@leylayesilgoz
|
ÖLÜME SEN KALA
12. BÖLÜM
"MADALYONUN İKİ YÜZÜ."
"Şeytan ve Meleklerin davasında hüküm yemişti elleri. Temiz sayılır mıydı, kanlı düşünceleri?"
🕯️
Kötülüğün bir tohum olduğunu ve kalpte yeşerdiğini çoğu insan bilirdi. Kimileri o tohumu söküp atmak için iyiliği arar, kimileri varlığını umursamaz kimileri ise o tohumu beslemek için elinden geleni yapardı. İnsan karanlığa çekilen bir varlıktı, hep bir parçası oraya meraklı, oraya düşkündü. Çoğu zaman kimse bunu anlamaz, yaptıkları kötülüklerin bile farkına varmazdı. Ama işte tam o noktada yeşerirdi o tohum, önce zararsız gibi görünür, onu beslemenizi sağlardı. Ardından siz değişmeye, karanlığa çekilmeye başladıkça büyür ve gerçek yüzünü göstererek kalbinizi sarmalayıp, sizi esiri ederdi. Üstelik o tohum büyür, bir sarmaşık olurdu ve kalbinizi çepeçevre sarmalayarak iyiliğin içeriye girmesine müsade etmezdi. Bir kukla gibi kullanırdı sizi ve siz, o sarmaşıkların dikenleri kalbinize batıp canınızı yakmadığı sürece anlamazdınız en büyük zararı kendinize verdiğinizi.
Kötülük, en çok yeşerdiği kalbi kanatırdı.
Hayır, kötü olmak sizi diğer insanlara karşı korumazdı, aksine daha çok yara almanızı sağlardı. Eğer diğer insanlardan korunmak istiyorsanız, güçlü olmalıydınız. Çünkü güçlü insanları ne kötülük yıkabilirdi ne de başka bir şey. Hissettiğim şey tam olarak neydi bilmiyorum. Karadağ'dan intikam mı almak istiyordum? Bundan dolayı mı ona zarar verme düşüncesi bu kadar hoşuma gitmişti? Yoksa kalbimdeki o tohumu, fark etmeden beslemeye mi başlamıştım? Kaşlarım istemsizce çatılırken içine çekildiğim bataktan kurtulmak için bakışlarımı karşımdaki adamın kara gözlerine çevirdim. Biçimli kaşlarını çatmış, yüzünüzdeki her bir hareketi büyük bir özenle seyrediyordu. Sanki beni zihnine kazır gibi bir hali vardı, gözleri soluk yeşillerimi bulduğunda geriye çekilip silahı hemen arkamdaki duvara astı. Kolu, hemen solumda kaldığı için boğazımı temizleyerek "Beni yanlış anlamanı istemem Kıraç," diye mırıldandım.
Kara gözleri usulca bana döndü. "Seni neden yanlış anlayacağımı düşünüyorsun?"
Geriye çekilip ellerini ceplerine atarak sorduğu soruyla alnımı kaşıdım. "Sana güveniyorum. Yani silahı sana doğrultmamın sebe-"
"Kavin," dedi sözlerimi bölüp sakince konuşarak. "Bana güvenmediğini, sadece güvendiğini sandığını gözlerinde görüyorum." Kelimeleri beni afalatırken geniş göğsünü şişirecek bir nefes aldı. "Senden sakladıklarım olduğunu düşünüyorsun, bundan dolayı bir yanın bana karşı hâlâ şüpheci." Haklıydı.
Bakışlarımı kaçırdım. "Karadağ uçurumun kenarında ba-"
"Biliyorum Kavin," dedi sözlerimi bir kez daha bölerek. "Sana o uçurumda bizim hakkımızda neler söylediğini biliyorum." Gözlerim onu bulurken kafasını hafifçe bana doğru eğdi. "Seni manipüle etmesine izin verme Kavin. Sana zarar vermek isteyen o, biz değiliz." Fazlasıyla haklıydı, Karadağ beni manipüle edip kendi cephesine almak istiyor olabilirdi. Ne de olsa Kıraç beni ona vermeyeceğini, onun evinde açıkça söylemişti. O da Kıraç'tan beni alamayacağını çok iyi biliyor olmalı ki, benim kendisine gitmem için beni manipüle ediyordu. Fazlasıyla tehlikeli bir adamdı o, şimdi fark ediyordum. Kıraç'a olan güvenimi paramparça edip arafta kalmamı istiyordu, çünkü arafta olursam onun için daha kolay bir av olacaktım.
Ne diyeceğimi bilmez bir şekilde karşımdaki adamım buz saçağı gözlerine bakıp kafamı olumlu anlamda salladım. Sözlerim tükendiği için ne demem gerektiğini bilmiyordum. Kıraç geriye çekilip "Çıkalım buradan," dediğinde beni taşımak için eğilmişti ki, hızla omzunu tutup onu durdurdum.
"Ben hallederim." Kendimi zorlamamam gerekse de daha fazla ona yük olmak istemiyordum. Ayrıca bu durumdayken sürekli ondan yardım alacakta değildim. Kendi başımın çaresine bakabilirdim, hep bakmıştım. Kıraç doğrulup bacağıma bakarak "Emin misin?" diye sorduğunda, tek kaşını usulca kaldırdı.
Bacağımdan dolayı yürüyemeyeceğimi sanıyordu ama buraya nasıl geldiysem öyle çıkabilirdim. Ona göz devirerek "İzle ve gör," dedim ve elimin tersiyle göğsünü itip, büyük bedeninin yolumdan çekilmesini sağladım.
Kıraç, şaşkınlıkla beni izlediğinde onu umursamadan kapıya doğru küçük adımlarla ilerledim. Topuklularımın üzerinde kendimden emin ve düzgün adımlarla ilerlemeyi bende çok isterdim ama ne yazık ki alçılı bacağımdan dolayı bu şimdilik imkansızdı. Kıraç arkamda sessizlik içinde kalırken, kapıyı açıp omzumun üzerinden şaşkın ve biraz da etkilenmiş suratına baktım. "Gelmiyor musun?"
Sertçe yutkunup bana baktı. Ne olmuştu ki şimdi? Kaşlarım istemsizce çatılırken o kafasını iki yana sallayarak derin bir nefes alıp "Geliyorum," dedi homurdanır gibi. Her ne kadar bu tepkisinin nedenini çözemesemde önüme dönerek koridora çıktım. Hemen bir adım arkamda tüm varlığı ile o vardı ve bunu bilmek istemsizce adımlarımın sekteye uğramasına neden oluyordu. Garip bir heyecan bedenimi kuşatırken kafamı dik tutup varlığını unutmaya çalıştım ve merdivenlerin önüne kadar kendimden emin adımlarla ilerlemeye devam ettim. Attığım her adım şimdiye kadar başarabileceğimi bana açıkça söylüyordu ancak şimdi adımlarım bir anda kesilmişti ve hemen arkamdaki adamda benim gibi durmuştu. Merdivenleri bu bacakla nasıl çıkacaktım ben? Tamam, inerken kolaydı ama bu alçıyla çıkmak nasıl kolay olabilirdi ki? Derin bir nefes aldım, denemeden bilemezsin Kavin.
Bu her zaman böyle olmuştu, başaramayız dediğimiz şeyleri denemediğimiz için başaramıyorduk. Ya da hemen pes ettiğimiz için. Kıraç sessizce gülüp "Yardıma ihtiyacın var mı?" diye sorduğunda kaşlarımı çatarak merdivenlere baktım. Sesi, saçlarımın arasında dolanmıştı, kim bilir bana ne kadar yakındı. Omuzlarımı dik tutup "Hayır, ben hallederim," dedim ve duvardan destek alarak ilk önce sağlam bacağımla ilk basamağa çıktım ardından ona yüklenerek alçılı bacağımı usulca kaldırıp sağlam bacağımın yanına koydum. Kıraç arkamdan "İnatçı kelebek," diye homurdanırken onu umursamadan diğer basamağı da aynı şekilde çıktım. Tamam, vaktim çoktu değil mi? Pes edip ondan yardım isteyecek değildim.
Önümdeki uzun merdivenlere kaşlarımı çatarak bakıp üçüncü basamağı da aynı şekilde çıktım. Daha şimdiden yorulmuştum ama ondan yardım isteyecek değildim. Hayır, aslında sorun yardım istemek değildi, bu zamana kadar her şeyi kendi başıma yapabilmişken şimdi yapamamaktı sorun. Kendimi kolaylığa alıştıramazdım. Kıraç belki bir gün hayatımdan çıkıp giderse, onun yokluğunda afallamak istemiyordum. Duvardan destek alarak neredeyse tüm basamakları aynı şekilde bitirdiğimde, yorgunluk içinde kendimi tebrik edip kapının koluna uzandım. Ancak aynı anda arkamdan bir elde kapıya uzanırken afallayarak başımı hafifçe yana çevirdim. Kıraç'da benimle aynı anda kapıyı açmaya çalışmıştı ve şimdi büyük eli benim elimin üzerinde duruyordu. Kalbim gereksiz bir telaş içine girerken elimi hızla geriye çekip sağa kaydım. Hemen arkamda olduğunu biliyordum ama kapıyı açmak için uzanacağını hiç düşünememiştim. Üstelik bu yakınlığı da hiç sevmemiştim, tıpkı diğerleri gibi.
Tehlike kokuyordu, ona yakın olmak hem tehlike hem de acı kokuyordu. Uzak durmam gereken ama uzak duramayıp içine çekildiğim bir girdap gibiydi. Kalbimi gereksiz yere hareket etiyor, aklımı acıtıyordu. Açıkçası bu duyguları hissetmek istemiyordum. Çünkü aklımı acıtan her şey günün sonunda kalbimi de acıtıyordu. Ve o benim kalbime iyi gelecek bir adam değildi, Egemen'in yokluğu ile paramparça olan kalbimi Kıraç Keskin tamir edemezdi. Aksine, o daha çok zarar verir, kalbimi yok ederdi. Buzdan duvarları vardı onun, canımı yakacak keskin tarafları ve bana iyi gelmeyecek gerçekleri. Evet, belki de dediği gibi ona güvendiğimi sanıyordum ya da kendimi bu yalana inandırmıştım. Az önce söylediklerinde haklıydı, ben ona şüphe ile yaklaşıyordum ama neden böyle yaptığımı ben de bilmiyordum.
Ama sandığı gibi Hakan Karadağ konusunda değildi bu şüpheci tavrım. Onda çok daha fazlası vardı ve ben bunu hissettiğim için şüphe duyuyordum. Belki kendi kafamda kuruyordum ya da hislerim beni buna itiyordu bilmiyorum ama uzak durmam gerekiyordu. Ağır bir hava üzerimize düşerken Kıraç boğazını temizleyerek kapıyı açıp bana döndü. Bakışları ile önden yürümem gerektiğini belirttiğinde, dudaklarımı ıslatıp açtığı kapıdan çıktım. O da hemen arkamdan çıktığında "Bir daha benden habersiz buraya girme Kavin," dedi kapıyı kapatarak. Ricadan çok emir cümlesiydi bu.
Kendimi arsız bir misafir gibi hissederken kızaran yanaklarımla kafamı olumlu anlamda salladım. "Özür dilerim. Bir daha olmaz." Sınırlarımı bilmem gerekiyordu, haklıydı. Kendi evimmiş gibi her bir köşeye izinsiz giremezdim.
Kıraç "Kavin," dediğinde "Hım?" dedim ona bakmadan. Gerçekten utanmıştım.
"Yüzüme bakar mısın?" Hafif yumuşak sesiyle yutkunup kafamı iki yana salladım. Güler gibi oldu.
"Neden?"
Sessiz kaldım.
"Utandırdım mı seni?"
Yine sessiz kaldım.
"Anlaşıldı," diye mırıldandı. "Utandırmışım." Aniden üzerime doğru bir adım attığında, nefesimi tutup geriye doğru gitmeyi planladım ancak beklemediğim bir anda belimi sıkıca kavrayıp buna engel oldu. Eli, ince belimde sahiplenici bir tutumla dururken "Oysa daha utandıracak hiçbir şey yapmadım," dedi çenemi parmak uçlarıyla tutup havaya kaldırarak. İçimdeki bombalar bir kez daha gürültüyle patlarken gözlerimi şaşkınlık içinde karalarına diktim. Ne demekti şimdi bu?
Yüzü, yüzümden sadece bir kaç santim uzakta dururken verdiği nefes dudaklarıma sızdı, içimi yaktı. Karaları önce gözlerimde gezindi ardından usulca ateş hattı olan dudaklarıma indi. Utanç, bileklerime dolanan bir zincir olmuştu, ne ondan kaçabiliyordum ne de o benden gidiyordu. Adeta damarlarımdaki kanın dahi donduğunu hissederken, Kıraç boğuk bir sesle "Utanacağın şeyler bunlar olmasın Kavin," dedi dudaklarını ıslatarak. "Burayı kendi evin gibi gör, ama bu depoya bir daha inme." Gözleri tekrardan gözlerimi bulduğunda orada yanan ateşi gördüm, bir şey diyemedim. "Bu depo fazlasıyla karanlık Kavin ve sen karanlıktan korkarsın." Hayır, bu depoda bir şeyler vardı ve öğrenmemi istemiyordu. Benden gizlediği çok daha fazla şey vardı, değil mi?
İnan diyordu sakladıklarıyla. İnanılır mıydı, yalancıya?
Düşündüm, onu tanıdığım zamandan bu yana ilk kez onu gerçek anlamda düşündüm. İyi miydi kötü mü? Bana zarar verir miydi vermez miydi? Sakladıkları önemli miydi önemsiz mi? Bana zarar verecek şeyler miydi değil miydi? Şimdi öğrensem ona zarar gelir miydi gelmez miydi? Geçerli sebepleri var mıydı yok muydu? Saklamak zorunda mıydı değil miydi? Bu soruların cevapları bende yoktu, ama onda vardı değil mi? Cevaplamazdı beni, bundan dolayı sormayacaktım. Sadece zamanı bekleyecektim çünkü içimden bir ses zamansız öğrenirsem her şeyin mahvolacağını fısıldıyordu.
Bazen bilmek, bilmemeyi tercih etirirdi.
Bundan dolayı şimdilik bilmek istemiyordum. Ben düşüncelere dalarken Kıraç geriye çekildiğinde, "Ne o?" diye sordu sakince. "Aklındaki o soruları bana sormayacak mısın Kavin?" Bu bir güven testi miydi? Başta o depoya girme deyip beni açıkça şüpheye sokmuştu ama şimdi sormayacak mısın diyordu? Şüpheyi verip araştırıp araştırmayacağımı merak ediyordu. Ama hayır, şimdilik araştırmayacaktım. Bu haldeyken değil. Ona bakarak kafamı iki yana salladım. "Bana zarar verecek bir şeyse hemen söyle Kıraç, değilse sonsuza kadar sus. Çünkü öğrenirsem, tek zarara uğrayan ben olmam."
Bu bir tehdit değildi, olacakları önceden söylüyordum. Ben araştırmayacaktım ama o bana söyleyebilirdi. Eğer söylemiyorsa, bana zararı olmayan şeyler olduğunu varsayıp susacaktım. Ama öğrendiğim zaman bana zarar verecek şeyler olduğunu görürsem işte o zaman zarar sadece bana uğramazdı.
Kıraç, kendimden emin tavrım karşısında kaşlarını çatarak "Göründüğünden çok daha fazlasısın değil mi Kavin?" diye sordu. "Bir mayın gibisin, sesiz ve sakin." Ben sesiz kalırken o yüzümü özenle inceledi. "Kimseye zararın yok gibi görünüyorsun ama biri üzerine bastığında da affetmezsin. Aksine, onu yok edersin." Hayır, dediği gibi değildim. Eğer olsaydım ilk önce Hakan Karadağ'ı yok ederdim. Ama aslında daha önceden onun kim olduğunu bilmiyordum, şimdi ise biliyorum. Dediği gibi Hakan Karadağ'ı yok edebilir miydim? Bu düşünce zihnimde asılı kalırken kalbimdeki tohumun bir kez daha hareket ettiğini hissettim, zihnim dondu. Ben Hakan Karadağ'a zarar vermek istiyordum. Kahretsin! Bunu gerçekten istiyordum!
Katil olma düşüncesi bile midemin kasılmasına neden olurken, sessizliğimizi bozan Özgür'ün gür sesi çınladı kulaklarımda. "Kıraç!" Telaş kokulu sesiyle Kıraç önümden çekilip ona dönerken görüş açıma giren adama kaşlarımı çatarak baktım. Yüzünün her bir zerresine sızan endişe buradan bile görünüyordu. Önce bana daha sonrada hemen önümdeki adama döndüğünde, "Askeri kurul geldi," dedi nefes nefese. "Orgeneral Kadir Yücel ve baban da burada." Ne?
Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken Kıraç'ın bedeni duyduğu sözler karşısında kasıldı ve hemen yan tarafında duran ellerini sıkarak, buz gibi sesiyle "Daha vakti vardı," dedi.
Neyden bahsettiği konusunda en ufak bir şey anlamadığımda, benim aksime olaya hakim olan Özgür kafasını olumlu anlamda salladı. "Biliyorum, ama baban son olayı öğrenmiş ve görevin tehlikede olduğunu söylüyor. Takas hemen şimdi yapıl-"
"Orgeneral'den vakit istemiştim ben! Babamın bu görevde söz hakkı yok!"
Neler oluyordu?
Ben hayretler içerisinde ikisine bakarken Özgür derin bir nefes aldı. "Farkındayım, ama Polat Keskin'i en iyi sen tanıyorsun. Göreve duygularını kattığını söylüyor."
Kıraç öfkeyle"Sikerler böyle işi!" diyerek hızla Özgür'e doğru ilerledi. "Gidelim!"
İkisi büyük adımlarla gözden kaybolurken arkalarından bakarak sertçe yutkundum. Neler oluyordu? Kimdi bunlar? Orgeneral'in burada, Kıraç'ın evinde ne işi vardı? Yoksa Kıraç'ta mı asker miydi? Başımdan aşağıya kaynar sular dökülürken hemen arkamdaki kapıya baktım. Kahretsin! O bir askerdi ve görev üzerindeydi!
Kafamdaki binbir soruyla bende küçük adımlarla arkalarından ilerlediğimde, bahçeye açılan açık kapıya titreyen gözlerle baktım. Hepsi bahçedeydi, değil mi? İnce bir sızı aklımın kıvrımlarında dolanırken boğazımı ıslatarak oraya ilerledim. Kıraç'ın sesi bir gökgürültüsü gibiydi. "O bu haldeyken mi?! Ben duygularımı kullanmıyorum! Onu da düşünmen bu görevin bir parçası!" Kimden bahsediyordu? Küçük adımlarımla kapıya ulaştığımda en az onun sesi kadar güçlü bir ses duydum.
"Sen ona sadece acıyorsun Kıraç!"
Ellerim titrerken bakışlarımı bahçeye diktiğimde, gördüğüm kalabalık karşısında nefesimi tuttum. Şu zamana kadar Kıraç'ın güvenlik için tuttuğu arabalara çok diyordum ama burada bahçeye dahi sığmayan ve demir kapının ardında duran onlarca araba vardı. Her biri resmî ve zırhlı araç olduğu haykırırken hemen yanlarında duran askerlere korkuyla baktım. Ellerindeki uzun namlulu silahlar ve yüzlerindeki maskeler ile çatışmaya gelir gibi bir halleri vardı. Her birinin sadece gözleri açıkta duruyordu ama o gözler bile yetiyordu içimi ürpertmeye. Üstelik sadece onlarda değil, havada uçan iki tane helikopter vardı. Şafak vakti yapılan baskınlara benziyordu bu durum ama değildi. Çünkü her biri saygıyla bahçenin ortasındaki adamlara bakıyor, herhangi bir tehlikeye karşı onları koruyordu.
Yutkunmaya çalıştım. Nasıl bir durumun içine düşmüştüm ben böyle? Sadece filmlerde görebileceğim bir sahnenin tam ortasına nasıl düşmüştüm? Bakışlarım bahçenin ortasındaki adamı bulurken sırtının bana dönük olması yüzünden gözlerini göremedim. Oysa en çok gözlerini görmeye ihtiyacım vardı. Az önce ona bağıran adamın karşısında duruyordu, öfkeli ve sinirliydi. Bakışlarım karşısındaki adama kayarken şaşkınlıkla kalakaldım. Bu Kıraç'ın babası mıydı? Kaşları, gözleri, yüzü, bedeni ve neredeyse her şeyi bire bir oydu. Resmen kopyasıydı. Bakışlarındaki sertlik bile aynıyken oğluna bakıp "Bu planı sen kurdun!" diye bağırdı. "Stratejik yöntemlerle her bir ayrıntıyı sen çözdün! Ve şimdi sekiz aydır beklediğimiz takas gelmişken bizi bekletemezsin!"
Kıraç öfkeyle saçlarını savuşturdu. "Her şey zaten kontrollüm altında! Sadece biraz kendine gelmesini bekliyorum!"
"Kendine gelmesini beklerken tekrardan aynı şeyi yapmayacağının garantisini veremezsin Kıraç!"
Kıraç'ın babası, Polat Keskin'in hemen yanındaki ellili yaşlarındaki adam, "Baban haklı Kıraç," dediğinde Kıraç ona döndü. "Sana süre vermekte hatalıyım. Çünkü o kızın psikolojik durumunu biliyoruz. Görev tehlikeye girmeden takas gerçekleşmeli." O kız, kimdi?
Orgeneralin sözleri üzerine Kıraç "Ama Efendi-" demişti ki, Kadir Yücel elini havaya kaldırarak onu susturdu. "Çatışarak o belgeleri alabilirdik Kıraç. Evet, belki bilgiler tehlikeye girerdi ama ordu bunu başarabilirdi evlat. Sen bir yolu olduğunu söyledin, çatışmadan, zayıf noktaları bulup oradan ilerleyebileceğimiz bir yol açtın bize. Ben senin zekana güvendim ve sen başardın evlat. Şimdi duygularınla hareket edip kaybetmene izin veremem."
Sözleri üzerine Kıraç hiçbir şey diyemezken Polat Keskin'in sesini duydum. "Orada dikileceğine buraya gel küçük kız."
O an bana seslendiğini, kara gözlerinin keskin bir şekilde üzerimde olmasından anladım. Sesiyle birlikte Kıraç dahi herkes bana döndü ancak ben sadece Kıraç'a baktım. Beni öylesine korkutan şeyler vardı ki, görsün istedim. Keskin gözleri avını bulan bir avcı gibi üzerimde gezinirken buz tutmuş ifademe baktı, korkudan titreyen ellerime ve hiçbir şey anlamadığım için dolan gözlerime. Ya da anladığım için...
Şeytanı mı dinledi yoksa? Bundan dolayı mı gözleri ateşi taşıyordu bağrında?
Hayır, Şeytan ona doğru yoldan çık demişti ama o doğru yola girmiş gibi bakıyordu bana.
Belki de o duyduğu sesler şeytanın sesi değildi. Belki de doğru sandığı yol, sadece onun için doğruydu. Belki de şeytan onu kandırmıştı ve o, o fısıltıların şeytan tarafından olduğunu sanmıştı.
Ya da onun doğruları bana acı verecek kadar keskindi.
Sahi, doğru olan neydi?
Gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama hızla babasına dönüp "İçeriye geçelim," dedi net bir ifadeyle. "Onun ayakta durmaması gerekiyor." Sözleri herkesin çatık kaşlarla ona bakmasına sebep olurken, Polat Keskin'in karaları bir kez daha beni buldu. Ardından oğluna hiç aldırış etmeden "Buraya gel dedim," dedi acımasızca bacağıma bakarken. "Oğlumun verdiği şefkati sana verecek değilim."
"Baba!"
Sol gözümden bir damla yaş akarken yutkunarak ona doğru bir adım attım ancak gücüm çekilmiş gibi sendelediğimde Tolga hızla bana doğru yürümeye başladı. Gözlerinde bana karşı büyük bir şefkat vardı lakin Polat Keskin gür bir sesle "Tolga Karayel!" diye gürlediğinde o şefkat yok oldu, yerini ifadesiz bir boşluğa bıraktı. "Derhal yerine geç!" Tolga bir asker olduğunu kanıtlayarak bana kısa bir bakış atıp usulca yerine geçerken diğerleri de ağır bir kederle bana döndü. Sanki Polat Keskin'e karşı seslerini Kıraç kadar çıkaramıyorlardı.
Onlara zoraki bir şekilde tebessüm ettim. İyiyim ben der gibi. Ardından bir adım daha attığımda Kıraç bana dönerek "Orada dur Kavin!" dedi kendinden emin bir sesle. Adımlarım anında kesilirken Polat Keskin, Orgeneral Kadir Yücel, onlarca asker ve arkadaşlarının gözleri önünde bana doğru yürümeye başladı. Attığı her adımla babasının kaşları derinden çatılırken Orgeneralin yüzünde çözemediğim garip bir ifade belirdi, ancak anlayamadım. Askerler sabit diğerleri ise sırıtmamak için dudaklarını birbirine bastırırken Kıraç dibimde durduğunda ona döndüm. Yüzünde, yine onu ilk tanıdığım zamanlardaki maskesi vardı, soğuk, yabancı ve sert. Ancak ben artık onu az da olsa tanıyordum ve ifadesiz tutmaya çalıştığı gözlerinin ardındaki duyguyu görebiliyordum.
Bu duruma düştüğüm için kendine öfkeliydi. Hem de fazlasıyla.
Soğuk bir rüzgar aramızda eserken "Müsade eder misin?" diye sordu sıcacık sesiyle. Kaşlarım istemsizce çatılırken daha neye müsade etmem gerektiğini anlayamadığımda hafifçe eğildi ve beni aniden kucağına aldı. Onca insanın gözü önünde yaptı bunu! Orgeneral Kadir Yücel ve babası Polat Keskin'in gözleri önünde!
Şaşkınlıktan gözlerim kocaman açılırken kollarımı hızla boynuna sardığımda, "Kıraç, lütfen bırak," diye fısıldadım kısık bir sesle. "Ben hallederdim." Gerçekten buna gerek yoktu çünkü halledebilirdim.
Bakışları usulca yüzümü bulurken "Ona şüphem yok zaten küçük kelebek," dedi göz kırparak. "İnat edince her şeyi yapabilirsin sen ama bu kez inat eden benim. Bundan dolayı sessiz ol."
"Kıraç ama-"
"Babam dahi olsa kimse sana bu şekilde davranamaz Kavin," diyerek ters bir ifadeyle yüzüme baktı. "Sen de kimsenin seninle bu şekilde konuşmasına izin verme."
Sert sözleri karşısında ne diyeceğimi bilemezken o yürümeye başladığında utançla önüme döndüm. Cidden benden daha inatçıydı. Polat Keskin'in keskin bakışlarını üzerimizde hissederken ona bakmak yerine bizi izleyenlere döndüm. Öykü, yüzündeki kocaman sırıtmayla bana ve Kıraç'a bakıyordu. Göz göze geldiğimizde Kıraç'ı işaret edip imayla güldü. Yanaklarım sessizce anlatmak istedikleri karşısında kızarırken hemen yanındaki Özgür'e çevirdim bakışlarımı. O da gururla Kıraç'a bakıyordu, ona baktığımı fark ettiğinde göz kırpıp gülümsedi, aynı şekilde gülümsedim. Tugay'ın da bakışları benim üzerimdeydi, Gökçe'nin de ve diğerlerininde. Tolga sahnesi çalınmış gibi Kıraç'a bakıp kafasını iki yana salladığında, istemsizce güldü. Onca asker, Orgeneral ve babası karşısında beni kucağına alması hepsinin fazlasıyla hoşuna gitmişti.
Kıraç beni babası ve Orgeneralin önünde durduğumuzda kucağından indirdiğinde, başımı öne eğerek yanında durdum. Bir adım arkamdaydı ve sırtı göğsüme değiyordu. Polat Keskin sert bir sesle "Adın ne senin?" diye sorduğunda başımı kaldırıp kara gözlerine baktım.
"Ecrin Kavin Ulusoy, Efendim."
Sesimle kaşları daha çok çatılırken Orgeneral ile göz göze geldiler. Kadir Yücel "Korkuyor musun bizden?" diye sorduğunda etraftaki askerlere ve havada uçamaya devam eden helikopterlere bakarak kafamı olumsuz anlamda salladım.
"Sizden korkmuyorum ama siz beni korkutmak için fazlasıyla çaba sarf ediyorsunuz." Kaşları anında havalanırken istemsizce güldü.
"Bak sen." Kıraç'a bakarak beni işaret etti. "Söylediğinden kadar varmış." Beni onlara mı anlatmıştı? Bu kez benim kaşlarım çatılırken Polat Keskin sert bir ifadeyle gözlerime baktı.
"Sen henüz korkulacak bir durumun içine düşmemişsin Ulusoy." Oğlu ikinci adımı babası ise soyadımı kullanıyordu. Sanırım aralarında normal olan tek kişi Yağmur'du. Sözleri üzerine bakışlarım onu bulurken içten içe güldüm. Yaşadıklarımı bilse yine de böyle düşünür müydü acaba? Ben, kaburgalarıma kadar acıyı hissetmiş, küçük yaşta görmemem gereken her şeyi görmüş ve yaşamıştım. Tabi bu onu nereden bilecekti ki?
Kıraç arkamdan sertçe "Buraya bu kadar kalabalık gelmenizin sebebi nedir?" diye sorduğunda bakışlar tekrardan oma yöneldi. "Arasaydınız ben gelirdim."
Polat Keskin oğluna bakıp "Takası biz yapacağız," dediğinde Kıraç alayla güldü.
"Mümkün değil."
Orgeneral araya girerek "Kıraç," dedi otoriter bir sesle. "Sana yarına kadar süre verebilirim ancak. Yarın o takas mutlaka gerçekleşecek dersen çekip gideriz ama hayır dersen şimdi almamız gerekeni alır ve gideriz." Hemen arkamdaki adam kasılırken babasının karaları bana döndü ve duydukları hoşuna gitmiş gibi dudaklarını usulca kıvırdı. Bunu neden bana bakarak yapmıştı bilmiyorum ama bakışlarımı kaçırdığımda Yağmur titreyen sesiyle "Baba," dedi Polat Keskin'e bakarak. Bakışlarım onu bulurken karşımdaki adamda kızına döndü.
"Takas için henüz vaktimiz var. Neden biraz daha beklemiyoruz ki?"
Babasının kaşları anında çatılırken "Bunu karargahda konuşalım Yağmur," dedi etraftaki askerlere, Kıraç'ın adamlarına ve diğerlerine bakarak. "Biliyorsun ki aramızdaki herkes güvenilir değil." Benden mi bahsediyordu yoksa o da burada bir hain olduğunu biliyor muydu?
Anlamsızca bir ağrı şakaklarıma saplanırken Kıraç derin bir nefes alarak "Pekâla," dedi çaresizce yenilgi kabullenirken. "Dediğiniz gibi olacak." Yağmur dahil diğer herkes kaşlarını çatıp durumum aceleye gelmesine karşı rahatsız olurken Polat Keskin gülümsedi. "Güzel, aklını dinleyeceğini biliyordum. Ne de olsa sen benim oğlumsun." Neden bilmiyorum ama bu durum beni rahatsız ederken sol baş parmağımı tekrardan kaşımaya başladım. Korkuyor muydum bu kez anlamamıştım ana bunu yapmak zorundaymış gibi hissettirmiştim. İçten içe deli gibi korkan bir yanım vardı çünkü.
Orgeneral Kadir Yücel başını hafifçe salladı. Ardından bakışlarını bana çevirip elini uzatarak "Bu arada ben Orgeneral Kadir Yücel, tanıştığımıza memnun oldum Ecrin," dedi tebessüm ederek. Orgeneralin elini bana uzatması hayretler içerisinde ona bakmamı sağlarken, havadaki eline bakarak sertçe yutkundum. Kimseyle el teması kurmak istemiyordum ama o bir Orgeneraldi ve elini bana uzatmıştı. Elini tutmasam ne olurdu ki? Sıkıntılı bir nefes ciğerlerime ulaşırken, havadaki eline buz gibi elimi uzattım ve "Bende Efendim," diyerek elimi bir kaç saniye sonra kimseye çaktırmadan geriye çektim. Kalbimin ağzımda atması normal miydi?
Sert yüz hatlarına rağmen gülmeyi bilen adam geriye çekilirken bu kez Kıraç'ın babası, Polat Keskin elini uzattı bana. "Korgeneral Polat Keskin, seninle tekrardan görüşelim küçük Hanım." Az önceki sertliği az da olsa kırılmıştı. Yeşillerim gözlerini yakalarken, karaya çalınan koyu kahvelerine bakarak elini tuttum. Neden tekrardan görüşmemizi istiyordu anlayamamıştım, Korgenal'in benimle ne işi olurdu ki? Üstelik Orgeneralde buradaydı ve az önce elimi sıkmıştı, neden? Kafamda binbir soru dolanırken, istemediğim her bir cevap karşısında sessizliğe bürünüp ilgiyle beni inceleyen adamın avuçlarındaki elime baktım. Bakışları ellerimizdeydi, belki de ellerimin soğukluğunu çözmeye çalışıyordu.
Bu durum karşısında istemsizce kasıldığımda, Kıraç'ın aldığı sıkıntılı nefesi duydum. Sanki o da en az benim kadar bu durumun bir an önce bitmesini istiyordu. Göğüs kafesimdeki kemikleri tek tek kıran bir baskı bedenime sarılırken, Polat Keskin'in gözleri avuçları arasındaki elimden kalktı ve usulca gözlerimi buldu. Sormak istediği ama sormadığı tüm soruları işitmiş ve cevapları altında sıkışıp kalmıştım. Acıtmış mıydı? Hissedemiyordum.
Bazen acıyı hissedemezdim, ama sonrasında fark ederdim. Çok acıttığı için, hislerimin dahi zarar gördüğünü.
Şimdi de öyle olmuştu, hislerim zarar görmüştü ve ben şu anda bu acıyı hissedemiyordum. Ellerimin soğukluğu annemin ölümünden bir parçaydı, acısı o kadar büyüktü ki, hemen hissedilmezdi.
Oysa acı yaşandığı an hissedilmeliydi. Sonrası için derin izler bırakmasın diye.
İkimizde birbirinize bakarken onun gözlerinde merak gördüm, kendi gözlerimde ise bir boşluk bıraktım. O boşluğa düşen kaç acı vardı bilmiyorum, saymayı uzun zaman önce bırakmıştım. Üzerimize kara bir bulut çökmüş ve herkes sessizliğe gömülmüştü, sanki çoğu bakış ellerimizdeydi ya da ben öyle sanıyordum. Polat Keskin gözlerimdeki boşluğa uzun uzun bakıp, elini geriye çekerek "Eller, insanın hayatıdır Ulusoy," dedi kendi ellerini gösterip benimkileri kastederek. "Kimi silah tutar, kimi kalem. Kimi kanlıdır, kimi nasırlı." Elinin her bir zerresine bakıp gülümsedi. "Kimi geçmişi saklar, kimi de gelecek için çabalar. Ellerinden utanma küçük Hanım, ellerin senin hayatın."
Benim hakkımda çok şey biliyordu, değil mi? Belki de... her neyse. Önemi yok.
Sırtımda Kıraç'ın elini hissettiğimde, Polat Keskin hemen yanındaki Kadir Yücel'e dönerek "Gidelim mi artık Sayın Generalim?" diye sordu samimiyet dolu tavrıyla. Sesinde zaferin ışıltıları vardı, hakkıydı. Ne de olsa istediğini elde etmiş ve Kıraç'ı istediği yola sokmuştu.
Kadir Yücel son kez bana bakıp ona döndü ve kafasını hafifçe sallayıp, hemen arkamdaki Kıraç'a ve sağ tarafta bizi sessizce izleyenlere küçük bir baş selamı vererek kendi zırhlı aracına doğru ilerledi. Polat Keskin'de onu takip ederken ikisi aynı arabaya bindi ve diğer askerlerin yarısı da arabalara binerken diğer yarısı da onlar arabayı çalıştırıp bahçeden çıkana kadar etrafa keskin bakışlar attılar. Güvenlik neredeyse üst düzeydeydi. Orgeneralin arabası kapının önündeki arabaların arkasına geçerken geriye kalan askerlerde Kıraç ve diğerlerine hafifçe baş selamı verip, karşılık aldıklarında arabalara bindiler ve her biri usulca bahçeden ayrıldı. Havadaki helikopterler dahi onları takibe alırken gittikçe uzaklaşan arabaların seslerini dinledim ve onlara karışan helikopterlerin rahatsız edici pervanelerini. Sesleri artık daha netti çünkü az öncekinin aksine yere daha yakınlardı.
Gürültü kafamın içinden gittikçe uzaklaşırken Kıraç'a ait olan adamlar demir kapıyı usulca kapattı ve bu ev bana bir kez daha altın kafes gibi göründü. Çok fazla soru vardı kafamda ve her biri cevap bulmak zorundaydı, aksi halde bu kargaşadan nasıl kurtulurum bilmiyordum. Kargaşayı sevmezdim ben, kargaşanın olduğu yerde duramazdım. Tek istediğim bana karşı dürüst olmasıydı, her şeyiyle. Sırtımda güç vermek için duran eli geriye çekilirken kaşlarımı çatarak arkama döndüm ancak Kıraç'ta arkasını dönmüş ve gidiyordu. Ne yani, kaçacak mıydı gerçekten?
Öfkeyle "Kıraç Keskin!" diye bağırdım sırtıyla bakışırken. Adımları usulca durdu, onun dışında herkes şaşkınlık içerisinde bana baktı, ama o dönmedi bile. Geniş ve de her zaman dik duran omuzları bu kez hafifçe çökerken "Bana açıklama yapmak zorundasın!" diyerek öfkeyle ellerimi sıktım. "Bana benden gizlediğin her şeyi anlatmak zorundasın!" Ne sanıyordu beni, aptal falan mı? Anlamamış mıydım sanıyordu cidden?
Gözlerim öfkeden dolarken "Sana diyorum!" diye haykırdım. "Dön arkanı ve yüzüme bak! Sana güvenmem gerektiğini söylerken nasıl baktıysan şimdi de öyle bak gözlerime!" Yanlış yapmıştım, ona yanındayım demekle yanlış yapmıştım çünkü ben onun yanında olduğumu sanarken, meğer o benim yanımda hiç olmayacakmış. Oysa güven derken fazlasıyla güven vermişti. Şimdi neydi bu sakladıkları?
Sol gözümden bir damla yaş düşüp içimdeki nehre aktığında, oradaki balıkların öldüğünü hissettim. Onlara da ağır gelmişti bu durum, dayanamamışlardı benim aksime.
Tugay bana doğru bir adım atarak "Ecrin beni dinle-" dediğinde, elimi havaya kaldırıp öfkeli bakışlarımı üzerine diktim. "Bana her şeyi o anlatacak Tugay!" Omuzları inadımı bildiğinden olsa gerek çaresizce düşerken, tekrardan Kıraç'a döndüm. Neden dönmüyordu bana? Yoksa, anladıklarım, gerçekler miydi? O görev... Gözlerimden bir damla yaş daha aktı, acıyla gülümsedim. Kabul edemiyordum. Edemezdim.
Birinin sizi kandırdığını kabul edebilirdiniz ama bu kişi güvendiğiniz biriyse, kabul edemezdiniz. İçiniz kan dökse de, onu suçlamak yerini kendinizi yalanlarla avutmayı denerdiniz. Çünkü o kişinin ihaneti ağır gelirdi size, yalanlarla avunmak daha kolayken, ihanetin sırtınıza saplanmasına izin veremezdiniz. Ne de olsa her şeyin izi geçerdi ama sevdikleriniz tarafından sırtınıza aldığınız hiçbir darbenin izi geçmezdi, geçiremezdiniz.
Ben sırtıma, yolunu yıllarca gözlediğim Hakan Karadağ'ın darbelerini fazlasıyla almışken, Kıraç Keskin'den de aynılarını alamazdım. Bir insan, kaç ihaneti taşırdı ki sırtında?
Kelebek, kaç bıçak alacaktı kanatlarına?
Kıraç Keskin bana dönmek yerine sessizce evine doğru ilerlediğinde arkasından içim yanarak baktım. O maskeliydi. Madalyonun iki yüzü vardı, Kıraç Keskin'in de öyle. Bana gösterdiği yüzü maskeliydi ama maskenin altında bambaşka biri vardı. Yalanlarla dolu bir adam... Attığı her adım düşüncelerimi kana bulurken, zihnimde bir feryat koptu, gürültüsü meleklere ulaştı. Acı, ruhun derinliklerine sokulunca yaraların üzerinde bir ateş yanardı, zehirli bir yılan dolanırdı zihinde ve kalp, şeytanın avuçları arasına düşerdi.
Cehennem, masumların ahıyla kavruluyordu.
İşlenen her bir günah, sahibini yakacaktı.
Ve kefaret, işte asıl o zaman ödenecekti.
Kıraç Keskin, o da mı günah işleyen bir günahkardı? O da mı kendi günahının kefaretini kelebeğin boynuna asmıştı? Oysa göğsümde dinlen demişti kelebeğe.
Bana tek bir açıklama dahi yapmadan eve girip gözden kaybolduğunda, omuzlarımı yenilgi içinde düşürdüm. Bazen insanlarda yıkılırdı, ama çoğu göz göremezdi bunu. Sancılı bir nefes dudaklarım arasından dökülürken Gökçe yanıma gelip kararsızca "Ecrin?" dedi kolumu tutarken. "Biliyorum, çok soru var kafanda ama-"
Onu böldüm. "Verecek cevabınız yok." Ya da cesaret.
Gökçe yutkunurken ona bakarak kafamı iki yana salladım. "Evime gitmek istiyorum. İtiraz etmeyin, çünkü burada daha fazla duracak değilim."
Gözleri şaşkınlıkla açılırken Özgür yanımda geldi. "Pekâla, ben seni götürürüm." Bacağıma ve yüzüme bakarak yüzünü buruşturdu. "Ama bu halde başının çaresine bakamazsın. Öykü ve Gökçe'de kalsın yanında." Hayır, onlardan hiç kimseyi istemiyordum.
Kafamı iki yana salladım. "Tek başıma kalmak istiyorum." Net ifadem karşısında kaşlarını çatarak "En azından ben dursam?" dedi ikna etmek ister gibi masumca bakarak. "Zaten çok konuşmam. Kovmak istersen bahçeye adam diker, onların yanında dururum." Bu durumda bile benim güvenliğimi mi düşünüyordu yoksa kendi işini mi? Söz konusu ben miydim işi mi? Bunu tam olarak anlayamamak bile canımı yakarken kafamı iki yama salladım. "Özgür, lütfen. Sadece evime gitmek istiyorum."
Sinan boğazını temizledi. "Ben gelsem olur mu?" Bir çocuk masumiyetiyle sorduğu soru beni gram etkilemezken ona döndüm. "Hiçbirinizi istemiyorum." Neden anlamıyorlardı bunu! İlla bağırıp çağırmam mı gerekiyordu? Tolga bana bakıp "En azından birimiz," dediğinde, beni tek başıma bırakmayacaklarını anlayarak sinirle saçlarımı çekiştirdim. Ben bu lanet olası durumun içinde ne arıyordum?! Hangi ara hayatım bu kadar karmaşık olmuştu?! Ölümü dahi kabul edip sessiz sakin son günlerimi yaşamak isterken neydi bu kargaşa? Bozulan sinirlerimle her birine bakıp "Yağmur gelsin," dedim çaresizce yenilgi kabullenirken. Aralarından en sessiz ve de en duygusalı oydu, susturmam gerektiğinde bir bakışım bile anca ona yeterdi.
Yağmur şaşkınlık içinde bana baka kalırken, Sinan onu değilde Yağmur'u seçmenin şaşkınlığı içerisinde yanındaki kıza kaşlarını çatarak baktı. "Bizi haberdar etmeyi unutma sakın. Ters bir şeyler olursa da hemen ara." Bu kez çatık kaşlarla bana döndü. "Beni seçenek yapıp seçmemen hayatındaki en büyük hata Ecrin Kavin Ulusoy." Kafasını onaylamazcasına iki yana salladı. "Bunun pişmanlığını değerimi anladığında yaşayacaksın."
Tolga, duymayacağı bir sesle "Yani hiçbir zaman," diye homurdandı, Tugay güldü.
Normalde onların bu haline gülerdim ancak şu anda değil. Tek istediğim evime gidip biraz düşünmekti, hem de her şeyi. Özgür, "Hadi, gidelim," dediğinde usulca ona döndüm. Kolunu uzatmış, ondan destek almam için bana bakıyordu. Bu durum her ne kadar gururuma dokunsa da, koluna girerek ondan destek aldım. Buradan bir an önce gitmek istediğim için ne yazık ki desteğine ihtiyacım vardı. Diğerleri sessizce bizi izlerken bahçenin köşesinde duran arabalara doğru küçük adımlarla ilerledik. Özgür, kendisine ait olan arabanın kildini cebinden çıkardığı anahtarla açarken, arka koltuğun kapısını benim için açarak geriye çekildi. Önce koltuğa oturdum, ardından sargılı bacağımı içeriye çekerek arkama yaslandım. Yağmur'da hemen yanımdaki yerini alırken, Özgür kapımı kapatarak bahçedeki adamlara eliyle işaret verdi ve o an dört koruma ya da asker hemen yan tarafımızdaki arabaya ilerledi.
Güvenlik için bunu yaptıklarını ezbere biliyordum ve artık neyi güvende tutmaya çalıştıklarını da öyle.
Özgür şöför koltuğuna otururken diğer arabayla birlikte usulca bahçeden ayrıldık. Bakışlarım son kez koca evi bulduğunda, buraya ilk kez geldiğim sıkıntının daha büyüğünü hissettim yüreğimde. İlk zamanlarda onlar için endişe ediyordum ama artık... hayır. Düşünme Kavin. Canını acıtacak olan hiç bir şeyi düşünme. Şimdi değil, şimdi sırası değil.
Gözlerimi sıkıca kapatıp derin bir nefes aldım. Düşünmem gereken konu bu değildi, Kıraç Keskin'di. Onun ne olduğunu ve ne yaptığını düşünmeliydim, ardından ise asıl konuyu. Çünkü onu çözemeden asıl konuyu düşünürsem o bataklıktan çıkamazdım. Madalyonun öteki yüzünü görmem gerekiyordu. İki ucu da uçuruma bakan bir yoldaydım, bir tarafta Hakan Karadağ bir tarafta Kıraç Keskin vardı ve ikisi de kurtuluşum olmayan bir denize düşüyordu. Düşünmeliydim, kendimi bu araftan nasıl kurtaracağımı düşünmeliydim ama kahretsin ki aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Ben kaybetsem de kimsenin kazanmasına izin vermezdim, bu Kıraç Keskin olsa bile. Biliyorum, bu savaşta yalnızdım. En başından beri hem de. Tek başıma onların üstesinden nasıl gelecektim bilmiyorum. Benim için her şey imkansız dahilindeydi. Onları yenmeme imkan yoktu.
Omuzlarım yenilgi içinde çökerken sessizce akıp giden yolu izledim. Kimseden tek bir nefes dökülmüyordu, sanki hepimiz aynı şeyi düşünüyor ve bu sessizliğin sebebini anlamaya çalışıyorduk. Oysa bu fırtına öncesi sessizliğiydi, hepimiz bu sessizlikten sonra neyin geleceğini çok iyi biliyorduk. Ama bu fırtınanın şiddeti nasıl olurdu, işte bunu kimse bilemeyecekti. Kıraç Keskin bile.
Bir kıyım yaşanacaktı ve acı, göğüs kafesinde atan kalbi paramparça edecekti.
Tıpkı benimkini parçaladığı gibi.
Gözlerim, evimin tanıdık yollarını görmemle birlikte doğrulamama sebebiyet verirken karşımdaki gecekonduya özlemle baktım. Onca yaşanmışlığın olduğu bir yerdi burası, ne terk edebilirdim ne de uzak durabilirdim. İki arabada usulca bahçenin önünde dururken kapımı açarak alçılı bacağımı dışarıya çıkardım. Ardından diğerini de çıkarıp usulca kapıdan destek alarak ayaklarımın üzerinde durdum. Üzerimde, çatık kaşlarla beni izleyen Özgür'ü bakışlarını hissederken ona dönmeden arabadan inmiş ve tedirgin bir şekilde bana bakan kıza döndüm. "Onu uğurladıktan sonra gel."
Sözlerim üzerine Yağmur, Özgür'e göz ucuyla bakarken Özgür sinirle homurdanıp korumalara döndü. "Size emanetler." Ardından arabaya binerek gaza yüklenip burayı hızla terk etti. Onun arkasından umursamazca eve doğru yürüdüğümde Yağmur hızla yanıma gelip "Sana yardım etmeme izin ver lütfen," dedi kolumu hafifçe tutarak. Çekingen tavrı karşısında nefesimi verip, koluna girdim. Ardından ikimizde sesizce ilerlerken korumalardan biri Özgür'ün daha önceden ona verdiğini söylediği anahtar ile evimin kapısını açtı. En son buraya Kıraç ile gelmiştim ve kızların kaçırıldığını öğrendiğimizde çıkmak zorunda kalmıştık, o an kapıyı Özgür kilitlemişti ve sanırım o günden beridir anahtar onların elindeydi. Harika, evimin anahtarı hiç tanımadığım insanların elinde!
Kafamı iki yana sallayıp eve girdiğimde kapıyı ardımdan kapattım. Yağmur'da hemen yanımdaydı, onu umursamadan kolundan çıkıp mutfağa ilerledim ve dolabı açarak kaşlarımı çattım. İçindeki her şey çürümüştü. Sıkıntılı bir nefes alarak geriye çekilip kapının önünde ki kıza döndüm. "Aşağıda bir market var. Sana liste hazırlasam onları gidip alabilir misin?"
Kaşları anında havalanırken "Korumalara söylerim, onlar alıp gelir," dedi ama bu kez ben kafamı iki yana salladım.
"Bazı kadınsal şeyler de lazım. Onların anlayacağını sanmıyorum." Hayır, onun evde olmasını istemediğim için yalan söylüyordum sadece.
Yağmur asıl niyetimi anlamış gibi çaresizce "Pekâla," diye mırıldandı. "Sen yaz, ben gidip alırım." Kalbini kırmış mıydım bilmiyorum ama bunu umursamamalıydım. Usulca iki kişilikli masanın üzerindeki meyve sepetinden not defterini çıkarıp küçük bir liste hazırladım. Aklıma gelen saçma sapan şeyleri dahi yazmıştım. Oldukça uzun olan listeyi ve de sepetin içindeki kartı Yağmur'a uzattığımda kaşlarını çattı. "Bunların hepsi lazım mı cidden?" Listeye bakarak güldü. "Ecrin, evinde o kadar mum varken elli tane daha mı istiyorsun gerçekten?" İki kutudan fazla mumum olsa da, bu daha fazla almayacağım anlamına gelmiyordu.
Kaşlarımı çatarak "Parasını ödediğim sürece istediğim kadar alabilirim, değil mi?" diye sordum koltuğa oturarak.
Gözlerini devirdi. "Tamam, haklısın. Ben gidip alayım bunları." Kartı masaya bırakıp arkasını döndüğünde, kaşlarımı çatarak sessiz kaldım. Hayır, onunla tartışmayacaktım çünkü bir an önce yalnız kalmak istiyordum. Bir kaç saniye sonra dış kapı önce açıldı ardından usulca kapandı ve eve derin bir sessizlik çöktü. Onun gidişiyle omuzlarım çökerken ayağa kalkıp küçük adımlarla odama ilerledim. Üzerimdeki elbiseyi hızla çıkarıp yatağa fırlattığımda, bakışlarım tekrardan ona kaydı. Kıraç beyazın bana yakıştığını söylemişti, bir gün kefen giydirirken de aynı şeyi söyleyebilir miydi?
Beyaz kelebek, beyaz elbiseli yetim kız, beyaz papatya tacı takan Ecrin ve beyaz elbiseli Ecrin Kavin Ulusoy.
Beyaz benim kaderime düşmüş bir kar tanesi kadar masum ama bir o kadar da soğuktu.
Bakışlarımı elbiseden çekerek dolaba yönelip siyah sütyenimi giydim ardından geceliklerime baktım. Ama maalesef ki hepsi pijama tarzı olduğu için giyerken sorun yaşayacaktım. Alnımı ovarak bacağıma ters bir bakış atıp "Sende artık bir iyileşsen mi?" diye homurdandım sinirle. Tamam, daha çok yeniydi ama bana zorluk çıkardığı için ondan hemen kurtulmak istiyordum. Kendi kendime homurdanarak sadece iç çamaşırlarımla odamdan çıkıp, hemen yan taraftaki odaya baktım. Duru benim aksime giyimine fazlasıyla önem veren biriydi. Bir çok elbisesi ve kıyafeti vardı ve hepsi de en iyi markalara aitti. Maşını kıyafete yatıran bir arkadaşım olduğu için kıyafet almaya ihtiyaç duymuyordum çünkü neredeyse aynı olan bedenlerimizden dolayı her kıyafeti bana geliyordu. Ama şimdi o yoktu ve tüm kıyafetleri sahipsiz kalmıştı.
Hüzün, yağmurlu bir bulut gibi kalbime çökerken odasına doğru küçük adımlarla ilerleyip kapıyı açarak içeriye girdim. Her şey olduğu gibiydi, her şey yerli yerindeydi ve eksik olan tek şey sadece onun neşe saçan varlığıydı. Tutamadığım yaşlar gözlerime doluşurken ağlamamak için kafamı yukarıya kaldırarak derin bir nefes aldım. Hayır, şimdi değil, şimdi sırası değil. Dudaklarımı ıslatarak Duru'nun büyük dolabına doğru ilerleyip kapağını açtım ve gecelik bölümlerinde elime geçen ilk kırmızı geceliği aldım. Askılıklarından tuttuğum gecelik gözlerimin şokla açılmasına neden olurken onu hızla dolaba attım. Yok artık! Ben Duru kadar cüretkar değildim. Bunu giyemezdim.
Bacağıma bakıp "Sende çatlayacak zamanı buldun!" diye yakınarak bu kez siyah bir geceliğe uzandım. Saten ve mat gecelik sade askılıkları ile oldukça ideal duruyordu. Onu boynuma geçirip bedenimden aşağıya süzülmesine izin verdiğimde aynadaki yansımama döndüm. Beyaz tenimin üstünde gayet güzel durmuştu, her ne kadar bunu giymek canımı yaksa da bacağımdaki alçıdan dolayı mecburdum. Dizlerimin bir karış üzerinde duran eteklerine kısa bir bakış atarak odadan usulca çıktım. Bir kaç gün sonra Ekim ayını bitirecek olmamıza rağmen neyse ki havalar o kadar soğuk değildi. Küçük adımlarla mutfağa doğru ilerlerken kapı çaldığında, kaşlarımı çatarak "Geliyorum!" diye seslendim. Yağmur olamazdı, çünkü gideli daha om dakika olmuştu.
Küçük ama hızlı adımlarla kapıya vardığımda, aniden durdum. Kapıdaki korumalardan biri olabilirdi ve onların karşısına bu gecelik ile çıkmak istemiyordum. Hemen yan taraftaki partmantoya bakarak gördüğüm uzun hırkayı elime alıp hızlıca giydim ve önümü kapatarak kapıyı açtım. Karşımda tam da tahmin ettiğim gibi korumalardan biri vardı. Çatık kaşlarla bana bakan adam boğazını temizleyip "Rahatsız ettiysem kusuruma bakmayın Ecrin Hanım," dedi bakışlarını kaçırarak. "Ama bir misafiriniz var."
Kaşlarım istemsizce çatıldı. Benim bir misafir olamazdı ki. Merakla "Kim?" diye sorduğumda geriye çekildi.
"Arkadaşınız Duru Hanım'ın abisi, Koray Atkan."
Zelzele, bir zelzele ile yıkıldı kafamın içindeki tüm binalar. Kara bulutlar çöktü şehre, rüzgar tersten esip gürledi ve gök, yere düştü tüm acılarıyla.
Duru her zaman dertlerimi geceyle konuşmamı söylerdi, geceye anlat acını derdi. Ona da annesi söylemiş bunu, dediğini yapmıştım. Yıllarca geceye anlatıp, karanlığına saklamıştım bütün acılarımı. O da öyle, ama derdimizi dinleyen yıldızlar bulutları sırdaş görmüştü kendine ve yağmur, şimdi bizim için dökülüyordu yeryüzüne. Duru, yağmurlar düştü mü senin de peşine?
Karşımda gördüğüm adam yüzünden bir damla yaş sol gözümden akarken sertçe yutkundum.
Bakın, geceye sakladıklarımızı bulutlara anlatmış yıldızlar. Bizi arıyor şimdi, yeryüzüne düşen bütün yağmurlar.
Ben kendime bile Duru'nun ölümünü anlatamayan biri olarak bu durumu abisine nasıl anlatacaktım? Hayır, Koray kız kardeşini sevmezdi, aksine onu sadece para için rahatsız edip, istediğini aldıktan sonra çekip giderdi. Duru onu asla bir ağabey olarak görmezdi çünkü Koray bir ağabey olamayacak kadar iğrenç bir adamdı ama yine de nasıl anlatılırdı ki bu ona? Cılız bir nefes alarak gözlerimi yumdum. Anlatmak zorundaydım, her şeyi bilmesine gerek yoktu ama kız kardeşinin öldüğünü bilmek, kötü olsa da onun hakkıydı. Koruma "Ecrin Hanım, siz iyi misiniz?" diye sorduğunda bakışlarımı Koray'dan alıp korumaya çevirdim. Çatık kaşlarla beni izliyor, durum değerlendirmesi yaparak belki de kendi kafasında Koray'ın bana zarar verip veremeyeceğini ölçüyordu.
Onu rahatlatmak adına "İzin verin gelsin," dedim usulca. Koruma başını saygıyla sallayıp geriye çekilirken arkadaşlarına işaret verdi ve o an Koray'ın bahçeye girişini engelleyen iki adam, onun önünden çekilerek ona yol verdiler. Oydu işte, gözlerinde her zamanki kirli ifade vardı, dudaklarında alaylı bir tebessüm ve tiksinti. Ama bir yandanda sorgular gibiydi bu durumu, haklıydı. Boğazımı temizleyerek üzerimdeki hırkaya daha sıkı sarıldığımda Koray alayla yanından geçen korumaya seslendi. "Size demiştim, benim buraya girişimi engelleyemezsiniz diye." Koruma kaşlarını çatarak ona bakarsan Koray kollarını iki yana açıp bana döndü. "Yavrum! Bu adamlarda kim böyle?" Midemi bulandırıyordu.
Yüzümü buruşturarak "İçeriye geç Koray," diyerek kapıyı açıp kenarıya çekildim. O an bakışları bacağıma kaydığında kaşlarını çatarak "Kırdın mı lan geri zekalı," diyerek alayla güldü. Cidden ona katlanmak çok zordu.
Koruma "Ecrin Hanım?" dediğinde ona döndüm.
"Sorun yok."
Her ne kadar bana inanmasa da çaresizce bahçeye çekildiğinde, Koray "Vay vay vay!" diyerek yanıma gelip adamlara baktı. "Bunları nasıl ayarladın karlar prensesi? Yoksa sonunda zengin bir piç avlayabildiniz mi?" Sarhoş muydu bilmiyorum ama öyle davranıyordu. Belki de yine o maddeyi zıkkımlanıp gelmişti. Kaşlarımı çattım.
"Düzgün konuş benimle! Ya içeriye geç ya da defolup git."
Gülerek "Dur kızma hemen," diyerek içeriye girdi. "Benim canım kardeşim nerede?" Sorusuyla birlikte gözlerim dolarken o salona doğru yürüdü. "Duru, abicim neredesin? Bak ben geldim." Hayır, şu an ağlayamazdım. Şimdi sırası değil. Kapıyı ardımdan kapatarak arkasından salona girdiğimde, koltuğa yayılmış bedenine baktım. Ayaklarını ortadaki sehpaya uzatmış rahatlık içinde keyfine bakıyordu. Bakışları beni bulurken sırıttı. "Sende amma kasıyorsun be kızım!" İki kez yanındaki boşluğa vurup güldü. "Gel şuraya da keyfine bak."
Her zaman böyleydi o, artık alışmıştım bu hallerine ama yine de yüzümü buruşturmadan edemedim. "Koray," Boğazımı temizleyerek bana en yakın ona ise en uzak koltuğa oturdum. "Sana anlatmam gereken bir şey var."
Cebinden sigara paketini çıkartıp bir dalı dudakları arasına yerleştirdiğinde, tek kaşını usulca kaldırdı. "Sen de bir gariplik var Ecoş." Sigarayı cebinden çıkardığı çakmakla yakıp içine derin bir nefes çekerek gözlerini kıstı. "Beni kovmak yerine içeriye aldın. Üstelik gayette sevecen davranıyorsun." Pencereden bahçedeki adamları işaret edip, sırıtarak "Yoksa patronları seni kendine getirdi mi?" diye sorduğunda öfkeyle ayağa kalktım.
"Ağzını topla! Benimle bu şekilde konuşamazsın!" Onu insan yerine alıp karşıma koymak benim aptallığımdı. Ne sanıyordum ki?! Adam gibi beni dinleyeceğini mi?
Arsızca gülüp "Tamam tamam," diyerek o da ayağa kalktı. "Sakin ol karlar prensesi, bir şey demedim." Bana bu şekilde seslenmesinden nefret ediyordum. Ellerimin soğukluğunu bildiği için böyle söylüyordu, canımı yakmak için. Sert bakışlarım onu buldu. Uzun ve kullandığı maddeden dolayı zayıf bir adamdı. Üstelik gözaltılarındaki morluk geçen seferkine göre fazlasıyla artmıştı. Traşsız sakalları ve dağılmış saçları madde bağımlısı görünümünü tamamlarken üzerimdeki hırkaya daha sıkı sarıldım.
"Koray, Duru yok." Öldü demeye gücüm yetmedi, yok diyebildim sadece.
Koray sinirle "Yine hangi delikte o fare?" diyerek sigarasını masanın üzerinde söndürüp salondan çıktı. "Duru! Neredesin lan?!" Odalara tek tek baktığını açıp kapattığı kapıların sesinden anlarken dolan gözlerimle omuzlarımı yenilgi içinde düşürdüm. Duru'yu para için arıyordu, ama Duru artık yoktu, Duru ölmüştü. Hayır. Duru öldürülmüştü.
Görünmeyen eller boynumu sıkarken Koray hızla salona dönüp kolumu kavrayarak "Nereye sakladın onu?!" diye tısladı dişleri arasından. Korkunç görünüyordu ama ondan korkmayı aylar önce bırakmıştım ben. "Cevap ver lan bana! Nerede o orospu?!"
Öfkeyle "Onun hakkında düzgün konuş!" diye bağırdım kolumu geriye çekerek. "Eğer tek bir kötü kelime daha söylersen, seni mahvederim!" Alayla yüzüme dokunmaya çalıştığında hızla geriye çekildim. Bana temas etmesinden nefret ediyordum, o ve sapkın düşünceleri midemi bulandırıyordu.
Koray kafasını iki yana sallayıp "Her neyse," diye mırıldandı. "Ara gelsin. Uzun zaman oldu onu görmeyeli." Sırıttı. "Özledim."
En son onun boynunu sıkıp ölümün kıyısına atmıştı. Eğer hastaneye geç kalmış olsaydık Duru o zaman ölecekti. Buraya gelip kardeşinin ne durumda olduğunu sormak yerine yine para için gelmesi sinirlerimi bozuyordu. Sol gözümden akan yaşla ona baktığımda "Ö-öldü," diye mırıldandım, kaşlarını çatarak "Güzel şaka," deyip geriye çekildi. "Söyle şimdi, nerede o?"
Keşke şaka olsaydı ve keşke Duru bir yerlerde saklanıyor olsaydı ama hayır, Duru öldürülmüştü. Gözlerimin önünde öldürülmüş ve toprağa gömülmüştü. Sesizliğim karşısında Koray kaşlarını çatarak "Sen, sen doğruyu mu söylüyorsun?" diye sordu şaşkınlık içinde geriye çekilirken. İnanıp inanmamak arasında kalıyordu ama benim yalan söylemeyeceğimi de iyi biliyordu.
Akmasına engel olamadığım yaşlar gözlerimden akarken, kafamı olumlu anlamda salladığımda ensesini ovalayarak "Nasıl lan?" diye sordu kendi kendine. "O da mı anne ve babamız gibi öldü?" Kısık sözleri üzerinde gözlerimden akan yaşlar şiddetlenirken kafasını hızla iki yana salladı. "Yalan söylüyorsun! Onu benden saklamak için yalan söylüyorsun!" Öfkeyle omuzlarımdan itip koltuğa düşmeme sebep olduğunda, üzerime eğildi. "Ölmüş olamaz o!"
Acıyla kafamı iki yana sallayıp, "Özür dilerim, çok özür dilerim!" dedim hıçkırarak. "Ben, ben onu koruyamadım!"
Adeta haykırarak "Kes lan sesini!" diye haykırdı. "Sen yaptın! Onu sikik hayatına alıp sen ölmesine sebep oldun!" Aniden boğazımı yapışıp parmaklarını ruhumu sökmek ister gibi derime sapladığında, büyüyen gözlerimle ona baktım. Bir canavardan farksızdı. Parmakları boynumu kıracak kadar boğazımı sıkarken telaşla tırnaklarımı eline geçirdim ama o elini çekmek yerine daha sıkı kavradı boğazımı. Sanki öldürmek ister gibiydi beni, sanki beni öldürünce kardeşinin intikamını alacaktı. Oysa kardeşine değer veren o değil, katili olarak gördüğü bendim. Ciğerlerimdeki son nefes kırıntıları saniyeler içerisinde tükenirken gözlerim acıyla kısıldı, zihnimdeki tüm ihtimaller yere düşüp bir bir kırıldı.
Beni öldürecekti, bunu gerçekten yapacaktı.
Vicdanını, kelebeği ateşte yakacak kadar yitirmişti
Öfke saçan gözlerle bacaklarım arasına bacağını sokup, üzerimdeki hırkanın önünü büyük bir nefretle açtı. Her bir hareketinde normal olmayan bir sinir vardı, evet, kesinlikle o maddeye kullanıp gelmişti. Gözlerindeki tuhaf pırıltılar ile üzerimdeki geceliğin açıkta bıraktığı bacaklarıma ve de boynuma bakarak adice sırıttı. "Seni öldürmeden önce biraz eğlenelim, değil mi Ecoş?" Hayır, hayır! Düşündüğüm şeyi yapamazdı! Kahretsin bunu yapamazdı! Bedenim buz keserken üzerime çöktüğünde, yüzünü boynuma gömerek derin bir nefesi içine çekip, "Çok güzel kokuyorsun," diye mırıldandı mayışmış bir sesle. Ama o iğrenç kokuyor ve her şeyiyle midemi bulandırıyordu.
Burnunu boynuma sürttüğünde gözlerimden bir zehir gibi akan yaşlarla onu göğsünden itmeye çalıştım, ama ne bunu başaracak gücüm vardı ne de ciğerlerimi rahatlatacak tek bir nefesim. Koray, altındaki kıvranışlarım karşısında sırıtarak yüzüme bakıp, cebinden bir bıçak çıkardı ve korkuyla açılan gözlerimi büyük bir alayla izledi. "Şimdi elimi geriye çekeceğim ve eğer bağırırsan, o güzel sesinin çıktığı boğazını delik deşik ederim. Anladın mı beni karlar prensesi?" Onun bir psikopat olduğunu ve bunu yapacak kadar manyak oluğunu ne yazık ki çok iyi biliyordum. Kendi kız kardeşini bile ölüme iten bir adamdı o, ondan her şey beklenirdi.
Korku içinde ağlayarak kafamı olumlu anlamda salladığımda, "Güzel," diyerek elini usulca geriye çekip, bu kez oraya bıçağın keskin tarafını dayadı. Ben kesik kesik nefesler almaya çalışırken o hiç vakit kaybetmek istemiyormuşçasına bacaklarımın üzerine kurulup, "Şimdi biraz oyun zamanı," diyerek yüzünü usulca boynuma gömdü. Hareket edersem beni öldüreceğini biliyordum ama buna devam ettikçe de zaten yaşadığımı hiç kimse söyleyemezdi. Hıçkırarak kafamı yana çevirdiğimde o inleyerek "Siktir!" dedi boynumu tahrik olmuşçasına okşayarak. "Nasıl bu kadar güzel kokabilirsin ki?!"
Sol gözümden akan yaşla sessiz kaldığımda eli gerdanıma kadar indi. Ona izin verdiğimi sanıyordu, oysa ben içten içe bana dokunduğu her saniye kendimden nefret ediyordum. Hırıltılı sesiyle "Şimdi her bir zerrenle benim olacaksın Ecrin," dediğinde, fısıltısı midemi bulandırdı, melekleri ağlattı. "Seni istemekte haklıymışım. Bu güzel bedenin her zerresiyle benim olmalı." Buraya her gelişinde bulunduğu iğrenç imalardan anlamıştım niyetini. En başından beri beni arzuluyordu, değil mi? Şeytan bana acı çektirmek için onun kulağına iğrenç şeyler fısıldarken tekrardan üzerime eğildi ve boynumdaki bıçak bir kaç santimde olsa usulca geriye çekildi. İşte bu tam da beklediğim andı. Keskin bakışlarım hemen yan taraftaki sehpayı bulunduğunda, içindeki çürümüş çiçeklerle dolu vazoya uzandım. Ne sanıyordu ki, ölümden korktuğumu mu? Ben ölümün büyüttüğü bir kızdım, beni ölümle korkutamazdı.
Korkularım, ölümden daha büyüktü.
Koray'ın mideni bulandıran dudaklarını boynumda hissettiğim an vazoyu sıkıca kavrayıp, hiç düşünmeden sertçe kafasına geçirdim. Saniyeler içinde parçalara ayrılan vazonun kırıntıları her yere dökülürken boynumda hissettiğim sıcaklık ile Koray'ın acılı iniltisini duydum ve o an tüm ağırlığı usulca üzerime çöktü. Önce kafası boynuma düştü ardından elleri her iki yanıma. Hareket etmiyordu, nefes bile almıyordu. Hayır, hareket edemiyor ve nefes alamıyordu. Afallayarak onu omuzlarından tutup geriye ettiğimde bir ceset gibi yere düşen bedenini sessizce izledim. Göz bebeklerine kadar titreyen soluk yeşillerim kana bulanan kafasını bulurken, sertçe yutkunup bu kez titreyen ellerime baktım. Kan içindeydiler. Kan, Koray'ın kanı. Ne yapmıştım ben?
Gözlerim dehşetle açılırken "Hayır hayır," diye mırıldandım titreyen sesimle. Bakışlarım boynuma ve açıkta kalan gerdanıma kaydı, içim acıdı. Hissettiğim sıcaklık yoğun bir kandı ve şimdi göğüslerimin arasına doğru tehlike bir yılan misali sızıyordu. Çok mu sert vurmuştum kafasına? Bakışlarım tekrardan Koray'ın cansız bedenine kaydığında sertçe yutkundum. Ben, ben onu öldürmüş müydüm? Katil mi olmuştum şimdi?
Bu kez kelebeğin kanatlarına sıçrayan kan, kelebeğin eseri miydi?
Şaşkınlık içinde koltuktan destek alarak ayağa kalktığımda, titreyen sesimle "Ko-Koray," diyerek yerdeki bedenine baktım. "Koray kalk, lütfen kalk." Neden bakmıyordu bana? Öldürmüş müydüm onu? Hıçkırarak "Koray!" diye bağırdım. "Koray lütfen kalk!" Ne yapmıştım ben ona? Duru gibi o da burada, bu evde ve bu odada ölmüş müydü? Ben mi yapmıştım bunu? Sol gözümden bir damla yaş akarken bedenine dokunamadığım için ağlayarak kafamı iki yana salladım. Belki de hâlâ yaşıyordu. Belki de nabzı hâlâ atıyordu ve ölmemişti. Bu olasılık vardı, değil mi? Katil değildim ben, olamazdım. Bakışlarım açıkta kalan boynuna kayarken sertçe yutkundum, hayır, nabzına dokunacak kadar cesaretim yoktu. Çünkü eğer ölmüşse, bunu nasıl kaldırabilirim bilmiyordum. Katil olmak istemiyordum.
Hıçkırarak ağzımı kolumla kapatıp kanlı ellerime çaresizlik içinde baktım. Korumaları çağırmam gerekiyordu, onlar Koray'ın nabzına dokunup ölüp ölmediğini anlayabilirlerdi. Bacağımdaki alçı yüzünden yeterince hızlı olamadığım için küçük adımlarla kapıya doğru ilerledim. Her bir adımda bir gözyaşım dökülüyor, hıçkırıklarım evin duvarlarını inletiyordu. Bu ev o kadar acıya şahit olmuştu ki, duvarlar alışmıştı günahlara. Acı içinde kıvranarak dış kapıya vardığımda kapıyı kanlı ellerimle açarak dışarıya çıktım ve o an bakışlarım bahçedeki adamları buldu. O da buradaydı, Kıraç Keskin. Görmeyi en son beklediğim insan.
Yeni gelmiş olmalı ki arabasının önünde duruyor ve korumalara bakarak sertçe konuşuyordu. Üstelik yanında mahcup bir şekilde duran Tolga ve Sinan'da vardı, eminim ki onlara tüm öfkesini kusmuştu. O an dudaklarımdan acılı bir hıçkırık koptuğunda derin bir sessizlik yeryüzüne çöktü ve sesimi duyan tüm adamlar ölüm sessizliği içinde bana döndü. Eğer anlatabilseydim acımı, gökyüzü kana bulanırdı. Ama kana bulanan gökyüzü değil, boynumdan göğüslerime doğru usulca akan, üstelik ellerimde de bulunan o kandı, Koray'ın kanı. Her biri gördükleri manzara karşısında şaşkınlık içinde bana bakakalırken, hıçkırarak ağlayıp Kıraç'ın buz tutmuş yüzüne acıyla baktım. Karalarında öyle büyük bir şaşkınlık vardı ki, bu buradan bile görünüyordu. Sanki ilk kez ne yapacağını bilmiyor, ilk kez bu denli zorlanıyordu. Hayat değil, ben onu zorluyormuşum gibiydi.
Bakışları korkuyla bir hasarın var olduğunu düşündüğü boynuma kaydığında, gözlerinde bir ateşin yandığını hissettim ve o ateş önce onu yaktı sonra kelebeği. Sert yüz hatlarına telaşın gölgesi düşerken sertçe yutkunup ıslak gözlerime baktı bu kez. Zaman sanki durmuştu, zaman sanki kelebeğin kanatlarında kırılmış ve bulunduğu yeri ateşe vermişti.
Zaman, tanık olduğunu günahla cennetin kapılarını kelebeğe sonsuza dek kapatmıştı.
Cehennem, kelebeğin melekler tarafından yaka paça sürüklendiği yeni eviydi.
Çünkü cennetten kovulmuştu kelebek, günahın kefareti bu kez hak ettiği için aşılmıştı boynuna. Masum değildi artık, masum birini öldürmemiş olsa da, masum değildi. Beyaza kan değmişti çünkü, beyaz kirlenmiş ve onun cennetten kovulmasına neden olmuştu. Artık masumiyeti taşımıyordu boynunda, kirlenmişti o da, dünyanın karanlığında.
Zaman bazen sizi bir uçtan alıp bir uca götürürken değişiminizi sağlardı. Bu kimi zaman iyi bir değişim olurdu kimi zaman ise kötü. Ben ölüme yaklaştıkça değişmiş ve karanlığa bulanmıştım. Zihnimdeki o karanlık uyanmış, kalbimdeki kötülük ise beslenmişti. İstemeden olsa da ayak uydurmuştum onlara, değiştirmişlerdi beni, en kötüye çekerek. Ben yıllarca bir karıncaya dahi zarar veremeyen bir insandım, ama şimdi bambaşka biri olmuştum ve ellerim o değişimin imzasını taşıyordu üzerinde. Kan, bir insanın kanı. O kişi iyi de olda kötü de olsa bu benim yaptığım yanlışı doğrulayamazdı, katil olduğum gerçeğini hiçbir şey değiştiremezdi. Gözlerimden akan yaşlarla çaresizce karşımdaki adama bakıp, kafamı usulca sağa eğdim, içi yandı. Gözleri hızla üzerimde gezinirken nihayet kendine gelmiş gibi hızlı adımlara bana doğru yürüdüğünde diğerleri de kendilerine gelerek hızla onu takip ettiler.
Kıraç korkuyla yanıma vardığında kollarımı tutup "Kavin," dedi beni kendine çekip sıkıca sarılırken. "İyiyim de, yalvarırım iyiyim de." Cansız bir şekilde kolları arasında durup sesizce ağladığımda, beni içine sokmak ister gibi sıkıca sardı. "Ne olur bir şeyler söyle. Sesini duymam lazım, yalvarırım bir şeyler söyle." Sesinde acı vardı, sesinde serzeniş vardı, sesinde her şey vardı ve bu beni daha çok ağlatıyordu. Onu kendi çaresizliğimde boğuyordum, istemden olsa da kendimle birlikte dibe çekiyor, hissettiğim acıyı ona da hissettiriyordum. Kıraç geriye çekilip yüzümü avuçladığında, kanlı boynuma ve ellerime bakarak "Kim yaptı sana bunu?" diye sordu çaresizce cevap vermemi beklerken. "Kavin, yalvarırım konuş. Bana bunu sana kimin yaptığını söyle?" Gözlerinin ardında patlamaya hazır bombalar vardı, ama bunu benden saklamaya çalıyordu.
Aniden tekrardan hıçkırarak ağlamaya başladığımda Kıraç buz tuttu, kelimlerine hançer saplandı ve hiçbir şey diyemedi. Çaresizlik ilmek ilmek işleniyordu göz bebeklerine, acı sızıyordu zihnine ve belki de buzdan kalbi benim acımla inliyordu sessizce. Herkes çaresizce bana bakarken az önceki koruma sertçe yutkunup içeriye bakarak "A-abi," dedi korkuyla. "Duru Hanımın abisi gelmişti."
Daha fazla kelimeye kimsenin ihtiyacı yoktu, herkes anlamış gibiydi yaşananları. Kıraç'ın gözlerinde büyük bir fırtına koparken içeriye baktığında, hıçkırarak "Öl-öldürdüm ben onu!" diye haykırdım acıyla. Bedenim aniden çökerken Kıraç hızla kollarımı tutup buna engel oldu. "Öldürdüm Kıraç! Kafa-kafası kanıyor!" Herkes şok içinde beni dinlerken ellerimdeki kana dehşetle baktım. "Be-ben katil mi oldum şimdi?! O-onu öldürdüm mü?!"
Kıraç aniden çenemi tutarak kafamı yukarıya kaldırdığında, gözlerindeki büyük ateşle yeşillerime baktı. "Eğer yaşıyorsa, sana yemin ederim ki onun katili ben olacağım Kavin!" dedi buz gibi sesiyle. Sözleri tüylerimi ürpertirken Sinan'a dönerek beni gösterdi. "Onu derhal arabaya taşı!" Ne yapacaktı?
Şaşkınlık içinde ıslak gözlerimle ona baktığımda, o beni Sinan'a teslim ederek içeriye girdi. Diğerleri de peşinden ilerlerken Sinan yutkunarak "Hadi, gidelim Ecrin," dedi beni kucağına almak için eğilirken. Korku içinde kafamı iki yana salladığımda o beni umursamadan kucağına aldı ve "Özür dilerim güzelik," dedi ağır bir vicdan yüküyle. "Buraya gelmene izin vermemeliydik. Çok özür dilerim." Sanki tüm olanlar onun suçuymuş gibi bakışlarını kaçırdığında hıçkırarak kafamı göğsüne gömüp ağlamaya başladım. İçimde karmakarışık duygular seli vardı, korku, öfke, endişe, telaş ve bir çok ağır şey daha. Ağır geliyordu, tüm bu olanlar çok ağır geliyordu. Neden her şey üst üste geliyordu ki? Hayat bana karşı neden bu kadar acımasız davranıyordu?
Sinan, bahçenin ortasına kadar geldiğinde, kulakları sağır edecek kadar gürültülü kurşun sesi duyuldu art arda. Tam üç kez patladı silah, tam üç kez sindi ruhuma acı. Nefesim kesilirken şaşkınlık içinde Sinan'la göz göze geldik. Kıraç'ın silahından duyulmuştu bu sesler, dediğini mi yapmıştı yani? Ben öldürmemiş miydim Koray'ı? Kıraç'ın üç kurşununa kadar yaşıyor muydu hâlâ? Sol gözümden bir damla yaş aktı. Kıraç benim yaraladığım adamı öldürmüştü, Koray artık yaşamıyordu. Bu kez gerçekten ölmüştü. Ağır bir keder gözlerime çökerken cılız bir nefes aldım. Masum değildim belki ama, katil de değildim.
Sessizce kendimi bu gerçeğe inandırmaya çalışırken, zihnimdeki mahkemenin salonunda bir ses yankılandı, gri bulutlar şehri kapladı. Ve o sözler usulca tekrar etti zihnimde, hiç durmadan.
Şeytan ve Meleklerin davasında hüküm yemişti elleri. Temiz sayılır mıydı, kanlı düşünceleri? |
0% |