Yeni Üyelik
15.
Bölüm

14. Bölüm “Kalp ve Akıl Arası.”

@leylayesilgoz

 

ÖLÜME SEN KALA

 

 

14. BÖLÜM

 

 

"KALP ve AKIL ARASI."

 

 

"Eğer ruhumun gücü olsaydı, o da terk ederdi beni."

 

 

🕯️

 

 

Sustum. Kelimeler kifayetsiz kalınca susarmış insan, bende öyle sustum. Oysa söylemem gereken çok şey vardı ama ne kelimelerim anlatabilirdi içimdeki ateşi ne de o dinlerdi beni. Bundan dolayı sustum, çünkü susmaktan başka bir yol bulamadım. En sessiz insanlar en gürültülü zihinlere sahip olurmuş. Benim zihnimde kopan feryatlar vardı, kıyamet yaşanıyordu orada ama yüzümde tek bir rüzgar bile yoktu. Sahi, olsa da kimsenin umurumda olmazdı ya. Ne de olsa kalp ve akıl arasında herkes tercihini yapmıştı. Mantık, bir kez daha duyguluların önüne geçmiş ve kalbi paramparça etmişti. Bir kurban seçilmişti bu uğurda, duyguları da önemsenmemişti, varlığı da. Çünkü mantık izin vermemişti buna, binlerce kişi uğruna kurban edilen kelebek sadece olması gereken konumda olmuştu. Kurban.

 

Üzülmüyordum, sadece anlamaya çalışıyordum. İyilerin ve kötülerin savaşında kurbanın neden bir kelebek olduğunu anlamaya çalışıyordum. Lakin aklım almıyordu, bir kelebeğe umut veripte onu neden öldürüyorlardı anlamıyordum. Madem öldüreceklerdi, o zaman neden en başında yapmamışlardı bunu? Neden onun kalbini de paramparça etmişlerdi ki? Zaten kanatları paramparça olmuştu, üstüne ona umut verip tutunduğu o kuru dalı neden kesmişlerdi? Nefes alamıyordum, her iki tarafı da denizlerle kaplı bu uçurumda nefes alamıyordum. Bir savaşın tam ortasındaydım. Ama taraflar savaşmak istemiyordu, sadece beni kurban etmek istiyorlardı. En başından beridir böyleydi bu, fark etmiştim ama kurtulamayacağımı bildiğim için ses çıkarmamıştım.

 

Ben savaşın ortasındaki o kızdım.

 

Ellerine umut verilip, yaşat dedikleri o kelebeğin kanatlarını nasıl hiç acımadan kopardıklarını izleyen o kızdım.

 

Hale Hanım, kalk ve gör kızının halini. Neden bırakıp gittin ki?

 

Boğazımda bir düğüm oluşurken kucağımdaki ellerime kaydı bakışlarım. Yine korkuyordum ve yine sol baş parmağımı kaşıyordum, hem de dersini koparmak istercesine. Bunu korktuğum anlarda istemsizce yapıyordum, şimdi de öyle. Sessizce yutkunup, siyah elbisemin eteklerini tutarak bakışlarımı yanımdaki adama çevirdim, içim titredi. Evden çıkalı yarım saat olmuştu ve biz hâlâ yoldaydık. Ne o konuşmuştu ne de benim konuşmaya yetecek tek bir gücüm vardı. Ama artık sormak istiyordum, asıl sormak istediklerimi değilse bile dün geceyi. Çünkü bilmek istiyordum, bana neden yalan söylediğini bilmek istiyordum. Titrememsi için üstün bir çaba sarf ettiğim sesimle, "Kıraç?" dediğimde, çatık kaşlarının altındaki gözleri usulca bana kaydı. Artık kara değildi gözleri, çünkü yorgun bakıyordu kahveleri.

 

Sanki aklını dinlemek, kalbinin yaralanmasına sebep olmuştu. Oysa o yara neydi, henüz bilmiyordu bile. Dudaklarımı ıslatarak, "Koray'ı öldürenin ben olduğumu neden benden gizledin?" diye sorduğumda arabayı ani bir frenle durdurarak asfaltın acı içinde inlemesine sebep oldu. Son anda öne savrulmaktan emniyet kemeri sayesinde kurtulurken, şaşkın bakışlarına duygularımı gizleyerek karşılık verdim. Hayır, bugün ağlamak yoktu, en azından şimdilik. Anlamıyordum onu. Madem beni yaralıyordu, o zaman neden bir yandan da sarmak için uğraşıyordu? Kalp ve akıl arasındaki seçimi akıl değil miydi? O zaman neden öyle davranmıyordu? Neden arafta kalmış gibi ikimizin de canının yanmasına sebep oluyordu? Oysa o tarafını seçmemiş miydi? Seçmişti. Peki neden bu savaşı bitirmiyordu artık?

 

Gözleri tekrardan kararırken, "Nereden çıkardın bunu?" diye sordu çatık kaşlarla. Beni korumak için bana söylediği yalanları artık duymak istemiyordum.

 

Arkama yaslanıp yola baktım. "Boş ver. Ama keşke yalan söylemeseydin Kıraç. O silahı üç kere beni yalanına inandırmak için ateşlemeseydin." Bakışlarım buz kesmiş yüzünü buldu, aynı soğuklukla gülümsedim. "Bu kadar oyuna gerek yoktu." Yutkunamadı.

 

Her bir kelimem ona bambaşka şeyleri söylemişim gibi hasar verirken önüne dönerek direksiyonu kavrayıp, "Senin suçun değildi," dedi, acıyla gülümsedim. Biliyorum, ben sadece kendimi korumaya çalışmıştım. Zaten sadece ilk anda acımıştı canım, şimdi acımıyordu. Belki de hissedemeyeceğim kadar acıdığı için, bilemiyorum.

 

İkimizde tekrardan sessizliğe ayak uydurmaya çalışırken, Kıraç gaza yüklenip yola devam etti. Bir yandan zihnimdeki sesler bir yandan ise bu sessizlik boğulmama sebep oluyordu ama sesimi her iki tarafta da çıkarmıyordum. Hem, çıkarsam ne işe yarardı ki? Kim duyardı beni? Kim anlardı benim bile henüz anlayamadıklarımı? Sustum, bir kez daha sustum çünkü susmaktan başka yol bulamadım. Bakışlarım dalgın bir şekilde ağaçların üzerinde gezinirken bir süre sonra tanıdık bir yola sapmamızla doğrulup etrafa baktım. Hayır, hayır burası olmaz. Olmaz! Kalbim şiddetle çarparken nefesimi tutarak intihar ettiğim uçuruma doğru giden arabayla dudaklarımı ısırdım. Onca yer varken neden burasıydı ki? Neden? Canım daha çok yansın diye mi? Hem, daha ne kadar yanacaktı?

 

Araba uçurumun girişinde dururken bakışlarımı yanımdaki adama çevirdim, içim parçalandı. Daha düne kadar ona bakmak iyi hissettirirken şimdi berbat hissettiriyordu. Kafamı dik tutup gülümseyerek "Başka bir yer düşünülemezdi zaten," dediğimde bana bakıp sessizce anlamaya çalıştı. Canımın yanıp yanmadığını anlamaya çalışıyordu ama ben istemediğim sürece bunu asla anlayamayacaktı. Ne ona ne de bir başkasına istediğini vermeyecektim. Dediğim gibi, bu savaşı ben kazanamazsam kimsenin kazanmasına izin veremeyecektim. Onun bakışları ağır gelmeye başlarken gülümseyerek uçuruma dönüp, "Hadi, inelim artık," dedim ve kapımı açarak alçılı bacağımı dışarıya çıkardım.

 

Kıraç, "Bekle beni," diyerek arabadan indiğinde, sözlerine aldırış etmeden diğer ayağımı da dışarıya çıkarıp daha o bana varmadan koltuktan destek alarak ayağa kalktım. Yanıma vardığında kaşları çatılırken ağzının içinde bir şeyler homurdandı ama umursamadan, "Baksana," diyerek uçuruma doğru yürümeye başladım. Rüzgar saçlarımı geriye savururken öfkeli denize bakarak güldüm. "Deniz bugün bize düşman gibi." Ben intihar ederken sakin olan deniz bugün bir düşman gibiydi. Belki de bizi burada görmek istemiyordu. Haklıydı, ben de bizi burada görmek istemiyordum ama insanın her istediğini de hayat ona vermiyordu ki. Adımlarım uçuruma doğru ilerlerken onunda adımlarını sadece bir kaç adım uzağımda duydum.

 

Kıraç, içli bir nefes alarak, "Belki de en başından beri düşmandı," dediğinde omzunun üzerinden usulca ona döndüm. Bakışları dalgalı denizdeydi, ama sanki başka bir şey görüyor gibiydi. Karaları daha geçen gün atladığım uçurum kıyısını bulurken kaşlarını çatarak burun kemerimi sıkıp, "Hâlâ mı?" diye ağzının içinde homurdandı ama ne demek istediğini anlayamadım. Sanki bir anı canlanmıştı gözlerinde ve o bunu görmeye katlanamıyor gibiydi. Uyanıkken görülen kabuslar gibi.

 

Yanıma kadar geldiğinde "Denizden düşman olmaz," dedim.

 

Güldü. "Denizden dostta olmaz." Belki de haklıydı, ama yeterince değil. Deniz denizdi işte, hem sakin hem hırçın. Ona anlamlar yükleyen bizlerdik.

 

Usulca ona dönüp, "Ama insandan düşman olur," dediğimde bakışları beni buldu, gözlerini kısarak kafasını olumlu anlamda salladı.

 

"En çok insandan düşman olur Kavin."

 

İnsanın en büyük düşmanı yine bir insandı.

 

Soğuk sesi tenimi ürpertirken, "Ya sen?" dediğimde kasıldı, ama bunu ustaca gizleyip cebinden bir sigara paketi çıkartarak bir dalı usulca yaktı.

 

"Ben ne?"

 

Kaçacak cevaplar veriyordu. Yılmadan, "Senden bana düşman olur mu Kıraç?" diye sorduğumda içine çektiği sigara dumanını acıyla geri üfledi. Dalgın bakışları yüzümü bulurken önce gözlerime baktı, sonra yüzümün her bir zerresine. Sanki ihtimalli bile onu yıkıp yok etmişti ama yine de durmuyordu. İkimizi de yakacaktı, haberi yoktu.

 

Sigarasından bir nefes daha çekerek, "Bilmem," dediğinde tekrardan uçuruma döndü. Gözlerime bakmak zor geliyordu belki de. "Hayatın bizi nereye götüreceğini bilemeyiz."

 

Öyleydi, lakin insanları da biz konumlandırırdık. Esen soğuk rüzgarla birlikte kollarımı göğsüme toplayarak bende onun gibi uçuruma baktım. "İnsanları nereye koyarsan orada bulursun aslında." Yandan bana bir bakış attığında kafamı kaldırıp ona baktım ve gülümsedim. "Beni karşına koyarsan, karşında bulursun Kıraç." Bu bir gerçekti, evet, onu anlamak için çok çaba göstermiştim ama yalan söylemişse bu onun sorunuydu. Beni karşısına alıyorsa da hep orada bulacaktı. Bugün bu uçurumda yanında duruyorken, yarın karşısında durabilirdim. Bunu unutmamalıydı. Ben aptal değildim, korkakta. Sadece bekliyordum, benim için en doğru zamanı sabırla bekliyordum. Kimsenin sandığı kişi olmadığımı herkese doğru zamanda gösterecektim.

 

Kıraç sözlerim üzerine nefes alamıyormuş gibi kaşlarını çatarak gömleğinin üçüncü düğmesini de açıp, keskin gözlerini bana dikti. Bedeni usulca bana dönerken bende uçuruma dönük yönümü ona çevirdim ve koca bedeni karşısında dimdik durdum. Biliyorum, dışarıdan bakıldığında karşısında küçücük duruyordum ama aslında gerçek bu değildi. Çünkü benim gözlerimdeki ifade onun gözlerindeki ifadeden çok daha büyüktü. Karaları, yeşillerim karşısında yenik düşmüştü. Boğazını temizleyerek , "Ne zaman anladın?" diye sordu, cevap vermedim. Önemli olan bu değildi ki, önemli olan onun yaptığıydı. Omuzları hafifçe çökerken benim dik duruşum karşısında iyice yıkılıp, "Neden kendini benden de kurtarmaya çalışmadın Kavin?" diye sordu acıyla, gülümseyip uçuruma döndüm.

 

"Senden defalarca kez kaçmaya çalıştım, ama olmadı. Her defasında beni yakalayıp canımı daha çok yakacak şekilde yanında tutmayı başardın." İçli bir nefes aldım, ama yetmedi. Daha fazlasını da yapamadım. Ben ondan kaçmak isterken her defasında onun ve diğerlerinin iyiliklerini istemiştim. Yaşamaları için kaçmıştım ama olmamıştı, en son beni karanlıkta bırakmakla tehdit edince gerçekten yapacağını bildiğim için pes etmiştim. Sanki düşüncelerimi okuyormuş gibi sertçe yutkunup, "Sana o sözleri söylememeliydim," dediğinde, pişmanlığı karşısında sessiz kaldım. Haklıydı, bana o sözleri söylememeliydi. Ama söylemişti, hiç acımadan.

 

Rüzgarın yüzüme doğru savurduğu saçlarımı kulağımın arkasına atarak omuz silktim. "Hatırlıyor musun? Bana hep benden gidecek, kaçacak gibisin diyordun." Bakışlarım yüzünü bulurken kafasını olumlu anlamda salladı, tebessüm bile edemedim. "Keşke hep öyle kalsaydım Kıraç." Keşke hep ondan kaçmaya çalışsaydım ve hiçbir zaman ona güvenmeseydim. Keşke benim cesaretimi kırmasaydı da ona yaslanmasaydım. O kadar keşkem vardı ki, hepsi şimdi bir enkaz olmuş ve üzerime çökmüştü. Yanımda kal, kendin için benimle savaş demişti ama ilk yorulun da o olmuştu. Ya da zaten en başından beridir savaş istemeyen oydu. Alayla güldüm. Hiçbiri savaş istemiyordu ki, onların savaşı akıl ve zaaflar üzerine kuruluydu. Hiçbir zaman benim sandığım gibi bir savaş olmamıştı ve belki de olmayacaktı. Ama artık bende bu savaşa dahildim. Kurban olarak değil, onların kaybetmesi için savaşan taraf olarak.

 

Biliyorum, gücüm şu anda ne Kıraç'a ne de Hakan Karadağ'a yetmeyecekti ama bende onlar gibi savaşacak ve onları istediğim gibi savaşacak hale getirecektim. Sadece doğru zamanı bekliyordum, az kalmıştı.

 

Bakışlarım dalgalı denizin üzerinde gezinirken "Bir şey daha demiştin," dedim onun kederli yüzüne bakarak. "Ben Karadağ'ın bela olduğunu söylerken, sen asıl belanın kim olduğunu çok yakında göreceğimi söylemiştin." Kaşları sözlerim üzerine çatılırken o günü hatırlar gibi bakışlarını kaçırdı, bir şey diyemedi. Şimdi fark ediyordum da, ne çok yalan söylemişti bana. Oysa sana yalan söylemiyorum diyecek kadar ileriye bile gitmişti. Kalbim acıdı ama bir şey demedim. İkimizde sessizce birbirimize baktık. Onun yıktığı bir enkaz vardı içimde ama göremiyordu, göremezdi de zaten. O bela sensin demedim ama o belanın kendisi olduğunu anladı.

 

Sigarasından son bir nefes alarak, "Bazı şeylerin önüne geçemez insan," dedi, sesindeki ızdırapta boğuldum. Hayır, insan bazı şeylerin önüne geçebilirdi ama o önüne geçebileceği her şeyin arkasında durmayı tercih etmişti. Çünkü savaşmak istememişti, aklı onun en büyük silahı olmuştu ve o sadece onu kullanmıştı. Peki ne zaman başlatmıştı bu savaşı? Ne zamandan beridir oynuyordu bu oyunu? Bilmek istemedim, çünkü bilmek daha çok acıtacaktı.

 

"Bazı şeylerin önüne geçemez insan," diyerek onu tekrarladım usulca. "Ama keşke geçebilse Kıraç." Bakışlarım onu buldu, kafamı hafifçe yana eğdim. "Belki o zaman insanlar birbirine bu kadar zarar veremezdi."

 

Gözlerini yumarak alnını sıvazlayıp, "Neden bağırıp çağırmak yerine böyle sakince konuşuyorsun Kavin?" dediğinde bana döndü. "Nerede o hırçın kız? Neden kalkıpta bana bağırmıyorsun? Neden yine sessizce konuşuyorsun?" Bir fırtınaydı bu, henüz kopmayan bir fırtına.

 

Onun hırçınlığı karşısında delirtecek bir sakinlikle güldüm. "Babana karakter olarakta benziyormuşsun." Şaşkınlık içinde "Ne?" dediğinde güldüm.

 

"Babanın gözlerinde ateşi gördüm Kıraç. O fırtınalı bir adam, sen ise sakinsin." O beni izlerken uçuruma dönüp cılız bir nefes aldım. "Ama sende şimdi onun gibisin. Benim tanıdığım ya da bana tanıttığın o adam değilsin artık." Öfke onu da ele geçiriyordu.

 

Sakince nefesini verip, "Bazen ateş olmak gerekir," dedi ona bakarak güldüm.

 

"Tebrikler. Kelebeği yakan bir ateş oldun."

 

Öfkeyle "Yapma şunu!" diye bağırdığında kaşlarımı havalandırarak sakince ona döndüm.

 

"Neyi?" Deliriyordu değil mi?

 

Karaları öfkeyle parlarken kolumu kavrayıp beni hızla kendine çektiğinde, göğsüm göğsüne çarptı, şiddetle çarpan kalbime lanetler okudum. Hayır, bu yakınlık onu böylesine heyecanlandıramazdı. O artık bizim tanıdığımız Kıraç Keskin değildi. Aslında biz Kıraç Keskin'i hiç tanımamıştık. Bir yabancı için böylesine atması normal değildi.

 

Sıcak nefesi dudaklarıma sertçe çarparken, "Zorundaydım!" diye bağırdı. Kendini tutamıyordu artık. Alnındaki damarlar öfkeden kabarırken sinirle "Allah kahretsin ki bunu yapmak zorundaydım!" diyerek geriye çekildi. Parmakları öfkeyle deli gibi dokunmak istediğim saçları arasında gezerken başını kaldırıp onu duygusuzca izleyen gözlerime baktı. "Kavin, sana anlatamazdım. Anlamazdın." En çok ben anlardım ama bu onu anlamazdı.

 

Sessizce ona baktığımda derin bir nefes alarak, "Özür dilerim," diye fısıldadı yorgunluk içinde. "Sana bunları yaşattığım için özür dilerim."

 

Bir özür yeter mi sanıyordu onca acıya?

 

Bakışlarımı öfkeli denize çevirerek yutkunup, "En çok acıtan neydi biliyor musun?" diye sorduğumda boğazımda bir yumru oluştu, orayı cayır cayır yaktı. Sanki şeytan ateşe vermişti yutkunamadığım acıyı. Gözlerim tekrardan onu bulunca buruk bir şekilde gülümsedim, göğsümdeki gemiler battı. "Ben sana güvenemediğimi, arkamda olup olmadığını bilmediğim bir duvar olarak ifade ettim." İçim acıdı, acıya inat devam ettim. "Ve sen o duvar var dedin Kıraç. O duvara sırtını yasla dedin."

 

Çaresizlik göz bebeklerine kadar düşerken göğsünü şişiren bir nefes aldı, ama yetmedi. Bana da yetmemişti. Ona da yetmesin.

 

"Ben o duvara yaslandım Kıraç. Nereden bilebilirdim ki üzerime düşeceğini?"

 

Nereden bilebilirdim beni yok edeceğini?

 

Bir orman yandı içimde, külleri onun gözlerine sığındı. Yer titredi, gökler karardı ve ihanetin kanlı elleri beni uçurumdan aşağıya itti. Ama bu kez merdivenlerden düşerken acıttığı kadar acıtmadı, daha çok acıttı. Sadece, ifade edemedim.

 

Siz hiç ölmemesi için uğraştığınız eller tarafından ölüme itildiniz mi?

 

Ben, beni ölüme iten bütün ellerin yaşaması için uğraşmıştım.

 

Ama o eller hiç acımadan beni ölüme itmişti. Bu kez sondu, bu kez son kez başkalarını düşünmüştüm. Artık düşünemezdim, çünkü artık güvenemezdim. Ağır bir keder ikimizi de kucaklarken gözlerimi kapatıp acıyı sindirmeye çalıştım, lakin zordu. Onun kara bakışları üzerimde böylesine gezinirken bu çok zordu. Egemen'i özlemiştim, Duru'yu, annemi. O kadar çok özlemiştim ki, belki de bundan dolayı ona bağırıp çağırmıyor ve hatta bir damla gözyaşı bile dökmüyordum. Belki Karadağ bu kez öldürürdü beni, belki bu kez kavuşurdum onlara. Ama ya öldürmezse? Ya öldürmekten beter ederse? Bakışlarım yanımdaki adamı buldu, göz göze geldik. Eğer öyle bir şey olursa, eğer ben ölmezsem, çok büyük bir fırtınayla gelecektim. Ve bu fırtına çok fazla kişinin canını yakacaktı.

 

Kıraç kara gözleriyle gözlerimi izlerken, "Beni anlayacağını bilsem, her şeyi anlatırdım," dediğinde omuz silktim.

 

"Önemi yok." Anlamasam da olurdu, zaten anlasam da ona hak veremezdim. Tamam, canımı hiçe saydığım çok olay yaşamıştım ama bu kadarını ben bile kaldıramıyordum. Bu kadarı çok ağırdı, anlamalıydı. Hiçbir neden onu haklı göstermezdi bana, hiçbir neden.

 

Kıraç sigarasını yere atıp izmariti ayağının ucuyla ezerek yüzünü kederle kastı, yaşam çizgileri belirdi. Her bir iz kalbime saplanan hançer gibiydi, her bir iz kalbimi delen bir kurşun gibiydi. O kadar inandırıcı duruyordu ki hissettikleri, ona kanmaktan korkuyordum. Bakışlarımı hızla kaçırıp tekrardan denize döndüğümde, "Dün gece vazgeçmiştim," dedi, ona bakmadım. Bakamadım. "Seni o halde gördüğüm zaman savaşırım dedim. Çünkü sen savaşmaya değerdin Kavin." Yine takmıştı o maskesini, yine dizmişti diline o yalanları. Ona bakmak yerine çatık kaşlarla denizi izlemeye devam ettiğimde sıkıntılı bir nefes aldı. "Ama bana kim olduğumu hatırlattılar. Babam, ben daha çocukken kararlarının arkasında dur demişti. Yıllarca öyle yaşamıştım, öyle yapmıştım, dün gece sen uyurken de öyle yapmam için aynı şeyi söyledi. Kavin, ben kararlarımın arkasında durmak zorundayım. Benim doğrularım keskindir, canımı yaksa da onlardan vazgeçmem."

 

Onun doğruları benim kalbime saplanan kurşunlar, içimi yakan yağmurlardı ama onun bundan haberi yoktu. Soğuk havanın etkisiyle ellerimi kollarıma sarıp, "Keşke benimle dans etmeseydin," dedim konudan bağımsız bir şekilde benimle dans ettiği geceyi anımsarken. Uyumadan önce dans etmiştik ve o dans, ömrümün en güzel dansıydı. Hafifçe ona döndüğümde kaşlarını çatarak ellerime baktığını gördüm, ifadesi karşısında sessizce güldüm. "Ellerimi ellerinin arasına almasaydın. Hayatıma dokunmasaydın." Babası demişti, insanın elleri onun hayatıdır diye. Benim ölümü avuçlamış ellerimi neden ellemişti ki? Neden yapmıştı bunu? Ölüm benim hayattımken, neden dokunmuştu ellerime?

 

Kıraç, sertçe yutkunup kafasını hafifçe kaldırarak bana baktığında, boğazına takılı kalan adem elmasını öylece izledim. Acıyor muydu, bu artık umurumda dahi değildi. Ya da, belki de yalan söylüyordum.

 

Ona baktım. "Kıraç, neden senin için değerim yokken bana değerliymişim gibi davrandın?" Hayır, her zaman değil ama bazen öyle güzel davranıyor, öyle güzel bakıyordu ki, kendimi onun gözlerinde savaşmaya değecek kadar değerli biri olarak görmüştüm. Ama o sadece beni kandırmıştı, yanında tutup düşmana koz olarak kullanmak için. Kazanmıştı da, nasıl savaştıklarını bile henüz bilmediğim bu akıl savaşını o kazanmıştı. Şimdi kutlamalıydı kendini. Ne de olsa kelebeğin esareti onun zaferiydi.

 

"Kavin," diyerek bana doğru bir adım attığında, elimi aniden havaya kaldırarak bir adım geriye kaçtım. Bu haraketim onun yerinde durup bana kederle bakmasına neden olurken kafamı dik tutarak net bir şekilde "Uzak dur," dedim. "Senin telkinlerine kanacak değilim."

 

Kaşlarını çatarak, "Dinle," dediğinde çok geçti çünkü duyulan araba sesleriyle o da susmak zorunda kalmıştı ben de. Kalbim yerinden çıkacak kadar şiddetle atmaya başlarken uçurumun köşesinde duran üç siyah arabayla omuzlarımı dik tutarak oraya baktım. Bitmişti işte, bize ayrılan sürenin sonuna gelmiştik.

 

En öndeki araçtan Sabri ve Kemal çıkarken, Kemal hızla arka kapıyı açtı ve aşağıya o, Hakan Karadağ indi. İşte o an onunla ilk kez karşı karşıya gelir gibi olduk. İlk kez savaşın ortasında bulur gibi hissettim kendimi. Kızları kaçırdığı gün bile bu uçurumda bana böylesine korkutucu gelmemişti, çünkü o gün kiminle savaştığımı biliyordum. Ama yanılmıştım. Ben sadece Hakan Karadağ ile değil, aynı zaman da Kıraç Keskin ile de savaşıyormuşum. Şimdi ise tüm kartlar düşmüş, herkesin safı beli olmuştu. Ben bu savaşta tektim. Asıl savaş şimdi başlamıştı. Artık bende dahildim.

 

Yüzündeki zafer gülüşü meleklerin çığlıklarını semaya ulaştırırken, kollarını iki yana açıp "Ve şah, mat!" dedi, içim acıdı. Diğer adamlarda araçtan inerken adamlardan birinin sırtında gördüğüm jammer ile istemsizce Kıraç'a baktım, ama onun buz gibi gözleri Karadağ'ın üzerindeydi.

 

Gülerek bize doğru ilerleyip karşımızda durduğunda, kafasını yana eğerek "Ne güzel bir gün," dedi alayla havayı içine çekerek. "Tam da zafer kutlamalık."

 

Kıraç aniden bileğimi tutup beni arkasına aldığında, belindeki silahı çıkarıp Karadağ'a doğrultu. "Dosya nerede?"

 

Takas bir dosya ile ben arasında mıydı?

 

Bir dosya.

 

Hayır, ağlama!

 

Kavin!

 

Ağlama! Ne olur ağlama! Şimdi sırası değil! Şimdi değil!

 

Boğazımda düğüm düğüm oluşan yumrular ile onun omuzun ardından Karadağ'a baktığımda, korumalarında bize silah doğrulttuğunu gördüm ama hiç korkmadım. Bunu zaten bekliyordum. Sinirle "Bırak bileğimi!" diyerek elimi geriye çekmeye çalıştığımda, Kıraç daha sıkı tutup "Kes sesini Kavin!" diye bağırdı. "Sana daha fazla tolerans göstermeyeceğim!"

 

Kalbim şiddetle kasılırken, "Ne zaman gösterdin ki zaten?!" diye bağırdım bir kez daha ondan kurtulmak için uğraşırken. Ancak elleri bileğime prangalanmıştı ve kurtuluş imkansız gibiydi. "Sana diyorum Kıraç! Bırak beni!" Sahte kahramanlık pozlarına gerek yoktu.

 

Aniden bana dönerek bu kez kolumu kavrayıp beni kendine çektiğinde, şaşkınlık içinde dibimdeki öfkeli suratına baktım. Resmen az önceki adam gitmiş, yerini bana katlanamayan bir adama bırakmıştı. Neden? Bu kadar mı nefret ediyordu benden? Hiç mi tahammülü kalmamıştı bana karşı? Neydi bu nefretin sebebi?

 

Zihnime yediğim darbeler yetmezmiş gibi o da öfkeyle, "Dosyaları almadan mı?" dedi gözlerime bakarak, ona bakakaldım. Bu kadar açık konuşmasını beklemiyordum. Yüzünde alaylı bir gülüş belirirken, kafasını hafifçe yana eğdi. "Aç gözlerini artık! Sen o dosyalara ulaşmak için kullandığım bir kozsun sadece! Şimdi kes sesini ve bekle!"

 

Hayır, bu benim tanıdığım adam değildi. Tamam, belki bunu yapardı ama bu kadarını söylemezdi. Büyük bir sessizlik kalbime çökerken sessizce kara gözlerine baktığımda, göremediğim tüm duygularla dilime kilit vurdum. Haklıydı, artık gözlerimi açamam gerekiyordu. Karaları yüzümde gezinirken bakışlarımı kaçırdım, yutkunamadım. O an kolumdaki eli gevşedi ama bırakmadı. Canımı daha ne kadar yakacaktı, bilmiyorum. Ona yetişemiyordum.

 

Kıraç sessizce Karadağ'a döndüğünde "İstediğin bende," dedi buz gibi sesiyle beni kast ederek. "Eğer onu istiyorsan, doysayı ver." Sözleri o kadar acıttı ki, sanki biri kalbimi avuçları arasına aldı ve sıktı. Ama öyle çok sıktı ki, parmakları arasından usulca dökülen kanlar önce yere düştü, sonra gökyüzünü kana buladı.

 

Oysa Karadağ'ın evine gittiğimizde ona katil hakkında onun istediği bende demişti. Eğer onu istiyorsa önce beni geçmesi gerek. Peki şimdi neden öyle demiyordu? Şimdi neden dosyayı ver diyordu? En başından beri istediği dosya ise, o gün neden öyle demişti? Ecrin Kavin Ulusoy'u almak istiyorsa buyursun gelsin de demişti. Gelmişti, katil gelmişti. Peki ikisi neden bu kadar oyun oynamıştı? Neden?

 

Bakışlarım Karadağ'ı bulduğunda, yüzündeki alaylı ifadeye sessizce baktım. Bakışları Kıraç'ın kolumu tuttuğu elindeydi, onun bana olan tahammülsüzlüğüne keyifli bir seyirci olmuştu. Zaferi gözlerinde kutluyordu. Gülerek Sabri'ye kafasıyla işaret verdiğinde Sabri arabaya doğru ilerledi ve mavi bir dosya alarak Karadağ'ın yanında durdu. Doysa, takas edileceğim şey bir dosyaydı. Peki ne vardı o dosyada? Ne vardı benim canımdan daha önemli olan şey?

 

Boş bakışlarım dosyayı bulurken Karadağ, "Silahını bırak Keskin," dedi dosyayı eline alarak. "Ecrin'i ver artık bana."

 

Anne, neden yanımda değilsin?

 

Gözlerimin ardı acıyla kavrulurken Kıraç kafasını hafifçe yana eğip, alayla konuştu. "Dosyayı ver, kızı al."

 

Kız? Kavin derdi bana, neden bu kadar önemsizmişim gibi konuşuyordu? Hiç mi tahammülü kalmamıştı? Oysa son dakikalardı bunlar. Bir kaç dakika daha katlanamaz mıydı varlığıma? Göğüs kafesimde bir acı belirirken, kaderimi yazan kalemin mürekkebiyle ikisine baktım, sesim çıkmadı. İkisi de bir savaşın içindeydi, kurban ise yine bendim. Günahları hep masumlar öderdi, savaşlar hep masumları öldürürdü. Bilirdim, yıllardan beri bilirdim. Ama kabullenemezdim. Ama şimdi kabullenmekten başka çarem kalmamıştı. O masum bendim, kurban edilen kişi bendim. Kalbim acıyla kasılırken cılız bir nefes almaya çalıştım, yine olmadı. Hayır. İzin vermeyecektim. Bu kez masum olmayacaktım, kurban edilen olmayacaktım. Bende savaşacaktım, ellerimi kirletecektim. Kirletmek zorundaydım

 

Çünkü savaşlar, sadece masumların canını yakar.

 

Ben artık canım yansın istemiyordum ki. Madem bunun için kirlenmem gerekiyordu, kirlenirdim.

 

Cehennem benim için de ateşini hazırlar mıydı?

 

Melekler kelebeğe ağlarken, şeytan kelebeği yine yalanlarıyla kandırır mıydı?

 

Acı, acı güçlü bir duyguydu. Devam ettikçe alışılır sanırdı insan lakin alışılmazdı. Acıya alışılmazdı. Bu güne kadar hep acı çekmiş bir insan olarak acıya alışırım sanmıştım, çünkü alışmaktan başka çarem hiç olmamıştı. Ama alışılmıyordu, her defasında daha çok acıtıyordu. Bu, kabuk tutmayan bir yarayı deşmek gibiydi. Bir kere kanadı diye bir daha hiç kanamaz mı sanıyorlardı? Bir kez acıttı diye, bir daha hiç acıtmayacağını mı düşünüyorlardı? Kıraç Keskin, o bendeki yaraları deşen bir adamdı. Yaralar eski diye, ya da açan kendisi değil diye canım yanmaz mı sanıyordu? Eğer öyleyse, yanılıyordu çünkü eskisinden daha çok acıyordu. Eski bir yarayı deşmek, geçmişteki acıların tekrardan yaşanmasına sebep oluyordu. Kıraç Keskin farkında değildi ama yüreğimde büyük bir yara açmıştı. Ve bu yara, diğer tüm yaralardan daha çok acıtıyordu. Çünkü bu yara, ihanetle açılmış, güvenle kandırılmış bir yaraydı. Ne kabuk tutardı ne de acısı dinerdi.

 

Doğrusu hissettiğim acının ne olduğunu bile bilmiyordum. Ya da neden bu kadar acıttığını. Sanki sırtımdaki hançerin ucunda zehir vardı ve o zehir kalbimi paramparça ediyordu. Öyle ki, anlatamıyordum çünkü kalbim buna izin vermiyordu. Göz bebeklerim titreyerek Hakan Karadağ'ı bulurken, gözlerindeki ifadeyi sessizce izledim. Bana, ben sana demiştim der gibi bakıyordu. Haklıydı, bana demişti. Kıraç Keskin benim yaşamam için savaşacak bir adam değildi. Hiç olmamıştı. Ecrin Kavin Ulusoy, Kıraç Keskin için sadece bir kozdu, basit bir koz.

 

"Ecrin'i gönder, dosyayı al."

 

Basit bir cümle, ama ağır anlamlar.

 

Kıraç sinirle, "Dosyayı gönder," dediğinde baskın tavrı karşısında Karadağ kaşlarını çatarak yenilgiyi kabul edip Sabri'ye döndü. Küçük bir baş işareti ile komutu alan Sabri iki tarafında tam ortasında durduğunda Karadağ, "Ecrin'i gönder," dedi, sessizlik üzerimize çöktü.

 

Sanki benim hiç söz hakkım yokmuş gibi ve hayatımın değersiz bir çöp yığınıymış gibi olduğunu hissettiren davranışları sinirlerimi bozarken, ters bir ifadeyle bileğimi geriye çekip usulca ortaya doğru yürümeye başladım. Ancak Kıraç saniyesinde beni belimden kavrayarak sertçe kendine çekip, "Önce dosya gelecek," dedi, nefesi saçlarımın arasında gezip ciğerlerimi yaktı.

 

Bunu neden yapıyordu? Karnıma dolanan kolu yüzünden nefeslerim göğsümü şişirirken, ellerimi elinin üzerine koyup, "Bırak beni," dedim tersçe. "Sana istediğini getireceğim."

 

Sinirle, "Senden istemedim," dedi, alayla güldüm.

 

"Ama benim karşılığımda istedin." Sırtımın yaslı olduğu göğsü sözlerim üzerine kasılırken, elini karnımdan iterek ona fırsat vermeden Sabri'ye doğru ilerledim. Neyseki alçılı bacağıma alışmıştım ve daha rahat yürüyebiliyordum.

 

Küçük adımlarla Sabri'nin karşısında dimdik durduğumda elimi uzatıp buz gibi bir sesle "Dosya," dedim, soğukkanlı duruşum karşısında gözlerini kısarak bana baktı. İki tarafında tam ortasında duruyorduk. Karşımda Karadağ arkamda ise Kıraç Keskin vardı. Her iki yolumda uçurumdu.

 

Sabri dosyayı elime verdiğinde her ne kadar içine bakmak istesem de, ona arkamı dönüp Kıraç'a doğru döndüm. Çatık kaşları, keskin gözleri, sert yüz hatları artık bana eskisi gibi gelmiyordu. Kendinden emin duruşu üzerime yıktığı tuğlaların ham maddesi olurken bir kaç adımla karşısında durarak tebessüm ettim. "Umarım beni karşına almana değecek kadar önemli şeylerdir bunlar Kıraç Keskin."

 

Elimdeki dosyayı alarak silahını beline yerleştirip, "Değecek," dedi, yutkunamadım. Sesi titrememiş, tereddüt bile etmemişti bunu söylerken.

 

Karaları gözlerimi bulduğunda, "Kendimi asla affetmeyecek olsam da, değecek küçük kelebek," dediğinde gözlerimin dolmaması için elimden geleni yaptım. Kalbim doldu.

 

Hayır, ona kanacak değildim. Öfkeli bir rüzgar saçlarımı geriye savururken, dik duruşumdan ödün vermeden sert yüzüne bakıp tebessüm ettim. "Kendini affet Kıraç. Çünkü benim nefretim sana yetecek."

 

En çok canım yandığında güçlü durmayı başarabilirdim. En çok herkes yıkılmamı isterken ayakta durabilirdim. Benim canım bu kadar yanarken kimse beni yıkamazdı. Acıya verenler bile. Hem, kendini bile bile ateşe atan insanı hiç kimse yakamazdı. Ben kendimi bu ateşe bile bile atmış bir insandım. Onların ateşi beni yakamazdı ki. Kalp ve akıl arasındaki bu savaşta beni piyon olarak görüyorlardı.

 

Onlara göre piyonlar oyunu kazanamazdı. Lakin piyonsuz da oyun oynanamazdı.

 

Ama anlayacaklardı, onlara gösterecektim. Piyon olarak gördükleri ben, onların kaybetmesi için elimden geleni yapacaktım.

 

Kıraç, sözlerim birer kurşunmuş gibi acıyla gözlerime baktığında, kendimi hiç bozmadan ona arkamı döndüm ve "Git artık," dedim usulca konuşarak. "Seni daha fazla görmek istemiyorum." Yalan, ama git. Git ki senden daha fazla nefret edebileyim.

 

Kıraç sertçe nefesini verip sessiz kaldığında, Karadağ eğlenen ifadesiyle gözlerime baktı. "Buraya gel annesinin kızı. Ait olduğun yer artık benim yanım."

 

Bakışlarım onu bulurken dediğini yapmak yerine Kıraç'a döndüm. "Git artık." Gitmesini iki nedenden dolayı istiyordum. Biri benim Karadağ'a boyun eğmek zorunda kalışımı görmemesi içindi diğeri ise adamların aniden ona saldırmaması. Eğer öyle bir şey olursa hiç düşünmeden bu uçurumdan atlar ve savaşı bitirirdim. Kıraç, o dosya ile buradan sağ salim gitmediği sürece Karadağ'a teslim olmayacaktım. Hayır, onu korumuyordum. Aksine, ondan intikam alan olmak için onu kendime saklıyordum. Henüz ölemez ve kaybedemezdi. Onu sonu ben olmadıkça, kimsenin onu yenmesine izin veremezdim.

 

Avını kimseye yedirmeyen bir avcı misali onu Karadağ'dan koruma çabam karşısında gözlerini kısarak bana bakıp, "Nefreti kalbine sokma," dedi üzerine doğru bir adım atarak, geriye çekilmedim. Anlamıştı, onun neden buradan gitmesini istemediğimi anlamıştı çünkü yeşillerimde ona karşı gizleyemediğim bir öfke vardı. Ama öfkenin yanında bir şey daha vardı ve o bunu göremiyordu. Hayal kırıklığı. Ben Kıraç Keskin'e karşı kırgındım, hem de hiç kimseye olmadığım kadar. Onun büyük bedeni küçük ama dik bedenimin üzerine gölge olurken kafasını hafifçe eğerek yüzümü izledi, izlemek yetmezmiş gibi baktı ama dokunmaya da cesaret edemedi. Yasaktım ona, farkındaydı. Sessizce, "Kalbine nefret yakışmıyor Kavin," dediğinde tek kaşımı usulca kaldırıp alayla güldüm.

 

"Nefretim kalbimde değil, aklımda." Kara gözlerine bakarak bende onun gibi kafamı sola eğip, beklemediği bir anda usulca yüzüne dokumdum, nefesini tutarak bana bakakaldı. Onun için önemsiz olsam da, üzerinde yok sayılmayacak olan bir etkim vardı. Bedeni, en ufak dokunuşlarıma bile tepkiliydi. Kasları küçük dokunuşum karşısında anında gerilirken usulca alnını ve de şakağını okşayıp, "Kalp ihaneti unutur, ama akıl asla unutmaz Kıraç," dedim elimi geriye çekerek. Ona dokunmak artık bana da yasaktı ve bu; yasakların en acısıydı. Ne yapmıştı bize? Nasıl acımamıştı? Hiç mi vicdanı sızlamamıştı o yalanları söylerken.

 

Kalbim acıyla kasılırken "Sana olan nefretimi aklıma kazıdım. Unutmamak için," dedim, aklım en acı şekilde kanadı. Ne olursa olsun bende açtığı bu yarayı unutmayacaktım, bunu bilmeliydi. İçim parçalanırken, "Sen de unutma Kıraç," dedim çaresizlik içinde. "Karşına aldığın kızda nasıl bir yara açtığını sen de unutma. Ben o yarayı nefretle beslerken sen de kendine iyi bak, olur mu? Çünkü ben ölmeyip sana gelirsem, ben de açtığın yaradan daha büyüğünü sen de açacağım." Bu bir yemindi, insan nefreti aklında besleyince kime düşman olacağını iyi bilirdi. Benim düşmanım Kıraç Keskin'di ve ona olan nefretim o kadar büyüttü ki, verdiğim yemin kan kokuyordu. Hayır, duygularımla değil, aklımla ona düşman olmuştum. Kalbimi susturmuş ve aklımı devreye sokmuştum, bu yoldan dönüş yoktu artık. Ben onun sadece düşmanı olurdum, dostu asla.

 

Sanki onu üstü kapalı bir şekilde tehdit etmemişim gibi gülerek bir tutam saçımı tutup, kulağımın arkasına attığında "Aç," dedi bunu delicesine ister gibi yeşillerime bakarak. "Ben senin ben de açtığın yaraları, gülüşlerinle süslerim."

 

Hayır, ona inanma.

 

Süslü kelimeler daima zihni bulanıklaştırır ve aklın yanlış yollara sapmasına neden olurdu. Ben süslü kelimelere kanacak noktayı çoktan geçmiş ve gerçeklerin eteklerine tutunmuştum. Ne Kıraç'ın ne de bir başkasının kurduğu süslü kelimelere kanacak değildim. İhaneti tatmış yeşillerim dümdüz bir ifadeyle karşımdaki adamın yüzünde gezinirken, kafamı sola çevirip "Git artık," dedim net bir ifadeyle. "Seninle fazladan geçirdiğim her bir saniye midemi bulandırıyor." Kalbimdeki acı kelimelere dökülüyordu ve garip bir şekilde bundan hiçbir rahatsızlık duymuyordum. Sırtıma saplanan hançer öyle güçlüydü ki, kelimelerimin yaralayıcılık dereceleri yetersiz geliyordu. Daha çok acıtmalıydım onu, bende açtığı yaranın daha büyüğünü açmalıydım göğsünde. "Sen korkak bir yalancısın Kıraç ve senin mumun artık söndü." Gözlerim onu buldu, karalarına baktım. "Yalancının mumuna güvenmem gerektiğini en güzel şekilde öğrendim. Şimdi git, ateş seni kolaylıkla yakmadan git."

 

Gitsin istiyordum çünkü ona kolay bir acı yaşatmak istememiyordum. Kaşları hafifçe çatılırken sinirli bir ses tonuyla, "Ne zamandan beridir mideni bulandırmaya başladım?" dediğinde, yüzümü buruşturarak Hakan Karadağ'a döndüm. Bana olan bakışlarında garip bir ifade vardı, sanki sözlerim karşısında şaşırmış gibi görünüyordu. Haklıydı, onun tanıdığı kızdan çok daha farklı biriydim ne de olsa.

 

"Onu gönder." Net sesim ve ifadem karşısında Karadağ'ın dudakları usulca kıvrılırken, bakışlarını küstahça Kıraç'a çevirdi. Onun onurunu kıracak bir emirdi bu, çünkü düşmanı tarafından buradan gönderilmek Kıraç Keskin'e fazlasıyla ağır gelirdi.

 

Karadağ adamlarına dönerek, "Yolu açın, Korgeneral'in oğlu babasının yanına gidecek," dediğinde adamlar alayla gülerek Kıraç'a yol açarken istemsizce ona baktım. Bu kadarını bende beklemiyordum ama hak etmediğini de söylemezdim. Öfkeli bakışları korumaların alaylı yüzleri üzerinde tek tek gezinirken en sonunda Karadağ'ı buldu ve dudaklarını usulca iki yana kıvırdı.

 

"Kazandığını sanmaya devam et Karadağ. Bu sahte zaferle mutluluğun tadını çıkar. Ne de olsa Albatros'tan kurtulmak için bana sığınacağın günler çok yakın."

 

Albatros, uluslararası suç örgütünden mi bahsediyordu? Gözlerim kuşkuyla kısılırken, Karadağ, "Belki de artık onlara güveniyorumdur Keskin," dedi, her ne kadar bir şey anlamasam da sözlerini aklıma kazıdım.

 

Kıraç alayla elindeki dosyayı işaret etti. "Eğer onlara güveniyorsan, bu iş senin için daha zor olacak. Ne de olsa ihanet eden birini kimse örgütte barındırmaz." Hakan Karadağ, bahsettiği Albatros örgütünde miydi yoksa sadece bir çalışan mıydı?

 

Anlamsızca her iki adama da baktığımda Karadağ kaşlarını çatarak bana döndü. "Buraya gel Ecrin!" Sinirlenmişti ve bu sadece Kıraç'ın basit bir kaç sözüyle gerçekleşmişti. Neydi bu? Karadağ kimden korkuyordu? Kıraç onu her defasında böyle tehdit ederken neden sözlerini gerçekleştirip sonunu getirmiyordu? Merak ediyordum, bu kilitli konuşmanın arkasında ne vardı? Bu imalar neyin yüzüydü? Bakışlarımı Kıraç'ın üzerinden çekerek Karadağ'a usulca ilerlemeye başladım. Yanında durduğum sırada Kıraç'a döndüğümde, Karadağ keyifle araya girdi.

 

"Takas bitti. İkimizde kendimiz için değerleri olanlarla buradan ayrılacağız."

 

Üstüne basa basa söylediği sözlerle Kıraç bana bakarken bakışlarımı ellerindeki dosyaya çevirdim, bakışlarını kaçırdı. O, kendisi için değerli olanı almıştı. Omuzlarını dik tutarak göğsünü şişirecek bir nefesi içine çekip, keskin karalarını yanımdaki adama dikti. Buz gibi bir sesle, "Çok yakında elindeki tüm değerli şeyleri alacağım," dediğinde göz ucuyla bana baktı ve usulca kafasını sola eğdi. "Özelikle bana ait olanları." Bunu neden bana bakarak söylemişti? Ağır bir kasvet üzerime düşerken Karadağ kaşlarını çatarak ona baktı ancak hiçbir şey diyemedi. Zafer bayrakları onun elinde olsa da Kıraç'ın sözleri sanki durumu tam tersine çevirmişti. Bir dakika. Karadağ, Kıraç Keskin'den korkuyor muydu? Gözlerim usulca kısılırken dikkatle ona baktım. Kahretsin! Gerçekten de ondan korkuyordu. Peki buna rağmen nasıl her defasında karşısına dikiliyordu ki? Bu cesareti nereden buluyordu?

 

Tamam, belki de arkasında biri vardı ya da güvendiği güçler. Aksi halde gözlerindeki korkuyla Kıraç'a diklenemezdi. Onun arkasındaki güç her neyse büyük ihtimalle Kıraç bunu biliyordu. Bu bilinmezlik artık can sıkıcı bir boyutta ulaşırken Kıraç usulca az önce ona açılan yolda güçlü adımlarıyla yürüdü ve arabasına binerek bana bir kez bile bakmadan burayı terk etti.

 

O da gitti. O da terk etti beni. Ve o an, ilk damla gözyaşım usulca döküldü gözlerimden.

 

Alışkındım ben, alışkındım terk edilmeye. Ama kaç terk ediliş daha sığacaktı şu kısacık ömrüme? Daha kaç kez terk edecekti beni güvendiğim her dal?

 

Bak, bu bir veda değil ama çok giden var.

 

Vedaları sevmezdim, lakin terk edişleri kaldırmakta yürek isterdi. Yüreğimde onca yara varken nasıl kaldıracaktım ben bunu? Biliyorum, benim yanım ölümdü bundan dolayı herkes benden gitmek isterdi ama gidişler neden terk edişti? Veda edemez miydi kimse bana? Hem vedalar neden sığmıyordu ki bu ömrüme? Daha çok ağlamak istedim, ama yapamadım.

 

Eğer ruhumun gücü olsaydı, o da terk ederdi beni.

 

Bundan dolayı kimseyi suçlamayacaktım. Ben kimsenin yanında kalmak isteyeceği bir insan değildim. Zarardım ben, varlığımda herkese dert olan büyük bir zarar. Boğazıma büyük bir yumru otururken yutkunmaya çalıştım lakin olmadı. Olmamakla birlikte boğazımı dikenli teller sardı ve nefes bile almaya gücüm yetmedi. Göğüs kafesimin içindeki kalbim o kadar acıyordu ki, bir kuşun kafesine çarparak kendini kan revan içinde bırakması gibiydi durumu. Sanki o parmaklıklara çarpıyor ve dışarıya uçmak için canını hiçe sayıyordu. Ama bilmiyordu, özgürlük sandığı yer ölümdü, bilmiyordu. Kalbin geri göğüs kafesinin içiydi, o halde neden deli gibi o adamı istiyordu? Geri gelmezdi o, asla geri gelmezdi. Zaten aklımda gelmesini istemezdi.

 

Aniden kolumda hissettim ellerle yönüm Karadağ'a dönerken, daha bakışlarım onu bulmadan yüzüme sert bir tokat yedim. Koca eli tenimde sızısı büyük bir delik açarken sertçe yere düştüğümde, hissettiğim acıyla ellerimdeki sızıyı umursamamaya çalıştım ve kafamı kaldırıp Karadağ'a baktım. Bir volkan ateşi vardı gözlerinde, beni yok etmek isteyen bir ateş. Kıraç'ın sözleri gururunu zedelemişti değil mi? Alayla güldüm.

 

"Yapabileceğinin en iyisi bu mu?" Hadi ama, o hayatımı cehenneme çeviren adamdı. Bir tokatla durmayacağını çok iyi biliyordum. Her yıl dönümünde gelen kartları okuyan Kıraç Keskin'de bunu bilmeliydi. Belki de biliyordu, ama umursamamıştı. Belki de doğum günümde öleceğimi düşündüğü için şimdilik göreceğim işkenceler ona basit geliyordu. Onun için önemli olan sadece nefes alıp vermemde önemli olabilirdi. Ya da umurunda dahi değildi. Bilemiyorum, ama yediğim bu tokattın hesabını bile ona soracaktım. Bu halde olmamın tek nedeni oydu. Ondan önce sadece ölecektim, ama şimdi acı çekerek öleceğim.

 

Karadağ bana bakarak alayla gülüp, "Neler yapabildiğimi en iyi sen biliyorsun," diyerek üzerime doğru bir adım attı. Üsten bakışları fazlasıyla rahatsız ederken, "On yedi yılı on yedi güne sığdıralım mı annesinin kızı?" dedi, buz tuttum.

 

On yedi yıllı on yedi güne sığdırmak...

 

Hayır! Buna dayanamazdım. Gözlerim yavaşça dolarken saçlarımı geriye atarak "Sakın!" diye bağırdım sesimi kontrol edemeyerek. "Sakın beni tehdit etme Karadağ!"

 

Sırıtarak, "Tehdit mi?" dediğinde gür bir kahkaha attı. "Ne tehditti? Ben olacakları söylüyorum." Net ifadesi karşısında dilim tutulurken Sabri'ye döndü. "Bıçağı ver, önce dersindeki çipten kurtulalım."

 

Gözlerim şok içinde açılırken hızla bileğimi arkama saklayıp, "Uzak dur benden sadist herif!" diyerek ayağa kalmaya çalıştım. Lakin alçıda olan bacağım yüzünden bu yeterince zorken üstüne aniden sol göğsüme aldığım sert tekmeyle inleyerek tekrardan yere düştüm. Tüm bunların sorumlusu hayatıma giren Kıraç Keskin yüzündendi! Her şey onun bir tek bana acımayan planı yüzündendi!

 

Gözlerimden dökülen yaşlarla, "Uzak dur benden!" diye bağırdığımda önümde eğilerek adamlarına döndü. "Tuttun şunu!"

 

Hayır, hayır! Deli gibi atan kalbimle geriye kaçmaya çalıştığım an sağıma Sabri soluma Kenan ve arkama tanımadığım bir adam geçtiğinde, Kemal bileğimi sertçe tutup önüme getirdi ve Karadağ'ın huzuruna sundu. Bunu gerçekten yapacaklardı. Kahretsin ki yapacaklardı! Gözlerimden dökülen yaşlarla debelenerek, "Bırak beni manyak herif!" dediğimde elindeki keskin bıçağı bileğime sürterek "Ağzını kapatın," dedi ve o an dudaklarımın üzerine bir el serildi. Arkamdaki adam yapmıştı bunu. O kadar sıkı tutuyorlardı ki, develenmelerim işe yaramıyordu. Kapana kısılmıştım.

 

Karadağ alayla bıçağı tenimdeki küçük çıkıntının üzerine sürterek bana bakıp, "İşte burada," dediğinde kafamı iki yana sallamaya çalıştım ancak çok sıkı tutuyorlardı. Hareket bile edemiyordum. Bu çaresizliğim karşısında güldü. "Merak etme, çok acıtmayacağım." Elimi, parmaklarımı kıracak derecede sıkı tutup bileğimi iyice ortaya çıkardığında, bir iblisin bakışları geçti gözlerinden. "Ya da acıtacağım. Sen karar ver."

 

Ağlayarak ona bakarken sadece saniyeler içinde bıçağın sivri ucunu tenime saplandığında, göğü inletecek şekilde acıyla haykırdım ama haykırışlarım içimde kayboldu. Oysa öyle bir haykırıştı ki bu, beni tutanlar bile bakışlarını bileğimden hızlıca çekmişti. Sanki onların da canı yanıyormuş gibi. Oysa onlarda bu günahın ortaklarıydı.

 

Bedenim korku ve acı yüzünden şiddetle titrerken Karadağ bıçağı hiç acımasam hareket ettirdiğinde bileğimden akan sıcak kan oluk oluk zemine düşmeye başladı ve meleklerin kanatlarına damladı. Cennet hiçbir zaman acıyı barındırmazdı içinde, ama cehennem acının yuvasıydı. Ben dünyada cehennemi yaşayacak ne yapmıştım? Hangi günahın bedelini ödüyordum? Tenimdeki lanet olası mikroçip yüzünden bileğimi deşen bıçak nihayet aradığını bulmuş gibi durduğunda, gözyaşları içinde bileğime baktım, içim kanadı.

 

Karadağ alayla yaşlı gözlerime bakıp, "Bu biraz acıtabilir," dediğinde, sanki hiç acıtmamış gibi daha büyük bir nefretle bıçağı hareket ettirdiğinde, yuvasındaki mikroçipi sökerek çıkardı ve o an dudaklarımın üzerinde örtülü olan el bile haykırışımı bastıramadı. Koca sema, haykırışımla titredi.

 

Siz hiç ölmek için ölümle savaştınız mı?

 

Ben savaştım, her defasında ölmek için ölümle savaştım ama hiçbir zaman kazanamadım.

 

Peki siz, siz hiç ölmediğiniz için kendinizden nefret ettiniz mi?

 

Ben ettim, bunca acıya rağmen hâlâ ölmediğim için kendimden çok kez nefret ettim.

 

Peki siz, siz hiç öldünüz mü?

 

Hayır, baştan alıyorum.

 

Peki siz, siz kaç kez öldünüz?

 

Ben o kadar çok ölmüştüm ki kendi içimde, artık sayamıyordum. Zihnim mezarlıklarımla doluydu ve bir mezarlık daha bugün zihnimde belirmişti, bugünün tarihiyle. Ben çocukken yaramazlık yapmayan, annesi dışında kimseye şımarmayan bir çocuktum. Tüm nazım annemeydi ama ondan sonra ne nazım kalmıştı ne de diğer duygularım. Sanki hislerim koparılıp alınmıştı kalbimden, silikleşmişti varlığım bu kirli dünyada. Bir bedenim kalmıştı, onu da çok görmüşler ve bir ölüm tarihi belirlemişlerdi bana. Şimdi o tarihe yaklaştıkça paramparça oluyordum. Her gün biraz daha ölüyordum. Biliyorum, doğduğum gün ölecektim ama o güne kadar kaç kez ölecektim bilmiyorum.

 

Bir insan kaç kez ölürdü?

 

Ölmek, sadece kalbin durmasından mı ibaretti?

 

Anne, ne olur kalk. Canım çok acıyor.

 

Bir yılan gibi kalbime sarılan acı beni avuturken hıçkırarak bileğimi saran kırmızı kana baygın gözlerle baktım. Bile bile bu kadar büyük bir yara açmıştı tenimde. On yedi yıllı on yedi güne sığdırıyordu. Onca acı on yedi güne nasıl sığacaktı? Ben onca acıya nasıl dayanacaktım? Gözlerimden akan yaşlarla debeleneyi bıraktığımda Karadağ'ın elleri arasındaki mikroçipe baktım, omuzlarım düştü. Keşke hiç takmasaydım o çipi tenime, keşke Duru'dan sonra çıkartsaydım. Ama hiç vaktim olmamıştı ki, hiç vaktim olmamıştı.

 

Karadağ bana bakarak gülüp elindeki çipi önüme attığında, kanlı toprağa düşen çipe bakarak gözlerimi yumdum. Her şey yeni başlıyordu. On yedi yıl on yedi güne sığdırılacaktı ve bu yıldızların bile şahit olmak istemeyeceği bir acıydı. Tüm gücüm bileğimdeki kanlarla birlikte bedenimi terk ederken, "Kızı bagaja koyun! Uzun bir yolculuk olacak!" diyen adamla kendimi karanlığa bıraktım ve bedenim usulca havalanırken son hissettiğim şeyin keskin bir kalp acısı olduğunu anladım. Kıraç Keskin benim kalbimin katiliydi.

 

 

 

🕯️

 

Hiçbir masal karakteri mutsuz sonu görmezdi çünkü onlara armağan edilen şey sonsuz bir mutluluktu. Lakin kitap karakterleri için aynı şey geçerli değildi, ya da dizi karakterleri içinde öyle. Onlarda tıpkı bizler gibi acılı sonlara ve ya da yarım kalan hikayelere mahkumdu. Belki aralarında mutlu olanlarla vardı ama gerçek hikayelerde mutluluk hiçbir zaman sonsuza dek sürmezdi. Çünkü mutluluk acının ardından gelirdi. Sonsuza kadar mutlu olma kavramına inanmıyordum, çünkü insanın mutluluğu yakalaması için önce acıdan geçmesi gerekirdi. Benim de öyle. Mutluluğu bulmam için öncelikle bu acılardan geçmem gerekiyordu, ama bu acılar ne zaman bitecekti ya da bitecek miydi bilmiyorum. Doğrusu yorulmuştum, çok fazla yorulmuştum.

 

Yine de son kez savaşacaktım. Egemen'den sonraki ilk ve son savaşımdı bu. Bana asla pes etmemem gerektiğini söylemişti, şimdi pes etmeyecektim. Onun için pes etmeyecektim. Parmak uçlarıma kadar hissettiğim sızı göz kapaklarımı zoraki bir şekilde açmama sebep olurken, gördüğüm zifiri karanlık karşısında gözlerimi sertçe ovdum. Bir dakika. Gözlerimi açmamış mıydım ben? O zaman bu karanlıkta neyin nesiydi?

 

Korku iliklerime kadar usulca sızarken sertçe yutkunup dizlerimin üzerine doğrularak elimi öne atıp, "Karadağ!" diye haykırdım öfkeyle. "Neredesin?! Çıkar beni buradan!" Önümde hiçbir şey yoktu. Neredeydim ben? Beni karanlıkta bırakmakla mı başlamıştı on yedi güne?

 

Gözlerimden dökülen yaşla ayaklandığımda, duyduğum zincir sesiyle bakışlarımı yere indirdim ama karanlık yüzünden hiçbir şey göremiyordum. Öfkeyle ayağımı çekiştirdiğimde bileğime bağlı olduğunu fark ettiğim zincirle yutkunup, "Buraya gel pislik herif!" diye haykırdım karanlığa doğru. "Beni on yedi gün boyunca karanlıkta bırakamazsın! Derhal buraya gel!" Saçlarımı çekiştirerek, "Allah belanı versin!" diye bağırdığımda geriye doğru adımlayarak gözyaşımı sertçe sildim. "Senden korkmuyorum! Duydun mu beni?! Senden korkuyorum!"

 

Sırtım duvara çarparken usulca kendimi yere bırakıp, zincirin bağlı olduğu bileğime dokundum. Acımıyordu ama bir yandan da çok acıyordu. Sadece tarifi zordu. Kafamı duvara yaslayarak kollarımı kendime sarıp, "Karanlık yok, bir mum ateşi yak ve karanlığı yok et," diye mırıldandım kendi kendime. "Karanlık yok Kavin. Karanlığı unut, bir mum ateşi yak ve karanlığı yok et." Gözlerimden dökülen yaşlarla gözlerimi sıkıca kapatıp aynı sözleri mırıldanmaya devam ettim. "Karanlık geçici Kavin, karanlıktan korkma, bir mum ateşi yak ve karanlığı yok et."

 

Keşke o kadar kolay olsaydı, keşke gözlerimin gördüğü karanlığı yok edebilseydim ama edemiyordum. Hıçkırarak, "Bir mum ateşi yak ve karanlığı yok et," diye mırıldandığımda sessizce ağlayıp kafamı öne eğdim ve geçip giden zamanı sabırla bekledim. Kaç saat geçmişti bilmiyorum, nerede olduğumu kimlerle olduğumu bile bilmiyordum. Onca zamana ve de bağırışlarıma rağmen kimse gelmemişti buraya. Bir oda da olduğumu anlamıştım lakin odanın büyüklüğünü tahmin edemiyordum çünkü gördüğüm tek şey zifiri bir karanlıktan başka hiçbir şey değildi. Üstelik artık ağlamaktan yorgun düşmüştüm. Şişmiş olduğuna emin olduğum gözlerimi açıp, "Karanlık yok olmuyor," diye mırıldandığımda sesim bana yabancı geldi. Boğazım yanıyordu, sanırım ateşimde vardı.

 

Üzerimde sadece siyah bir elbise olduğu için fazlasıyla üşüyordum ama önemli olan bu değildi. Önemli olan karanlıktı, dayanamıyordum. Gözlerim tekrardan dolarken boğazımdaki yumruyla, "Kıraç," diye mırıldandım kalbim paramparça oldu. Beni karanlık bir odaya kilitlemekte tehdit etmişti ve ben bugün onun yüzünden karanlık bir odadaydım. Belki o kendi elleriyle koymamıştı beni buraya ama sebebi oydu. Hıçkırarak, "Senden nefret ediyorum," dediğimde titreyen omuzlarıma yüzümü avuçladım. "Senden nefret ediyorum! Nefret ediyorum! Duyuyor musun beni?! Senden nefret ediyorum!"

 

Nasıl kanardım ona? Nasıl güvenirdim sözlerine? Hıçkırarak kafamı iki yana sallayıp acıyla inledim. Çok karanlıktı ve ben daha fazla dayanmak istemiyordum. "Ne olur çıkarın beni buradan!" Arkamdaki duvardan destek alarak zorlukla ayaklandım. "Karadağ! Yalvarırım çıkart beni! Ne istersen yaparım! Lütfen! Çok korkuyorum." Hıçkırıklar içinde iki büklüm olurken acıyla kasılan kalbimi tuttum. Canım çok yanıyordu. Annemi özlemiştim. Ne zaman ölecektim?

 

"Be-ben bunu hak edecek ne yaptım?" Sırtımı duvara yaslayarak akan gözyaşlarımla karanlığa baktım, içimdeki okyanus kurudu. "Yalvarırım bir şey söyleyin!" Yere düşüp dizlerimi kendime çektiğimde boğazımdaki yumruyu unutmaya çalıştım, olmadı. "Ben size ne yaptım da benden bu kadar çok nefret ediyorsunuz?" Bu iki adamın da bana düşman olma sebebi neydi? Ne yapmış olabilirdim ben onlara? Daha beş yaşında bir çocukken hangi günahı işlemiş olabilirdim? Hıçkırarak, "Çok yoruldum ben," diye mırıldandım dürüstçe. "Sizin acımasızlıklarınız beni çok yordu." Artık gücüm kalmamıştı.

 

Kafam öne düşerken gözyaşlarımı sertçe silip, "Sizden nefret ediyorum," diye mırıldandım acı içinde. İçimdeki korkuya öfke dolanıyordu ve buna mani olamıyordum. Doğrusu olmakta istemiyordum çünkü acıyı nefretle unutmak daha kolay geliyordu. "Sizden nefret ediyorum." Hayır, bu kadar kolay pes etmeyecektim. Canım yansa da, ölüm ruhuma dokunsa da intikam almadan pes etmeyecektim. Ne Hakan Karadağ bana yaptıklarının cezasını ödemeden ölecekti ne de Kıraç Keskin bu ihanetin bedelini ödemeden benden kurtulabilecekti. Şimdi güçsüz olabilirdim, lakin on yedinci günün sonunda buradan çıkarken kalbimdeki büyük nefretle çıkacaktım ve o nefret herkesin canını yakacaktı.

 

Düşündüm, nefreti ilk kez böyle çok düşündüm. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, zaman kavramı burada yok olmuş gibiydi. Artık sadece karanlığı izlediğim bir sürenin sonunda duyduğum cızırtılı seslerle kalbim ağzımda atarken toparlanıp karşımdaki karanlığa umutla baktım. Kilit sesi duduyuluyordu. Bir kaç saniye sonra üç kilidin ardından kapı açılırken, odaya dalan ışık hüzmeleriyle gözlerimi acıyla kısarak kapıya bakmaya devam ettim. Işık, her ne kadar gözlerimi acıtsa da, şu anda varlığı o kadar iyi gelmişti ki, bunu anlatmak mümkün değildi. Acı verse de ona bakmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Zaten insan acı duyduğundan kaçamazmış, ben ne karanlıktan kaçabiliyordum ne ışıktan ne de ondan... O, o benim en büyük acımdı.

 

Derin bir nefes nihayet ışığın varlığıyla ciğerlerime kavuşurken, gölgesinden tanıdığım adam duvardaki bir tuşa dokundu ve saniyeler içinde üzerimdeki floresan ışık cızırtıyla yanmaya başladı. Ancak o kadar sönüktü ki ışığı, sanki bilerek böyle yapılmış gibiydi. Yutkunarak karşımdaki adama baktığımda, Karadağ yüzündeki alayla karşıma geçerek henüz yeni fark ettiğim sandalyeye oturdu. O an istemsizce hapsedildiğim odaya baktım. Sadece bir sandalye, siyah perde ve eski bir petek vardı. Üstelik ayak bileğimdeki zincir o peteğe bağlıydı. Bakışlarım siyah perdenin asılı olduğu duvara kayarken onun ardındaki pencereyi görememek içimi büyük bir sancıyla sızlattı, sesim çıkmadı. Eğer ayağımda bu zincir olmasaydı o perdeyi açıp güneşin odaya girmesini sağlayabilirdim lakin duvar bana fazla uzaktı ve zincirde hareket etmem için fazla kısa.

 

Her şey beni delirtecek şekildeydi. Işık vardı ama fazla sönük bir şekilde . Pencerede vardı ama asla yetişemeyeceğim kadar uzaklıkta. Anlaşılan Karadağ'ın psikolojik şiddeti başlamıştı. Bakışlarım onu bulurken kafamı yana eğerek alayla güldüm. "Dejavu mu yaşıyoruz?" Etrafa bakıp güldüm. "Ama bu kez katilin kartı da açık." Bakışlarım onu bulurken çatılan kaşlarına bakıp, "Ah, kusura bakma," diyerek sahte bir mahcubiyetle yüzümü buruşturdum. "Yoksa sen sana katil denmesinden hoşlanmıyor musun?"

 

Usulca ayağa kalkıp üzerindeki ceketi çıkardığında, siyah gömleğinin kollarını katlayarak, "Bilakis," diyerek bir kaç adım yakınıma gelip durdu. Ellerini ceplerine atarak, "Fazlasıya hoşuma gidiyor," dediğinde üzerime doğru eğilerek, yüzüme düşmüş bir tutam saçı parmağına dolayarak geriye attı. "Ama senin henüz kavrayamadığın bir kart var." Geriye çekilip sandalyeye doğru ilerlediğinde kaşlarımı çattım.

 

"Benim kelebek kartımdan bahsediyorsan endişe etme. Fazlasıyla kavradım." Düştüğüm durum yüzünden bir kelebek kadar ömrümün kaldığını çok iyi biliyordum.

 

Karadağ omzumun üzerinden bana dönerek güldü. "Hayır, yalancının kartından bahsediyorum." Kıraç Keskin. Yalancı kartı ona aitti.

 

Boğazımı temizleyerek, "Açık konuş Karadağ," dediğimde, sandalyeye oturarak bacak bacak üstüne attı.

 

"Sana avutulduğun yalanların gerçek yüzlerini anlatacağım. Ama sıkılmadan, on yedi güne sığdırarak." Onun bana karşı en büyük kozu, beni bilinmezlikte bırakmaktı.

 

Derin bir nefes vererek arkamdaki duvara yaslandım. "Anlattıklarına neden inanayım ki? Sen de en az onlar kadar yalancısın."

 

Gözlerinde alaylı bir ifade gezinirken bana baktı. "Ben gizlerim. Benim yalancı olmadığımı iyi biliyorsun küçük kelebek." Haklıydı, ama yine de bunu bilmesine gerek yoktu.

 

Sessiz kaldığım sırada arkasına yaslanarak, "Evet," dedi bir hikaye anlatır gibi rahatça bana bakarken. "Onlar hayatına nasıl girmişlerdi?" Düşünür gibi yaparak, "Ha hatırladım!" dediğinde yapay tepkisi karşısında gözlerimi devirdim. "Yağmur, son yıl dönümünde gelmişti hayatına." Bunu söylerken alayla güldü. "Hadi ama! Hamile bir kadın o gece bara içemeye geliyor ve saçma sapan bir hikaye uyduruyor sana! İşin komik tarafı ise sen o hikayeye inanıyorsun."

 

Ne demek istiyordu? Kaşlarım istemsizce çatılırken, "Boşanma evrakları ile karşı karşıya gelen, üstelik hamile olduğunu öğrenen bir kadının mantıklı davranmasını bekleyemezsin!" dediğimde beni onaylayarak kafasını olumlu anlamda salladı.

 

"Kıraç Keskin zeki bir adam, mantık aranmayacak bir duygusallığı önüne atmış ve sende bunu yemişsin. Gerçi senin suçun değil, o herif insanları analiz edip ona göre oynar."

 

"Anlamıyorum! Konuya gir artık!"

 

"Sakin ol," diyerek cebinden bir sigara paketi çıkarıp bir dalı usulca yaktı. "Yağmur sana hamile olduğunu söyledi değil mi?"

 

"Evet," dediğimde sigarasından bir nefes çekti.

 

"Ona yardım etmen için söylenmiş basit bir yalan."

 

Sertçe yutkundum. "Asıl yalan söyleyen sensin! Sen bir katilsin!" Ayağa kalktım. "Sana nasıl inanmamı beklersin ki?! Sen Yağmur'un bebeğinin katilisin! Kendi günahı örtmek için ona iftira atmayı kes!"

 

Gözlerini kısarak öfkeli halime bakıp yüzünü buruşturdu. "Bağırmayı kes annesinin kızı. Aç gözlerini, Yağmur hayatına girdi ve tam benim sana saldıracağım saate kadar yanında kaldı. Sonra sen gözlerini açtın ve Kıraç Keskin'in evindesin! Sence tüm bunlar tesadüf mü?"

 

Hayır, yalan söylüyordu. Gözlerim dolarken "Ama," dediğimde beni böldü.

 

"Onlar öncesinden hayatına girmek için o günü beklediler çünkü bir sebepleri olmalıydı. Kıraç eminim sana gece olanları sormuştur. Hatta seni korumak için yanında tuttuğunu falan da." Haklıydı, bunları söylemişti. Beni bunlara dayanarak zorla yanında tutmuştu.

 

Sol gözümden bir damla yaş akarken Karadağ o yaşı büyük bir keyifle izledi. "Yağmur'un hamile olduğu yalanı o saatte kadar yan yana olmanız içindi, çünkü sen hamile bir kadını o saatte sokakta bırakmazdın. Seni büyük bir zevkle silahların önüne attığım zamanda ise Kıraç Keskin geldi. Ama en başından beridir zaten oradaydı. Sadece sana saldıracağım zamanı bekledi. Çünkü o zamanı görürse seni sorgulama hakkı olacağını düşündü." Nasıl yani? Ben acıyla saniyeleri sayarken o en başından beri orada mı duruyordu? Beni açık hedef haline getirmişti, eğer eve gitseydim kurşunlar o kadar yakınımdan geçmezdi ama dışarıdaydım ve kurşunların rüzgarı delen sesini bile duymuştum.

 

Kalbim acıyla kasılırken Karadağ sigarasından bir duman daha çekti. "Evet, küçük kelebek. Her şey çok öncesinden tasarlanmıştı."

 

Hayır, Kıraç bana bu kadarını yapmış olamazdı. En başından beri her şeyi mi yalandı? Kaç hançer saplamıştı sırtıma? Benim bile fark etmediğim kaç yara açmıştı ruhuma? Kıraç Keskin bana ne yapmıştı böyle? İçim acırken kafamı iki yama salladım. "Hayır! Sen bize saldırdın! Yağmur bebeğini senin yüzünden kaybetti!"

 

Güldü. "Korgeneral'in oğlu İstihbarat Teşkilatında çalışan başarlı bir asker. Hadi ama Ecrin, kıdemli bir üsteğmenin evini hiç kimse öyle kolaylıkla tarayamaz." Nefesimi tutum, ellerimin soğukluğu kalbime sızdı.

 

"O, o bir asker mi?"

 

Karadağ içine çektiği sigara dumanını usulca üflerken kafasını olumlu anlamda salladı. "O bir istihbarat askeri ve bu görevi başarılı olursa, belki de yüzbaşı ünvanını erkenden alacak kadar başarılı bir asker." Gözlerim dolarken arkamdaki duvara yaslanarak usulca kendimi yere bıraktım. Her yalan bundan dolayı mıydı? Bana rütbesi için mi ihanet etmişti? Peki o, o kutsal rütbeyi hak ediyor muydu?

 

Sol gözümden akan yaş boynuma doğru ince bir yol alırken, "O saldırı benim tarafımdan yapılmadı," dedi, ona baktım. Söylediklerine inanmak istemiyordum ama düşündükçe o kadar mantıklı geliyordu ki, inanmamak mümkün değildi. "Ecrin, Kıraç'ın seni yanında tutmak için yeni bir nedene ihtiyacı vardı ve o da mantığa yer olmayan intikam duygusuydu." Gözyaşlarım usulca akarken kafamı öne eğdim, daha fazlasını kaldırabilir miydim bilmiyorum. Ben kendimi suçlarken, vicdan azabından ölürken her şeyin aslında bir yalan olduğunu öğreniyordum. Gerçekten değer miydi peki? Bu kadar oyunun oynanmasına değer miydi?

 

Karadağ güldü. "Hepiniz ateş hayatındayken ne hikmetse bir tek Yağmur vuruldu ve de karnından." Ben bunu nasıl fark edememiştim? Hayır, benim suçum değildi. Kim böyle bir oyun oynardı ki? Bunu düşünmemiş olmam benim suçum değildi. Zihnimde kıyamet koparken Karadağ devam etti. "Senaryonun devamında Yağmur bebeğini kaybediyor ve Kıraç kız kardeşi için intikam istiyor." Gülerek kafasını iki yana salladı. "Ne hikaye ama! Kız kardeşinin kahramanı. Gerçi onlar öz kardeş bile değildi, değil mi?"

 

Kafamı hızla kaldırıp şok içinde Karadağ'a baktığımda o tepkim karşısında zaferle gülümsedi. "Aptal olma annesinin kızı. Yağmur bebeğini senin yüzünden kaybedecek ve sana karşı oldukça kibar olacak öyle mi?" İçimi karanlığa gömmem bir kahkaha attı. "Sadece vicdanınla oynadılar. Seni kendilerine çekmek için adice bir oyun oynadılar. Ve şu var. Yağmur'un sözde kocası bebeğinin ölüm haberini bile nasıl duymaz ki? Çok mu film izliyorsunuz siz?"

 

Yağmur'un kocası, iyi de ben onu hiç görmemiştim ki. Yoktu çünkü. Oysa görmediğim için boşandığını sanmıştım. İlk gün o evden kaçmaya çalışırken Tolga, Yağmur'un kocası Onur Kaya'yı depoda sakladıklarını ağzından kaçırmıştı. Ya da, kaçırmış gibi yapmıştı. Yalanlarının daha inandırıcı olması için. Kalbim acıyla kasılırken hızla göğüs kafesimi tuttum. Canım çok yanıyordu. Kıraç'ın bu kadar tehlikeli biri olduğunu bilmiyordum, o her bir detayı özenle hazırlayan bir dahi veya psikopattı. Karar veremiyordum. Hiç olmayan adamı bile var etmişti, sadece onlara inanmam için. Peki ben bu saatten sonra ona nasıl güvenirdim? Hiç kimse mi gerçek değildi?

 

Gözlerimden dökülen yaşlarla, "Daha kaç yalan var?" diye sordum başımı usulca kaldırıp Karadağ'a bakarak.

 

Gözleri üzerimde gezinirken kalbime baskı uyguladım elime bakarak ayakalandı. "Her şey baştan sona yalan annesinin kızı. Ama hikayeyi burada bırakalım." Sandalyenin arkasındaki ceketini alarak bana son bir bakış attı. "Şimdi anlattıklarımı iyi düşün. Bir saat sonra geri geleceğim ve on yedi yıllın her bir yıl dönümünü yaşamaya başlayacaksın. Bu arada, kalbini koru küçük kelebek, yirmi üçü görmeden ölemezsin."

 

Karadağ, bana arkasını dönerek ışığı kapatmadan odadan çıktığında, kilitlenen kapıyla dizlerimi kendime çektim ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Kıraç'ın yanında dökmediğim o gözyaşlarımı şimdi bu bir saatte dökecektim ve hiçbir telkin beni avutamayacaktı. Anne, bu nasıl bir acı?Yalanlar şeytanın dilinden dökülmüş, onun kara kalbine sığınmıştı. Ben kendimi nasıl toparlayacaktım? Uzun zaman sonra ilk kez birine güvenmişken, o üzerime yıkılan enkazın altından nasıl kalkacaktım? O kadar yorulmuştum ki, artık düşünmek bile acı veriyordu. Anne, ben yeniden nasıl inanacaktım? Hayır, ona değil ama ben kendime bile artık inanamazdım ki. Hem, nasıl inanacaktım? Gözlerimin kör olduğu yalanlara kanarken bir daha aynı hataya düşmemek için kendime nasıl güvenecektim? O, benim kendime olan güvenimi dahi paramparça etmişti. O, beni yok etmişti.

 

Ellerimdeki çiçekler, zihnimdeki ölüler.

 

Artık ikisi de toprağa aitti. Ama üstüne değil, altına.

Loading...
0%