yaptığı gibi.

 

Kapı aniden açıldığı sırada gözlerimdeki yaşları hızla silip odaya giren Tugay ve doktora baktım. Hemen arkalarından Deniz'de girdiğinde bana bakıp sıcacık bir sesle "Çok şükür iyisiniz," dedi tebessüm ederek. "Çok korkutunuz bizi Ecrin Hanım." Sahici gülümsemesine karşı kendimi tebessüm etmeye zorladım.

 

"Benden nefret ettiğini düşünüyordum."

 

Tugay buz gibi gözlerle aniden ona döndüğünde Deniz korkuyla yutkunup "Ne alakası var Ecrin Hanım?" dedi teessüf eder gibi. "Ben sizin için iki gündür uyumuyorum."

 

Göz altlarındaki morluk bunu fazlasıyla kanıtlarken mahcup bir ifadeyle "Şaka yaptım," diye mırıldandım utanarak. "Ama artık gidip dinlen. Ben iyiyim."

 

Yüzünde küçük bir tebessüm oluşurken "Ben de iyiyim, siz beni düşünmeyin," diyerek göz kırptı. Benden bir kaç yaş büyüktü ama sanki benim arkadaşımmış gibi sıcaktı. Başta ona Kıraç'ın emirlerine uyduğu için sinir olsam da şimdi sevmiştim.

 

Tugay ters bir şekilde bize bakıp "Yeter bu kadar," diyerek sertçe Deniz'e döndü. "İyi olduğunu gördün, şimdi çıkıp dışarıda bekle." Deniz ona gözlerini devirerek tekrardan bana döndüğünde istemsizce güldüm.

 

Kısık sesle konuştu. "Kıskandı."

 

"Deniz! Öldürtme bana kendini!"

 

Deniz gülerek kapıya doğru yürüdü. "Tamam abi, çıkıyorum. Sinirlenme." Tugay ona ters bir şekilde bakarken Deniz odadan çıktı ve geriye sadece biz kaldık. Doktor olan biteni sessizlik içinde izleyip kafasını iki yana salladı ve yüzündeki küçük tebessümle bana döndü.

 

"Kendini nasıl hissediyorsun Ecrin?"

 

Ağrım olmadığı için kısaca "İyi," dediğimde yanıma gelerek boş seruma baktı ve iğneyi kolumdan çıkarıp "Harika," dedi gülümseyerek. "Size bir reçete yazdım. Onları alıp kullanın." Geriye çekildiğinde Tugay'a döndü. "Kıraç'a gerekli bilgileri az önce verdim. Taburcu işlemlerini yapabilirsin Tugay." Tugay kafasını olumlu anlamda sallarken kolumu ovarak kafamı öne eğdim. Kıraç neredeydi? Uzaktan bile beni takip ediyorken şimdi neredeydi?

 

Doktor odadan çıktığında Tugay yanıma oturup "Ben çıkış işlemleri ile ilgilenirken Gökçe üzerini değiştirmen için sana yardımcı olur," dedi ve sert yüzündeki dalgalı hüzünle gözlerime baktı. "Ecrin, benimle konuşmayacak mısın?"

 

Kırgınlıkların içinde yattığı sesiyle gözlerine bakıp, karaların ardında duran adama baktım. Onun gözlerinin ardında duran adam bana karşı mahcuptu. Onu böyle görmek istemediğim için buz gibi ellerimle usulca elini tuttum, bakışları koca elini sarmaya çalışan küçük ellerimi buldu. Onlara dokunmaktan çekiniyordum, çünkü onlarda Duru ve Egemen gibi ellerimin soğukluğuna diğer insanlar gibi tepkiler vermiyordu. Küçük bir tebessümle "Sadece yorgunum Tugay," diyerek gözlerine baktım. "Size dargın değilim." Sadece kırgındım, ama onlara değil, kendime.

 

Tugay sözlerim karşısında gülümseyip "Sen nasıl bir meleksin," dediğinde kızaran yanaklarımla ellerimi geriye çektim. O ise ayağa kalkıp üzerime doğru eğilerek başıma küçük bir öpücük kondurduğunda bir abi gibi "Hep iyi ol Ecrin," dedi. "Kötülüklerin seni kirletmesine izin verme. Karanlığa düşme."

 

Kötülükler kelebeğin kanadına yüklenirken, karanlığa düşmemek mümkün müydü?

 

Yıllardır kimseye kötülüğüm dokunmasın istemiştim, sevdiklerimin ölümü hariç kimseye de kötülüğüm değmemişti. Şimdi ben hâlâ temiz miydim yoksa en kirli insan ben miydim? Cevapsız sorumla sessiz kaldığımda Tugay odadan çıkıp beni tekrardan yalnız bıraktı. Ancak o çıktıktan sadece beş saniye sonra kapı yeniden açıldı ve bu kez odaya Gökçe girdi. Kocaman bir gülümsemeyle "Taburcu oluyormuşuz," dediğinde koltuğa doğru ilerleyip bir torbadan iki tane kıyafet çıkardı. "Sana elbise getirdim." Sade beyaz ve süslü pembe elbiseleri gösterip "Hangisi?" dediğinde iki elbiseye de tuhaf bir bakış attım.

 

"Sade bir şeyler yok muydu? Pijama falan?"

 

Yüzünü buruşturarak "Alçıdan dolayı giyemezsin diye elbise getirdim," dediğinde elbiselere baktı. "Ayrıca bunlar oldukça sadece. Gündelik kıyafet." Haklıydı ama şu durum için değil.

 

"Başka bir şey yok mu?"

 

Kafasını mahcup bir şekilde iki yana salladığında cılız bir nefes alıp "Beyaz olan iyi," dedim. Pembedense beyazı giymek daha iyi olacaktı. Gökçe "Pekala," diyerek diğerini koltuğa bırakıp yanıma geldi ve "Önce şu hastane önlüğünden kurtulalım," diyerek yan dönmemi işaret etti. Ona daha fazla zorluk çıkarmadan yataktan hafifçe doğrulduğumda arkamı döndüm ve o önlüğü çıkarırken çıplak kalan göğüslerimi elimle kapattım. Neyseki Gökçe arkamda olduğu için sadece sırtımı görüyordu.

 

Bir an sonra "Dövmen mi var senin?" diye şaşkınlık içinde sorduğunda, hatırladığım dövme ile rahatsızca kıpırdandım. Belimde orta boyutta bir kelebek dövmesi vardı. Kanatlarından biri gölgesine kadar kusursuz çizilmişken diğeri bir ateşte yanmış gibi ucu kül olmuş, alt tarafı ise kırılmış ve de kanlanmıştı. Bunu Egemen öldükten sonra yaptırmıştım. Sol kanadım onun mezarı olunca. Annemin kelebeği de yaralıydı ama yanmamış, sadece kırılmıştı. Sol kanadımdaki kırıklık annemi, yanık uçlar ise Egemen'i temsil ediyordu. Sanırım artık oraya bir sis katmanın vakti gelmişti çünkü Duru'da ölmüş, kanadım yok olmaya başlamıştı.

 

Boğazımı temizleyerek "Eski bir dövme," dediğimde titreyen sesiyle "Ama fazla anlamlı," dedi, ikimizde sessiz kaldık. Bana kelebek dendiğini biliyordu, anlamış olmasına şaşırmadım. Boşta kalan elim istemsizce boynuma kayarken orada bulamadığım kolye ile gözlerimi sıkıca yumdum. Annemden bana kalan son şeyi Karadağ boynumdan koparıp almıştı. Oysa ben onu kaç defa bozulduğu halde düzletmiş ve takmaya devam etmiştim. Şimdi boş mu kalacaktı boynum?

 

İçim acıyla dolarken Gökçe elbiseyi eline almıştı ki kapı aniden açıldığında buz kestim. Şaşkın bakışlarım omzumun üzerinden kapıyı bulurken içeriye giren kişi kesinlikle görmek istediğim ama beni bu halde asla görmesini istemediğim adamdı. Ellerim çıplak göğüslerimde olsa ve hatta sırtım ona dönük olmuş olsa bile yanaklarıma ateş basarken o da olduğu yerde taş kesip durakladı. Kara gözleri en keskin haliyle usulca çıplak sırtımda gezinirken, önce kaşlarını çattı ardından sertçe yutkundu. Sanki onu zora sokan bir tabloya bakar gibi sırtıma baktı ve bakışları hafifçe aşağıya kaydığında kaşları havalandı. Dövmemi görmüştü.

 

Bu durum istemsizce gerilmeme neden olurken o her bir ayrıntısına kadar incelediği dövmeme baktı ardından bakışlarını soluk yeşillerime dikti. Kara gözlerinin ardında isyan eden bir adam vardı, dövmemi sevmemişti. Kelebeğin sol kanadındaki yaşanmışlıklar ona ağır gelmişti. Oysa ben yaşamıştım her birini ve sağlam olan sağ kanadım da o hayatımda olduğu sürece yaşanacaklarla tehlike altındaydı. Onu da oraya gömmek istemiyordum. Gözleri delici bir şekilde gözlerimde oyalanırken Gökçe "Kıraç, çık dışarıya!" diye bağırdı. "Tugay hazırlandığımızı söylemedi mi?"

 

Kıraç'ın bakışları anında Gökçe'yi bulurken "Söylemdi piç kurusu!" diye homurdandı ardından hızla çıkıp kapıyı gürültüyle kapattı. Onun bu ani tepkisi karşısında ne diyeceğimi bilemezken Gökçe omuzlarımı tutarak "Onun kusuruna bakma lütfen," dedi mahcubiyetle. "Normalde kapıyı çalmadan odaya asla girmez ama seni merak etmiş olmalı." Bıkınca nefesini verdi. "Hadi, kollarını kaldır." Utançtan yanaklarımın kızarıklığını görmediği için şükürler ederek kollarımı hafifçe kaldırdığımda elbiseyi üzerimden usulca geçirdi ardından zinciri çekerek "Tamamdır," dedi. Saçlarım yüzüme düşerken yutkunup "Gidelim mi artık?" dediğimde "Bir dakika," dedi ve kapıyı açıp kapının önündeki adamlara seslendi.

 

"Tekerlekli sandalyeyi getirebilir misin Deniz?"

 

Bir kaç saniye sonra o ve diğerleri içeriye girdiğinde Kıraç'ın da girdiğini hissettim ama utançtan kafamı kaldırıp ona bakamadım bile. Deniz sandalyeyi önüme bıraktığında Tugay "Özgür ve Tolga aşağıda," dedi. Kıraç'a konuştuğunu anladığım için ona bakma gereksiniminde bulunmadığımda Kıraç Tugay'a cevap vermek yerine yanıma gelip beni kucağına alacak olan Deniz'e "Sen dur," dedi buz gibi bir sesle. Deniz şaşkın bir şekilde ona bakarken doğrulup geriye çekildi ve Kıraç'a bakarak bir adım geriye gitti. Onun gözlerinde ne gördü bilmiyorum ama dut yemiş bülbül gibi sesiz kaldığında Kıraç karşıma geçip bana baktı ancak ben utançtan hâlâ ona bakamıyordum. Beni o şekilde görmüş olmasını unutmam gerekiyordu, keşke zihnime format atmam mümkün olsaydı.

 

Kıraç üzerime doğru eğildiğinde nefesimi tutarak başımı hafifçe geriye çektim. Ancak o tek bir duygu kırıntısı dahi göstermeden beni kucağına aldığında, elbisemin ucu usulca baldırlarıma doğru toplandı ve bacaklarım açığa çıktı. Bakışları anında bacaklarıma kayarken kaşlarını çatarak eteğin ucunu tutup beni tekerlekli sandalyeye yerleştirdiğinde, avuçları arasındaki bez parçasını bacaklarımı örtecek şekilde düzeltip ağzının içinde homurdanarak geriye çekildi. Kalbimin ağzımda atması normal miydi? Kan akışım giderek hızlanırken Kıraç arkama geçip "Gidelim artık," dediğinde odadaki kişilerin tuhaf bakışlarıyla kafamı öne eğip ellerimi kucağıma koydum. Kıraç'la aramızda çok tuhaf bir uyum vardı ve bu kez onlarda bunu yakalamıştı.

 

Sessizlik içinde odadan çıktığımızda bakışlarım koridordaki adamları buldu. Resmen beş adımda bir koruma vardı, gözlerim şaşkınlık içinde açılırken Kıraç asansöre doğru ilerledi. Hastane onun olduğu için bu koruma ordusunu buraya rahatlıkla dikebiliyordu ama gerçekten gerek var mıydı bu kadarına? Neredeyse yirmi beş adam sadece koridorda bekliyordu, suikaste falan uğrayacağımı mı düşünüyordu bu adam? Kaşlarım istemsizce çatılırken asansörün önünde o, ben, Tugay ve Gökçe beklerken Deniz'de diğer adamlara toparlamaları gerektiğini söyledi. Çok değil, bir kaç saniye sonra asansörün kapısı açılırken içene girip zemin kattı tuşladık. Bakışlarım o an aynadan hemen arkamdaki adamı bulurken onun zaten çatık kaşlarla beni izlediğini görmek nefesinin kesilmesine neden oldu.

 

Kara gözleri delici bir şekilde yüzümde geziniyordu, öyle bakıyordu ki bana, sanki acılı bir kitabı okuyordu. Kara bulutlar vardı karalarında, sebebini çözemediğim kara yağmurlar. İlk kez onu bana bu şekilde bakarken görüyordum, sanki zorlanıyordu. İkilimde mi kalmıştı? Neydi bu kıyamayıp kendini zorlayan bakışları? Gözlerim gözlerinde öylece dururken kalbim acıyla sızladı, kötü şeyler hissediyordum ve ben hislerimde asla yanılmazdım. Neler oluyordu?

 

Cennet ve cehennem arasındaki o arafta, şeytan ona ne fısıldıyordu?

 

Şeytanı dinlese yanacak gibiydi ama dinlemese de kendini cennete layık görmüyormuş gibi bir hali vardı. Oysa cenneti seçmeliydi, cehennem ateşi tüm acılardan da öteydi. Acımazdı ateş ona, kelebeğe acımadığı gibi.

 

Asansörün kapıları açıldığında bakışlarımı tekrardan ondan kaçırdım ve o sandalyeyi itmeye başlarken hastaneden çıktık. Tıpkı koridor gibi hastanenin etrafında dahi koruma ordusu vardı. Nereden buluyordu bu kadar adamı? Tamam, parası fazlasıyla olabilirdi ama güveniyor muydu tüm adamlarına? Aramızda bir hain varken bu kadar kalabalık ne kadar güvenilirdi, bilmiyorum. Bir çok kişinin bakışları altında Tolga ve Özgür'ün bizi bekledikleri araba konvoyunun önüne geldiğimizde, Tolga karşıma geçerek dizlerinin üzerine çöküp yüzüme baktı. "Beyaz yakışmış."

 

Başta ne dediğini anlamamıştım ancak üzerime baktığında elbiseden bahsettiğini anlayarak tebessüm ettim. "Teşekkür ederim."

 

Kıraç aniden "Tolga, arabamın kapısını aç," dediğinde sesindeki gerginliğe karşı ben dahil herkes ona bakarken o sertçe "Dediğimi yap!" diye bağırdı. Kesinlikle yolunda gitmeyen şeyler vardı.

 

Tolga şaşkınlık içinde "Tamam, sakin ol," diyerek ayaklanıp arkasındaki kapının arka kapısını açtığında, Kıraç "Ön kapı," dedi ve biz daha ne olduğunu anlamadan karşıma geçip üzerime doğru eğildi. Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken o beni kucağına alıp Tolga'nın açtığı kapıdan içeriye koyduğu ve ben afallayarak onun buz gibi suratına bakarken o sadece kemerimi takıp geriye çekildi. "Siz eve geçin. Bizim bir saatlik işimiz var?" Ne işinden bahsediyordu bu adam? Nereye gidecektik? Aniden sağ elimle sol baş parmağımı kaşımaya başladığımda, Kıraç kapıyı kapatmak için bana döndü ve ellerime bakarak kaşlarını çattı. Bu haraketi o kadar hızlı yapıyordum ki, fark etmemesi inkansızdı. Korkuyordum, onun bu hallerinden korkuyordum.

 

Kaşlarını çatarak sessiz kalıp kapıyı kapattığı sırada gözlerim Gökçe, Tugay, Tolga ve Özgür arasında yardım ister gibi dolandı. Ancak en az onlarda benim kadar şaşkın olmalı ki, afallamaktan başka bir tepki veremiyorlardı. Kıraç hemen yanımdaki koltuğa oturduğunda sessizce önüme dönüp yutkundum. Hayır, korkmamalıydım, o bana kötü bir şey yapmazdı. Yaşatmak için uğraşırken zarar vermezdi. Kıraç gaza yüklenip onları geride bıraktığında gergin bir şekilde yola baktım, sanki ona bakarsam bana bağıracakmış gibi hissediyordum. Araba normal hızın üzerinde giderken bir süre sonra ormanlık bir yola girdiğimizde nefesimi tutarak tanıdık yola baktım. Amacı neydi?

 

Ona dönüp titreyen sesimle "Kıraç?" dediğimde, direksiyonu sıkan elleri gevşedi ve kafasını usulca çevirip kara gözlerini gözlerime dikti. "Neler oluyor?"

 

Korkudan kireç gibi olduğuna emin olduğum yüzüme bakıp "Kafamdaki şeytanları susturamıyorum Kavin," dedi sert bir soluk alarak.

 

Acıyla ona baktım. "Peki ne diyorlar?"

 

Önüne dönüp direksiyonu tekrardan sıktı. "Doğru olduğunu bildiğim yoldan sapmamı."

 

Cennet ve cehennem arasındaydı. Baş parmağımı kaşımayı bırakarak tamamıyla ona döndüm. "Onları dinleme Kıraç. Doğru bildiğin yolda devam et."

 

Gözleri öyle hızlı bir şekilde beni buldu ki, sanki çok yanlış bir şey söylemişim gibi hissettim. Gözlerine keder eklenirken "Ya doğru yol masum birinin ölümüne yol açarsa?" diye sorduğunda yutkundum.

 

"Olasılık yüksek mi?"

 

Önüne dönüp yola bakarken kafasını olumsuz anlamda salladı. "Bir süre için hayır. Ama zarar görmeyeceği anlamına gelmiyor."

 

Düşündüm, zor bir ikilemdi. Ama insan her zaman doğru yoldan gitmeliydi. Kıraç yolu izlerken "Önce o doğru yolun neden doğru olduğunu sor kendine Kıraç," dedim usulca ona bakarken. "Eğer doğrular güçlüyse, o yoldan devam et. Yanlış yolda daha fazla kişi zarar görebilir."

 

Sözlerim dudaklarımdan çıktığı an bedeni kasılırken sesiz kaldı. Sanki söylemek isteyipte söyleyemediği bir çok şeyi dilinin ucunda sakladı. Onun sessizliği bir çok cümleden daha iyi gelirken arkama yaslanıp yüzünü izledim. Her bir zerresi zihnime kazılıydı ama yetmiyordu, onu ezbere bilmek istiyordum. Her şeyiyle. Yaklaşık on dakika sonra intihar ettiğim uçuruma geldiğimizde, sessizce oraya baktım. Sormamıştı neden diye, çünkü benimle burada yüzleşmek istiyordu, değil mi? İçimde açılan kara delikle karşıya bomboş olduğunu düşündüğüm gözlerle bakarken Kıraç arabadan indi ve benim tarafıma geldi. Kapıyı açıp üzerime eğilerek kemeri açtığında, burnuma dolan sandal ağacı kokusu bile beni rahatlatmaya yetmedi. Bu durumla yüzleşmek istemiyordum. Ne gerek vardı ki buna?

 

Kıraç beni kucağına alıp arabadan çıkardığında, esen sert rüzgarlarla uçuruma doğru yürüdü. Attığı her adımda kalbim sızlıyordu. Uçuruma son beş adım kala durduğunda beni kucağından indirip omuzlarımdan destek vererek ayakta tuttu ve baştan ayağa bedenimi süzdü. Beyaz elbisenin sardığı belime baktı, dizlerimin bir karış üzerinde biten ince kumaşına ve göğsümü saran dekoltesine. Omuzlarımdaki askılılara baktı, bir şeyler demek istedi ama onun yerine sargılı bacağıma dikti gözlerini. Ben sessizce ondan tek bir kelime beklerken o nihayet yeşil gözlerime bakarak "Beyaz sana fazlasıyla yakışmış Kavin," dedi konudan bağımsız bir şekilde.

 

Yanaklarım anında kızarırken "Teşekkür ederim," diye mırıldandım, cevap vermedi. Ondan ilk kez bir iltifat almıştım sanırım.

 

Uzun uzun beni izlediğini hissettim bir anda bir uçuruma bir de ona baktığımda, o cebinden bir şey çıkarıp bana uzattı. "Bu sana ait." Yeşil gözlerim avuçları arasındaki kelebekli kolyemi bulurken, şaşkınlık içine gözlerine baktım.

 

"Kıraç, bu-" Gözlerim mutluluk içinde dolduğunda "Çok teşekkür ederim," diyerek ince kollarımı hiç düşünmeden boynuna sardım. Hakan Karadağ'ın boynumdan koparıp attığı kolyeyi bana geri getirmişti. Buraya gelirken kolye aklımın ucundan dahi geçmemişti. Üstelik buralarda olduğunu bildiğim halde. Şimdi Kıraç'ın bana kolyemi uzatması benim için paha biçilemez bir andı.

 

Mutluluk uzun zaman sonra kalbimi sarmalarken, boyundan dolayı parmak uçlarımda yükselmek zorunda kaldığım adama sarılmaya devam ederek "Çok teşekkür ederim Kıraç," diye fısıldadım minnetle. "Annemden bana kalan son şeydi bu. Çok teşekkür ederim." Sesim giderek kısılırken mutluluktan akan gözyaşımı silme zahmetine girmeden huzurla gülümsedim. Kollarımın arasındaki büyük beden kasılırken bir el usulca belimi kavradı ve beni korumak ister gibi yavaşça sarmaladı. Ama konuşmadı, sadece hissettirdi. Rica ederim der gibi.

 

Eğer mutluluk bu kadar basitse, ben neden yıllardır kapımı kapatmıştım? Artık zihnimi de, kendimi de iyileştirmem gerekiyordu. Belki de yeniden tedavi görüp majör depresif bozukluğundan kurtulabilirdim. Gerçi ben zamanla kabullendikçe iyileştiğimi hissetmiştim ama bu gün fark ediyordum ki, ölümü kabullenmek beni sadece avutmuştu. Ben yaşamak için umut bağlamak zorundaydım. Emindim artık, içimdeki bastırılmış Ecrin Kavin Ulusoy'u uyandırma vakti gelmişti. O, kelebeği yaşatabilecek biriydi. Ciğerlerime dolan sandal ağacı kokusu içimi yumuşatırken usulca geriye çekilip Kıraç'ın yüzüne baktım. Az öncekinin aksine öfkesi gitmiş yerini tuhaf bir duygu esir almıştı. Hâlâ onu okumakta zorlandığım için kolyeyi tutan avucuna bakıp "Alabilir miyim?" diyerek elimi uzattığımda, sessizce elime baktı.

 

Garip bir sessizlik uçurumun köşesindeki bedenlerimizi kucaklarken, gözlerini kısarak "Ben takabilir miyim?" diye sordu kolyenin ucunu tutup havaya kaldırarak. Ardından ekledi. "İstersen tabi." Onda garip bir şeyler hissediyordum, bu tanıdığım Kıraç Keskin değildi, buzdan duvarlarını yok etmiş bambaşka biriydi. Gözlerime bir cevap bekler gibi baktığında, şaşkınlıktan 'o' şeklini alan dudaklarımı birbirine bastırarak kafamı usulca olumlu anlamda salladım. Verdiğim iznin ardından kara gözlerinin arkasındaki perdede bir gölge belirdi ve orada küçük bir çiçek filizlendi. Rengi, türü veya varlığı neydi, neden belirdi anlayamadım, ama garip bir şekilde hoşuma gitti. Çünkü onun gözlerinin ardındaki o çiçeğin kökleri bana uzandı ve kalbime bağlandı.

 

Çiçekler sadece toprakta değil, bazen bir kalpte de yeşerirdi.

 

Su yerine sevgimle, güneş yerine ise onun kara bakışlarıyla besleyecektim bu çiçeği. Onun gözlerine baktıkça görecek ama kendi kalbimde besleyecektim.

 

Kıraç gözlerine olan bakışlarım karşısında dudaklarını usulca iki yana kıvırıp "Aşık olmuş gibi bakıyorsun küçük kelebek," dediğinde, eline bir balta alıp zihnime saplamışçasına şaşkınlık içinde ona baktım.

 

Tepkim karşısında sırıtışı iyice büyürken kaşlarımı çatarak "Saçmala!" dedim. Çıkışım gürültüydü ama bu onun umurunda değildi. "Ayrıca bana kelebek demeyi kes artık!" Gözlerinin önünde intihar ederken bana kelebek deme dediğim halde ısrarla kelebek demesini anlayamıyordum.

 

Kıraç çatık kaşlarıma gelişi güzel bakıp omuz kafasını yana eğdi. "Neden? Kelebek değil misin?"

 

Kafa mı buluyordu benimle? Gözlerimi devirerek "Değilim Kıraç," dediğimde aniden üzerine doğru bir adım attı. Bacağımdaki sargıdan dolayı geriye gidemediğim de, dibime giren adamla afallayarak kafamı kaldırıp, kara gözleri şok içinde baktım. Neredeyse göğsüm bedenine değecekti, kafasını eğerek karalarını yüzüme diktiğinde "Öylesin Kavin," dedi elini kaldırıp parmak uçlarıyla yanağıma dokunurken. Ani dokunuşu bedenimin buz kesmesine sebep olurken nefesimi tutarak ona baktım.

 

Parmağı usulca yanağımdan şakaklarıma kaydı ve ardından bir tutam saçımı kulağımın arkasına yerleştirdi. "Bir kelebek kadar narin ve güzelsin." Kalbim şiddetle çarparken parmak uçları alnıma çıktı, orada gezdi. "Bir kelebek kadar zarif ve kırılgansın." Parmakları usulca çeneme ulaştığında karalarını gözlerime sabitleyerek "Bir kelebek kadar masumsun Kavin," dedi kısık bir sesle, kalbim durdu. "Dokunmaya kıyılamayacak kadar hassassın." Parmakları bu kez boynuma kaydığında "Artık kabul et Kavin, sen bir kelebeksin ve fırtınada duruyorsun," dedi elini çekip bana isyan edercesine bakarken. "Hâlâ fırtınada duracak mısın yoksa yanıma gelip göğsümde dinlenecek misin?"

 

Durumu öyle güzel anlatmıştı ki, evet demek istemiştim ama eksik bir şey vardı. Sertçe yutkunup "Kelebeğin ömrü kısadır Kıraç, tıpkı benimki gibi," dediğimde red eder gibi kafasını iki yana salladı.

 

"Kelebeğe zarar verirsen ölür, ama canını yakmazsan yaşar Kavin, sen canını yakmalarına izin veriyorsun," dediğinde konunun geldiği yerle kafamı öne eğip dudaklarımı ıslattım. Kısacası bundan sonra ne yapacaksın diyordu. Bir adım geriye gittiğinde "Kolyeni takalım," dedi usulca çekildiğinde. "Arkana döner misin?"

 

Kafamdaki karışık düşüncelerle ona bakıp sessizce arkama döndüğümde, bacağımdaki sargıya kısa bir bakış attım. Eskisinden daha ince bir alçı olması daha rahat hareket etmemi sağlıyordu. Birkaç saniye sonra hemen arkamda Kıraç'ın varlığını hissettiğimde, nefesimi tutarak bakışlarımı alçıdan çekip karşımdaki dalgalı denize baktım. Nefes almakta zorlanmam normal miydi? Neyin nesiydi bu saçma sapan his? Sanki göğüs kafesimde patlamalar vardı, ellerim uyuşuyordu o patlamalar yüzünden. Sertçe yutkunduğum sırada Kıraç düz sesiyle "Saçların Kavin," dedi, telaşla saçlarımı toparlayıp kenarıya çekerek ensemi boşta bıraktım. Neden en başında takmasına izin vermiştim anlamıyorum, hayır, sorun kolyeyi takması değildi, sorun kalbimin neden bu kadar tuhaf attığıydı.

 

Boşta kalan boynum saniyeler sonra onun ellerindeki kolyemle dolduğunda, kolyenin soğuk zinciri ile kasılarak nefesimi tuttum. Kolyenin ucundaki kelebek ait olduğu yere, yani boynuma düşerken Kıraç klipsi takıp, boğuk bir sesle "Oldu," dedi ve hızla geriye çekildi. Parmak uçaklarımla kolyeye dokunarak gülümseyip ona döndüm. Çatık kaşlarla rahatsız olmuş gibi siyah saçlarını parmaklarını geçirmişti.

 

Kocaman gülümsedim. "Karadağ koparıp atmıştı buraya. Sen nasıl buldun?"

 

Neyden bahsettiğimi anlayarak bakışlarını boynumdaki kolyeye dikti. "Ben bulmadım, Yağmur biz hastaneye giderken arayıp bulmuş ve tamir etmesi için Deniz'e vermiş. Benim sana vermemi istediği için bendeydi kolye."

 

Yağmur mu? İyi de neden kendisi vermemişti de Kıraç'ın bana vermesini istemişti ki? Kaşlarım istemsizce çatılırken "Anladım," diye mırıldandım.

 

Kıraç derin bir nefes alarak ellerini ceplerine sokup, bakışlarını uçuruma çevirdi. Yüzündeki sıkıntılı ifadeye bakarak rahatsızca kıpırdanıp bende uçuruma döndüm ama hâlâ göz ucuyla ona bakıyordum. Alnına düşen asi saç tutamları çatık kaşlarının bıraktığı izleri ustalıkla gizliyordu, üstelik sert çene hattı ve kemikli yüzü sıkıntıyla doluydu. İşte şimdi tanıdığım o adamdı, sıkıntıları olan ve buz duvarlarının ardına kimseyi almayan adama, Kıraç Keskin. Neredeyse bir doksanlarda olan boyu ve kaslı bedeni bir sporcu veya asker gibi durmasına sebep olurken, neden bilmiyorum ama kara gözleri bana tehlikeli bir adam olduğunu anlatıyordu. Sanki Duru'nun dediği gibi karanlık bir adamdı, mafya gibi.

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken kafamı iki yana salladım. Bu mümkün değildi çünkü Öykü avukattı ama ya ona çalışan bir avukatsa? Kafamdaki saçma düşükleri yok sayarak derin bir nefes aldığımda Kıraç kara gözleriyle tam olarak intihar ettiğim noktaya bakıp "Açıklamayacak mısın Kavin?" diye sordu kafasını bana çevirerek. Kısılı gözleri karşısında ne diyeceğimi bilemezken yutkunarak dudaklarımı ıslattım. Başlamıştı işte, hiç sormayacağını düşünmek benim aptalığımdı.

 

Utançla bakışlarımı kaçırıp "Açıklanacak bir tarafı var mı sence?" diye sordum sessizce. "İntihar ettim işte, hepsi bu."

 

"Neden şimdi? Neden Duru öldüğünde değilde dün?" Sorusu içimi acıttı.

 

"Sevdiklerim için yaşıyordum ben Kıraç. O gün tüm sevdiklerimin öldüğünü fark ettim ve Karadağ'ın beni öldürüp kazanmasına engel olmak için kendimi öldürmek istedim." Gözlerim doldu ama ağlamak yerine kafamı dik tutup dalgalı denize gülümseyerek baktım. "Ben hastayım Kıraç, zihnim hasta." Bakışlarım ona döndüğünde omuz silktim. "Ama artık iyileşmek istiyorum. Depresif düşüncelerimin esaretinden kurtulmak istiyorum." Kaşları çatılırken ona döndüm. "Beni hâlâ korumak istiyor musun Kıraç? Eğer benden yorulmadıysan, yanında durmak istiyorum." Kara gözlerinde büyük bir şaşkınlık dalgalanırken tebessüm ettim. "Ben savaşmaya hazırım Kıraç. Sen beni yanında tutar mısın? Kelebeği göğsünde saklar mısın?"

 

Artık kaybedecek bir canım kalmışken savaşabilirdim. Ölsem de koymazdı bana çünkü savaşmazsam denemeden ölmüş olacaktım ama savaşırsam en azından denedim diyebilecektim. Hem artık korkulacak hiçbir şey kalmamıştı, tüm sevdiklerimi zaten kaybetmiştim. Kıraç ve diğerleri ise Hakan Karadağ'a karşı fazlasıyla güçlüydüler, ellerinde ki koz neydi bilmiyorum ama Karadağ onlara dokunmaya çekiniyordu. Bundan dolayı korkmama gerek yoktu, savaşabilirdim. Kendim için değil, Karadağ kazanmasın diye.

 

Düşmanımın kaybı, benim en büyük zaferim olacaktı.

 

Kıraç sertçe yutkunup "Kavin," dediğinde devam edemedi ve gözlerini yumarak sert bir soluk aldı. Sanki kafasındaki tüm hesapları paramparça olmuş, ne diyeceğini unutmuştu. Beklemiyordu değil mi? Yine bağırıp çağırmamı bekliyor ama onun yanında duracağımı söylememi beklemiyordu. Haklıydı, çok inatçı davranmış ve onu yormuştum ama artık onunla savaşacaktım. Tıpkı istediği gibi dik duracak ve yanında olacaktım. Hem kendim için hem de onun için.

 

Kıraç bana bakıp gözlerimdeki ışıltıları gördüğünde, sertçe yutkundu, ama sanki o yumru boğazında kaldı ve büyüdü. Karalarında şiddetli bir deprem olurken sertçe alnını ovalayarak ağzının içinde bir şeyler mırıldandı ama ne dediğini anlayamadım. Bu sıkıntılı hali kaşlarımın çatılmasına neden olurken, elimi usulca kaldırıp elinin üzerine koydum ve o an haraket etmeyi kesip bana baktı. "Kıraç. Her şey yolunda mı?" Neler oluyordu? Ben mutlu olur ve nihayet istediği gibi davrandığım için rahatlar sanıyordum ama o daha büyük bir sıkıntıya düşmüş gibi duruyordu.

 

Soluk yeşillerime bakarak bakışlarını kaçırıp elinin üzerindeki elimi tuttu ve "Her şey yolunda Kavin," dedi baş parmağıyla elimin üzerini usulca okşamaya başlarken. "Her şey yolunda." Sözlerinin aksine ses tonu ve gözleri tam tersini söylese de, sessiz kalmayı tercih ederek ellerimize baktım. Elleri arasında küçücük kalan elimi kırmaktan korkar gibi okşuyordu ve hatta sanki oraya bakarken okşadığının farkında bile değildi. Stres atıyor gibiydi, elime dokunmak onu rahatlatıyormuşçasına yüz hatları gevşediğinde sertçe yutkundum. Ellerimi soğukluğuna rağmen seven ve tutan tek kişi Egemendi ama şimdi Kıraç Keskin ölümün dokunduğu soğuk ellerimi okşarken, ona en iyi gelen şeye dokunur gibi dokunuyor, en iyi hissettiren şeye bakar gibi bakıyordu. Ellerimin onu rahatsız etmediğini anlamıştım ama sevdiğini şimdi fark ediyordum. Kıraç Keskin benim soğukluğu yüzünden sakladığım ellerimi seviyordu, tıpkı kelebek olmamı sevdiği gibi.

 

O, benim nefret ettiğim tüm kusurlarımın hayranıydı.

 

Israrla bana kelebek demesinin nedeni buydu. O beni kelebek olarak seviyordu ve kelebek olmamı kabul etmemi istiyordu. Tıpkı ellerimi severken bana da sevdirmek istercesine okşarken yapıyordu bunu.

 

Henüz belki de onun bile fark etmediği gerçekler ortamıza bir yıldırım düşürürken, ateşe dokunmuş gibi hızla elimi geriye çektim. Hayır, beni sevmemeliydi, nefret ettiğim kusurlarımı sevmemeliydi. Bu çok yanlıştı! Gözlerim şok içinde açılırken Kıraç bana anlamsızca bakıp sakladığım elime çevirdi kara bakışlarını ve o an durumu yeni fark etmiş gibi kendini hızla toparlayıp, boğazını temizleyerek "Gidelim," dedi buz gibi sesiyle gömleğinin ikinci düğmesini çekiştirip açarken. "Üzerinde ki elbise fazla ince, üşütme." En az onun kadar bende şaşkın olduğum için sadece kafamı olumlu anlamda sallamakla yetindim. İlk kez böylesine tuhaf bir gün yaşıyordum, bu adam bana tuhaf diyordu ama ben tüm tuhaflıkları onunla yaşıyordum. Asıl tuhaf olan oydu ya da her ikimiz, bilemiyorum.

 

Arabaya doğru dönmüştüm ki, bacağımdaki alçıya bakarak derin bir nefes aldım. Hayır, zorlanmıyordum ama artık bunu takmak da istemiyordum. Kıraç, keskin gözleriyle bana bakıp, "Kendini zorlama," dediğinde yanıma geldi ve eğilerek beni hızlıca kucağına aldı. Gerginlikten karnım kasılırken istemsizce kolumu omzuna sarıp "Ben yürürdüm aslında," diye mırıldandım ama bana öyle bir bakış attı ki, sessizce önüme döndüm. Haklıydı, kendimi yormamam gerekiyordu.

 

Kıraç'ın her zamanki sert ve kendinden emin adımlarıyla arabaya yaklaştığımızda, zaten kapısı açık olan arabanın koltuğa beni yerleştirip geriye çekildi. "Kemerini tak." Kısa ve net emir kipi karşısında dediğini yaptım. O ise kapımı kapatarak hemen yanımdaki yerine kuruldu. Arabayı çalıştırıp ani bir manevrayla yola sürdüğünde direksiyonu tuttan ellerine baktım. Sanki kıracakmış gibi öfkeyle tutmasının nedeni neydi? Bir sorun vardı değil mi, içine sinmeyen bir durum vardı ve bununla nasıl başa çıkacağını bilmiyordu. Kaşlarım istemsizce çatılırken derin bir nefes alarak önüme döndüm. Hayır, o açıklama yapmayana kadar bir şey sormayacaktım çünkü yanlış bir şey sormaktan korkuyordum. Tuhaftı, sanki yanındayım demem onu mutlu etmemişti. Peki o zaman neden bunca zaman yanında olmam için çaba sarf etmişti ki?

 

Karma karışık düşünceler zihnimde dolanırken çok uzun sayılmayacak bir yolculuğun ardından onun evine geldik. Demir kapı usulca açılırken Kıraç arabayı bahçeye sürdü ve evin önünde usulca durdurdu. Bahçe her zamanki gibi korumalarla doluydu, en başta Deniz olmak üzere bir çok yüz artık tanıdık gelmeye başlarken kemerimi çözerek kapımı açtım. Yanımdaki adamda aynı işlemi benden daha hızlı yaparak arabadan inip açtığım kapının önünde durduğu sırada, bakışlarım onu buldu. Düşünceli hali hâlâ devam ediyordu. Ona anlamsızca baktığımda o bana bakmadan üzerime eğildi ve sandal ağacı kokusu sinsice ciğerlerime sızarken beni hiç zorlanmadan kucağına aldı. Başta böyle bir şeye asla izin vermezdim ama artık hem ona alışmıştım hem de bacağımdan dolayı beni taşımasına itiraz etmek istemiyordum. Korumaların bakışları altında kapıya doğru yürüdüğümüzde kapıyı bir hizmetli açtı ve gülümseyerek "Geçmiş olsun Ecrin Hanım," dedi. Benim yaşlarımdaki kıza sadece tebessüm edip kafamı usulca salladığımda Kıraç hiç durmadan salona doğru yol aldı. İçine öyle bir çekilmişti ki, sanki kimseyi görmüyordu.

 

Sert yüz hatlarına bakarak kafamı iki yana sallayıp önüme döndüm. Anlaşılan yine özüne dönmüştü. Sessiz adımlarla salona girdiğimizde bakışlarım koltukta oturup hararetli bir şekilde konuşan kişileri buldu. Öykü sinirle "İyi de kimse bilmiyordu!" dedi sargılı boynunu umursamadan kafasını dik tutup. "O nasıl öğrendi onu anlamıyorum ben! Aramızda olan bir şeydi-" Sözleri bizi gördüğü an yarım kalırken şaşkınlık içinde "Siz, siz ne zaman geldiniz?" diye sordu.

 

Diğerlerinin de bakışları hızla bizi bulurken Kıraç usulca yürüyüp beni koltuğa yerleştirerek "Neyden bahsediyordun?" diye sordu geriye çekilip, soğuk bir ifadeyle Öykü'ye bakarak. Sesindeki buz kristalleri tavandan üzerimize düşüyor ama farkına varmıyordu.

 

Her biri sessizce ona bakarken Öykü boğazını temizleyerek bana kısa bir bakış atıp zoraki bir şekilde gülümsemeye çalıştı ardından gergin bir şekilde Kıraç'a döndü. "Yağmur'un hamileliği. Hakan Karadağ'ın bunu bilmesine imkan yok. Ama o biliyor."

 

Bakışlarım o an Yağmur'a kaydığında o da bana baktı ve gözlerini hızla kaçırıp hafifçe yutkundu. Hâlâ atlatamamıştı değil mi? O her ne kadar beni suçlamasa da, ben kendimi suçlu hissettiğim için utanarak ellerimi kucağıma çektim ve parmaklarımla oynamaya başladım. Onun bebeği benim yüzümden ölmüştü. Ruhumu sızlatan gerçek bir kez daha masaya dökülürken Kıraç ceketini çıkararak beyaz gömleğinin kollarını yukarıya sıyırıp, "Basit," dedi kimseyle göz teması kurmadan. "Aramızda bilgi aldığı bir hain varken bunu bilmesi gayet normal."

 

"Ne?"

 

Özgür şaşkınlık içinde "Dalga mı geçiyorsun sen?" diye sorduğunda bakışlarım Gökçe'yi buldu. O bir bana bir de Kıraç'a bakıp derin bir nefes alarak "Maalesef," diye mırıldandı Kıraç'ı onaylayarak.

 

O an her birinin bakışları şaşkınlık içinde ona dönerken Tugay "Sen de mi biliyorsun?" diye sordu kaşlarını derinden çatarak. Gökçe bakışlarını kaçırırken Tugay sinirle "Bizden neden sakladınız Kıraç?" diye sordu sesini yükselterek. "Neyiz biz burada?"

 

Kıraç'ın bakışları onu buldu ve büyük bir sakinlikle "O zaman önemi vardı, ama şimdi gizlemenin bir manası yok," dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım. Ne demekti bu? Şüphe duyduğu biri mi vardı yoksa artık her birinin bilmesi gerektiğini mi düşünüyordu?

 

Tolga "İyi de nasıl anladın?" diye sorduğunda Kıraç tekli koltuğa kendini bırakıp arkasına yaslanarak "Kavin söyledi," dedi yorgunluk içinde. "O gece sarhoş olup merdivenlerden düşmemiş. Biri onu itmiş. Ayrıca Yağmur'un hamileliği aramızda olan bir şeydi, Karadağ'ın bunu bilmesi bir köstebek olduğunu kanıtlıyor," dediğinde Öykü şaşkınlık içinde bana baktı.

 

"Nasıl yani? Seni biri mi itti?" O gece zihnimde her ne kadar bulanık olsa da, hatırladığım tek şey birinin beni ittiğiydi. Öykü ve diğerleri merakla bana bakarken kafamı olumlu anlamda salladım. "Evet, biri beni itti."

 

Özgür ağzının içinde bir küfür savurup "Bizde seni koruduğumuzu sanıyoruz," diye homurdandığında Sinan yüzünü sıvazladı.

 

"İyi de bu kim olabilir ki? Burada ona çalışacak biri olamaz."

 

Kıraç kafasını olumlu anlamda salladı. "Tam da bundan dolayı biri var zaten. Her bir adamımız güvenilir, o da bunu bildiği için birini satın almış." Bakışları kısa bir an beni buldu. "Kimseden şüphe duymamamızı amaçlıyor. Eğer Kavin o gece tam olarak neler olduğunu hatırlamasaydı şu an bu konuşmayı yapmazdık."

 

Yağmur rahatsızca kıpırdandı. "Yani şimdi aramızda bir hain var ve sadece bilgi taşımakla kalmayıp Ecrin'e de zarar mı veriyor?" diye sorduğunda tüm bakışların odağı bir kez daha ben oldum. Her birinin bakışları bacağımdaki alçıda ve kafamdaki sargıda oyalanırken Kıraç ayağa kalktı.

 

"Evet. Bundan dolayı artık gözünüzü dört açın. Kavin, en güvendiğiniz kişinin yanında bile tehlikede olabilir." Sert bir soluk ciğerlerime kaçarken herbiri şaşkınlık içinde birbirlerine baktı. En güvendikleri kişiler yine kendileriydi ama Kıraç bu noktada birbirlerine bile güvenmemeleri gerektiğini anlatmıştı. Tolga kaşlarını çatıp "Peki neden şimdi söylüyorsun? Ya aramızda ise o kişi?" dediğinde kaşlarım çatılırken Kıraç ellerini ceplerine yerleştirip gözlerini kıstı.

 

"Daha iyi ya işte. Onu bilmediğimizi sandıkça rahat haraket edecekti. Ama şimdi diken üzerinde olacak," dediğinde Tugay alayla güldü.

 

"Diken üzerinde olabilir ama şimdi daha temkinli olacak."

 

Haklıydı, hepimiz ona hak verir gibi bakarken Kıraç'ın dudakları usulca iki yana kıvrıldı. Bu, tehlike kokulu gülüşü kasılmama neden olurken hafifçe kafasını salladı. "Göreceğiz." Ardından kara bakışları usulca Sinan'ı buldu. "Sen Kavin'in yanında kal. Sizlerde benimle gelin." Arkasını dönüp usul adımlarla merdivenlere yöneldiğinde Özgür "Ne sokuk bir durum ama," diye homurdanarak büyük adımlarla onu takip etti. Yağmur ve Gökçe sinirle ayaklanırken Öykü "Bir hainimiz eksikti zaten," diye mırıldanarak onun arkasından yürüdü.

 

Tolga bana kısa bir bakış atıp "Ne çileli hayatın varmış kızım senin de," diyerek yanıma gelip cebinden bir şeker çıkardı ve bana uzattı. "Al, nane aromalı ama seversin," dediğinde istemsizce gülüp şekeri aldım.

 

"Teşekkür ederim."

 

Göz kırparak o da yukarıya çıkarken Tugay tersçe Sinan'a baktı. "Seni niye çağırmadı?"

 

Kuşkulu bakışları üzerine Sinan gözlerini devirip ayağa kalktı. "Sence zeka küpü? Ecrin'i evden çıkaran ben olduğum için artık beni toplan- yani önemli konuşmalara dahil etmeyeceğini söylemişti ya hani?"

 

Ne? Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken hızla Sinan'a döndüm. Bana bakarak güldü ve yanıma oturdu. "Ne? Vicdanım rahat etmedi ve söyledim." Gözlerinde derin bir pişmanlık belirirken onu saklamaya çalıştı ama ben çektiği acıyı çoktan görmüştüm. "Hatamın bedelini ödemek zorundayım Ecrin. Kızları kurtaracağımı sanırken hem onların hem de senin hayatını daha büyük bir tehlikeye attım." Derin bir vicdan azabı üzerine çökmüştü, oysa o acıyla, üzgünken aniden karar vermiş ve kararında pişman olmuştu. Ama sanırım bu bile onu rahatlatmaya yetmiyordu.

 

Hafifçe tebessüm ederek "Emin ol Kıraç seni anlıyordur," dedim elini tutarak. Gözleri gözlerimi bulurken kafamı yana eğdim. "Sadece sınırları olan biri, ona biraz zaman ver."

 

Hüzünle bana bakıp sessiz kaldığında Tugay sıkıntılı bir nefes verdi. "Seni anlıyordur elbet ama Kıraç bu," dedi kafasını iki yana sallayarak. "Mantıklı karar veremeyip, duygular ile hareket ederek yapılan hiçbir şeyi affetmez. O her zaman aklını dinler ve bizim de öyle yapmamızı söyler."

 

Kaşlarımı çatarak Tugay'a döndüm. "Neden size de bunu dayatıyor ki?" Kendi karakteri öyle olabilirdi ama bunu başkalarına da dayatması oldukça anlamsızdı.

 

Sorumla birlikte ikisi de aniden göz göze gelirken Sinan hızla "O biraz diktatör," dedi umursamazca elini sallayarak. "Takılma sen ona." Savuşturur gibi verdiği cevapla kaşlarım daha derinden çatılırken Tugay boğazını temizleyip "Ben artık gideyim," dedi ve adeta kaçar gibi büyük adımlarla salonu terk etti. Hepsinde bir gariplik mi vardı yoksa ben mi abartıyordum?

 

Giden adamın arkasından kuşkuyla bakarken Sinan "Ee," dedi ona dönmemi sağlayarak. "Ne olacak şimdi? Karadağ senden vazgeçecek gibi değil ama Kıraç'da verecek gibi değil." Bakışlarım onu bulurken kafamı olumlu anlamda salladım.

 

"Şu zamana kadar kendimi bir çıkmazda hissediyordum Sinan. Ama intihar edipte ölmeyi beceremedikten sonra bir karar verdim." Kaşları havalanırken yönünü bana çevirip "Ne kararı?" dedi şaşkınlık içinde. "Yine mi intihar etmeyi düşünüyorsun yoksa?!"

 

Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken şoka uğramış ifadesine bakarak "Saçmalama!" diye çıkıştım. "Bu kez tam tersini yapıp yaşamaya çalışacağım."

 

Anlamadı. "Ney?"

 

Gülerek bende koltukta yan dönüp ona baktım. "Kıraç yanımda durup kendin için savaş diyordu ya hani, savaşacağım Sinan." Dudakları şaşkınlık içinde açıldığında tebessüm ettim. "Garip belki ama yeniden umut ettim. Yeni bir başlangıç yapmak istiyorum. Sevdiklerimi benden alan adamın beni öldürerek kazanmasını istemiyorum Sinan. Ona o zaferi veremem."

 

Sinan'ın gözlerine büyük bir gurur doğarken aniden beni kendine çekip kollarını bedenime sardı ve "Aferin lan sana!" dedi sevinçle beni kucaklarken. "Yemin ederim ağlamamak için zor duruyorum." Geriye çekilip kollarımı tutarak bana baktığında güldüm. "Sana da savaşmak yakışırdı Ecrin. O psikopat itin kazanmasına izin verme!" Tepkisi karşısında kahkaha atarak "Beni sarsmayı keserken neden olmasın?" dediğimde ellerini kollarımdan çekerek güldü.

 

"Ay kusura bakma." Otuz iki diş sırıttı. "Bir an heyecan yaptım. Bilirsin beni, yıldız gibi parlar ateş gibi yakarım." Kafamı iki yana sallayıp ona baktım, acaba ne alakası var desem alınır mıydı? Hâlâ bir çocuk masumiyeti taşıyan koca bir adamdı. Her yaşta yaşamdan zevk alan insanlardan biriydi ve ona imrenmemek neredeyse olanaksızdı.

 

İkimizde garip bir mutluluk havasındayken bahçe kapısından içeriye giren Deniz "Abi," dedi Sinan'a bakarak. "Bir bakar mısın?"

 

Sinan ona dönüp "Sana belediye baksın canım, şu anda evrenin verdiği mutluluğun tadını çıkarıyorum," dediğinde gülerek kolunu dürtttüm.

 

"Tamam abartma. Önemli bir şey olabilir." Bir bana bir de bize memnuniyetsiz bir tavırla bakan Deniz'e dönerek ayağa kalkıp "İyi tamam be!" dedi burun kıvırarak. "Geliyorum." Deniz gözlerini devirip bahçeye çıkarken Sinan'da arkasından çıktığında kafamı iki yana sallayıp ayağa kalktım. Neyse ki bir bacağım hâlâ sapasağlam duruyordu. Ondan destek alarak küçük adımlarla mutfağın yolunu tuttuğumda, bakışlarım istemsizce koridorun sonundaki kapyı buldu. Burası Sinan ile evden kaçtığımız gizli geçişti. Sinan beni çıkarırken kapısı kapalı bir oda görüştüm ve istemsizce içinde ne olduğunu merak etmiştim. Kıraç daha önceden beni karanlık depoya kilitlemekte tehdit etmişti, acaba o odadan mı bahsediyordu? Kaçlarımı çatarak mutfağa bakıp kimsenin olmadığını fark ederek hızlıca oraya doğru ilerledim. Kapı kulpunu aşağıya indirdiğimde açılan kapıyla hızlıca içeriye girip ışığı yaktım ve kapıyı ardımdan kapattım. Belki yaptığım şey yanlıştı ama merakımı gidermem gerekiyordu.

 

Aşağıya doğru inen merdivenlere bakıp, duvardan destek alarak usulca her bir basamağı yavaşça inmeye başladığımda kalp atışlarım hızlandı. Bir an önce şu alçıdan kurtulmam gerekiyordu. Yaklaşık üç dakikanın sonunda anca bu uzun merdivenlerden indiğimde küçük adımlarla ilerlemeye başladım. Bir çok kapısız bölüm vardı ama benim dikkatimi çeken yer kapısı olan odaydı. Koridorun sonuna yaklaştığımda karşımdaki odaya baktım ve içime sıkıntılı bir nefes çektim. Titreyen ellerimle kapıyı açtığımda usulca kasvetin hüküm sürdüğü odaya girdim ve ışıkları açarak bakışlarımı gördüğüm duvara sabitledim.

 

Masallar anlatırlar sana, inan diye yalanlarına. Bakma sen onlara, avunma anlattıklarıyla.

 

Bu, annemin bana küçükken söylediği bir sözdü ve bu söz, o günden beridir hiçbir zaman bu kadar hakkını vermemişti. Ben masallarla büyümemiştim, ben annemin kelebek masalıyla büyümüştüm. O masalın bile yalan olduğunu annem öldürülünce fark etmiştim. Masallar yalanlarla doluyu, büyüdüğümüzde kötü kalpli insanların yalanlarla inanalım diye küçükken anlatılırdı. Avuturdu bizi yalanlar, gerçekleri yaşadığımızda canımız yansın diye.

 

Şimdi bir kez daha gerçekleri yaşarken yanıyordu canım, çünkü dinlemiştim o masalı, avunmuştum anlattıklarıyla ve en acısı da inanmıştım yalanlarına.

 

Kıraç Keskin.

 

O, ona verilen maskenin hakkını veren bir yalancıydı.

 

Yalanların rengi olur muydu? Beyaz, gri veya siyah diye? Eğer olursa, peki bu yalanın rengi neydi? Aklımda kopan kıyametler sarsılmama neden olurken usulca duvara doğru yürüdüm. Sadece filmlerde gördüğüm bir şema vardı şimdi karşımda, bir çok tanıdık fotoğraf, not ve birbirini bulan çizgiler. Planlanmış bir döngünün içindeydim, ya da bir planın, bilemiyorum. Gördüklerimi nasıl tanımlamam gerekiyor algılayamıyordum. Yeşil gözlerim en altta ki fotoğrafımı bulurken sertçe yutkundum. O gece, 7 Ekim gecesi çekilmişti bu fotoğraf. Üzerime sayısız kurşun sıkılırken ben kollarımı kendime sarmış ve sokağın ortasında küçülebildiğim kadar küçülmüştüm. Hemen yanımda benimle ilgini bilgiler vardı, adım, doğum bilgilerim ve kartım. Hakan Karadağ'ın bana verdiği o beyaz kelebekli iskambil kartıydı bu. Kıraç onu benden alıp buraya mı asmıştı?

 

Karanlık bir his etrafımı sarmalarken bana bağlı olan okları takip ettim. Sağ alt köşede annem vardı. Ölüm tarihi, benim neyim olduğum ve hapishane olduğu zamana dair bilgiler. Ama asıl canımı yakan şey bu değilidi, ona bağlı olan iki fotoğraftı. Biri hemen yanındaki o adamdı, yani öldürdüğü kocası diğeri ise en üst tarafta duran Hakan Karadağ. Ellerim istemsizce yumruk olurken ona baktım, beni öldürmek isteyen babama. İsmini asla ağzıma almadığım ama fotoğrafının altında duran o ismin sahibine. Nihat Ulusoy, soy adını bir leke gibi adımın ardına veren adam, yani babam. Ölüm tarihi daha ben ölmeden öncesini gösteriyordu, hakkında bilgi yoktu, hiç olmamasını istedim. Sert bir soluk dudaklarımdan kaçarken resmine baktım. Yirmili yaşlarında, gayet iyi görünümlü bir adamdı, eşinin karnındaki bebeği öldürmeye çalışan bir adam.

 

Bakışlarımı ondan kaçırdığımda Hakan Karadağ'a diktim. Tüm fotoğraflardaki oklar onu buluyordu ve her biri kırmızıydı. Ama tek siyah bir çizgi vardı ve o da bana bağlıydı. Yanındaki notlara baktım, adı, yaşı, eski mesleği olan ceza evi müdürlüğü ve bir kaç bilgi daha vardı. Neydi bunlar? Kaşlarım derinden çatılırken bana bağlı olan diğer oklara baktım ve o an kalbim acıdı, yerinden çıkacak sandım. Egemen ve Duru vardı. Duru'nun daha bir kaç hafta önce Instagrama attığı fotoğrafı ve bir kaç bilgisi vardı ama en çok canımı yakan ölüm tarihiydi. 9 Ekim, annemin ölümünden hemen iki gün sonrası. Gözlerim istemsizce dolarken fotoğrafına dokunup "Duru," diye fısıldadım kısık bir sesle. Sadece bir hafta önce yanımdayken artık yoktu, olamayacaktı da. Bu gerçek karşısında boğazıma bir yumru otururken, elimi çekip bu kez Egemen'e baktım. Bir fotoğrafı bile yoktu, sadece adı yazıyordu. Egemen Kara diye.

 

Doğum tarihi 2 Haziran'dı ama ölüm tarihi yazmıyordu. Oysa 5 Eylül'dü. Onu benden 5 Eylül'de almışlardı.

 

Sol gözümden bir damla yaş akarken şemanın tamamına baktım. Hakan Karadağ'ın tepesinde dört adam vardı. Biri eski belediye başkanı Ferman Aksoy'du ve yanında ise Cumhuriyet Başsavcısı Erkan Yılmaz adında bir adam vardı. İkisi de Hakan Karadağ ile aynı yaşlardaydı. Kaşlarım istem dışı çatılırken diğer iki adama da hızlıca baktım. Emniyet Bölge müdürü Murat Akman ve Kıdemli Albay Bahadır Çevik. Bunlar Gökçe'nin Hakan Karadağ'a ima ettiği o çember olabilir miydi? Her birine ortak not düşülen kısma bakarak sertçe yutkundum. Sözde Türkiye Cumhuriyeti Devletine çalışan ama mafyatik tiplerin arkasında durup, onları kollayan kirli adamlardı bunlar. Terör olmakla suçlanıyorlardı çünkü notlarda satılık ihanetçiler yazıyordu. Gerçekten de o kirli çemberin adamlarıydı bunlar, devlete ihanet eden yüksek rütbeli kişiler.

 

Ruhumda bir ürperti hissederken bu kez son fotoğrafa baktım. Ölü bir adamdı, cesedinin fotoğrafı yüzündeki kanlar silinmeden çekilmişti. Aziz Hanzade yazıyordu ve ölüm tarihi bir yıl öncesini, bir cezaevini gösteriyordu. Cesedi midemi bulandırırken hemen yanındaki bilgilere baktım. Cezaevinde öldürülmüş Albatros Örgütünün Türkiye ayağıydı. Albatros mu? Bu kelime Fransızca kökenli bir kelime, bir kuş ismi değil miydi? Adam hakkında yeteri kadar bilgi olmadığında kaşlarımı çatarak şemanın tamamına baktım. Aziz Hanzade cezaevinde öldürülmüş bir adamdı ve eski cezaevi müdürü olan Hakan Karadağ'a bağlıydı. Aralarında ne gibi bir iletişim vardı da, birbirlerine bağlıydılar ki? Gözlerim kısılırken aklıma gelenlerle bir adım geriledim. Bu adamı cezaevinden çıkarmaya çalışmış olabilirler miydi? Ve ya öldürmüş?

 

Kahretsin! Bu nasıl bir karmaşaydı böyle? Hakan Karadağ'ın o adamla ne işi vardı ve biz neden bu şemanın içinde yer alıyorduk? Ayrıca Kıraç bu kadar bilgiyi nereden biliyordu? Kimdi o? Benden bunları neden saklamıştı? Kalbim acıyla kasılırken sağ duvardaki silahlara bakıp sertçe yutkundum. Bu oda da neden bu kadar mühimmat vardı? Allah aşkına neler oluyordu böyle! Kafayı yemek üzereydim. Şaşkınlık içinde odaya baktığımda hemen arkamda bir kaç ses duyduğumda şok içinde kapıya döndüm. Birileri geliyordu.

 

"Bir bu eksikti!" diye sinirle soluyup duvara yöneldim ve elime ilk gelen silahı kavrayıp kapıya döndüm. Çok değil, beş saniye sonra kapı sonuna kadar açıldığında Kıraç, Özgür ve Sinan kapının önünde şaşkınlık içerisinde bana baktılar. Hemen arkalarında ise diğerleri vardı. Silahı daha sıkı kavradığımda Sinan derin bir nefes vererek "Burada mıydın?" diye sordu ama hemen ardından elimdeki silaha bakıp kaşlarını çattı. "Ecrin, o elindeki oyuncak değil." Bunu biliyordum, kendimi onlardan korumak için elime almıştım.

 

Gözlerimi dahi kırpmadan Kıraç'a baktığımda onun karaları da keskin bir şekilde benim üzerimde geziniyordu. Yüzü, öfke ve merak karışımıyla doluydu. Sanki beni arıyordu ve bulmak onu rahatlatırken burada görmek sinirlendirmişti. Baştan ayağı bedenimi özenle inceleyip bacağıma kaşlarını çatarak baktı ve kaşlarının altından gözlerime bakarak "Bırak o silahı Kavin," dedi içeriye doğru yürüyerek.

 

"Dur orada!" Öfkeyle silahı daha sıkı kavradım. "Bir adım daha atarsan hiç acımadan ateş ederim." Bunu gerçekten yapardım çünkü bu gördüklerim karşısında ona olan güvenim paramparça olmuştu. Benden bir şeyler saklıyordu ve ben bunu öğrenmek zorundaydım.

 

Kıraç afallayarak olduğu yerde durduğunda diğerleri de odaya girip şaşkınlık içinde bana baktı. Yağmur "Ecrin o silah dolu!" diyerek korkuyla yutkundu. "Pişman olacağın şeyler yapma."

 

Benimle dalga mı geçiyordu bunlar? Keskin bakışlarım onu buldu. "Bana bu şemanın açıklamasını yapmak ister misin Yağmur?" Her birinin bakışları şemayı bulurken sinirle güldüm. "Kimsiniz ya siz?! Benden ne saklıyorsunuz?!"

 

Kıraç sinirle "O güzel bileğini kırıp, silahı elinden almam iki saniyemi bile almaz Kavin," diyerek yeşillerime baktı. "İndir şu silahı. Adam akıllı konuşalım."

 

Bunu yapabilecek gücü olduğunu biliyordum ama izin veremezdim. Kafamı iki yana salladım. "Şimdi konuş, Kıraç."

 

Sert bir soluk aldı. "Bacağının üzerine çok yükleniyorsun! İndir şu silahı ve oturarak dinle beni!" Gürültülü sesi odada yankılanırken her birine bakıp kafamı iki yana salladım. Hayır, hemen şimdi açıklamalarını istiyordum. Yalan eklemeden hemen şimdi. Kıraç tepkim karşısında "İnadını sikeyim!" diyerek homurdanıp saçlarını çekiştirerek bir küfür savurdu. "Tamam! Tamam anlatacağım ama önce otur."

 

Başımı dik tutup sert bir şekilde ona baktığımda sinirleri bozulmuş gibi güldü. "Pekâla, oturma." Gömleğinin üçüncü düğmesini gözlerimin içine bakarak çekiştirip açtığında, teni gözüme ilişti, kaşlarımı çatarak ona baktım. "Sakladıklarını öğrenmek için senin hakkında araştırma yaptığımda cezaevi müdürü olan Hakan Karadağ'ın hayatında olduğunu öğrendim. Ama ben onu zaten senden önce tanıyordum Kavin," dedi gözlerime bakarak. "Annenin ölümünde onun parmağı olduğunu anlamam zor olmadı çünkü bir çok işaret onu gösteriyordu."

 

Kaşlarımı çattım. "Nereden anladın? Ya o olmasaydı?"

 

Tolga araya girdi. "Eve saldırı düzenlendiğinde, bir çok bilgi topladık ama hiçbir sonuca erişemedik ya," dediğinde bakışlarım onu buldu, devam etti. "Karadağ ülkede ruhsatsız silah ve kurşun kullanan bir çetenin içinde," dedi.

 

Tam olarak neyi kast ettiğini anlamadığımda Gökçe arya girdi. "O kurşunlar ve Karadağ'ın hayatında olduğunu bilmek eksik parçaları birleştirdi Ecrin," dedi. "Sana sıkılan kurşunlar hayatında olan Karadağ tarafından sıkıldı. Bizde bunu Karadağ'ın hayatında olduğunu öğrenince fark ettik zaten." Nasıl yani, en başından beridir Karadağ'ı tanıyorlardı ve benim hayatımda olduğunu öğrenince onu tanıdıklarını benden gizlemişler miydi?

 

Boğazımı ıslatarak, keskin gözlerle beni izleyen adama döndüm. "Bana bir tanıdığının düşmanı olduğunu söylemiştin. Neden gerçeği söyleyip Karadağ'ı tanıyoruz demedin?"

 

Kaşlarını çattı. "Zaten gerçek bu Kavin. Tanıdığım birinin düşmanı."

 

Kaşlarım çatılırken "Peki Albatros örgütü ne?" diye sordum, her biri sessiz kalırken Kıraç "Bunu bizde tam olarak bilmiyoruz," dedi, silahı indirerek cılız bir nefes aldım.

 

"Kıraç, benden bir şeyler saklıyor musun?" Eğer tam şu anda her şeyi söylemezse, bir daha ona asla güvenemez ve de asla yanında durmazdım. Aksine, onu bana ihanet etmiş sayar ve hayatımdan silerdim.

 

Derin bir sessizlik oldu, kara gözleri yüzümde gezindi. Kafasının içinde ne düşündü ne karar verdi çözemedim ama "Senden sakladığım hiçbir şey yok Kavin," dediğinde, ona inanmayı seçtim. Çünkü daha fazla düşünmek istemiyordum. Düşünceler beni yoruyordu. Kıraç omzumun üzerinden diğerlerine dönüp, buz gibi sesiyle "Bizi yalnız bırakın," dediğinde diğerleri önce ona sonrada bana baktı. Sürekli inişli çıkışlı bir ilişkimiz olduğu için bizim bu durumumuza alışmış olmalıydılar ama ben henüz alışamamıştım. Her biri arkasını dönüp odadan çıktıklarında, Kıraç onların ardından kapıyı kapatarak usulca bana döndü. Geniş göğsü gerilmişti, yüz hatları her zamanki gibi donuk dururken bana doğru bir kaç adım attı. Kalbimin seslerini duyuyordum, sanki göğüs kafesimi kırıp kaçmaya çalışıyordu.

 

Geriye doğru istem dışı bir adım attığımda Kıraç yüzüme bakarak yürümeye devam etti. Nefesimi kestiğinin farkında mıydı? Sırtım silahların olduğu duvara çarparken sertçe yutkunup ona baktım, kaçacak bir yerim kalmamıştı. Oda gereğinde fazla sıcak olmaya başlarken Kıraç aramızda bir adım kala durdu, ve elini usulca silahın olduğu elimin üzerine yerleştirdi. Bedenim buz keserken ellerimize baktığımda, o usulca elimi okşar gibi silahı kavrayıp üzerime doğru eğildi. "Silahı yanlış tutuyordun küçük kelebek." Kaşlarım istemsizce çatılırken silahı elimden alıp gözlerime baktı. "Eğer ateş etseydin büyük ihtimalle sekecekti." Tekrardan silaha bakıp kilidini açtı. "Ayrıca tetiğe basmadan önce horozu hareket ettirmen gerekir." Silahın namlusunu sağdaki boş duvara çevirip "Birini vurmayı düşünüyorsan hedefin en ölümcül yer olsun," dedi ve kafasını çevirip gözlerime baktı. "Ardından silahı sıkıca kavra ve tetiğe bas."

 

Gözlerime buz gibi bir ifadeyle baktığı an tetiğe bastığında, odada yankılanan gürültülü silah sesiyle irkilerek ona baktım. Titreyen bedenime keskin karalarıyla bakıp "Silahın sesinden korkma," diye fısıldadı beni kendine çekerek. Ani teması karşısında ellerimi nereye koyacağımı bilemediğimde, "O sese alış Kavin," dedi belimi okşayarak. "Olur da bir gün kullanmak zorunda kalırsan, sesi kulaklarını sağır etmesin."

 

Neden bana bunları söylüyordu? Bir gün kullanmak zorunda kalırım diye mi yoksa az önce silahın namlusunu ona doğrultuğum için mi? İçimden bir ses bir gün kullanmak zorunda kalacağımı fısıldarken gözlerimi sıkıca kapatıp cılız bir nefes aldım. Eğer Hakan Karadağ beni öldüremezse ve mecbur kalırsam silahı kullanır mıydım? Ellerime o katilin kanını bulaştırır mıydım? Bu düşünce bana rahatsızlık vermek yerine zevk verirken zihnimin kirlenmiş tarafından usulca sıyrılıp Kıraç'ın kara gözlerine baktım. Söylediklerinin hoşuma gittiğini anlamış mıydı acaba? O, kelebeği kanatlarından tutup ateşin kenarına asmıştı.

 

Ateş, kelebeğin kanatlarına sıçramaz mı sanıyordu?

Loading...
0%