@leylayesilgoz
|
ÖLÜME SEN KALA
13. BÖLÜM
"GERÇEKLERİN SANCILI FISILTISI."
"Çiçekler açar sanarsın, kabuk tutmayan yaralarında. Olmayan düşlerle kandırılırsın, yalancı sen olunca."
🕯️
Bir mahkeme vardı zihnimin karanlığında ve taraflar, hiçbir zaman uzlaşamayacaklarmış gibi ikiye bölünmüştü. Bir tarafta beni savunan melekler bir tarafta ise suçlayan şeytanlar vardı. Melekler, kendimi koruduğumu ve verdiğim zararın nefsi müdafaa sonucu olduğunu savunurken, şeytanlar kalbimdeki kötülüğün büyüdüğünü iddia ederek kasıtlı olarak birine zarar verdiğimi söylüyordu. Ama yanılıyorlardı, beni de kendileri gibi cehenneme sürüklemek için yalandan düşüncelerini dile vuruyorlardı. Şayet dedikleri gibi olsaydı, çektiğim şey ağır bir vicdan azabı olmaz, büyük bir sevinç olurdu. Zira kasıtlı olarak Koray'a zarar vermiş biri ancak bu duruma sevinirdi. Lakin ben sevinemiyordum, hayır, bu durumdan dolayı kendimi de suçlamıyordum çünkü melekler haklıydı. Ben sadece kendimi korumak istemiştim ve bunu sakince düşündükten sonra anca fark edebilmiştim. Ben ne ona ne de bir başkasına kasıtlı olarak zarar verebilecek biri değildim, hiç olmamıştım.
Mum ateşinde yakılmış vicdanların vicdansızlığında yıllar boyu yanmıştım. Vicdanın insanlık için ne denli önemli olduğunu biliyordum, bundan dolayı vicdanımı her daim dinliyordum. Çünkü vicdanın olmadığı bir yerde, insanlıkta olmazdı.
Ve gerçek şu ki, zihnimdeki o mahkemenin hakimi vicdanımdı, çünkü gerçeği bir tek o biliyor ve doğru kararları sadece akılla değil, aynı zamanda duygularla da o veriyordu. Ve o vicdan melekleri haklı bulmuştu, hem akılda hem de kalpte melekler haklıydı. Her şey sadece bir nefsi müdafaa sonucu gerçekleşmişti, ben sanılanın aksine suçlu değil, kendini korumaya çalışan bir masumdum. Gerçek ortaya çıktığında ve vicdanım kararını açıkladığında zihnimden şeytanları kovup, Kıraç'ı beklemek için arabanın önünde durmaya karar vermiştim. Sinan her ne kadar beni arabaya girmem için ikna etmeye çalışsa da, onu dinlememiş ve sadece beklemeye devam etmiştim.
O ise inatçı tarafımı bildiği için en sonunda pes etmiş ve sanki ben her an yere düşüp kendime zarar verecekmişim gibi dibimde durarak beni göz hapsine almıştı. Anlıyorum, Kıraç ona beni arabaya taşımasını emretmişti ama ben arabaya binmek yerine Kıraç'ı arabanın önünde beklemeyi tercih etmiştim. Çünkü... hayır, bazen çünküden sonra cümle devam etmek zorunda olmamalıydı. Çünkü bazen kelimeler durumu anlatmak için fazlasıyla yetersiz kalırdı. Bu da öyle bir durumdu, ne çünküye uyduracak bir kelimem vardı ne de herhangi bir duygum. Tek bildiğim onu beklemek istiyor oluşumdu ve bunun çünküden sonra devamı ne yazık ki henüz bende yoktu. Bilinmezlikti bu, acıtan bir bilinmezlik.
Bilinmezlik; zihnimin en büyük karmaşasıydı.
Hem Kıraç Keskin hem de Hakan Karadağ konusunda böyleydi bu. Mesela hâlâ onun neden annemi öldürdüğünü bilmiyordum. Ya da hâlâ neden bana yıllarca bunları yaptığını. Beni bilinmezlikte bırakacağını yıllar önceki yıl dönümleri kartlarında söylemişti ve ben hâlâ gerçeği bilmiyordum. Gözlerimi sıkıca kapattığımda zihnimde dördüncü yıl dönümünde gönderdiği karta yazılanlar çınladı.
Tik tak, tik tak, zaman geçiyor bak.
En çok bilinmezlik yakar insanın canını. Bundan dolayı yasak sana, gerçeklerin şarkısı. Biraz daha büyü annesinin kızı, ölüme ne kaldı?
4. Yıl dönümü
Camımı, beni bilinmezlik içinde bırakarak yakıyordu ve bu konuda o kadar başarılıydı ki, ben bile kendime bu kadar zarar veremezdim. O, şeytanın fısıltısına ayak uydurup bana cehennemi yaşatan bir canavardı. Benden, annemden ne istiyordu bilmiyorum. Aklımda tek bir ihtimal bile yoktu, çünkü o yıllar önce kusursuz bir oyun oynamıştı ve bu hayatta en güvendiğim adam olmuştu. Ta ki Kıraç Keskin onun gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için hayatıma girip gerçeği görmemi sağlayana kadar. Kimse sandığım kadar masum değildi, kimse sandığım kişi değildi. Geçmişimdeki çoğu şey birer yalandan ibaretti. Hakan Karadağ, o, sırtıma saplanan en acı verici hançerin sahibiydi.
Cılız bir nefes dudaklarımdan firar ederken tekrardan eve diktim kırık bakışlarımı. Sadece Kıraç'ı görmek istiyordum, onun varlığı kalbime en iyi gelen ama aynı zamanda aklıma da en büyük zararı verendi. Oysa aklın sevmediğini insan kalbine almamalıydı. Çünkü akıl sevmezse, kalp sadece yara alırdı. Lakin bu durum benim açımdan o kadar da mühim değildi, ne de olsa kalbimde çok fazla yara taşıyan biriydim ben. Bir yenisi daha eklense, en fazla ne olabilirdi ki?
Ilık bir his içime doğru akıp kalbimi sarmalarken, annemin özgürlük hayalini kurduğu evi yaşlı gözlerle izledim. Ev, bir insanın kendini en çok güvende hissettiği yer olmalıyken, neden benim için öyle değildi ki? Ben artık kendi evimde kendimi güvende hissedemiyordum, çünkü ne zaman buraya gelsem bu ev bana kıyameti yaşatıyordu. Burası artık benim evim olmayacak kadar acıyı taşıyordu içinde. İçim yandı, belki de benim evim artık yoktu. Belki de burası artık benim evim değildi. İnsan güvende hissedemediği bir yere ev diyebilir miydi? Ben diyemiyordum, bundan dolayı bu ev artık benim evim değildi. Peki benim evim neresiydi ki? Ben nerede güvende hissediyordum kendimi? Kıraç'ın evinde güvende hissetmeyi önce evdeki hain yüzünden daha sonradan da bugün yaşananlardan dolayı bırakmıştım. Onun evi de evim değildi, sanırım artık hiçbir yer benim evim değildi.
Çatı insanın başına yıkılınca, o ev artık enkaz olurdu.
Benim evim benim enkazımdı.
Hayır! Düzeltiyorum.
Benim evim benim mezarlığımdı.
Bedenimin yaşadığı ama ruhumun öldüğü bir mezarlıktı burası. Uzun zaman olmuştu öleli, fark edememiştim. Kaç insan öldürmüştü benim gibi ruhunu kendi evinde? Kaç insan hâlâ farkında değildi ruhunun öldüğünden? Ne yapmam gerekiyordu? Evi terk edemezdim, peki ruhum için ne yapmalıydım? Evimi affetmeli miydim yoksa kendi ayaklarımın üzerinde durup kendime yeni bir ev mi yapmalıydım? Bazen affetmek gerekirdi, ama bazen de gitmek. Ben gitmeyi seçtim... Affedemeyeceğim çok şey yaşanmıştı bu evde ve bunlardan ilki; babamın benden daha anne rahmindeyken nefret etmesiydi. Oysa babam sevseydi beni, evim mezarlığım olmazdı.
Ama artık her şey için çok geçti. Bu evin çatısı bir kez daha başıma yıkılmış, tüm güzel anıları gömerek sadece bir mezarlığa dönüşmüştü. Her şey bir anda yıkılmıştı, tüm güzel anılar bir anda yok olmuştu. Tek bir kötü anı, onca güzel anıyı yok edecek kadar yıkıcı olabilmeyi bir kez daha başarmıştı. Deprem etkisiydi bu, saniyelerce sürüp, asırlarca acısını çektiren.
Hemen yanımdaki Sinan bir kez daha isyan edercesine "Ecrin, lütfen arabaya geçelim artık," dediğinde, eve bakmaya devam ederek sessiz kaldım. Hayır, Kıraç'ı görmeden o arabaya binmeyecektim. İstediği kadar dil dökebilirdi ama ben dediğini yapıpta o arabaya binmeyecektim. Sinan, dakikalardır devam eden tepkisizliğim karşısında saçlarını çekiştirerek ağzının içinde bir şeyler homurdandığında, onu dinlemedim bile. Zihnimdeki sesler yetiyordu bana, bundan dolayı fazla kelimeye ve de fazla gürültüye hiçbir şekilde gerek yoktu. Ben onların evden çıkmasını ve de zihnimdeki seslerin susmanı istiyordum sadece ama ne onlar evden çıkıyordu ne de zihnimdeki acı verici sesler susuyordu.
İnsanın düşünceleri insanın düşmanı olur muydu?
Benimkiler bana düşmandı, hem de her biri. Yine de bunu düşünmek yerine usulca gözlerimi yumup mezarlığıma bakmaya devam ettim. Ama çok değil, sadece iki dakika sonra kalbime ağır gelen onu gördüm. Yüzünde karanlığın kirli emaresi vardı, üstelik içine kadar işlemiş bir günah dolanıyordu karalarında. Siyah saçları hafifçe alnına düşmüş, yüz kasları ise olabildiğince kasılmıştı. Eğer ölüm meleği tam şu anda bir insana dönüşmüş olsaydı, Kıraç Keskin'e benzerdi, çünkü onunda gözlerinde ölüm vardı, onunda ellerinde ölüm vardı. Tam da bir katil gibiydi, soğuk kanlı bir katil gibi.
O, ölümden bir parçayı çalıp ruhuna işlemiş bir adamdı.
Ona bakarken sertçe yutkundum. Kapıdan daha yeni çıkmıştı ama sanki izlendiğini hissetmiş gibi aniden başını kaldırdığında, karaları soluk ve de donuk yeşillerimi buldu, ruhuma deydi. İşte o an nefes almayı unuttum, çünkü ellerinde ruhumu sıkan siyah bir silah, beyaz gömleğinde ise bir kaç damla kan lekesi vardı. Etrafında, bir katilin beslediği sisli ifadesi dolanıyordu, ama yaptıklarından katiyen pişman olmayan bir katilin ifadesiydi bu. Korkuyla arabaya tutundum, büyük bedeni öfkeden kasılmıştı, belki de bundan dolayı bu kadar korkutucu duruyordu gözlerimde. Olabilirdi değil mi? Çünkü benim ondan korkmam için bir sebebim yoktu, olmasını da istemiyordum zaten. Kıraç Keskin'den korkmak isteyeceğim son şey bile değildi.
Boynundaki öfke dolu kabarık damları buradan bile kendilerini açıkça gösterirken, çatık kaşlarının altındaki gözlerine çaresizce baktım. Belki ilk cinayeti değildi ama, bu benim yüzümden işlediği ilk cinayettiydi. Ben sebep olmuştum ellerinin kana bulanmasına, benim yüzümden olmuştu bu. Bu gerçek karşısında sol gözümden bir damla yaş usulca akarken, Kıraç'ın kısılı bakışları o yaşı takip etti ve öfkesi daha da korkunç bir hal aldı. Sanki gözyaşımın akmasına sebep olan şey onu daha da öfkelendirmiş gibiydi. Tekrardan usul adımlarla yürümeye başladığında bir yanım kaçıp gitmek diğer yanımsa kalıp ona sıkıca sarılmak istedi.
Ona sarılmak isteyen yanımı dinledim, çünkü Kıraç Keskin bunu hak ediyordu. O, bana bile isteye zarar verecek bir adam değildi, aksine beni zararlardan korumak için kendini zarara atacak bir adamdı. Onu az da olsa tanımıştım artık, aklını değilde duygularını dinlediğinde benim için yapamayacağı hiçbir şey yoktu.
Ama aklını dinlemesi gereken bir nokta vardı ve o nokta, benim hikayemin sonundaki cümleye konacaktı.
Diğerleri de hemen arkasından çıkarken, odak noktam sadece gözlerimin içine bakan adam oldu. Her bir adımla bana daha çok yaklaşıyor, nefesimin genzimi bir alev topu misali yakmasını sağlıyordu. Kara gözleri usulca boynuma kaydığında, boynumdan göğsüme doğru akarken kurumuş olan kanlara kaşlarını çatarak baktı. Sanki hiç yakıştırmamıştı bana bu lekeleri, nefret etmişti tenimde olmasından. Oysa bana bile ait değildi bu kan, kim bilir bana ait olanı görse nasıl davranırdı?
Karalarına yağmur yerine fırtınalarla dolu bulutlar çökerken bu kez ellerimdeki kanlara baktı, midemi bulandıran şey sanki onun da giderek öfkelenmesini sağlıyordu. Kaşları daha da derinden çatılırken, ters bir ifadeyle önü yırtılmış olan hırkamı ve üzerimdeki geceliği süzdü. Yutkunamadım. Beni yanlış anlamış olabilir miydi?
Bunun düşüncesi dahi bir bıçağın art arda karnıma saplanmasına sebep olurken, Kıraç geceliğin açıkta bıraktığı bacaklarıma ve de alçılı bacağıma bakarak silahını beline yerleştirip, üzerindeki siyah ceketi ani bir hareketle çıkardı. Öfkeli adımlarının ardından dibime kadar girdiğinde yüzüme bile bakmadan üzerimdeki yırtık hırkayı öfkeyle çıkarmaya başladı. Bunu neden yapıyordu? Ne düşünüyordu ki benim hakkımda?
Gözlerim kocaman açılırken sesizce üzerimdeki hırkayı çıkarmasını izledim, sanırım canımı en çok yakan şey bu olmuştu. Gözlerim yavaşça dolarken sadece ince ve de kısa bir gecelik ile kaldım karşısında. Ancak Kıraç bir kez bile bu halime bakmadan kendi ceketi bana giydirerek, onu sessizce izleyen ıslak gözlerime baktı buz gibi bir ifadeyle. "Önünü kapat Kavin. O şerefsize ait olan kan lekelerini teninde görmek istemiyorum."
Ne?
Kanları görmek istemediği için mi bana ceketini giydirmişti? Oysa ben üzerimdeki gecelikten dolayı beni yanlış anlayacağını ve de yargılayacağını bile düşünmüştüm. Ama Kıraç, benim düşüncelerim aklına bile gelmemiş gibi bakıyordu gözlerime. Sol gözümden bir damla yaş akarken kafamı utançla öne eğdim. Ülkede yaşanan onca olaydan dolayı kadınlara dayatılan iğrençlikler doluşmuştu aklıma. Eğer biri benim bu gecelikle tacize uğradığımı görseydi, eminim ki önce beni yargılar, kıyafetimin bir davet çağrısı olduğunu iddaa ederdi. Oysa gerçekler bundan çok uzaktı. Ben kendi evimde, kapımı çalmasını dahi beklemediğim bir adam tarafından tacize uğramıştım. Kıyafetim bir davet değildi, hiçbir kadının kıyafeti bir davet değildi. Keşke bazıları da bunu anlasaydı ve biz kadınlara bu tarz iğrençlikleri dayatmasaydı. Belki o zaman dünya daha iyi bir yer olmaya başlardı. Çünkü dünya bir kadının mutluluğuyla güzelleşirdi.
Gözlerimden yaşlar akarken Kıraç derin bir nefes alarak ceketin önünü kapatıp "Yapma," dedi kısık bir sesle konuşarak. "Ağlama, beni gözyaşlarını izlemeye mahkum bırakma." Buna dayanamıyormuş gibi bir hali vardı.
Hıçkırarak gözlerine baktım. "On-onu öldü-"
"Ben öldürdüm." Ani sözleri kaşısında ne diyeceğimi bilemezken kafamı öne eğdim ama o çenemi parmak uçlarıyla kavrayıp, yüzümü yukarıya kaldırdı. Hırçın gözleri gözyaşlarımın sel gibi aktığı gözlerime şefkatle bakarken "Senin saçının teline dahi zarar vereni ben öldüreceğim Kavin," dedi yemin eder gibi. "Senin gözyaşına sebep olan her şeyin sonunu ben getireceğim."
Kıraç, tutamayacağın sözler verme bana.
Dudaklarımdan bir hıçkırık kaçarken Kıraç çene hattımı okşayıp, alnını alnıma yaslayarak iç yakıcı bir nefes verdi. "Ağlama. N'olur ağlama."
Sesindeki duygular içimi yakıyordu, dayanamıyordum. Şimdi tam sırasıydı ağlamanın, şimdi tam sırasıydı her şey için ağlamanın çünkü kimse her şeye ağladığımı düşünmeyecekti. Hıçkırıklarım bir feryat gibi dudaklarımdan koparken sarsılan omuzlarımla karşısında daha şiddetli bir şekilde ağlamaya başladım. Kıraç iç çekerek beni omuzlarımdan tutup göğsüne çektiğinde, bir elini usulca sırtıma diğerini ise belime sardı. Parmakları beni sakinleştirmek istercesine tenimde harekat ederken, yüzümü boynuna gömerek hem bugün olanlara hem de gelecekte olacaklara ağladım. İki yolumda uçurumdu, iki yolumda ölümdü.
Hayır, benim bir çıkış yolum yoktu. Umut ettiğin an hayat bana hep en büyük acıları veriyor ve acımasızca haykırıyordu;
Yaşa, yaşayabilirsen bunca yarayla.
Gücün yeter mi, onca acıya?
Yaşayamıyordum, çok acıyordu ve ben yaşayamıyordum. Neden hep umut ettiğimde acı kaburgalarıma kadar sızıp, o umudu benden çalıyordu ki? Neden umut veren hep verdiğinden daha fazlasını alma peşine düşüyordu? Oysa bahar değil miydi kuru dalı yeşerten? Peki benim baharım umudumken, neden onca yıldır yeşermiyordu dallarım? Daha kaç kış vardı önümde? Daha ne kadar beklemem gerekiyordu baharı? Dudaklarımdan bir hıçkırık kaçarken Kıraç'ın gömleğine sıkı sıkı sarıldım.
Kuru dallar, umut olur muydu bana?
Onlar gibi sabretsem, çiçeklerle dolar mıydı dallarım? Hayır, kuru dallar bana umut olamazdı, çünkü benim köklerimi kesen avcılar vardı. Bunca yara almış bir ağaç, köklerini sarmadan kapısını çalan hiçbir baharla yeşertemezdi kuru dallarını. Oysa baharda yeşerirdi her bir dal, ama benimkiler yeşermeyecekti. Çünkü buna asla izin vermeyeceklerdi. Bir zehir gözyaşlarımdan süzülüp göğsüme doğru oluk oluk akarken, Kıraç aniden geriye çekilip, beni hızlıca kucağına aldı. Kolları arasında bir kuş gibi titrerken geniş göğsüne sokulup ağlamaya devam ettim. O ise sert sesiyle "Kapıyı aç Eren!" diye bağırdı sadece.
Küçücük bir çocuk gibi kalmıştım kucağında, yere düşmüş ve her yerini kanatmış bir çocuk gibi. Eren kapıyı açtığında Kıraç beni kucağından indirmeden arka koltuğa geçti. Bacaklarımı uzatmam için alçımı elleyip rahatımı bulmaya çalıştığında, şöför koltuğuna doğru ters bir ifadeyle konuştu. "Tolga, sen burada kalıp Yağmur'u al. Ve içerideki şu cesetle ilgilen."
"Kıraç ama-"
"Dediğimi yap! Sinan gelsin bizimle."
Tolga sert bir soluk vererek arabadan indiğinde, Kıraç saçlarımı okşayarak "Sakin ol minik kelebek," diye mırıldandı içli içli ağlayan bana bir çocukmuşum gibi bakarak. "Ben yanındayım." Kabul, rahatlatıcı bir sesi vardı lakin acım büyük, yaram derindi. Şimdi ağlamanın tam sırasıydı. Gözyaşlarım durmak bilmezken şöför koltuğuna Sinan binmiş olmalı ki, Kıraç ona döndü. "Hızlıca eve sür."
Sinan ikiletmedim arabayı çalıştırdı ardından titreyen sesiyle "O iyi mi?" diye sordu sanki her an ağlayacakmış gibi. Sanki kötü olduğum sesli bir şekilde söylense oturup saatlerce bana ağlayacaktı.
Kıraç onun sözlerini karşısında sinirle "Duygusala bağlama Sinan, belanı sikerim!" dedi. Sanki o ağlarsa ben daha çok ağlayacakmışım gibi davranıyordu, ama benim de gözyaşlarımın bir kotası vardı. Bir sürenin sonunda gözyaşlarım durur lakin ben içten içe kavrulmaya devam ederdim ve herkes acımın dendiğini ve de benim sakinleştiğimi sanırdı. Oysa gerçekler bambaşkaydı. Çünkü bazen gözyaşlarım bile yetmezdi acılarıma. Eğer yağmur yağarsa, şehirde benimle ağlar acılarıma ortak olur dersim ama yağmazsa, şayet bu en kötü olanıydı. O zaman gözyaşlarım yerine bir ateş yanardı yüreğimde ve kül ederdi kelebeğin kanatlarını. Hiç durmazdı o ateş, kelebekten geriye sadece küller kalana kadar yanmaya devam ederdi. Sonra ben toparlardım o külleri ve kelebeğin küllerinden doğmasını sağlardım. Başarırdım da, kelebek her defasında yeniden doğardı küllerinden. Lakin bunu yapabilen ben, bir türlü saramazdım kelebeğin sol kanadını.
Sol kanadım umut mezarlığıydı.
Sol kanadım yaraydı, küldü ve sol kanadım kırıktı, yıllardan beri. Üstelik bu son haftalarda daha da darbe almıştım, her şey üst üste gelmişti. Nefes alacağım tek bir an bile yaşayamamıştım. Sanki on yedi yılın acısı bu son haftalarda daha da ağırlaşmış ve üzerime düşmüştü. Sanki on yedi yıl boyunca hiç kanamamışım gibi.
Bana bak anne, söylesene, kızın bunları hak edecek ne yaptı?
Hale Hanım, daha kaç günahın kefareti kalacak boynuma?
Keşke yanımda olsaydı annem, keşke geçecek her şey deseydi. Ama o artık yoktu. Tıpkı Egemen ve Duru gibi...
Hıçkırıklarım giderek artarken kollarımı çaresizce Kıraç'a sardım. Bir o vardı, ama kalıcı mıydı? Onu da mı benden alacaklardı yoksa hiç girmemiş miydi hayatıma? Kıraç Keskin, bana ne yapmıştı böyle? Hayatımdan çıkması için kavgalar edip, sürekli kaçmaya çalıştığım adamın şimdi hayatımdan çıkmasını neden istemiyordum? Hangi ara bağlanmıştım ona böylesine? Hangi ara en güvenilir sığınak olarak görmüştüm onu? Üstüme yıkılıp yıkılmayacağını bilmeden nasıl sığınmıştım ona?
O an iki sıcak el belimi ve sırtımı usulca kavrarken, Kıraç'ın "Yanındayım," diyen kısık sesi ulaştı kulağıma doğru, titremelerim durdu. "Yanındayım Kavin. Geçecek hepsi." Anne, bu adama güvenilir mi?
İhtiyaç anında yanınızda bulunan insanlar olurdu ve o insanlar sizin için fazlasıyla özel bir konuma sahip olurdu. Kıraç Keskin benim için o insanlar biriydi. Gözlerimden dökülen yaşlarla ona daha sıkı sarılırken o da sessizce sırtımı okşamaya devam etti. Yol boyunca ben ağladım o sessizlik içinde kaldı. Kimi zaman aldığı nefeslerde duydum sıkıntılılarını kimi zaman ise sırtımı okşayan ellerinden anladım. Her bir gözyaşım onun için bir dert, iyileştirmesi gereken bir yaraydı. Oysa kabuk tutmayan yaraları ne o sarabilirdi ne de ben. Yaklaşık kırk dakikalık bir sürenin sonunda demir kapının sesi duyururken Sinan "Keşke kimseyi göndermeseydin evden," dedi sıkıntıyla bahçeye sürerken. "İstersen ben burada kalabilirim." Kıraç tüm korumaları göndermiş miydi?
Artık içli içli nefesler aldığım için sakinlikle onları dinlediğimde, Kıraç "Gerek yok," dedi net bir sesle. "Gidebilirsin." Onunla, onun evinde yalnız mı kalacaktık?
Sinan, "O zaman ihtiyacın olursa ararsın beni," dediğinde Kıraç sadece kafasını salladı. Araba bahçenin önünde durunca Kıraç kapıyı açtı ardından beni kolları arasına alarak arabadan indi. Beni taşırken hiçbir şekilde zorlanmıyordu. Tamam, kilolu biri değildim ama çok zayıf olduğum da söylenemezdi. Nasıl hiç yorulmuyordu ki? Çok mu ağırlık eğitimi almıştı yoksa? Bu düşünceyle yüzümü buruşturarak göğsüne sokulduğumda Sinan gaza yüklenip bahçeden ayrıldı. Ardından otomatik bir şekilde kapanan demir kapıyla Kıraç kendi evine doğru yürürken ağırlığımı sol koluna yükleyip sağ elini cebine attı. Duyduğum metalik sesle anahtarı çıkardığını anladığımda hafifçe geriye çekilip "İndir beni," diye mırıldandım ağlamaktan kısılmış sesimle.
Kendini zorlamasına gerek yoktu, artık daha iyiydim. Kıraç homurdanarak "Ayakta duracak halin mi var sanki," dediğinde şaşkınlık içinde ona baktım. O ise bana aldırış etmeden kapıyı açıp küstah bakışlarını bana dikti. "Böyle basit bir şeyde zorlanacak bir adam değilim." Fazla eğitimli.
Bu düşünce üzerine bakışlarımı kaçırdığımda o usulca içeriye girip kapıyı ardından ayağıyla kapattı. Ev, sessizliğin hükmü altına girmişti. Herkesi neden kovmuştu ki? Benim gitmeme izin verdikleri için mi? Belki de bundan dolayı gelmişti evime? Beni almak için? Tabi ya! Başka neyden dolayı gelecekti ki zaten? Tüm olanlara rağmen yine de beni yanında tutmak istiyordu çünkü yapması gereken şey buydu, değil mi? Peki ben onun için tam olarak neydim? Hayatındaki yerim neydi? Bir kaç düşüncem olsa da bu soruları şimdilik cevapsız bırakarak sessiz kaldım. Kıraç usulca merdivenlere ilerleyip beni de kendisiyle birlikte üçüncü katta kadar çıkardığında sessizce etrafa baktım. Onun katındaydık, iyi de neden?
Kaşlarım istemsizce çatılırken odasına kadar geldiğimizde ona baktım. "Kıraç, benim yıkanmam gerekiyor." Beni banyoya götürmeliydi, üzerimdeki kandan kurtulmam gerekiyordu. Neden buraya getirmişti ki?
Kapıyı açıp içeriye girdiğinde "Biliyorum," dedi odanın içindeki başka bir kapya doğru hiç durmadan ilerlerken. "Ama başındaki bandaj ve bacağındaki alçı ile bunu tek başına yapamazsın. Öyle değil mi?" Ne?
Gözlerim hafifçe kısılırken ne demek istediğini fark ederek şaşkınlık içinde yutkundum. "Ama evde bizden başka kimse yok ki." O an yanaklarım istemsizce kızarırken kısık bir sesle, "Sen mi yardım edeceksin bana?" diye sordum, kalbim hızlandı. Neydi bu gereksiz heyecan? Neler oluyordu bana?
Kıraç kapıyı açıp içeriye girdiğinde hiç bozmadığı ciddiyetiyle, "Hayır, evdeki hayaletleri çağıracağım onlar gelip seni yıkayacak," dedi.
Sinirle gözlerimi devirdim. "Çok komiksin!"
Gülerek "Bunu söyleyen ilk kişisin," dediğinde ters ters ona baktım, beni umursamadı.
Usulca beni yere indirdiğinde, kollarımı tutarak ayakta durup duramayacağıma baktı ama fazla tedirgindi. Çıt kırıldım biri değildim ben. Bakışları üzerimde gezinirken "Suyu ayarlayıp geliyorum," dedi, kafamı olumlu anlamda salladım. Her ne kadar içine sinmiyor gibi görünsede beni yavaşça bırakıp küvete doğru ilerlediğinde kısılı gözlerle banyosuna baktım. Büyük bir banyoydu. Karşımda siyah ve de büyük dolaplar vardı. Işıklandırma sistemi de o kadar iyiydi ki, her şey en net haliyle görünüyordu. Küvetin arka tarafında bir duşa kabin vardı ve fazlasıyla geniş bir alan kaplıyordu. Bakışlarım küveti bulurken Kıraç suyu ayarlamış olmalı ki bana döndü. Beni gerçekten de o mu yıkayacaktı? Hem de kendi banyosunda? Sertçe yutkunduğumda havaya çöken ağırlığı o da hissetmiş gibi bana baktı.
Karaları bedenime kayarken kaşlarını çatarak kafasını iki yana sallayıp ağzının içinde bir şeyler homurdandı ve bana doğru yürümeye başladı. Sadece dört adımda aramızdaki mesafe bitmişti ve aynı zamanda banyodaki oksijen miktarı da öyle. Küçük küçük ter damlacıkları alnımdan akarken Kıraç üzerimdeki ceketine uzanıp "Bunu çıkarmamız gerekiyor," dedi gözlerime izin alır gibi bakarken. Biliyorum, çıkarmamız gerekiyordu ama çıkarmasak daha iyi olacakmış gibi hissediyordum. Yine de usulca kafamı olumlu anlamda salladığımda ceketi omuz başlarından tuttu, ardından geriye iter gibi bıraktığında kollarım arasından sıyrılan ceket bacaklarıma sürterek usulca yeri boyladı. Banyoda yankı bulan kumaşın kısık sesi aniden göz göze gelmemizi sağlarken Kıraç sertçe yutkunup "Bakma öyle," dedi boğuk sesiyle, anlayamadım.
"Nasıl?"
Masum sorum karşısında sert bir soluk alıp cevap vermek yerine üzerimdeki geceliğe baktı. Kan siyah geceliği bile kirletmişti. Kıraç kaşlarını çatarak "Ne diye herkesi evden kovuyorsam?" diye ağzının içinde homurdandığında, yutkunarak "Mideni bulandırıyorsam ben hallederim," dedim. Kan her yerimdeydi ve fazlasıyla ağır kokuyordu. Benim bile kendimden midem bulanıyorken onu düşünemiyordum. Bunu yapmak zorunda değildi.
Kıraç, beklemediğim bir şekilde tersçe gözlerime bakıp "Sen benim midemi bulandıramazsın Kavin," dedi buz gibi sesiyle. Ardından üzerimdeki kana nefretle baktı. "Tenine değen şeyleri sevmesemde, senin tenin benim midemi bulandırmaz küçük kelebek." Sözlerinde o kadar netti ki, hiçbir şey diyemedim. Bazen beni fena halde susturuyordu, öyle şeyler söylüyordu ki ağzımı açıpta tek kelime söyleyemiyordum ve bu da o anlardan biriydi.
Sesizce kafamı öne eğdiğim sırada aniden, "Altında iç çamaşırı var mı?" diye sordu.
Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken hızla ona baktım. Beni utandırmak için mi uğraşıyordu bu adam? Bedenim, cayır cayır yanan bir ateş topuna dönerken kızaran yanaklarıma bakıp, dudaklarını usulca kıvırdı. Sanki karşısında utanmam hoşuna gitmiş gibiydi. Keyifli bir ses tonuyla dalga geçer gibi, "Geceliği çıkarmamız gerektiği için söyledim," dedi gülerek. "Hemen fesat düşünme minik kelebek."
Utançla yüzümü buruşturup, "Fesat düşünmedim!" diyerek savundum kendimi. "Sen aniden sorunca şaşırdım sadece." Tamam, itiraf etmeliyim ki birazcık fesat düşünmüş olabilirdim ama aklıma gelen şeyden de ben sorumlu olamazdım ki!
Kıraç küçük bir kahkaha atarak "Gözlerin öyle demiyor ama," dediğinde bakışlarımı kaçırarak kafamı öne eğdim. Yok, onun derdi gerçekten de beni utandırmaktı. Daha düne kadar böyle bir adam değilken ne olmuştu ona birden bire?
Sessizce zemine baktığımda Kıraç kafasını iki yana sallayıp, gülüşünü bastırdı. Ardından boğazını temizleyerek, "Geceliği de çıkarman gerekiyor," dedi tuhaflaşan kalın sesiyle. Aniden değişen havası dikkatimi çekerken ona bakıp gözlerimi kıstım. Bir dakika. Şimdi utanan kişi o muydu?
Sinsi bir tebessüm dudaklarımda gezinirken "Yardım eder misin?" diye sordum masumca gözlerine bakarken. Ne? Hep o mu utandıracaktı? Biraz oyun oynamaktan kimseye zarar gelmezdi, değil mi? Kıraç'ın sert bakışları yüzümü bulurken, yutkunup "Ben mi?" dediğinde gülmemek için dudaklarımı ısırdım.
"Hayır, evindeki hayaletler."
Kaşları sözlerim üzerine çatılırken istemsizce güldüm. "Sen tabi. Burada senden başka biri mi var?"
Sinirle ağzının içinde bir şeyler homurdandığında, tam olarak ne dediğini anlayamadım ama sanırım küfür tarzı bir şeyler söylemişti. Kaşlarım istemsizce çatılırken o bana dönerek derin bir nefes alıp aniden geleceğin eteklerini kavradı ve o an bacaklarıma hafifçe değen parmakları ile sertçe yutkundum. Kahretsin! Ondan bu yardımı istemek tamamıyla aptalıktı!
Kıraç "Hay sikeyim," diyerek tersçe bana bakıp "Kollarını kaldır," dedi sinirle. Sert ifadesi karşısında sesim çıkmazken dediğini yaparak kollarımı havaya kaldırdım. Geceliği etek uçlarından tutup usulca yukarıya kaldırdığında, saten gecelik tenime sürterek bedenimden usulca ayrıldı. İşte, şimdi karşısında sadece siyah iç çamaşırlarımla kalmıştım. Kıraç, elindeki siyah geceliği yere fırlatıp bana döndüğünde tenim karıncalanmaya başlarken, onun karaları bedenimi ve de boynumdaki kan lekelerini buldu. Beni incelemesini istemiyordum, çünkü kan o kadar fazlaydı ki, bacaklarıma kadar sızmıştı. Adeta bir savaştan çıkıp gelmiş gibi duruyordum ve bu fazla kötü hissettiriyordu. Tarif edemediğim tuhaf bir his ayaklarıma bir yılan misali dolanırken, o önce kan lekelerine baktı ardından sertçe yutkunup yarı çıplak bedenime. Sanki etkilenmiş gibiydi ama aynı zamanda büyük bir şaşkınlıkta vardı gözlerinde. İyi de neye şaşırmıştı ki? Üstelik tenimde bir yara izi bile yokken? Yoksa, olduğunu falan mı sanıyordu? Utançla bakışlarımı kaçırdığımda Kıraç sertçe yutkunup, "Kavin," dedi yüzüme bakarak.
Zoraki sesiyle ona döndüğümde "Artık şu suya girsen mi?" diye sordu ters bir ifadeyle. "Su soğumasın."
Bakışlarım küveti bulurken uslu bir çocuk gibi kafamı olumlu anlamda salladım. Bu, kalbime işkence gibi gelen anın bir an önce bitmesi gerekiyordu. Küçük adımlarla yürümeye başladığımda yine onun sesiyle durmak zorunda kaldım. "Bekle." Yeşillerim merakla onu bulurken o dolaba yöneldi ve dolaptan, küvetin üstüne konulan kahvaltı tahtası benzeri bir tahtayı alarak usulca küvete doğru ilerledi. Onu küvetin üzerine yerleştirdikten sonra yan taraftaki katlıktan küçük bir havlu alarak onu da küvetin taşına yastık gibi koyduğunda, son dokunuşlar bitmiş gibi bana döndü.
"Tamam, gel hadi."
Alçım ve de bandajımın ıslanmaması için mi hazırlamıştı bunları? Gözlerim onu bulurken minnetle gülümseyip ona doğru ilerledim. Kıraç elini uzatarak gözlerime baktığında buz gibi elimle sıcacık elini tuttum. Ardından beni belimden kavrayarak küvete doğru kaldırıp, "Alçılı bacağını tahtanın üzerine koy," dedi. Dediğini yaparak alçılı bacağımı tahtaya uzattığımda bedenim bir kaç saniye sonra küvetteki sıcak suyla buluştu. Kuru kan lekeleri usulca dağılmaya başlayınca kafamı havluya yasladım. Yıkanmak beni temizlemeye yeter miydi bilmiyorum ama deneyecektim. Çünkü kurtulmam gerekiyordu, bu kan lekelerinden de kirli düşüncelerimden de kurtulmam gerekiyordu.
Kıraç kısılı gözlerle akıp giden kan lekelerine bakarak kaşlarını çattı. Sevmemişti bu kan lekelerini, zaten sevilecek bir yanı da yoktu. Köşedeki katlıktan siyah lifi alıp kendine ait vücut losyonunu üzerine sıktığında bana dönmüştü ki, "Ben hallederim," dedim gözlerine bakarak. "Lütfen daha fazla burada durma. İşim bitince seni çağırırım."
Kaşları çatıldı. "Halledebileceğine emin misin?"
Tebessüm ederek elindeki lifi alıp kafamı olumlu anlamda salladım. "Evet, ayrıca senin de üzerinde kan lekeleri var." Bakışlarım beyaz gömleğindeki kan lekelerini buldu. "Banyonu işkal ettim ama eminim ki evinde yıkanabileceğin çok fazla banyo vardır. Gidip yıkan lütfen."
Kararsızca bana bakıp "Pekâla," diyerek ayağa kalktı. "Yirmi dakika sonra geliyorum."
"Tamam."
Bana son kez bakıp banyodan çıktığında arkasından dolan gözlerimle önüme döndüm. Yaşanan şeyler fazlasıyla ağır gelmeye başlamıştı, artık nefes alacak gücüm bile yoktu. Titreyen ellerimle üzerimdeki kan lekeleri liflediğimde, küvetteki suya karışan kanlarla tıpayı çektim. Bu suyun içinde yıkanmak istemiyordum. Gözlerimden akan yaşlarla kendimi yıkayıp, Kıraç'a ait duş jellerini kullanarak onun gibi sandal ağacı kokmaya başladığımda, üzerime son kez su döktüm. Ardından küvettin kenarlarına tutunarak önce alçılı bacağımı çıkardım dışarıya ardından usulca ben çıktım. Bakışlarım banyoda gezinirken askılıkta gördüğüm siyah bornoza doğru ilerledim ve Kıraç'ın kızmayacağını umarak onu üstüme geçirip aynadan kendime baktım. Ağlamaktan gözlerim kızarmış, burnum kıpkırmızı olmuştu. Ama hâlâ ağlamak istiyordum, gözyaşlarım tükenmiş olsa da ağlamak istiyordum çünkü kelebeğin kül olmasındansa benim ağlamam daha az acıtıyordu.
Bakışlarım alçılı bacağıma kayarken cılız bir nefes ciğerlerimden kopup dudaklarım arasından usulca firar etti. Islanmaması için uğraştığım alçı az buçuk ıslanmıştı ama çokta önemli değildi. Bedenimi saran bornoza sarılarak banyo kapısını açıp Kıraç'ın odasına girdiğimde, gördüğüm adamla olduğum yerde durakladım. Duşunu almış ve üzerini değiştirmişti. Sırtı bana dönük olduğu için yüzümü göremiyordum, zaten o da elindeki küçük havluyla saçlarını kurutuyordu. Bakışlarım sırtına kayarken sertçe yutkundum. Onu ilk kez takım elbiseleri dışında başka kıyafetler giyerken görüyordum. Siyah bir tişört ve siyah eşofman altı vardı. Bedeni gerçekten de bir asker bedenine sahipti. Boğazım kururken Kıraç alayla "Manzarayı çok mu sevdin?" diyerek bana döndüğünde, yüzündeki alay bir anda yok oldu ve kara gözleriyle bedenime baktı.
Onun bornozunu giymiştim. Kızmış mıydı acaba? Karaları üzerimde gezinirken sol baş parmağımı tekrardan kaşıyıp, "Şey," dedim utanarak. "Kıyafetlerim burada olmadığı için bornozunu giymek zorunda kaldım. Ama şimdi çıkarıp çamaşır makinesine atarım."
Kıraç bana bakarak kaşlarını çatıp, "Kavin," dedi elindeki havluyu masaya bırakırken bıkkın bir ses tonu kullanarak. "Saçma sapan şeylere kızacağımı düşünme artık." Biliyorum, kızmazdı ama izinsiz kullanmam benim hoşuma gitmiyordu. Ben insanlardan izinsiz onlara ait hiçbir şeye dokunmazdım, ama Kıraç'a ait her şeye el koymuş gibi hissediyordum. Benim yüzümden kendi banyosunda bile yıkanamamıştı.
Kafamı öne eğip "Tamam," diye mırıldandığımda sessizce iç çekip kafasını iki yana salladı. Ardından gözleriyle "Gel buraya, ayakta durma daha fazla," diyerek, yatağın ayak ucunu işaret etti. Oraya oturmamı istiyordu.Yutkunarak küçük adımlarla yanına ilerlediğimde, üzerimde hissettiğim keskin bakışlarına karşılık vermeden yatağa oturup, bakışlarımı kucağımdaki ellerime diktim. Kıraç giysi dolabına yönelip çekmecelerden küçük bir havlu alarak bana döndüğünde "Saçlarını kurutmamız gerekiyor," dedi düz bir ifadeyle. "Umarım bandajını ıslatmamışsındır Kavin." Hayır, dikişlerimden dolayı saç diplerimi yıkamamıştım. Dikiş daha dün atılmışken yıkamam doğru muydu bilmiyorum.
Kafamı usulca kaldırıp "Yok, ıslatmadım," dediğimde Kıraç kızarmış gözlerime bakarak kaşlarını çattı.
"Ağladın mı sen?" Sen yokken hem de.
"Evet ve hâlâ ağlamak istiyorum."
Kaşları dürüstlüğüm karşısında usulca havalandığında, "Neden ağlamıyorsun o zaman?" diye sordu dizlerimin önünde diz çökerek. Ona baktım.
"Çünkü gözyaşlarım tükendi." Bir çocuk gibi gözyaşlarımı şikayet etmem çok normalmiş gibi bana bakarak gözlerini kıstı.
"İçin mi yanıyor yoksa?"
Kafamı iki yana salladım. "Kelebek yanıyor."
O an sanki ateş ona da sıçramış gibi bakışlarını kaçırdığında, "Kelebek artık yanmasa?" diye sordu alçılı bacağıma gözlerine çöken derin hüzünle bakarak. "Kavin, kelebeği artık kurtarsak ve de kanatlarını sarsak olmaz mı?" Başını kaldırıp yeşillerime baktığında çaresizliği karşısında yutkundum. "Çok yandı canı. Artık yanmasa olmaz mı?"
Bana karşı çaresizdi. Bana karşı kendini sorumlu hissediyordu. Ve bana karşı ağır bir vebali varmış gibi bakıyordu. Oysa o bir yabancıydı ve bana karşı bir sorumluluğu yoktu. Peki ben ona yabancı mıydım? Neydi bu bendeki ısrarcı koruma iç güdüsünün nedeni? Neydi onu beni korumaya zorunlu tutan etken? Doğru soruyu bulamıyordum artık. Hayır, o değil, ben onun için kimdim? Ya da ney? Kafamda dolanan tilkilerin kırkı da çaresizlik içinde aynı şeyleri düşünürken, gözlerimi yumarak kafamı öne eğdim. Gerçeklerden kaçmaya daha ne kadar devam edecektim bilmiyorum. Evet, canım yanacaktı, ama zamanı geldiğinde yansın istiyordum çünkü acım nefretimi körükleyecekti. İşte o zaman nefreti büyütüp acıyı yok edebilecektim, ama şimdi gerçeklere uyanırsam sadece acı hissederdim. Oysa ben artık acıyı hissetmek istemiyordum.
Evet, nefret iyi bir şey olmayabilirdi ama yanımdaki beni karşısına almamışsa nefretime de hazır olmalıydı. Ben artık ruhuma yara açanları tanıyor ve kim olduklarını bilmiyordum. Tüm kartlar açılmıştı ve onlar sadece benim düşmanım olabilirlerdi. Hakan Karadağ, o artık benim geçmişimdeki adam değildi. O; geçmişime ihanet eden, tüm sevdiklerimi benden acımasızca alan, yıllarımı yakıp yaşam ışığımı söndüren bir katildi. O benim en büyük düşmanımdı ve aynı zamanda nefretimi hak eden ilk insan. Gözyaşlarım usul usul pınarlarımı doldurmaya başlarken dizlerimin önündeki adam derin bir nefes alarak "O kadar yaralanmışsın ki, iyileşeceğini hiç düşünmüyorsun Kavin," dediğinde kafamı kaldırıp ona baktım ve o an sol gözümden bir damla yaş aktı. İyileşmek mi? Ben bir enkazdım, ben deşilmiş bir yaraydım ve asla iyileşmezdim. Zaten benim derdim iyileşmek değildi ki, benim derdim bu savaşı kimsenin kazanmamasıydı.
Histerik bir şekilde gülümseyerek, "Bendeki yarayı sarabilirsin, ama iyileştiremezsin Kıraç," dedim onun sert yüz hatlarına düşen hüznü izlerken. "Ben defalarca aynı yerden kurşun yemiş, yakılmış ve hançerlenmiş bir yarayım. Kabuk tutmayan bir yarayı iyileştirmeye gücün yetmez." İçimde bir ateş yanarken ardı ardına akan gözyaşlarıma baktı, yutkunamadı bile. "Uğraşma boşuna Kıraç, bu ruhun yarasını saramazsın."
Elleri bir anda buz gibi ellerimi kavrarken, ayaklarımın önüne düşen havluyu umursamadan "Denemeden bilemeyiz," dedi yeşillerime bakarak. "Kavin, sende yara açan kim olursa olsun sen kendini sarmak için çaba göster. Biraz umut et Kavin, biraz umut et ki, yarası olan herkese umut ol. Yaşamaktan yorulmuş herkes seni örnek alsın. Aklının bir köşesine ölümü yerleştirmiş herkes, seninle iyileşsin."
Ben birilerini yaşamda tutacak kadar umut dolu değildim. Öyle ol diyordu ama bunca yarayla nasıl olurdum ki?
Gözyaşlarım usulca akarken kafamı iki yana salladım. "Ben kimseye umut olacak kadar güçlü değilim ki Kıraç. O katil er ya da geç beni öldürecek. Umut olmam imkansız." Hayır, sandığı gibi yarası olan insanlara ya da ölümü bir çare olarak gören insanlara umut ışığı olamazdım ben. Savaşacaktım ama umut olacak kadar umutlu değildim ki. Onca insan için yanlış bir örnektim.
Dudaklarımdan acının hakim olduğu bir hıçkırık firar ederken, Kıraç ellerimi okşayarak "İmkansızlıklar, sadece denenmeyen kadar imkansız kalır," dedi, gözyaşımı silmeden karalarına baktım.
"Ya başarısız olursam? O zaman imkansız olmaz mı?"
Güldü. "Başarısız olman imkansız olduğu anlamına gelir mi?" Sorularıma cevap vermek yerine sorular sorup beni istediği cevaba ulaştırıyordu. Onun cevabıyla yetinmeyeceğimi bilir gibi kendi cevabımı bulmamı sağlıyordu. Ama bu sorunun cevabı ne olursa olsun, bana hep yetersiz gelecekti.
Omuzlarım usulca çökerken "Gelmez belki ama bu benim imkansızlığım olmaz mı?" diye mırıldandım. İmkansızlık denen şey bana göre vardı, ama ona göre her imkansızlık denenmeyene kadar imkansızlık olarak kalırdı. Peki ya başarısız olursak? O zaman imkansızlık imkansız olarak kalmaz mıydı?
Kıraç, bakışlarını omuzlarıma dökülen siyah saçlarıma indirerek "Senin imkansızlığın ya benim imkanımsa?" diye sorduğunda yutkunmaya çalıştım, ama olmadı. O an sanki kalbimde bir orman yeşerdi, dalları usulca ruhuma dolandı ve rengarenk çiçekler açmaya başladı. Belki de yıllardır beklediğim şey bir destekti ya da bana, benim gücümü anlatacak bir kaç kelime. Doğrusu okyanuslar kadar büyük korkularım vardı ama savaştığım yolda yanımda o durursa ve beni korursa, belki de kazanırdım. Belki de dediği gibi imkansızlıkları imkanlaştırıp bu yolun sonuna varabilirdim. O zaman ölümü aklının köşesine yerleştirmiş bir çok insana umut olabilir miydim?
Olmalıydım.
Her imkansızlık denenmemiş bir korkudur.
Yaşamaya çalışmak benim için bir korkuydu çünkü katil her umut edişimde benden bir can almış, o canları hiç acımadan kanatlarıma gömmüştü. Yıllarca korkularla yaşatmıştı beni ama artık o büyük korkularımı aşabilirdim. Artık imkansızlığı imkanlaştırabilirdim. Mühim olan başarılı olmak değildi ki, mühim olan denemekti. Çünkü sadece deneyenler korkularını aşabilirdi ve denenmiş her korku aslında kazanılmış bir imkandı.
Ben Ecrin Kavin Ulusoy.
Bir katilin on yedi yıl önce belirlediği ölüm tarihime sadece beş ay iki gün kala yaşama korkumu yenmiş ve kendi imkansızlığımı imkanlaştırmıştım.
Şimdi sırada yirmi üçümü görüp, her saniyesini on yedi yılın acısını alır gibi yaşamak vardı.
Ama bu yolda tek başıma savaşamazdım. Kıraç, hayır, Kıraç Keskin. O benim umudumdu.
Kalbimi saran büyük huzurla gözlerine bakıp, "Neden bana yardım ediyorsun?" diye sordum kısık ama minnet dolu bir sesle. Gözleri özenle yüzümde gezinirken "Hakan Karadağ tam bir psikopatken, neden kendini benim için tehlikeye atıyorsun Kıraç?" dedim, gülümsedi.
"Bana güveniyor musun Kavin?"
Kalbim evet demek istedi ama aklım buna izin vermedi. Bakışlarımı kaçırarak "Bilmiyorum," diye mırıldandım dürüstçe. "Sakladığın çok şey var. Sana güvenmek arkamda olup olmadığını bilmediğim bir duvara yaslanmak gibi. Varsa düşmem ama yoksa düşerim. Ve ben düşmek istemiyorum Kıraç. Ben artık düşmek istemiyorum." Korkuyordum, anlamalıydı. En azından bunu anlamalıydı.
Ellerimi kırmaktan korkar gibi usulca okşayarak "O duvar var Kavin," dediğinde, kendinden emin bir şekilde başını dik tutup soluk yeşillerimin yuva yaptığı gözlerime baktı. "İnan bana o duvar var. Sırtını yasla artık, güven ve sırtını o duvara yasla." Sanki bir anda gözlerinin ardında yeni kararlar vermiş, tüm kuralları çiğneyerek oyunu baştan kurmuştu. Tüm ihtimalleri yakmış ve ortaya bambaşka ihtimallerin çıkmasına sebep olmuştu. Yeni bir yol bulmuştu ve bu yolda bu kez daha temiz başlıyordu. Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken karalarında kurulan yeni mahkemelerin sonuçları karşısında hafifçe gülümsedim. Belki de artık güvenmem gerekiyordu, belki de ona her şeyiyle güvenmemin vakti gelmişti. O, sırtımı yaslayacağım bir duvardı ve ben dinlenmek için ona yaslanacaktım.
İliklerime kadar hissettiğim güven duygusuyla başımı hafifçe olumlu anlamda sakladığımda, havluyu alarak ayaklandı. "Tamam, şimdi saçlarını kurutalım." Bir çoçukmuşum gibi önce ıslanmış saç uçlarımı havluya sararak onları özenle kuruttu. Ardından bana benim olduğunu iddaa ettiği odadan şahsıma ait kıyafetleri getirerek onları giymem için tekrardan odadan çıktı. Her ne kadar zorlansamda kısa şortu giyebildiğimde aynadan yansımama baktım. Aydın'a kaçma deneyenimde bavulumu buraya getirmişlerdi ve bu evde o günden beridir benimde kıyafetlerim vardı. Üstelik bavulda sadece kıyafetlerim yoktu, mumlarımda vardı. Ben dışında bana ait olan her şey bu eve yerleşmişti. Bakışlarım bedenimde gezinirken alçılı bacağıma bakarak iç çektim. Hâlâ aramızda bir hain varken ben bu evde nasıl güvende olacaktım? Kimdi o? Herkes bana bu kadar iyi davranırken iki yüzlü olan kişi kimdi?
Omuzlarıma çöken ağırlıkla yatağa otururken, kapı iki kez tıklandığında, boğazımı temizleyerek, "Gel," diye seslendim. Harika, bir tek adamın odasını çalmadığım kalmıştı.
Kıraç elindeki su bardağı ve ilaçlarla odaya girdiğinde bana kısaca bir bakış atıp, "İlaçlarını içip uyu artık," dedi yanıma gelerek. Uzattığı ilaçları ve de suyu almadan şaşkınca etrafa baktım.
"Burada mı uyuyacağım? Senin odanda?" Senin yatağında?
Bakışları odada bir tur dönerken, "Sorun olur mu?" diye sordu bana dönüp tek kaşını kaldırarak. "Ben zaten çalışma odasında olacağım. Sen de burada kal. İhtiyacın olursa seslenirsin." Nasıl yani? Gece boyu çalışma odasında mı kalacaktı?
Yüzümü buruşturdum. "Uyumayacak mısın?"
"İşlerim var Kavin. Onları halletmem gerekiyor."
Anlıyordum, ama nedense inandırıcı gelmiyordu. Sanki daha çok benim gece bir şeye ihtiyacım olursa diye beni kendisiyle birlikte aynı katta tutuyormuş gibi hissediyordum. Mahcup bir şekilde elindeki ilaçları ve suyu alarak ona döndüm. "Şey, Kıraç, ben mum olmadan uyuyamam." Bavulumdaki mumlara ihtiyacım vardı ve bu bacakla alt katta inmek istemiyordum. Biliyorum, onu yoruyordum ama bu, bu gecelik son isteğimdi.
Kıraç, derin bir nefes alıp gözlerini kısarak "Işıkların açık olması bir işe yaramıyor mu Kavin?" diye sorduğunda, sanki daha çok neden mum istediğimi merak ediyormuş gibi bakıyordu yeşillerime. Hayır, benim derdim ışıkların varlığı ya da yokluğu değildi ki. Ben yıllarca mum ateşiyle avutmuştum kendimi ve bu artık vazgeçemeyeceğim bir alışkanlık haline gelmişti. Doğru, karanlıktan korkuyordum ama ışıkların beni koruyabileceğine dair inancım hiç bir zaman olmamıştı. Çünkü yetimhanede ışıklara belirli bir saatten sonra veda ederdik ve ışıklar benim için bu konuda her zaman yetersiz kalmıştı. Ben, karanlığımı bir mum ateşiyle aydınlatmıştım. Ne kimsenin görüp söndürebileceği kadar büyüktü ateşim, ne de karanlığın gözlerimi kör etmesini sağlayacak kadar küçük. Hem bana yetecek kadardı, hem de kokularımın karanlıkta bana ulaşmasını engelleyecek kadar. Işıklar, hayır. Karanlıkta onlara ihtiyacım yoktu, hiçbir zaman olmamıştı.
Hem, mumlarla süslenmiş karanlıklar, ışıkları bağrında taşıyamazdı ki.
Bazı karanlıkları sadece mumlar aydınlatabilirdi.
Bakışlarım Kıraç'ı bulurken kafamı iki yana sallayıp cılız bir nefes aldım. "Işıklar benim için hiç yanmadı Kıraç. Ben mumlarla avunan biriyim."
Bakışları üzerimde gezinirken yüzümdeki izleri izledi bir süre. Geçmişten kalan umutsuzluk izlediydi bu izler. Karaları özenle onların üzerinde gezinirken, "Bir gün mum olmadan uyumak ister misin?" diyerek dikkatle gözlerime çevirdi karalarını, nefes almayı umuttum. Hiç düşünmemiştim bunu. Hem neden böyle bir şey söylemişti ki? Evet, karanlıkta mum ışığı olmadan uyuyamazdım lakin bu korkununda ötesinde olan bir alışkanlık olmuştu artık. İnsan alışkanlıklarından kurtulmak ister miydi? Ben istemiyordum.
Kafamı iki yana salladım. "Mumlar karanlıktaki dostlarım. Onların yokluğu isteyeceğim son şey bile olamaz." Net cevabım karşısında kaşlarını hafifçe çatıp, kafasını olumlu anlamda salladı. Ardından elimdeki ilaçları gösterip, "İç onları, mum getirip geliyorum," diyerek odadan çıktı. Arkasından omuzlarımı düşürüp ilaçları içerek yatağa geçtim. Bakışlarım terasa açılan kapıyı bulurken dudaklarımda istem dışı bir tebessüm oluştu. Acaba bir gün bende oradaki sallancakta sallanabilir miydim? Cezaevindeyken avludaki sallanacak için diğer çocuklarla kavga eder ve hep ben binerdim. Annem varken fazla yaramaz ve elle avuca sığmaz bir çocuktum ama ondan sonra çok değişmiştim. İçime kapanmak zorunda kalmış ve bastırılmıştım. İnsan sevgiyle değiştirilirdi, ama ben korkularla değişmek zorunda kalmıştım.
Dalgın bir şekilde terası izlemeye devam ettiğim sırada Kıraç odaya girdiğinde, kendimi toparlayarak ona döndüm. Ellinde bir avuç dolusu mum vardı.
Bakışları yatağının içindeki beni bulurken dudaklarını bir serseri edasıyla kıvırıp, "Yatağıma fazlasıyla yakışmışsın küçük kelebek," dedi, nefesim genzimi yaktı. Yanaklarım anında alev alev yanarken kafamı öne eğerek işgal ettiğim yatağında küçücük olmayı dileyip sessiz kaldım. Neden bilmiyorum ama o böyle konuşunca çok utanıyordum.
Kıraç utangaçlığım karşısında kafasını iki yana sallayıp yanıma gelerek avucundaki mumları komidinin üzerine bıraktı. Ardından cebinden çıkardığı çakmakla tüm mumları özenle yakarak, "Artık yaktığım mum ateşine güvenir misin?" diye sordu başını hafifçe bana çevirerek. Ona karşı söylediğim sözler üzerine soruyordu bunu. Gülümsedim. Ona güvenmemi istiyordu değil mi?
"Evet, yaktığın mum ateşine güvenirim."
Sert yüz hatlarında rahatladığını beli eden bir tebessüm dolanırken son mumu da yakarak geriye çekilip bana döndü. "Hadi, uyu artık." Hafifçe eğilip örtüyü üzerime örtüğü sırada yatağa uzanıp son kez ona baktım. Karaları dikkatle yüzümde gezinirken geriye çekilerek, "İyi uykular Kavin," dedi, tüm gece uyumayacağını bildiğim için karşılık vermek yerine sessiz kaldım.
Bakışlarım hemen sol tarafımdaki mumları bulurken gözlerimi usulca kapattığımda, bir kaç saniye sonra onun kor gibi sıcak olan parmaklarını yanağımda hissettim. Önce kırmaktan korkar gibi orayı okşadı, sonra suç işlemekten kaçırırcasına parmakları yanağıma dökülen saçlarımı tuttu ve onları usulca kulağımın arkasına yerleştirdi. Sıcacık parmak uçlarından kalbime doğru süzülen huzur göz kapaklarımı ağırlaştırırken Kıraç, "İyi uykular beyaz kelebek," diye fısıldadı ve ardından geriye çekilip sessizce odadan çıktı. Yokluğu, saniyeler içinde bütün hayaletlerin odaya üşüşmesine neden olurken avuçlarım arasındaki çaresizlikle bir başıma kaldım ve yaktığı mumlara sığındım.
Kafamdaki sesler bir kez daha çıkmıştı ortaya, bir kez daha haykırıyorlardı bana. Ne yaparsam yapayım susmayacaklarını bildiğim için boynumdaki kelebekli kolyeyi avuçladım ve seslere inat sessizce annemin cezaevindeyken bana söylediği o sözleri tekrarladım.
Unutma, en güçlü çiçekler bataklıkta açar.
🕯️
Ben düş görmezdim, benim düşlerim kabusttu. Gece başımı yastığıma koyduğum an başlardı kabuslarım. Yakılan mumlara rağmen her biri bana erişir ve darmadağın ederlerdi zihnimi. Çoğu zaman geçmişi görürdüm, nadiren de olsa gerçekleşmeyen acı dolu olayları. Bezen nefesim yetmezdi onlara, bazen cesaretim. Çoğu zaman sessizce ağlayarak uyanırdım, bazen haykırarak. Bu gece dört kez kabus görmüştüm ve dördünde de haykırarak uyanmıştım. Her kabus bir sonrakini aratacak kadar korkunç ve acılı olmuştu. Her defasında Koray'ı görmüştüm. Önce ben onu öldürmüştüm, sonra Kıraç ve daha sonra defalarca o bizi öldürmüştü. Bir ara boynumda hissetmiştim ellerini, ama gözlerimi açtığımda boynumda kendi ellerimi görmüştüm, kollarımda ise kendi tırnak izlerimi.
Saatlerce ağlamıştım, Kıraç gelmişti odaya ve bana sarılıp sakinleşmemi bekleyene kadar saçma sapan seylerden bahsetmişti. Üçüncü kabusumda ben uyuyana kadar saçlarımı okşamış, boynuma ve kollarıma kremler sürmüştü. İlk kez kabus gördüğümü sanmıştı, ama ben her gece kabus gördüğümü ondan ustalıkla gizlemiştim. Duru'nun ölümünden sonra gördüğüm şiddetli kabuslar her gece artmaya ve her gece beni mahvetmeye devam ediyordu. Giderek büyüyen bir karanlık vardı zihnimde, ya ben onu yok edecektim ya da o beni. Sonra umudumun bittiği bir anda güneş doğmuş ve sabah olmuştu, kabuslar biter sanmıştım ama aynadaki yansımama bakınca bazı şeylerin yeni başladığını içim yanarken anlamıştım. Kollarımdaki tırnak izleri sabaha kadar kabuk tutmuştu, boynumdakiler de öyle. Lakin dün gece ruhumda açılan yaralar hâlâ kanamaya devam ediyordu. Bakışlarım aynadan soluk yeşillerimi bulurken elimi boynumdan çektim ve usulca içimdeki zehirli nefesimi dışa vurdum.
Yaranın üstüne basma, çiçekler açmaz orada.
Ben, yaralarına çiçekler diken bir kızdım. Yaralarıma küsmez, onlardan nefret etmezdim. Çünkü bir tek yaralarım anlardı beni, bir tek onlar bilirdi hissettiklerimi. Severdim onları, çiçeklerle süsleyince onlarda severdi beni. Bundan dolayı ne ben basardım onlara, ne de bir başkasının basmasına izin verirdim. Biliyorum, fazla depresif bir kızdım lakin kimse yaralı olduğumu anlamazdı ki. Onlara göre hep mesafeli ve soğuk bir insandım. Bir tek Kıraç ve arkadaşları biliyordu beni, nasıl bildiklerini bilmek istemiyordum çünkü bilmek, yaranın üstüne basmak demekti. Oysa şimdi bunu bilmenin sırası değildi. Farkındayım, dün Orgeneral ve babası Polat Keskin'den sonra buraya hiç gelmemeliydim ama hayat bir şekilde beni ona itiyor ve onda kalmamı sağlıyordu. O, sürekli kıyısına vurduğum bir deniz kenarıydı. Ne gidebiliyordum ne de kalabiliyor.
İnsan acı duyduğundan kaçamazmış. Bunu onunla öğrendim.
Hayır, o beni acıtmıyordu, lakin doğruları canımı yakıyordu.
Derin bir nefes alarak kendime son kez bakıp kapıya doğru ilerledim. Sabah olmuştu ve üzerimdeki geceliklerden kurtulmak için alt kata inmem gerekiyordu. Üstelik bahçedeki arabalardan ve korumalardan dolayı yine herkesin buraya geldiğini anlamıştım. Onlara gecelikle, üstelik Kıraç'ın odasından çıkarken görünmek istemiyordum. Doğrusu dünden sonra hiçbirine görünmek istemiyordum. Kapıyı açıp dışarıya çıktığımda, kimsenin olmadığı koridora kısa bir bakış atarak usulca merdivenlere doğru ilerlemeye başladım. Neyseki çalışma odasının kapısı kapalı olduğu için Kıraç beni göremiyordu. Küçük adımlarla merdivenlere vardığımda, tırabzandan destek alarak usulca alt katta indim. Her geçen gün alçıya alışıyor ve daha kolay hareket edebiliyordum. Bana verilen odaya doğru yürürken, hemen yan odadaki seslerle durmak zorunda kaldım. Sinan'ın sesiydi bu.
"Saçmala Yağmur! Koray Atkan'ı Ecrin'in öldürdüğü ortaya çıkarsa baban Kıraç'ı görevden çekmek için elinden geleni yapar! Bu görevin Kıraç için ne kadar önemli olduğunu biliyorsun."
Onca söz arasından sadece benimle ilgili olan kelimeler bir kurşun gibi kalbime saplanırken, duvara tutunarak dolan gözlerimle yere baktım. Ne demişti o? Koray'ı ben mi öldürmüştüm? İyi ama Kıraç öyle dememişti ki. Ben yaptım demişti, üstelik üç kurşun sıkarak yapmıştı bunu. Bana bu konuda neden yalan söyleyecekti ki? Söylemiş olamazdı. Söylememişti. Yer ayaklarımın altında şiddetle sallanırken sırtımı duvara yaslayarak kendimi usulca yere bıraktım. Hayır, kabul edemezdim! Bu gerçeği Kıraç'tan duymayana kadar katil olduğumu kabul edemezdim. Çok ağırdı, taşıyamazdım ki.
Yağmur'un sesi kulaklarımda çınlarken, bir damla gözyaşım usulca düştü. "Kıraç bu suçu kabullenerek kendini tehlikeye attı zaten Sinan! Herkes duyguları ile hareket ettiğini sanıyor! Oysa o Ecrin kendini katil bilmesin diye ona yalan söyledi! Babam bunu bilmek zorunda! Kıraç'ın öfke kontrolü olduğunu düşünmemeli! Allah aşkına! Aramızda en sabırlı ve sakin olan adamın öfkeyle hareket ettiğine nasıl inanırlar ki?!"
Bana yalan söylemişti. Bana benim için yalan söylemişti. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi kasılırken hissiz gözlerle karşımdaki boşluğa baktım. O zaman her şey yalansa, ben katil miydim? Ben mi öldürmüştüm Koray'ı? Bakışlarım ellerime kayarken sertçe yutkundum. Elleri kanlı olan bendim, ben sebep olmuştum onun ölmesine.
Bu kez Öykü'nün sesini duydum. "Yağmur şimdi bunun sırası değil! Kıraç'ı ifşalarsan neler olacağını hiç düşündün mü?" Öfkeli bir nefes verdi. "Takası Orgeneral yapacak ve Kıraç hepimize sırtını dönecek! Buna değer mi sence?"
"Biliyorum! Ama-"
Sinan onun sözlerini böldü. "Aması yok! Ne Ecrin ne de karargahtaki hiç kimse bunu bilmeyecek!"
Sol gözümden akan yaşı usulca silip, duvara tutunarak ayağa kalktım. Hayır, şimdi sırası değil. Ağlamayacaktım. Islak yanaklarımı silerek yüzüme sahte bir tebessüm kondurup ilerlemeye devam ettiğimde, kapısı yarı kapalı odanın önünden geçerek bana verilen odaya girdim. Ağlamayacaktım, katil olmuş olsam bile ağlamayacaktım çünkü ben sadece kendimi korumaya çalıştım. Ne yapacaktım ki? Bana tecavüz etmeye çalışan birinin sessizce işini bitirmesini mi bekleyecektim? Hayır, kendi yaptığımı savunmuyordum lakin suçlu da değildim. Ben sadece kendimi korumaya çalışmıştım. Amacım onu öldürmek değildi. Hiç olmamıştı, eğer olsaydı bunu Duru'yu öldürmeye çalıştığı zaman yapardım. Şimdiye kadar beklemezdim ki.
Dolaba ilerleyip kıyafetlerim arasından siyah olan elbisemi bulduğumda, üzerimdeki geceliği çıkarıp onu giydim. Beyaz ve solgun tenimde o kadar karanlık duruyordu ki elbise, sanki düştüğüm bataklığı simgeliyordu. Ya da hapsolduğum karanlığı. Aynanın karşısında geçerek saçlarımı düzeltip, yeşil gözlerime baktım. Gerçekleri duymak yıkmıştı beni ama asıl yıkan Kıraç'ın gerçekleri benden saklama amacıydı. Benim için kendini katil göstermişti, benim günahımın kefaretini o üstlenmişti. Sol gözümden bir damla yaş akarken dudaklarımı birbirine bastırarak o yaşı hızlıca sildim. İçimde büyük bir boşluk vardı, masumiyetim ölmüş yerini kimsesizliğe bırakmıştı. Düne kadar bir karıncaya bile zarar veremeyen ben, şimdi katil olmuştum.
Biliyorum, kendime yüklenmemeliydim çünkü bile isteye işlenen bir günaha bulunmamıştı ellerim. Ama gerçeklerin sancılı fısıltıları kulağımda çınladıkça yere oturup saatlerce ağlamak istiyordum. Sanki bir anda kararmıştı dünyam, sanki tek bir günah yetmişti günahkar olmama. Üstelik meleklerin duaları da artık çınlamıyordu kulaklarımda, aksine, şeytanın kahkahaları dolanıyordu zihnimde. Neydi bunun nedeni? Meleklerde mi terk etmişti beni?
Yalnızlıklarla avutulmadan, yalanlarla barışmadan, acıya alışmadan kaçıncı terk edilişti bu?
Ağlamak istedim, ama yapamadım. Onun yerine ayanadaki yansımama bakıp iç çektim sadece. İçime acı sızdı, içime keder sızdı ve içime kalbimi delen kurşunlar sızdı. Kuşlar uçtu kimsesiz diyarlara, çiçekler açtı karanlıklarda, bulutlar düştü okyanuslara ve yıldızlar parladı, gecenin üstüne.
Çiçekler açar sanarsın, kabuk tutmayan yaralarında. Olmayan düşlerle kandırılırsın, yalancı sen olunca.
Yaralarım. Her yara sevilir miydi? Ben seviyordum, ama ya bu? Ya katil olduğum gerçeğinin ruhumda açtığı bu derin yara? Bunu da sevebilir miydim ben? Bunu da taşımaya gücüm yeter miydi? Sevmek zorundaydım, acıtmasın diye bu yarayı da sevmez zorundaydım. Omuzlarım dertlerimin yüküyle düşerken son kez kendime bakıp odadan usul adımlarla çıktım. Koridora attığım ilk adımla Yağmur, Öykü ve de Sinan'da odadan çıkarken üçününde bakışları beni buldu, birbirleriyle göz göze geldiler. Duyup duymadığımı merak ediyorlardı ama duyduğumu onlara beli edecek değildim. Bakışlarım Öykü'nün boynunu bulurken kaşlarımı çatarak hâlâ tam olarak geçmemiş izlere bakıp "Acıyor mu?" diye sordum, sertçe yutkunup boynunu tutarak kafasını iki yana salladı.
"Acımıyor." Güçlüydü. Gözlerimin önünde boynunu bu hale getiren adamı öldürürkende, şimdi de. Hiç sızlamıyor muydu vicdanı yoksa çok mu kan dökmüştü elleri? Düşündüğüm şeyle yüzümü buruşturarak diğerlerine döndüm bu kez.
"Ben mutfağa iniyorum. Kıraç sorarsa orada dersiniz."
Yağmur şaşkınlık içinde bana bakarken Sinan aynı şaşkınlıkla "Tamam," dedi ve ben onları arkamda bırakarak küçük adımlarla merdivene ilerledim. Acıkmıştım ve artık bir şeyler yemem gerekiyordu. Üçününde şaşkın bakışları altında tırabzandan destek alarak merdivenleri bir bir inip alt katta indim. Burası evin diğer katları gibi sessizdi. Gözüm bahçeye açılan cam kapıdan korumaları bulurken onları umursamadan usulca mutfağa ilerledim. En son ne zaman yemek yediğimi gerçekten hatırlamıyordum. Yüzümdeki büyük gülümseme ile mutfağa girdiğimde, ocağın başındaki Hacer abla ve diğer kızlarla "Merhaba," dedim beni fark etmeleri için. Aynı anda bana dönen kızlarla ada masasında oturmuş konuşan Özgür ve Deniz'i de fark ettiğimde, yüzümdeki gülümseme hızla yok oldu. Şaşkınca onlara baktım. "Sizde mi buradaydınız?"
Özgür kaşlarını çatarken Deniz güldü. "Günaydın Ecrin Hanım."
Karşılarına oturarak yüzümü buruşturdum. "Bana Ecrin de."
Deniz, "Ağız alışkanlığı ama denerim," dediğinde Özgür ona ters bir bakış atarak "Adamlara bak lan sen," deyip ayaklandı. Ardından bakışlarını bana değdirmeden, "Hacer abla, kahveyi yukarıya gönderirsiniz," dedi soğuk sesiyle. Ne yani? Ben geldim diye gidecek miydi?
Yanımdan geçtiği sırada şaşkınlık içinde "Özgür!" dedim ayaklanarak. Olduğu yerde durup bana baktığında mahcup bir şekilde bakışlarımı yere diktim. "Sen burada kal, ben odama geçecektim zaten."
Kaşlarını çatarak, "Niye geldin o zaman buraya?" dediğinde ellerimi arkamda birleştirdim.
"Öylesine."
Sesimdeki kırıklık karşısında sabır dileyerek, "Otur Ecrin," dedi ama omuzlarımı silktim.
"O zaman sende gitme. Hem, bana neden arkanı dönüyorsun ki? Ben sana kötü bir şey mi yaptım?" Neden herkes uzak duruyordu benden?
Özgür kaşlarını çatarak, "Sana arkamı dönmüyorum," dediğinde "Dönüyorsun," diye direttim. "Sende bana arkanı dönüyorsun. Neden yapıyorsun bunu?"
İç çekerek "Belki de yüzüne bakacak yüzüm yoktur?" dediğinde, gülümsemeye çalıştım, olmadı. Dün beni evime bıraktığı için pişmanlık duyuyordu değil mi? Bundan dolayı kaçıyordu benden çünkü kendini suçlu görüyordu. Kim bilir Kıraç bile ona neler demişti.
Kafamı yana eğdim. "Benimle kahvaltı yapar mısın? Çok acıktım ben." Bakışları bir anda yumuşarken istemsizce gülümseyip "Yaparım," dedi ama aklına bir şey gelmiş gibi hızla kaşlarını çatıp alçılı bacağıma baktı. "Ayakta durma. Nerede senin tekerlekli sandalyen?" Keskinlikle Kıraç'a en çok benzeyen Özgür'dü.
Gülerek sandalyeye oturup ellerimi havaya kaldırdım. "Ayakta değilim."
Ters bir şekilde bana bakıp kafasını iki yana sallayarak homurdandı. Ardından bizi tebessümle izleyenlere dönerek "Kahvaltıyı buraya koyun," dedi ve karşıma geçti. Hizmetliler kahvaltıyı önümüze koyarken Özgür sadece kahvesini içti ben ise karnımı iyice doyurdum. Özgür gülerek "Karnını doyurdun mu?" diye sorduğunda arkama yaslanıp şişmiş karnımı elledim.
"Fazlasıyla."
Güldü. "Şimdi ilaçlarını al."
Kaşlarımı çatarak "Yağmur değilde sen Kıraç'la kardeş olabilir misin acaba?" diye sorduğumda kaşları havalandı.
"Ne alaka?"
Gülerek hizmetlilerin önüme koyduğu haplarımı içtim. "Birbirinize çok benziyorsunuz çünkü."
O da gülüp kafasını iki yana salladı. "Yalnız ben onun kadar soğuk değilim." Aklına bir şey gelmiş gibi sırıtarak parmağı ile gel gel işareti yapıp masaya doğru eğildi. "Aramızda kalsın ama Kıraç'ın lakabı küçükken buzdolabıydı."
"Ne?" Kahkaha atarak geriye çekildim. "Buzdolabı diye lakap mı olur?"
Özgür gülerek omuz silkti. "Tugay'ın ki de kamyondu."
"Kamyon?"
"Kendinden büyükleri bile dövebiliyordu şerefsiz. Bundan dolayı kamyon derdik. Ne alaka bende bilmiyorum."
Kafamı iki yana salladım. "Ya sen? Veya diğerleri?"
Sırıttı. "Gökçe gözlük, Yağmur bulut, Öykü cadıydı."
"Yağmur'un bulut olma sebebini sormak istemiyorum."
Güldü. "Sorma lütfen."
"Sen? Sen neydin?"
Gözlerime bakarak güldü. "Hayal kırıklığına uğramanı istemiyorum ama ben ve Tolga'nın lakabı yoktu. Sinan'ın da öyle."
Gözlerimi kısarak "Bence sen," dediğim an kaşlarını çattı.
"Sakın bana lakap bulmaya çalışm-"
"Heykel?"
Gözleri şaşkınlıkla açıldı. "Ne?"
Güldüm. "Heykel. Hem bir heykel kadar yakışıklısın hem sakinsin hem de çocukken bulunan lakaplar gibi saçma."
Hoşuna gitmiş gibi arkasına yaslandı. "Sevdim bunu. Sana da bulalım bir tane."
Gözlerimi devirdim. "Bana uygun bir tane bulamayı-"
Arkamdan Tolga, "Bence sen mum ol," dediğinde şaşkınlık içinde ona döndüm. Güldü. "Karanlığı delecek kadar güçlü ama tek nefesle sönecek kadar güçsüz."
Kaşlarım çatılırken Özgür "O nefesi sikerim," diyerek sinirle homurdandı. "Mum olmaz! Unut onu."
Tolga yanımıza gelerek, "O zaman mıknatıs?" dedi. "Her bela seni buluyor nasıl olsa."
Kafamı iki yana salladım. "Hayır, beğenmedim."
Özgür, "Kelebek?" dediğinde kaşlarımı çattım.
"Onu annem ve Karadağ diyor zaten. Başka bir şey bulun."
Tolga oflayarak sandalyeye oturdu. "Sende hiç bir şeyi beğenmiyorsun!"
Ağzımı açtmıştım ki, Tugay'ın "Neyi beğenmiyor?" diyen sesiyle kapıya döndük. Hepsi mutfağa gelmişti, en önde ise o vardı. Göz göze geldiğimiz an yüreğim sıkışırken o üzerimdeki siyah elbiseye bakarak beni süzdü. Beyaz kadar yakıştırmış mıydı bilmiyorum ama gözlerime baktığı an oradaki hüznü görmüş gibi kaşlarını çatarak neyin var dercesine baktı yeşillerime. Önüme döndüm. Benim için yaptığı şey minnet duygumu büyütüyordu, ona karşı bu kadar minnet duymak istemiyordum. Henüz tam olarak güvenmiyorken bu kadar minnet duymak iyi değildi.
Her biri masanın etrafına geçerken Kıraç hemen yanıma oturdu. Tolga, "Lakap buluyoruz ama hiçbirini beğenmiyor," dedi.
Öykü güldü. "Amaç o zaten. Kim kendi lakabını beğeniyor ki?"
Özgür arkasına yaslanarak, "Ben beğeniyorum," dediğimde Öykü ona döndü.
"Senin lakabın yok."
"Var, az önce Ecrin koydu."
"Ne koydu?"
Özgür gururla, "Heykel," dediğinde Tolga gözlerini devirirken Öykü ona bakıp "Yani," dedi boğazını temizleyerek. "Uymuş gibi."
Özgür ona göz kırparak, "En az seninki kadar," dediğinde herkes gülerken ben ve Kıraç sessiz kaldık.
Öykü homurdandı. "Bana cadı lakabını takan zaten sendin! Bu yaşta bunun muhabbetini yapmayalım."
Tolga, "Olmaz, benim lakabım daha yok," dediğinde Sinan masumca araya girdi.
"Benim de yok."
Gökçe gözlerini devirerek, "Sen Plak ol, aynı espirileri tekrarlayıp duruyorsun," dediğinde istemsizce güldüm. Diğerleri de gülerken Sinan, "Yalnız ben aynı espiriyi iki kez yapmam," diyerek burun kıvırdı. "Kırık gözlük seni."
Tolga, "Ama benle Ecrin kaldık ya," dediğinde Yağmur ona bakarak "Cidden mi?" diye sordu gülerek. "Gerçekten bir lakap istiyor musun?"
Tolga kafasını olumlu anlamda salladı. "Dışlamayın bizi. İstiyorum tabi."
Tugay, "Harita?" dediğinde Yağmur gülümseyerek, "Bence pusula," dedi. "Nereye gitmesi gerektiğini her zaman bilen birine pusula yakışır."
Tolga'nın dudakları usulca kıvrılırken, "Ben bu lakapla bir ömür yaşarım bulut," diyerek Yağmur'un gözlerinin içine baktı, derin bir sessizlik oluştu.
Yağmur'un lakabıydı bulut, yanakları kızaran kız bakışlarını kaçırırken Sinan sırıtarak "Neler oluyor lan?" dedi ancak Kıraç ona buz gibi bir ifadeyle bakınca boğazını temizleyerek "Plaktan ne beklersin abi," dedi kafasını öne eğerek. "Boş boş konuşur işte."
Tugay kafasını iki yana sallayıp "İlk kez doğru bir şey söyledi," dediğinde Özgür gülerek kafasını olumlu anlamda salladı. Sinan onlara bakarak gözlerini devirdi.
Öykü heyecanla bana dönüp, "Bence sen anahtar ol," dediğinde kaşlarım çatılırken Kıraç aniden, "Olmaz," dedi. "Saçma sapan şeyler bulmayın." Bakışları beni buldu. "Kelebek olarak kalsın. Lakaba gerek yok."
Yağmur "Ama hepimizin var, onun da olsun," dediğinde Kıraç ayağa kalkarak tersçe ona baktı.
"O bizden değil Yağmur. Onun lakaba ihtiyacı yok."
Bazen çok sıcak olan adam işte bazen böyle hevesimi kursağımda bırakıyordu. Herkes şaşkınlık içinde onun keskin sözleri karşısında susarken, boğazımı temizleyerek tebessüm ettim, içim acıdı. "Kıraç haklı. Bu size ve çocukluğunuza özel bir durum. Beni içine katmayın, ben sizden değilim." Sınırlar, sınırlar canımı yakıyordu. Ne gitmeme izin vardı ne de içeri girmeme. Hayatta yerim araftı, burada ise bu işte.
Kıraç sözlerim karşısında derin bir nefes alırken, "Gidelim Kavin," dedi bana dönerek. "Seni götürmem gereken bir yer var."
Sessiz kaldım.
Görsün istedim, görmedi. Anlasın istedim, anlamadı. Duysun istedim, duymadı. Sessiz kaldım.
Bazen sessizlik en güzel cevap olurdu. İçime çöken hüzünle ayaklandığımda diğer herkeste ayaklanırken Tugay, "Kıraç?" dedi, cümlenin devamını ağırlığı yüzünden getiremedi.
Kıraç ona bakmadan, "İki saatte gelirim," dediğinde Öykü dolan gözleriyle "Bende gelsem," dedi, Kıraç ona bakmadı.
"Kimse gelmeyecek."
Daha sonra kimse konuşmadı. Her birine tebessüm ederek bakıp kapıya doğru ilerlediğimde, bir adım arkamda olan adamla birlikte usulca mutfaktan çıktık. Ağlamakla gülmek arasında bir yerdeydim. Bir tarafta gerçekler vardı bir tarafta yalanlar ve ben gerçeklere doğru adım atıyordum. Gözyaşlarım akmak istiyordu ama akamazlardı.
Şimdi sırası değil.
Henüz değil.
Dış kapıya kadar geldiğimizde Kıraç kapıyı açarak geçmem için yol verdi, "Teşekkür ederim," diyerek açtığı kapıdan çıktım. Belki de sondu bu ya da belki bile fazlaydı. Bir daha dönmeyecektim bu eve. Korumaların bakışları bizi bulurken Deniz hızla yanımıza gelerek "Abi şimdi mi?" diye sordu, Kıraç ona bakmadan bana döndü. "Arabaya geç. Geliyorum." Buz gibi sesiyle dediğini yaparak arabasına ilerlediğimde, kapıyı açıp içeriye girdim ve dolan gözlerimle bahçeye son kez baktım. Bitmiş miydi yani? Her şey bitmiş miydi? Kıraç Deniz'e bir şeyler söyleyip bana doğru ilerlediğinde, ıslak gözlerimi görmemesi için bakışlarımı kaçırarak kucağımdaki ellerime baktım. Bir kaç saniye sonra arabaya bindiğinde sessizce bahçeden ayrıldık. O da biliyordu her şeyi ben de ama o da konuşmuyordu ben de.
Bazen sessizlik anlattırdı olanı. Bizim de sessizliğimiz anlatıyordu her şeyi. Ama acıyordu, çok acıyordu ve ben bunu sessizliğimle bile anlatamıyordum. Gözyaşı içe akar mıydı? Benim gözyaşlarım içe akıyordu. Çok acıyordu, anlatamıyordum. Bakışlarım yanımdaki adamı buldu, içten içe ağladım.
Sustuklarımı duysa, anlar mıydı beni? |
0% |