Yeni Üyelik
16.
Bölüm

15. Bölüm “On Yedi Gün.”

@leylayesilgoz

ÖLÜME SEN KALA

 

15. BÖLÜM

 

"ON YEDİ GÜN."

 

"Bir mum yak bu gece, değmesin ateş ellerimize."

 

🕯️

 

 

Ahşap bir kulübe evinde olmalıydım, arkamdaki duvar ve üzerinde bulunduğum zeminden dolayı bunu anlamak zor olmamıştı. Attığım her adımda gıcırdayan tahtaların sesi, loş karanlıkta duyulan canavarların sesine benziyordu. Bir dağ evindeydim belki de, on yedi yılı on yedi güne sığdırmak için seçilmiş harika bir mekan. Kaçıncı yıl dönümüydü hatırlamıyorum, ya da belki de hatırlamak istemiyorum. Karadağ, beni kaçırıp bir ormanın içindeki ahşap kulübede esir tutmuştu ve bügünde aynı şeyi yaptığına adım kadar emindim. Ne de olsa on yedi yıllı on yedi güne sığdırmak için her bir yıl dönümünü hatırlatacak şeyler yapmalıydı ve o buna başlamıştı bile. Emindim, gözden uzak bir ormanda, küçük bir ahşap evin içindeydim. Lakin şimdi beni kurtaracak bir Egemen yoktu, artık hiç kimse yoktu.

 

Yalnızlık bana verilen en büyük karmaşalardan biriydi. İyi miydi kötü mü karar veremiyorum. Yanımda olan herkesi ölüme ittiğim için yalnızlığı bazen ödül olarak görüyordum ama bu yalnızlıkta çektiğim acılar bana cezadan başka bir şeyde değildi. Öyle bir karmaşanın içerisindeydim ki, kararlarım bile net alamıyordu. Gerçi artık tek başınaydım, kimsem kalmamıştı ve ben yalnızlığı kendi yararıma kullanabilirdim. Gözlerim oda da öylece gezinirken, bacağımdaki zincirin gerilmesiyle son adımlık sınır çizgimde öylece durarak karşımdaki perdeye boş gözlerle baktım. Yaklaşık bir saat dolmak üzereydi ve Hakan Karadağ her an gelebilirdi. Az önce ağlamayı kesmiş ve onun karşısında güçlü durmak için ayaklanmıştım lakin bacağımdaki alçı ve bileğimde ki zincir ile bu gerçekten de zordu.

 

Cılız bir nefes alarak tekrardan yerime döndüğümde bıçakla deşilmiş bileğime bakıp yüzümü buruşturdum. Kabuk tutacak gibi görünmüyordu. Açık bir yaraydı, etrafı kanımla kurumuş ve acı veren açık bir yara. Deşilmiş kısımı öyle çok derin değildi ama derimin alta kalan kırmızılığını açıkça gösteriyor ve aslında yaranın çokta hafif olmadığını sessizce haykırıyordu. Ancak şu anda ne onu sarabilirdim ne de acısına boyun eğip gözyaşlarıma mahkum olabilirdim. Yüreğimde ki yara hâlâ kanıyorken, bu bıçak kesiğini umursayacak değildim. Bileğimi usulca boşluğa düşürüp cılız bir nefes alarak kafamı tavana diktim, zihnimde hâlâ Karadağ'ın anlattıkları dolanıyordu. Haklıydı, Kıraç ve diğerleri yalancıydı.

 

Onlara olan nefretim her geçen saniye büyüyordu ve bu artık aklımdan taşmaya başlamıştı. Nefret, nefret ne kadar da güçlü bir duyguydu. Kalbimi kararttığını hissediyordum, sanki şeytanın gölgesi düşmüştü üzerime. Nefretle beslenen her zihin, acı çekmeye mahkumdur. Zihnimde acı vardı, nefret sadece hedefini değil, büyüdüğü saksıyı bile yok edecek kadar güçlüydü. Şayet böyle olmasa, kötü bir duygu demezlerdi nefrete, ama benim bu kötü duyguya her zamankinden daha çok ihtiyacım vardı. Hem acımı bastırmak için hem de hak edene hak ettiğini vermek için.

 

Kulaklarıma ulaşan cızırtılı seslerle bakışlarım kapıyı bulurken, bir kaç saniye sonra açılan kapıyla içeriye önce Kenan girdi ardından Hakan Karadağ. Sanırım gecenin bir saatindeydik, burada ne kadar kaldığımı bilmiyordum ama henüz bir gün bile olmadığı ortadaydı. Oysa bana aylar geçmiş gibi geliyordu. Zaman, kalbimdeki acının içinde kırılırken karşımdaki iki adama dönerek cansız gözlerimi ona diktim. Üzerini değiştirip gelmişti, yüzünde ise yine o zafer gülüşleri vardı. Kırışıklarla dolu yüzü midemi bulandırırken kahve gözlerini bedenimde gezdirerek, "Bu siyah elbiseden kurtulman gerekiyor," dedi memnuniyetsiz bir tavırla. Sanki çok imkanım varmış gibi konuşması çileden çıkmama sebep olacaktı.

 

Ters bir ifadeyle ona baktığımda gülerek karşımdaki sandalyeye geçip oturdu. "Tamam, dert etme. Ben ayarlarım bir şeyler." Kenan, hemen arkasında ellerini birleştirerek dururken Karadağ "Eveeet," dedi alaylı ifadesinden ödün vermeden. "Karanlık bir dağ evinde olman dışında on yedi güne bir de geçmişten bir anı katalım değil mi?"

 

Kaşlarım istemsizce çatışırken omzunun üzerinden Kenan'a döndü. "Önce kamerayı getirin, sonra da Sabri'ye söyle, süprizimizi içeriye alsın." Kenan aldığı emirle hızla dışarıya çıkarken kollarımı göğsümde topladım.

 

"On yedi yılda kamera yoktu Karadağ. Ne o? Şiddetini filme mi alacağız?" Alayla güldüm. "Ama artı on sekiz levhasını koymayı unutma. Çoçuklarda travma olsun istemeyiz, değil mi?" Eğer güçlü durmazsam o daha mutlu olacaktı ve ben asla mutlu olmasına izin vermeyecektim. En azından elimden geldiği kadarıyla.

 

Karadağ, gür bir kahkaha atarak kafasını iki yana salladı. "Senin daha çocukken yaşadığın şeylerin başka çocuklarda sadece izleyerek travma olmasından mı endişe ediyorsun gerçekten?" Hayır, onu alaya almıştım ama eğer ciddiyse tabi ki de böyle bir şeyin gerçekleşmesini istemezdim. Kimse beni bu halde görmemeliydi.

 

Gözlerimi devirerek arkamdaki duvara yaslandım. "O zaman burada olmadığın her saniye beni mi izleyeceksin? Eserinle gurur duymak için falan." Saçlarımı geriye savurdum. "Saçma sapan hareketler. Sana hiç yakışmayan şeyler bunlar Karadağ."

 

Usulca arkasına yaslanıp dilini damağına vurdu. "Bir nevi seni izlemek için. Ama konumuz kamera değil küçük kelebek." Cebinden bu kez pro çıkardığında onu keyifle ateşleyip içine bir nefes çekti ve dumanı usulca tavana üfledi. Gri duman gözlerimdeki sise karışırken o görmeden cılız bir nefes aldım, ciğerlerime ulaşmasını umdum. Gözlerini kısarak bana bakıp, "Sana çok güzel bir hediyem var," dediğinde Kenan elindeki aparatlarla içeriye girdi.

 

Hemen karşımdaki duvara ayaklı bir kamera yerleştirdiğinde, kameranın üst düğmelerine bastı ve kırmızı bir ışık aydınlatarak kaydın başlamasına sebep oldu. Kaşlarım istemsizce çatılırken Karadağ Kenan'a baktı. "Sadece Ecrin'in bulunduğu duvarı kayda al. Perdeler ve kapı görünmesin." Kirli sesi üzerine "Öyle yaptım patron," diyen Kenan'la gözlerimi devirdim.

 

"Ee? Hediye nerede?"

 

Gülerek bana döndü. "Acele etme annesinin kızı, on yedi gün boyunca seninle olacak zaten." Neyden bahsediyordu bu? Anlamsızca ona baktığımda Kenan'a kafasıyla işaret verdi. "Sabri'ye söyle, hediyeyi getirsin." Gerilmiştim, neyden bahsettiğini bilmemek canımı fazlasıyla sıkıyordu. İstemsizce sol baş parmağımı deşmeye başladığımda Karadağ'ın bakışları ellerimi buldu, hızla ellerimi iki yana ayırdım. Bu hareketimin sebebinin korku olduğunu biliyordu.

 

Prosundan bir nefes daha çekerek, "Bazı şeyler hiç değişmiyor küçük kelebek," diye mırıldandı keyifle. "Hâlâ korktuğun zaman sol baş parmağını kaşıyorsun." İçine çektiği duman o konuşurken ağzından çıkarken sisin ardından gözlerini gözlerime dikti. "Senin acı çekerken verdiğin tüm tepkilerini ezbere biliyorum. Ellerini saklaman yersiz annesinin kızı, kalbindeki çığlıkları duyuyorum."

 

Bakışlarımı hızla kaçırdığımda haklı olmasına lanetler okuyarak göğsümü şişiren derin bir nefes aldım. Ona karşı güçlü durmam çok zordu çünkü dediği gibi tüm korkularımı ezbere bilen biriydi o. Bunun nedeni ise ortadaydı, korkularım onun yüzünden var olmuştu. Her bir korkumun mimarı ne yazık ki oydu.

 

Kavin.

 

Korkular zihnin boşluğunda can bulur. Oraya koyduğumuz her hayalet, aslında bizim eserimizdir.

 

Aslında korkuları yenmenin tek yolu beyni kontrol edebilmekten geçiyordu ama bu mümkün değildi. Korku güçlü bir duyguydu ve akıl, hiçbir zaman korkuyu yok edecek kadar güçlenmemişti. Güçlenemezdi de zaten, çünkü insanlar duygularıyla insan olurdu. Duygusuz insan kalpsiz bir robottan başka neye benzerdi ki? Gözlerimi usulca yumduğumda Karadağ keyifle "İşte geldi," diyerek omzunun üzerinden arkasına döndüğünde, bende bakışlarımı usulca kapıya çevirdim. Kenan ve Sabri kapının önünde yan yanaydı, ikisinin de yüzünde bu durumdan memnuniyet duyar gibi bir ifade vardı. Bakışlarım istemsizce Sabri'nin tuttuğu tasmayı bulurken, zincirin sonunda gördüğüm pitbull cinsi siyah köpekle buz kestim.

 

Ruhumun parmak uçlarımdan çekildiğini hissediyordum. Yüzümü görmüyordum ama bembeyaz kesildiğime yemin edebilirdim. Sanki içimde bir anda gök gürültüleri duyulmaya başlamıştı, fırtına vardı zihnimin anıları saklayan tarafında. Sessiz çığlıklar dökülüyordu, gözyaşlarıyla doluyordu kalbim, acıyla sızlıyordu yaralarım. Kalbim, o, kafesine deli gibi çarpan o kuşa dönmüştü bir kez daha. Dayanmıyordu sanki, haklıydı da, bende dayanamıyordum. Gözlerim hızla dolarken bir adım geriye kaçtığımda yutkunmaya çalıştım ama köpeğin öfkeli gözlerine bakarken bu olmadı. O yumru orada takılı kaldı ve bacaklarım şiddetle titremeye başladı. Sanki köpeğin tek bir hareketiyle yere serilecek bir bina gibiydim. Kolonları kesilmiş, depreme dayanıksız bir bina. Sol gözümden bir damla yaş koparken arkamdaki duvara tutundum ve kafamı acıyla iki yana salladım.

 

"Karadağ, yalvarırım beni onunla bırakma." Hayır, hayır bunu kaldıramazdım. Hayır henüz bir köpekle aynı sokakta kalacak kadar bile cesareti yıllarca bulamamıştım. Bunu yapamazdım, kalbim buna dayanmazdı.

 

Ellerim şiddetle titrerken Karadağ sırıtarak ayaklanıp, içler acısı halime keyifle baktı. "Ama ona köpek deme annesinin kızı. Alınırsa fazlasıyla saldırgan olur." Ağzında metal bir ağızlık vardı ve buna rağmen her an saldıracak gibi görünüyordu. Allah aşkına! Daha ne kadar saldırgan olabilirdi ki?!

 

Ağlayarak kafamı iki yana salladım. "Yapma! Hakan yalvarırım yapma!" Ona çocukken Hakan derdim, adıyla hitap etmemi severdi çünkü. Ama o benim Hakan'ım değildi, hiç olmamıştı.

 

Çaresiz sözlerim karşısında, "Senin tanıdığın Hakan çoktan öldü Ecrin," diyerek köpeği Sabri'den alarak tasmayı kendisi tuttu. Bakışları beni bulurken, "Artık Karadağ ile yüzleşme zamanı," dediğinde hıçkırarak beni izleyen köpeğe baktım.

 

"Beni onunla bırakamazsın! Bana bunu-"

 

Köpek bağırışımdan rahatsız olmuş olmalı ki hızla üzerime atıldığında çığlık atarak yere düşüp kollarımı kafama sardım. Yüzüm dizlerime gömülürken kendini küçüktebildiğim kadar küçültüm ve hıçkırarak ağlamaya devam ettim. "Yapma! Yalvarırım yapma!" Her bir bağırışımla köpek hareket ediyor ve bana saldırmak için öne atılıyordu.

 

Karadağ gülerek, "Kara'yı da peteğe bağlayın," dediğinde elimi dudaklarıma bastırarak ıslak gözlerimin ardından acıyla ona baktım. Benimle aynı yere bağlayacaklardı. Benim zincirim uzun olsa da aynı yerde olacaktık ve o şey bana her zaman üç adım kadar yakın olacaktı. Hıçkırmamak için elimle ağzımı iyice kapatırken Sabri tasmayı Karadağ'dan aldı ve peteğe ilerleyerek köpeği oraya bağladı. Ayağa kalkıp, "Kara, otur!" dediğinde aldığı emirle yere çöken köpeğe korkuyla baktım. Hiçbir şekilde dost canlısı görünmüyordu. O kadar fazla kası vardı ki, üzerime atlasa beni paramparça edeceği ortadaydı. Kesinlikle normal şartlarda büyütülen bir pitbulla benzemiyordu.

 

Karadağ karşıma geçip önümde diz çöktüğünde, "Bir kaç gündür aç bırakıldı," dedi gülerek. Sert bakışlarım onu bulurken keyifle elini saçlarıma uzattı ama ben korkuyla kafamı çevirdiğimde eli havada kaldı ve zaman üzerimizde kavruldu. Bana dokunmasını istemiyordum, ondan nefret ediyordum. Korkuyordum, bana yapacaklarından dolayı ondan deli gibi korkuyordum. Bu hareketim karşısında dudakları sinsice kıvrılırken, "İstediğim kıvama zamanla geleceksin," diyerek ayaklanıp Sabri ve Kenan'a döndü. "Çıkalım. Yarın ikinci gün olacak ve benim yaşatmam gereken çok fazla yıl dönümü var."

 

Her yıl dönümü bir gece yaşanmayacaktı, her yıl dönümü on yedi gün boyunca yaşanacaktı. Karanlıkta on yedi gün kalacaktım, bu köpek yanımda on yedi gün duracaktı ve yapacağı her şey on yedi günün sonuna kadar tekrar edip duracaktı. Çünkü on yedi yıl sadece bu şekilde on yedi güne sığardı.

 

On yedi güne sığan her acı, kalbe saplanan bir kurşundu.

 

Hiçbir on yedi bu kadar acıtmamıştı. Art arda sessizce dökülen yaşlarımla onlara baktığımda Karadağ odadan çıktı ve ardından diğer adamları da öyle. Kapıyı kilitleyip gittiklerinde bedenim deli gibi titrerken sessizce köpekten uzağa kayabildiğim kadar kaydım. Keskin gözleri en ufak hareketimle beni bulurken delici bakışlarına karşılık ağzımda atan kalbime ona sırtımı döndüm ve yüzümü dizlerime gömdüm. Hıçkırıklarım avuçlarımda kayboluyordu. Eğer onu görmezsem buradaki varlığını unuturdum, ya da hiç hareket etmezsem o beni unuturdu.

 

Sessizce ağlayıp küçülebildiğim kadar küçüldüm lakin sadece saniyeler içinde tepemdeki floresanın ışığı en düşük parlaklığa düştü ve korku tepemden aşağıya döküldü. Hızla kafamı kaldırıp ışığa baktığımda hıçkırarak, "Anne," diye mırıldandım acıyla. "Anne, çok korkuyorum. Çok korkuyorum."

 

🕯️

 

Kimsesiz çocukların büyük korkuları olurdu. Çünkü kimse onları sarıp sarmalamaz, kötülüklerden korumazdı. Bundan dolayı kimsesiz her çocuğun büyük bir korkusu olurdu. Çünkü hayat onlara asla diğerlerine davrandığı gibi iyi davranmazdı. Benimde korkularım vardı, lakin benim korkularım İstanbul'dan bile daha büyüktü. İstanbul'un sokaklarındaki acılardan daha acı, gecesinden daha karanlıktı. Benim korkularım İstanbul gibiydi, kalabalık ve dertli. Ne onlarsız olurdum ne de onlarla. Benim korkularım İstanbul gibiydi, ama İstanbul'dan daha büyük.

 

Şimdi bir bir dökülüyordu gözlerimden yaşlar, engel olmak bir yana tutamıyordum bile onları. Dökülen her gözyaşıyla içimde bir ağaç yanıyordu, ama o gözyaşları tek bir ateşi bile söndürmeye yetmiyordu. Oysa her gözyaşıyla bir ağaç yanıyordu ve içimdeki orman artık yok olacak hale gelmişti. Sessiz iniltilerimi duyuyordum, gördüğüm sayısız kabustan dolayı hıçkırıklar içinde uyanmış ve ağlayarak sakinleşmeyi beklemiştim. Kara adı verilen köpek sesimi duymasın diye avuçlarımı ısırmış ve aldığım nefeslerde boğulmuştum. Omuzlarım deli gibi titriyordu, üşüyordum ama titremelerimin nedeni soğuk hava değil, korkularımdı. Hemen arkamda o vardı, hırıltıyla beni izliyordu. Gece gördüğüm her kabusta o da benimle uyanmış ve ayaklanarak bana doğru gelmeye çalışmıştı. Gelememişti, ben ona arkamı dönüp hıçkırarak ağlarken neyse ki o bana gelememişti.

 

Şimdi saatler geçmişti, gün burada değil ama dışarıda doğmuştu. Güneş bizi değil ama yeryüzünü aydınlatmıştı. Bize kalan ise fazlasıyla sönük ve sürekli titreyen bir floresan ışığıydı. Delirecek gibiydim, sürekli titreyen bu ışık beni delirtecek gibiydi. Sabaha kadar uyumamak için direnmiştim, çünkü mum olmadan uyumak imkansızdı ama her kabusla yorgunluktan bitap düşüp uykuya daldığımı anlamam da zor olmamıştı. Dayanamıyordum artık. Sanki iki el boynumu sıkıyor, içimdeki nefesle boğuyordu beni.

 

Soluk soluğa kalmıştım, kendimden kaçar gibi...

 

Artık nefes almaya bile gücüm yoktu. Kafam, usulca solumdaki duvara düşerken boşta kalan ellerim benden bağımsız yere düştü, cılız bir ses oda da yankılandı. Cansız bir insan gibiydim, ölmeye yakın ama bir o kadar da uzak. Dudaklarım arasından bir nefes koparken kısık gözlerime karşımdaki perdeye baktım, içim acıdı. Kıraç, o benim bu halde olduğumu görse yine de doğrularının peşinden gider miydi? Yine de beni ölüme iter miydi? Ne yapıyordu şu anda? Sıcacık evinde miydi? Karnı tok olmalıydı, ya da canını acıtacak bir yarası olmadığı için kolaylıkla hareket ediyor olmalıydı. Kazanmıştı, eminim ki hayatını istediği gibi yaşıyordu.

 

Ama ben ölüyordum. Onun yüzünden ölüyordum. Bileğimdeki yara o kadar çok sızlıyordu ki, enfeksiyon kaptığını iyice yükselen ateşimden dolayı anlamıştım. Üstelik arkamda sürekli ayaklanıp hırlayan bir köpek vardı. O da acıkmış olmalıydı. Sol gözümden bir damla yaş dökülürken o yaşı buz gibi elimle ağırca silip, omzumun üzerinden korkuyla Kara'ya baktım. Sürekli haraket etmeye başlamıştı. Aldığım nefesleri bile duymasından korkuyordum. Bir kez daha nefesimi tuttuğumda önüme dönerek yorgunluk içinde gözlerimi kapattım ama duyduğum seslerle hızla açmak zorunda kaldım. Gelmişlerdi!

 

Gözlerim telaşla büyürken kapıya döndüğümde Kara'da pür dikkat oraya baktı ve tehlike sezer gibi hırladı. Ağzındaki metal ağızlık sayesinde içim biraz rahattı lakin her hırıltısı o rahatı yerle bir ediyordu. Acıyla duvara yaslanıp küçücük bir çocuk misalı köşemde durduğumda bir kaç adım sesinden sonra kapının kilit sesi duyulmaya başladı. Kara, aniden kapıya doğru havladığında irkilerek ellerimi kulaklarıma bastırıp gözlerimi sıkıca kapattım. Havlamasın, yalvarırım havlamasın. Kapalı olduğu halde gözlerimden düşen yaşlarla Kara daha çok havlamaya başlarken ellerimi kulaklarıma daha sert bastırdım ve sessizce kapıya baktım.

 

Nihayet kapı açıldığında Kenan, "Leş gibi havasız kalmış burası," diyerek içeriye girdi ve ışığın gücünü artırarak bana baktı. Ne görmeyi bekliyordu bilmiyorum ama gözleri beni bulduğunda şok içinde açılırken, elindeki siyah torbaları kenarıya bırakıp yanıma geldi. Önümde diz çökerek, "Hasta mısın?" dediğinde ona sessizce baktım.

 

Bunu soruyor muydu gerçekten? Ne halde olduğumu görmüyor muydu? Bakışları Kara'yı bulurken tekrardan bana dönerek, "Yüzün sararmış," dedi yüzünü buruşturarak. "Ondan bu kadar korktuğuna inanamıyorum." Onlar yüzünden bu kadar korkuttuğumu bilmiyormuş gibi konuşması canımı sıkıyordu.

 

Ellerim iki yanıma düşerken sol gözümden akan yaşla, "Nerede o?" diye sordum. Sesim tuhaftı, ağlamaktan olsa gerek kısılmıştı.

 

Kenan ayaklanarak torbalara doğru ilerlerken "Yolda, birazdan gelir" dedi rahatça. "Ama öncesinden sana kıyafet ve yiyecek gönderdi."

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken torbalardan birini önüme bıraktı. Tepemde bir zebani gibi dikilerek, "Kıyafetleri giymen için zinciri açıp kamerayı kapatacağım," dedi buz gibi sesiyle. "Yanlış bir hareket yaparsan Kara'nın ağızlığını çıkartırım." Tehditti karşısında yüreğim ağzımda atarken korkuyla Kara'ya baktım, nefesim kesildi. Hayır, asla ters bir şey yapmayacaktım. Zaten ne yapacak gücüm vardı ne de cesaretim. Bu bacakla buradan kaçamayacağımı çok iyi biliyordum.

 

Bakışlarımı kas kütlesi fazla olan köpekten çekerek Kenan'a döndüm. "Tamam."

 

İtaatkâr halime boş gözlerle bakarak cebinden bir anahtar çıkarıp önümde eğildi ve bileğimdeki kilidi açtı. Saniyeler içinde yere düşen zincirle bileğimdeki kızarıklık gözlerime çarparken orayı ovalayarak Kenan'a döndüm. "Önce tuvalete gidebilir miyim? İşimi hallettikten sonra orada da giyinebilirim."

 

Kaşlarını çatarak, "Olmaz," dediğinde hıçkırdım.

 

"Lütfen! Bu köpeğin yanında hareket edemiyorum. Yalvarırım kabul et. Kaçmayacağım ki! Yemin ederim kaçmayacağım!" Aniden omuzlarım sarsılarak ağlamaya başladığımda Kenan şok içinde bana bakarak nefesini verip kolumu tuttu.

 

Sinirle, "Tamam," dediğinde gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim. Beni sertçe ayağa kaldırıp yerdeki torbayı da kucağıma sertçe attığında ağzının içinde homurdandı. Sert tepkisi yüzünden sızlayan bedenimle yüzümü buruşturdum. Uzun zaman sonra ilk kez hareket etmek canımı yakmıştı. Kenan tersçe yüzüme bakıp belinden silahını çıkartarak karnıma yasladığında, "Önden yürü," dedi.

 

Gözlerim şok içinde açılırken nefesimi tutarak silaha baktım. İttirerek, "Hadi!" dediğinde Kara'nın da havlamasıyla kucağımdaki torbayla ilerlemeye başladım. Adımlarım küçük ve güçsüzdü. Sesizce odadan çıktığımda "Sola dön," dedi, dediğini yaptım. Küçük bir kulübedeydik ve çok fazla oda yoktu. Hemen karşıdaki kapıya beni iterek, "Beş dakikan var," dediğinde ona bakarak kafamı olumlu anlamda salladım ve içeriye girdim. Küçük ve alaturka tarzı bir tuvaletti. Titreyen ellerimle önce üzerimdeki elbiseden kurtuldum ardından torbanın içindeki siyah tişört ve bol siyah eşofmanı giydim. Her ne kadar zorlansam da nihayet hazır olduğumda kendi elbisemi torbaya attım ve ellerimi yıkayarak tuvaletten çıktım. Kenan kapının önünde beni bekliyordu.

 

Bana bakarak, "Aferin, şimdi yürü," dediğinde gözlerimi devirerek önden yürümeye başladım. Bu kıyafetlerin içinde daha rahat olsam da kumaşlarının inceliği yüzünden üşüyordum. Tekrardan esir edildiğim odaya girdiğimde Kara'nın bana havlamasıyla istemsizce bir adım geriye kaçtım ve o an sırtıma değen silahın soğuk varlığını hissettim. Gözlerim kocaman acılırken kapının pervazına tutunduğumda ölüm sanki kulübenin dışına kadar geldi ama kapıyı çalmadan gitti. Nefesim genzimi yakıyordu. Kenan sertçe, "İlerle," dediğinde acıyla yüzümü buruşturup derin bir nefes almaya çalıştım. Çok zordu. Yine de küçük adımlarla ilerlemeye başladığımda zincirin önünde durdum ve Kenan'a döndüm.

 

"Bileğim çok acıyor. Kapı zaten kilitli, bunu bağlamasan olmaz mı?" Zincire olan bakışlarım içler acısıydı.

 

Kenan tersçe bana bakıp, "Oldu, bir de yatak serelim istersen?" dediğinde omuzlarımı yenilgi içinde düşürdüm. Tek istediğim şey köpekten en uzak köşeye gidebilmekti. Ama zincir yüzünden ne yazık ki uzaklaşamıyordum. Ne olurdu ki kabul etseydi, zaten her türlü bu oda da kalmayacak mıydım? Kenan homurdanarak, "Esir olduğunu unutma," dediğinde yeri gösterdi. "Otur şimdi." Nefesimi vererek dediğini yapıp yere oturduğumda zinciri tekrardan bileğime bağlayarak geriye çekildi. Elimdeki torbayı alıp diğer torbaların yanına gittiğinde bakışları Kara'yı buldu, yumuşadı.

 

"Oğlum, sana mama getirdim!" Kara, altın sözcük karşısında heyecanla havlayarak ona doğru ilerlemeye başlarken duvara sinip yok olmayı diledim ama mümkün değildi. Şimdi ona yemek vereceklerdi ve ağzılığı çıkaracaklardı. Peki sonradan geri takarlar mıydı? Gözlerim istemsizce Kara üzerinde gezinirken sertçe yutkundum. Ona bakmak bile korkutucuydu. Kenan, diğer paketlerden birini açarak içinden bir kap çıkardığında, dehşetle kapın içindeki çiğ etlere baktım. Kahretsin! Bu hayvana çiğ et mi veriyorlardı? Ama bu, bu onun daha çok vahşi olmasına sebep olurdu. Kenan sırıtarak, "Bekle oğlum," dedi alayla bana dönerek. "Patron gelmeden olmaz." Ne demekti şimdi bu? Kaşlarım istemsizce çatılırken kabı tekrardan pakete koyduğunda Kara öfkeyle havlamaya başladı, sesi oramdan yayıldı. Adeta peteği yerinden sökmek istercesine debelenen hayvanla yutkunarak Kenan'a döndüm.

 

"Kafayı mı yedin sen?! Ona istediğini ver hemen!" Kara öfkeyle hırlarken korkuyla Kenan'a baktım. "Amacın ne senin?! Onu delirterek beni korkutmak mı?!" Öfkeyle ayaklandım. "Peteği sökecek yerinden! Lütfen yemesine izin ver!" Anlamıştım, köpeği çıldırtarak beni korkutmaya çalışıyordu ama Kara duracak gibi değildi. Gerçekten onu aç bırakmış olmalıydılar. Gözlerimdeki korku Kara'nın her bir hareketiyle büyürken adeta deliye dönen hayvanla ağlamaya başladım. "Kenan yapma! Yalvarırım yapma!"

 

Gözlerime sırıtarak bakıp, "Onu sakinleştirme işi sende," diyerek odadan çıktığında kapıyı ardından kapattı ve beni burada, Kara'yla bir başıma bıraktı.

 

Hayır, o torbalara yetişemezdim. Dehşete düşmüş bir şekilde olduğum yerde buz keserken Kara öne atıldı ve zincirin sesi tüm oda da yankılandı. Bazı sesler acı verici olurdu, bazı sesler kalbi parçalamaya yeterdi. Bu seste onlarda biriydi. Zihnimde bir kıymet koparken Kara'ya baktığımda onun torbaya olan arzusuyla geriye doğru bir adım attım. Belki de bu en büyük yanlışım oldu. Kara'nın tüm dikkati saniyeler içerisinde beni bulurken sanki o etleri benim ona vermemi ister gibi hızla bana atıldı. Ve o an dudaklarımdan öyle bir haykırış koptu ki, boğazımın kanadığını hissettim. Sanki yer yerinden oynadı ve ben şiddetle yere düştüm. Oysa yer oynamamıştı ama ben yere bir çuval gibi sertçe serilmiştim. Kalbim, acılar içinde binbir parçaya bölünürken bileğimdeki zincirin şiddetle gerilmesiyle ayağımın kopacağını sandım, ateş düştü içime.

 

Dudaklarımdan acı dolu bir çığlık koparken hıçkırarak ağlamaya başladığımda, iniltilerime Kara'nın havlamaları karıştı ve o an bu oda, en büyük acılardan birine ortak oldu. Ama biliyordum, bu daha başlangıçtı, on yedi yıl on yedi güne hakkıyla sığacaktı. Hıçkırlar içinde doğrulmaya çalıştığımda, omuzumun üzerinden hem bileğime hem de Kara'ya bakarak ağladım, kimse sesimi duymadı. Ya da duydular ama umursamadılar. Alçılı bacağım bile o kadar çok sızlıyordu ki, hiçbir gözyaşım acımı anlatmaya yetmezdi. Sızlayan ellerimi önüme katıp yüzümü kollarıma gömdüm ve hıçkırarak ağlamaya devam ettim. İçime akan bir zehir vardı, beni yok ediyor ve ruhumu söküyordu. Bitsin istiyordum, artık bu acı bitsin istiyordum.

 

Ben burada ne kadar ağladım, Kara kaç kez havladı bilmiyorum. Bir süre sonra korkudan bayılacak duruma gelmiştim. Usulca gözyaşları içerisinde doğrularak tekrardan duvara sindiğimde, Kara'yı duymamak için ellerimi kulaklarıma bastırdım ve her hırıltısıyla irkilmeme engel olamadım. Kıraç. O ne yapıyordu? Mutlu muydu sevdikleriyle? Beni kandırıp kazandığı için zaferini mi kutluyordu? Yoksa yine o çalışma odasında mıydı? Karnı tok, keyfi yerinde olmalıydı. Ama ben ölüyordum. Ben onun yüzünden ölüyordum.

 

Hıçkırarak ağzımı kapatıp kafamı duvara yasladığımda, "Anne," diye mırıldandım acı içinde. "Ben ona nasıl kandım?" Hıçkırarak sarsılan omuzlarımla ağlayıp çaresizlik içerisinde avuçlarıma baktım. Ellerimi tutarken hiç tepki vermemişti, ama en başından beridir bu da planın parçasıydı değil mi? Peki nereden öğrenmişti ellerim konusundaki hassasiyetimi? Neden her defasında tutmuştu ellerimi? Neden dans etmişti benimle? Hıçkırarak, "O beni mahvetti," diye mırıldandığımda içim parçalandı, bir günah cehennemden kopup kelebeğin kanatlarına asıldı. "Anne, o beni paramparça etti." Yüzümü avuçlayarak ağmaya devam ettiğimde artık Kara'nın hırıltılarını bile duymuyordum. İçimdeki acı o kadar büyüktü ki, beni kendine çekmişti.

 

Kaç saat ağlasam biterdi bu acı?

 

Onun ihanetini unutmak için ne kadar nefreti taşımalıydım kalbimde?

 

Artık nefes alamıyorum. Hayır! Gerçekten alamıyorum! Öksürerek boynumu tuttuğumda gözlerim acı içinde açıldı. Bir tür kriz geçiriyor olmalıydım, bu her yıl dönümünde olan bir şeydi. Sakin olmalıydım. Öksürerek duvara tutunup derin bir nefes almaya çalıştım lakin nefes yerine ateşi çekmiştim sanki içime. Gözlerim acıyla kısılırken tırnaklarımı boynuma saplayıp acıyı hissetmeye çalıştım. En azından bu şekilde kendime gelebilirdim ama acıyı hissetsem de, nefes alamıyordum. Olmuyordu!

 

Korkuyla duvardan destek alıp ayaklanmaya çalıştığımda, deli gibi titreyen bedenimle kapıya doğru ilerlemeye başladım. Yerde sürünen zincirin sesi dahi acı veriyordu. Ölecek gibi hissediyordum. Yüzümün şiştiğini hissettiğim bir anda gözlerim kocaman açılırken sadece saniyeler içinde karşımdaki kapı gürültüyle açıldı ve içeriye tüm heybetiyle HaKan Karadağ girdi. Katilim. Sanki saatlerdir buradaymış gibiydi, sanki kameradan beni izleyipte gelmiş gibiydi. Gözlerinin ardındaki telaşla bana baktığında tüm gücüm usulca bedenimden çekildi ve onun gözleri önünde yere düştüm.

 

Ama izin vermedi. Son anda bana yetişip beni kolları arasına aldığında hemen ardından gelen adamlarına bakıp, "Sakinleştiriciyi getirin!" diye gürledi. Artık her şey çok uzaktan geliyordu. Annemin sesini duyuyordum, küçükken anlattığı o hikayeleri anlatıyordu. Egemen'in sesi vardı zihnimde. Ölmeden önce söyledikleri, beni unutma deyişi. Oysa ben onu asla unutmazdım. Neden gitmişti ki? Tenime batan bir iğne hissettiğimde gözlerimi Duru'nun gülüşüyle kapattım ve acının esiri olmayı kabul ettim.

 

Acımı tarif etmek zordu ama, katilimin bile bana acıyacağı kadar yanmıştı canım.

 

 

🕯️

 

Uykudan uyanmanın binbir yolu vardır. Ben cezaevindeyken annemin öpücükleri ile uyanırdım, yetimhanede kızların sesleri ya da kabuslarla. Egemen'i tanıdıktan sonra kızlar beni uyandırır, o yakışıklı çocuk seni çağırıyor derlerdi. O yakışıklı çocuk Egemendi. Egemen'den sonra ise evime yerleşmiştim, orada çoğu zaman kabuslarla uyanmıştım. Sonra hayatıma ansızın sokağın ortasında abisinden şiddet gören Duru girmişti. Onu almıştım yanıma, bir hafta boyunca onun ağlayış sesleri ile uyanmış, zamanla ise şen kahkahaları ve öpücükleri ile uyanmaya alışmıştım. Ondan sonra ise nasıl uyandığımı hiç bilmiyordum. Her sabah, hiç uyanmak istemediğim yeni bir günü saklıyordu ardında. Her sabah, yeni acılara merhaba demek zorunda bırakıyordu beni.

 

Zihnimde nasıl bir karmaşa vardı bilmiyorum. Artık ona yetişemiyordum, o kadar fazla gürültü ve acı vardı ki, hangisine elimi uzatsam diğerleri üzerime üşüşüyordu. Toparlayamıyordum, onları artık toparlayamıyordum. Şimdi uykuyla gerçeklik arasında bir yerdeydim, bazı sesleri duyuyordum ama anlayamıyordum. Karadağ'ın sesi çınlıyordu kulaklarımda, bastıramıyordum. Şimdi ise ciğerlerimi yakan bir ateş vardı içimde, gözlerimi açmamı engeleyen, varlığımı paramparça etmek isteyen bir ateş. Garipti ama o ateşi sevmiştim, beni zihnimdeki karmaşalardan kurtarıyor diye. Oysa o da iyi niyetli değildi, farkındaydım ama yine de kabülümdü.

 

Zihnimdeki kara bulutlar yavaşça dağılmaya başlarken, bir kaç saniye sonra yüzüme aniden çarpan soğuk suyla çığlık atarak gözlerimi açıp şaşkınlık içinde karşımdaki üç adama baktım. Sabri elindeki bardakla sırıtarak bana bakıyor, Karadağ ve Kemal ise öylece beni izliyordu. Algılarım yavaşça yerine otururken boynuma doğru akan suyla ıslanmış saçlarımı elimin tersiyle itip alayla güldüm. Sinirlerim bozulmuştu. Sinirlerim ciddi anlamda çok bozulmuştu.

 

"Gerçekten acınası bir durumdasınız."

 

Kemal ve Sabri gururlarına dokunmuşum gibi kaşlarını çatarken, Karadağ alayla güldü. "Bunu söylerken kendi haline hiç bakmadın mı sen?" Bakışları ayağımdaki zinciri buldu, iğrenç bir şekilde sırıttı. "Bu odadan çıkacak gücün bile yok Ecrin. Asıl acınası durumda olan sensin."

 

Son sözlerinde haklı olsa da ona istediğini vermeyecektim. Gülerek sırtımı arkamdaki duvara yaslayıp kafamı yana eğerek kaşlarımı alayla yukarıya kaldırdım. "Bende bundan dolayı acınası halde olduğunuzu söyledim ya zaten Karadağ." Zincirli ayağımı onlara doğru uzatıp dik dik beni izleyen adamlarına bakarak güldüm. "Baksana, ben bu haldeyken bile size boyun eğmiyorum. Beni öldüreceğini söylüyorsun ama doğum günüm gelmeden bunu yapamayacağın için en ufak baygınlığımda bile telaşa düşüyorsun."

 

Kaşlarını çatarak ayaklanıp en ters ifadesiyle bana baktı. "Seni şimdi öldürmemem acınası durumda olduğumu göstermez annesinin kızı. Üstelik senin, benim belirlediğim günde ölecek olmana olan inanışın asıl acınası kişinin kim olduğunu göstermeye yetiyor." İyi yerden vurmuştu.

 

Yine de kendisini savunuşu karşısında kahkaha atarak güldüm. "Hadi ama Karadağ. Benim hasta bir zihnim var ve sen bunu çok iyi biliyorsun." Ne sanıyordu ki, sözleri karşısında susacağımı mı? Hayır, yaralanıp kanasam da susmayacaktım. Saçlarımı geriye atıp yüzüne alayla baktım, bozulsa da beli etmedi. "Sen hasta bir kızı yenmeye çalışan aciz bir adamsın. Ama bir şey diyeyim mi?" Buz gibi gözlerine bakarak kafamı usulca yana eğdim. "Beni yenemeyeceksin Karadağ. Ne yaparsan yap, beni yenemeyeceksin. Buna asla izin vermeyeceğim."

 

Geriye doğru bir kaç adım atarak kahkaha atıp, kafasını iki yana salladı. "Ne yapacaksın? Beni yok etmek için yine Kıraç'ın kollarına mı koşacaksın? Ama Ecrin, seni bana bir dosya karşılığında veren zaten o değil miydi?"

 

Bir düğüm boğazıma otururken sertçe yutkundum. Bunu beklemiyordum, hayır, beklemediğim şey bana bu sözleri söylemesi değildi. Beklemediğim şey; bu sözlerin beni yaralamasıydı. Kıraç Keskin, o bendeki bir yaraydı. Tek bir kelimeyle bile kanayacak olan derin bir yara. Bakışlarım ağırlaşırken kendimi toparlamaya çalışarak Karadağ'ın gözlerine baktım. Alayla beni izliyordu, biliyordu çünkü canımı yaktığını, bundan dolayı mutluydu. Bana karşı olan zaferini kazanmıştı ya da o öyle sanıyordu. Çenemi dik tutup dudaklarımı ıslattım. "Ben Kıraç'ın hayatına girmedim Karadağ, o benim hayatıma girdi. Ondan yardım alacak değilim. Ayrıca seni yenmek için ona ihtiyacım yok." Hayır, hiç kimseye ihtiyacım yoktu benim.

 

Hem, bu savaşta tek tabanca olmak benim için daha iyi olacaktı. Ne de olsa kaybedecek hiçbir şeyimin olmaması beni durdurulamaz yapardı. İnsan ne için dururdu? Sevdiklerine zarar gelmesin diye. Ben bunca yıl bunun için durmuştum, Egemen'in ölümü bende öyle bir etki bırakmıştı ki, bir daha katili bulmayı dahi düşünmemiştim. Hayatıma Duru girince ise bu korkum giderek büyümüştü. Ama şimdi ikisi de yoktu, ikisi de annem gibi benden alınmıştı. Artık beni durduracak kimse yoktu çünkü artık sevdiğim, değer verdiğim biri kalmamıştı.

 

Karadağ gülerek bana baktı. "Sen bir savaşı kazanacak güçte değilsin annesinin kızı. Ben o gücü senden on yedi yıl boyunca parça parça aldım." Önümde diz çökerek kara gözlerini gözlerime dikti, zaferini kutladı. "Şimdi on yedi günde, kalbine sığınan o cesareti de alacağım ve sen, yine katilin gölgesinden korkan o beyaz kelebek olacaksın. Kanatların daha fazla yanmasın diye susacak, birilerini daha kanatlarına gömmemek için ölümü bekleyeceksin."

 

Gözlerindeki kararlılık karşısında kafamı duvara yaslayıp hafifçe gülümsedim. "Elinden geleni yap Karadağ. Beni burada yok et. Ama unutma, sen kelebeğin sadece kanatlarını yakabilirsin, ruhuna dokunamazsın. O cesareti ondan alamazsın." Hayır, alabilirdi. Yıllarca almıştı ama bu kez alamayacaktı. İzin vermeyecektim.

 

Karadağ kafasını iki yana sallayıp ayaklandı ve Sabri'yle Kenan'a döndü. "Kara'yı içeriye alın, yemekleri de getirin." Dakikalardır varlığından bir haber olduğum köpekle bakışlarım kaloriferi bulurken, cılız bir nefes alarak köpekten geriye kalan boşluğa öylece baktım. Ben bayılınca Kara'yı çıkarmış olmalıydılar ama şimdi yine geri getireceklerdi. Sabri ve Kenan odadan çıktıklarında bir kaç dakika sonra ellerindeki paketler ve Kara'yla birlikte odaya geri döndüler. Kenan, sürekli hareket eden huysuz köpeği tekrardan peteğe bağlarken Kara'yla çok kısa bir an göz göze geldik. Bakışları fazla ürkütücüydü, sanki önüne geleni yok etmekle proglamlanmış bir canavar gibiydi.

 

Bir kaç saniye bana bakıp aniden hırladığında irkilerek ellerimden destek alıp, bir kaç adımlık mesafeyi sürünerek hızla ondan uzaklaştım. Gözlerim kocaman açılmış, nefesim kesilmişti. Sanırım ne olursa olsun köpeklere karşı olan korkumu yenemeyecektim. Zaten bir pitbull ile yenmem de mümkün değildi.

 

Ani hareketimle Karadağ bana göz ucuyla bakıp sırıtarak Sabri'ye döndü. "Ecrin'in yemeğini getir." Kaşlarım istemsizce çatılırken ters bir ifadeyle onlara baktım. Sabri, elindeki kâğıt torbayı Karadağ'a teslim ederek geriye çekildi. İçimden bir ses o yemeğin hiçte iştah açıcı olmadığını söylüyordu ama acıkmıştım. En son Özgür ile mutfaktayken bir şeyler yemiştim ve acıkmıştım. Doğrusu dayanabilirdim, açlığa karşı direncim yüksekti ama yine de o pakete ne var merak ediyordum.

 

Karadağ elindeki paketle karşıma geçip tek dizinin üzerinde oturduğunda, gözlerindeki garip pırıltılarla paketten alüminyum folyoya sarılı bir şey çıkardı. Çatık kaşlarla elindeki şeye baktığımda onu önüme bırakarak ayaklandı. "Köfte ekmek."

 

Şaşkın bakışlarım onu bulurken sırıtarak ellerini ceplerine koydu. "Ne? O kadar hukukumuz var. Sana kuru ekmek yedirtecek değilim herhalde."

 

"Köfte ekmek yedirtecek de değilsin Karadağ."

 

Gülerek karşımdaki sandalyeye oturdu. "Haklısın. Bundan dolayı içinde zehir var zaten." Kaşlarım anında havalanırken güldü. "Altıncı yıl dönümünü yaşıyoruz bu gece. Sen zehirleneceksin, ama kan kusana kadar ben sana o panzehiri vermeyeceğim."

 

Bakışlarım önümdeki yiyeceği bulurken kafamı öne eğdim. Altıncı yıl dönümünde zehirlendiğim için altı gün boyunca hastanede kalmıştım. Egemen o zamanlar çok ağlamıştı bana, öleceğimi sanmıştı, çünkü normal olmayacak bir şekilde kan kusup durmuştum. Ciğerlerime kadar acımıştı canım, ama dayanmıştım. Egemen için dayanmıştım. Gözlerim istemsizce ıslanırken gözlerimi yumarak o gün gönderilen kartı düşündüm.

 

 

Tik tak, tik tak, zaman geçiyor bak.

 

İşte büyüyorsun özgürce, ama hâlâ soruyorsun neden diye. Sessizce ölmeyi bekle, ateş değmesin ciğerlerine.

 

6. Yıldönümü

 

 

Bu, açık bir tehditti. Annemin katilini öğrenmek istediğim zamanlarda vazgeçmem için aldığım tehditlerden biri daha. Ama vazgeçmemiştim, o gün ciğerlerimi kaybedecek duruma gelmeme rağmen vazgeçmemiştim çünkü Egemen her vazgeçişimde ellerimi tutmuş, güç vermişti. O gün nasıl vazgeçmediysem bugünde vazgeçmeyecektim. Bugün ellerimi tutan bir Egemen yoktu belki ama kalbimde nefreti olan bir adam vardı. O nefret bitmeden vazgeçmeyecektim.

 

Gözlerimi açarak önümdeki paketi alıp Karadağ'a baktım. "Benim bunu yiyeceğimi düşünüyor musun gerçekten?"

 

"Yemen için getirmedin annesinin kızı. On yedi gün boyunca hep gerireceğim, on yedi yılı on yedi günde yaşa diye." Gülerek arkasına yaslandı. "Elbet bir yerde açlığa karşı direncin kırılacak ve yiyeceksin. Kan kusma pahasına yiyeceksin beyaz kelebek. Daha ikinci gündeyiz, inan bana bir kaç gün sonra içindeki zehire rağmen o elindeki ekmeği afiyetle yiyeceksin."

 

Beni hiç tanımamıştı. Aniden ekmeği ona fırlattığımda, çenesine çarpan ekmekle canı acımış olmalı ki bir küfür savurarak ayaklandığında, "Ay özür dilerim," diye mırıldandım sahte bir mahcubiyetle. "Yüzüne nimet attım. Ama elimde de taş yoktu ki."

 

Öfkeyle bana baktığında Sabri ve Kenan'a döndüm. "Patronunuzu bir hastaneye götürün isterseniz. Kırık falan vardır maazallah." İkisi de ters bir ifadeyle bana bakarken Karadağ karşımda durarak ayağıyla alçılı bacağıma aniden bastığında, yüzümü buruşturarak dudaklarımı dişledim. Hayvan herif tüm gücünü veriyordu.

 

"Sıkıntı etme sen. Kırık yoktur." Sertçe bastırmaya devam ettiğinde dolan gözlerimi ona dikip alayla güldüm.

 

"Eminim yoktur. Hâlâ konuşabildiğine göre sert atamamışım demek ki."

 

Dişlerini birbirine bastırarak ayağını geriye çekip önümde oturdu. "Seninle bu tartışmayı yapmayacağım annesinin kızı. Sana Kıraç ve diğerleri hakkında bilmediklerini söyleyip gideceğim." Geriye çekilip tekrardan sandalyeye oturduğunda bacak bacak üstüne atarak bana baktı.

 

"Önce üsten geçelim. Kıraç ve Yağmur kardeş değildi, Yağmur hamile değildi. Her şey Kıraç'ın sekiz ay önce ele aldığı görevin basit bir plan aşamasıydı. Amaçları elimdeki dosyayı seninle takas etmekti ve bunun için on yedinci yıl dönümünü beklediler. Tabi bu süreçte Albatros'un bir kaç deposunu ve laboratuvarını buldular ama ele geçirmek gibi bir hata yapmadılar. Amaç, ana laboratuvarı bulmak."

 

Kaşlarım çatılırken, "Eveeet," dedi arkasına yaslanarak. "Buraya kadar her şeyi anladıysan devam ediyorum. Sinan ve Gökçe kuzen değil, Gökçe ve Kıraç'ta öyle. Bunlar sadece basit yalanlar. Sen ve Duru o evden çıkarken karşılaştığınız Öykü ve Tugay görevin saha kısmına sizi ikna etmek için sonradan dahil oldu, normalde arka planda duracaklardı. Ayrıca Öykü avukat değil, diğerleri gibi istihbaratta çalışan bir asker." Kavrayamadığım şeyler karşısında bana bakarak güldü. "Uçurumda korumalarımdan birinin boynunu zincirle kırdı, bir avukat bunu yapar mı sence?" Yapmazdı, farkındaydım.

 

Ben sessiz kalınca Karadağ devam etti. "Sen Kıraç'ın evinden çok geç çıkıp evine gittiğinde eğer yanına Öykü'yü almasaydın şu anda Duru yaşıyor olurdu Ecrin. Öykü, Duru'nun ölümüne sebep olan son etkendi."

 

Kalbim acıyla kasılırken tırnaklarımı zemine geçirdim. "Öykü o gün bizle gelmeseydi bile sen Duru'yu öldürecektin Karadağ. Beni onlara karşı doldurmaya çalışma, ben onların ne olduğunu zaten biliyorum." Amacı onlara düşman olmamdı, ama ben onlarla hiç dost olmamıştım ki. Yalan söylüyordu, o Duru'yu zaten öldürecekti, Öykü işin bahanesiydi.

 

Karadağ attığı yemi yememem karşısında kaşlarını çatarak huysuzca bana baktı. "Arkadaşını o evden çıkmadın diye öldürdüm Ecrin. Kıraç seni zorla tuttu orada ve sen hâlâ onları mı savunuyorsun?"

 

Arkama yaslanarak derin bir nefes verdim. "Madem zorla tutulduğumu biliyordun, o halde neden sorgusuz sualsiz Duru'yu öldürdün? Madem her şeyin farkındaydın, o halde neden o evden çıkmama yardım etmek yerine Duru'yu öldürerek beni karşına aldın?" Hadi ama, kimi kandırıyordu? O Duru'yu zaten öldürecekti, benim canımı yakmak için bunu zaten yapacaktı. Kıraç ve diğerleri sebep olsa da bu işin bahanesiydi.

 

Karadağ alayla gülümseyip cebinden sigara paketini çıkartarak bir dalı usulca yaktı. "Zekisin. Her şeyi anlıyorsun ama bunu hiç beli etmiyorsun Ecrin. Bir mayın gibisin, üzerine bastıklarında sesin çıkmaz ama olurda ayaklarını çekerlerse, onları buna pişman edersin, değil mi?"

 

Bu mayın benzetmesini Kıraç'tan sonra ilk kez Karadağ'dan duyuyordum ve tuhaf şekilde onlara hak vermeye başlamıştım. Ben bir mayın gibiydim, sessiz ve sedasız. Üzerime bassalar bile sesim çıkmazdı ama olurda elime onları yok etmem için fırsat geçerse, bunu asla geri çevirmezdim. Evet, bekliyordum, sadece ayakların üzerimden çekilmesini bekliyordum.

 

Kafamı yana eğip bir psikopat gibi gülümsedim. "Neye bastığını iyi anlamışsın Karadağ. Kendi sonunu kendi ellerinde getirdin."

 

Sigarasından bir nefes çekerek gözlerini devirdi. "Sen değil bana, tırnağıma bile zarar veremeyecek kadar etkisiz bir mayınsın annesinin kızı. Kabul, zekisin ama zekanı kullanacak cesaretin yok."

 

Omuz silkerek arkama yaslandım. "Ben seninle cesaretim sayesinde savaşmayacağım ki. Kayıplarım sayesinde savaşacağım. Benim kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı Karadağ ve inan bana kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan insanların savaşmak için cesarete ihtiyacı olmaz." Kaşları çatıldığında dikkatle ona baktım. "Zeka mı? İnan bana onu kullanacak çok vaktim olacak. Ama sana karşı değil, çünkü seninle savaşırken zekaya ihtiyacım olmayacak."

 

Ağır hakaret etmişim gibi sigarasını yere fırlatıp aniden ayaklandığında, yüzünü kaplayan öfkeyle Sabri'ye döndü. "Getir şu telefonu! Bakalım Ecrin Hanımın övündüğü zekası Kıraç Keskin'in sözlerini önceden sezmiş mi?" Ben zekamı övmemiştim.

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken sessiz kaldığımda Sabri odadan çıktı ve bir kaç saniye sonra elindeki eski model telefonla odaya geri döndü. Telefonu Karadağ'a uzattığında Kara bir kez daha hırladı ama kimsenin bakışları ona kaymadı. Ben dışında. Ürkek bir şekilde, yerinde hareket edip duran köpeğe bakarak derin bir nefes alıp tekrardan karşımdaki adamlara döndüm. Kara'nın varlığını unutmam gerekiyordu, korktuğumu beli etmemeliydim.

 

Tüm dikkatimi Karadağ'a vererek alayla güldüm. "Haine ses kaydı almasını mı söyledin? Kaç gün öncesine ait? Yoksa Duru'yla mı ilgili? Hadi ama, bugün beni bununla mı vuracaksın yoksa Karadağ?"

 

Beni duymamış gibi yaparak karşıma geçip, ses kaydına kısa bir bakış attı. "Bu, sen intihar edip hastane odasında yatarken kayda alınmış bir ses kaydı." Sertçe yutkunduğumda güldü. "Hatırlıyor musun annesinin kızı? Uçurumdan atlamıştın ve bunu seni bana verenlerin hayatını kurtarmak için yapmıştın." Gözlerim istemsizce dolarken sertçe ona baktım, beni umursamadan kaydı gözlerimin içine bakarak başlattı.

 

İlk bir kaç saniye ses yoktu ama sonra aniden Kıraç'ın buz gibi sesi duyuldu. "Duygusal düşünmeyi bırakın!" dedi tüm ifadesizliğiyle. O an sesini duymak kalbinin paramparça ederken sol gözümden düşen yaşa engel olamadım. Sanki içimde bir yerlerde hâlâ ona ait bir şeyler vardı ve sesini duymak o şeyelerin yıkılmasına sebep olmuştu. Hayır, özlem değildi bu, ihanetin acı tadıydı.

 

Gölerimden akan yaşla telefona baktığımda devam etti. "Her biriniz profesyonel davranmak zorundasınız. En başından beri bu işe ne için girdiğinizi unutmayın." Sesinde fırtına öncesi sessizliği vardı, ama beni yıkan fırtına olmayacaktı çünkü ben bu sessizlikte çoktan yıkılmıştım. Ben o hastane odasında kendimi suçlarken, o dışarıda arkadaşlarına bunları mı söylemişti? Hiç mi önemi yoktu canımın? Profesyonel olmaktan bahsetmişti ya, hakkını vermişti. Bu işte fazla profesyonel olmuş, beni en güzel şekilde kandırmıştı.

 

Sözleri canımı daha ne kadar yakabilir bilmiyordum ama sesi bir kez daha odada yankılandığı sırada hıçkırarak ağlamak istedim. "Eğer ona karşı en ufak bir bağlılık hissettiğinizi bir kez daha duyarsam, kim olduğunuzu umursamadan sizi görevden alırım." Bağlılık, bana bağlılık duymalarını da mı yasaklamıştı? Peki ya o? Onun gözlerindeki o duygular? Onlar da mı oyunun bir parçasıydı? Kıraç Keskin baştan sona bir yalan mıydı?

 

Sol gözümden alan yaşı sildiğimde nefretle telefona baktım, öfkeli sesi kulaklarımda çınladı. "Ona karşı bir duygu beslemeyeceksiniz! Merhamet dahi duymayacaksınız!" Yemin ederim buradan kurtulduğum zaman bende ona merhamet beslemeyecektim. Kalbimi öyle acıtmıştı ki, ona daha acısını yaşatacaktım. O artık benim karşımdaki bir düşmandan ibaretti, sırtıma hançerini saplamış, ihaneti en güzel şekilde yaşatmış bir düşman ve ben o düşmana merhamet beslemeyecektim. Ne olursa olsun bana yaşattığının cezasını çekmeden ellerimi ondan çekmeyecektim.

 

Gözlerimden akan yaşlarla kafamı öne eğdiğimde kaydın bittiğini düşündüm, lakin bir kaç saniye sonra en acı sözler Kıraç'ın sesiyle göğe ulaştı, bulutları ağlattı. "Unutmayın, Ecrin Kavin Ulusoy sadece bir görev."

 

Unutmayın, Ecrin Kavin Ulusoy sadece bir görev.

 

Ona karşı bir duygu beslemeyeceksiniz! Merhamet dahi duymayacaksınız!

 

Unutmayın, Ecrin Kavin Ulusoy sadece bir görev.

 

Sadece bir görev miydim onun için? Onca yaşanan acıya rağmen sadece bir görev olarak mı görmüştü beni? Ama ya o bakışları? Söylediği kalp yumuşatan sözleri? Cesaret veren dokunuşları? Hepsi mi yalandı? Hepsi mi görev icabı bir profesyonellikten ibaretti? Yalancı olduğunu biliyordum ama baştan sona mı yalandı her şeyi? Kelebeğe ne kadar umut vermişti, farkında mıydı? Şimdi o umutlar kelebeğin kanatlarına saplanan kurşunlardan ibareti, ölümden başka hiçbir şey vermeyen kurşunlar. Oysa o kelebeğe, gel göğsüme sığın demiş bir adamdı, kanatlarımı sarmak isteyen bir adamdı. O da mı yalandı? O kadar gerçekçi dururken, o da mı aslında yalandı? Gözlerimi sıkıca kapatıp derin bir nefes aldım, olmadı.

 

İhanet, ödenen bir kefaret olmasa da, çekilen en ağır cezalardandı. Evet, bu bir kefaret değildi ama çok ağır bir cezaydı. Boynuma, şu yaşıma kadar çok fazla kefaret asılmıştı ama hiçbiri sırtıma saplanan ihanet kadar acıtmamıştı. Nedeni belki de beklemediğim bir yerden gelmesiydi. Ne de olsa ihanette en yakınlarımız tarafından uğrardık, beklemediğimiz kişiler bize ihanet ederdi. Bundan dolayı bu kadar acıtıyor olmalıydı, aksi halde bunun başka bir açıklaması olamazdı.

 

En çok güvendiğimiz isimlerin elindeki hançerler acıtırdı canımızı.

 

Kıraç Keskin. O canımı acıtmakla kalmamış beni yok etmişti. Tıpkı Hakan Karadağ gibi.

 

Kayıt tamamıyla bittiğinde gözlerimi açarak karşındaki adamın suratına baktım. Gözlerimde en ufak duygu belirtisi yoktu. Buz gibi bir sesle, "Onu da yok edeceğim," dediğimde sırıtarak geriye çekilip ayaklandı.

 

"Asıl düşmanın o Ecrin. Bunu asla unutma."

 

Kafamı yana eğip alayla güldüm. "O düşmanım olunca sen dostum olmuyorsun Karadağ. Kendine gel."

 

Sözlerim karşısında kahkaha atarak güldü. "Seni kışkırtmama hiç izin vermeyeceksin değil mi?" Buna zaten ihtiyacım yoktu. Cevap vermek yerine ona bir ifadeyle ona baktığımda telefonu cebine atarak Kenan ve Sabri'ye döndü. "Kenan, Kara'nın yemeğini çıkart. Sabri, sen de ağızlığını."

 

O an istemsizce bakışlarım Kara'yı bulurken Sabri ona doğru ilerleyerek ağzındaki ağızlığı çıkardı ve ben hızla kayabildiğim kadar sola kaydım. Kara o kadar hareketli bir köpekti ki, her an zincirinden kurtulup üzerime saldıracakmış gibi hissediyordum. Ondan uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştığım sırada bileğimdeki zincir sona geldiğimi anlatır gibi gerilmeye başladı. Daha fazla gidemezdim, keşke gidebilseydim ama bileğimdeki pranga yüzünden gidemezdim. Karşımda maskesiz duran köpek eskisinden daha da korkutucu gelmeye başlarken Karadağ bana kısa bir bakış atıp alayla güldü. Bilerek yapıyordu, ondan korkmadığımı ama bu köpekten deli gibi korktuğumu anladığı için bilerek yapıyordu. Kara, ağzından çıkan maskeyle şiddetle havlayarak Kenan'ın çıkardığı kaba baktığında sertçe yutkundum. Gerçekten acıkmış olmalıydı.

 

Ben köşemde sessizce dururken Kenan sırıtarak kabı Kara'nın önüne koymak yerine bana baktığında bir küfür savurmamak için kendimi zor tuttum. "Sakın! Sakın benim önüme koyma o şeyi!" Düşündüğüm şeyi yapmayacaklardı, değil mi?

 

Kahretsin! O lanet olası canavarı kışkırtmayı kesmeliydiler. Karadağ alayla gülüp, "Ortaya koyacağız," dediğinde Kenan kabın kapağını açarak eti bana yakın ama Kara'ya uzak bir noktaya koydu. Kara, boynundaki zincirden dolayı etine yetişemezdi, ama ben yetişebilirdim. Gözledim dehşet içinde açılırken kaba baktım.

 

"O canavara asla yaklaşmayacağım!" Hayır, havlayıp hırlasada ayaklanıp o kabı o canavarın önüne itmeyecektim.

 

Karadağ alayla gülerek "Sen bilirsin," dedi umursamaz bir tavırla. "Peteği kırıp eti yedikten sonra sana saldırırsa bana ağlama."

 

"Ne?" Gözlerim dehşetle açılırken alayla güldüm. "Saçmalayın! Ben bunu yapamam!" Korkudan her an ağlayabilirdim, kalbim yerinden çıkacak gibi hissediyordum. Karadağ, Kenan ve Kara'yı tutan Sabri'ye dönerek, "Çıkalım," dediğinde hızla duvardan destek alıp ayağa kalktım.

 

"Karadağ, ben o canavarı beslemem! Şu eti ona verin!" Beni umursamadan üçü de odadan çıktığında, havlayan köpekle "Allah belanızı versin!" diye bağırdım arkalarından. "Sizden bunun hesabını soracağım!" Kahretsin! Bu haldeyken neyin hesabını soracaktım?!

 

Kara havlayarak bana baktığında dolan gözlerimi ona çevirip, "Bana bakmayı kes artık!" diye haykırdım. "Seni beslemeyeceğim!" Delirmiş olmalıydım, belki de delirmiştim. Kara dişlerini gösterip hırlayarak havladığında olduğum yere çökerek duvara sığınıp küçülebildiğim kadar küçüldüm ve hıçkırarak ağlamaya başladım. Sinirlerim ciddi anlamda bozulmuştu. O canavarı asla beslemeyecektim.

 

🕯️

 

Mecburiyetler, insana asla yapmam dediği her şeyi yaptırırdı.

 

Kara o kadar çok havlayıp debelenmişti ki, petekten çıkan sesler yüzünden dehşete düşmüş ve mecburen ayaklanıp, et dolu kabı Kara'nın önüne itmiştim. O, fazlasıyla kaslı bir köpekti ve neredeyse peteği yerinden sökecek güce sahipti. Evet, kahrettsin ki bunu gerçekten yapabilecek güçteydi. Eğer o gıcırtıları duymasaydım, hiç bir gücün beni olduğum yerden kaldırmasına izin vermezdim. Lakin korkuya yenik düşmüştüm, bundan dolayı kalkmış ve asla beslemem dediğim canavarı kendi ellerimle beslemiştim. Tamam, sadece kabı ayağımla ona itmiştim ama bu bile benim için yeterince büyük bir adımdı. Çünkü o köpek normal bir köpek değildi, resmen bir canavardı. Gerçek bir canavar.

 

Ve ben bu köpekle tam yedi gün boyunca karanlık ve ahşap kulübede bir başıma kalmıştım. Evet, tam yedi gün olmuştu esaretimin duvardaki çentik izi. Belki dile kolaydı ama bu yedi gün benim için cehennemden farksız geçmişti. Ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide ölmüştüm. Meleklerin huzurunda yaşamak için fazla ölü, ölmek için ise fazla yaralı seçilmiştim. Ne ölüm kabul etmişti ruhumu, ne de hayat insaflı davranmıştı aciz bedenime. O ince çizgide yaralarımla ölmüştüm, anlamamıştı hiç kimse.

 

Yarası sarılmadan, gömülmeli insan. Ama ölmeden sarılmaz yarası derin olan.

 

Arafta sıkışıp kalmak ne demekti, iyi bilirdim. Zaten ben çoğu acı gerçeği küçük yaşta öğrenmiştim. Sadece ölmek ne demekti, onu bilmiyordum ama yakın zamanda öğreneceğim belliydi. Hissediyordum, az kalmıştı, çok az kalmıştı. Artık yaşamak ölümü istemekten daha ağır geliyordu.

 

Ciğerlerime sızan bilmem kaçıncı keskin nefes ile yüzümü buruşturup, peteğin yanında uyuyan köpeğe baktım. Ağızlığı dün yediği yemekten sonra Kenan tarafından takılmıştı. Yedi gün boyunca yemeği ben ve onum arasına konmuştu ve ben her defasında o et dolu kabı o canavara itmek zorunda kalmıştım. Ona alıştım diyemezdim çünkü ona alışmak kolay değildi. Fazla vahşi bir köpekti ve yedi gün boyunca burada durmaktan sıkıldığı o kara gözlerinden bile beli oluyordu.

 

Oysa o benim aksime şanslıydı. Her gece önüme konan zehirli yemeğe bakıp ağlayarak çıldıran benim aksime gayet şanslıydı. Artık midemin sırtıma yapıştığını hissediyordum. Günde içtiğim iki bardak su fazla yetersiz geliyordu üstelik üşüyordum. Bileğimdeki bıçak yarası enfeksiyon kaptığı için altımdaki pijamadan bir parça kesip orayı sarmıştım ama buna rağmen dört gün boyunca şiddetli ateşlenmeyi önleyememiştim. Şimdi ise iyi değildim, sadece acıya alıştığım için sesim çıkmıyordu. Oysa hep ağlıyordum, artık gözyaşlarımda yetmiyordu.

 

Bedenim duvarın dibinde öylece dururken ışığı tamamıyla sönmek üzere olan floresana bakıp, "Anne," diye mırıldandım sessizce. Ne zaman ölüme yakın hissetsem, beni karşılasın diye önce anneme seslenirdim sonra Egemen ve Duru'ya. "Toprak kabul etmez dikişsiz yarayı." Sol gözümden bir damla yaş akarken acıyla gülümsemeye çalıştım, olmadı. "Ama hayat diktirmez çürümüş yarayı." Çok yorulmuştum, bu halde olmaktan çok yorulmuştum. "Anne," dedim ağlamaktan kısılan sesimle. "Ben çok yoruldum. Artık dayanamıyorum." Ne toprağın altına aittim ne de üstüne. Peki benim yerim neresiydi? Bu koca dünyaya bir ben mi fazlaydım?

 

Ellerimde çiçekler, zihnimde ölüler. İkisi de aitse toprağa, hangisi kalmalı yukarıda?

 

Kanatları yanmış beyaz kelebek. Ölmüş ama ölmemiş. O, toprağın altına mı yoksa üstüne mi aitti?

 

Çiçekler, ölüler ve beyaz kelebek. Toprak ne zaman kabul edecekti bizi?

 

İnsan bazen kendini hiçbir yere sığdırmazdı ya, ben annem öldüğünden beridir hiçbir yere sığamıyordum. Sanki her yer bana yabancıydı, evim bile. Gözlerim ağırdan kapanmaya başlarken, duyduğum adım sesleri ile zoraki bir şekilde kapıya baktım. İkinci günden sonra Karadağ buraya gelmeyi kesmişti. Onun yerine Sabri veya Kenan geliyor, önüme zehirli yemeği bırakıp gidiyorlardı. Tabi bir de Kara'nın çiğ etlerini. Doğrusu onun buraya gelmemesi ve benim burada yalnız olmam bana daha fazla acı veriyordu. Evet, ondan nefret ediyordum ama yalnızlık bana daha büyük bir düşmandı. Yalnızlık yerine Karadağ'ı seçerdim, lakin o da bana en büyük cezalardan birinin yalnızlık olacağını bildiği için gelmiyordu buraya.

 

Düşmanım beni benden daha iyi tanıyordu, tıpkı Kıraç Keskin gibi.

 

Bir kaç saniye sonra kapı Kenan tarafından usulca açıldığında, Kara duyduğu sesle gözlerini hızla açtı ve Kenan'ı gördüğü gibi ayaklandı. Bir haftadır yediği her yemeğe rağmen bir sonrakine daha aç uyanıyordu. Heyecanla yerinde hareketlenip bir öne bir arkaya giden köpekten bakışlarımı çekerek Kenan'a döndüm. Elinde her zamanki gibi iki torba vardı. Yüzündeki mide bulandırıcı tebessümle kapıyı ardından kapatıp odanın ortasında durarak bana baktı.

 

"Bir haftada beş kilo vermiş gibi duruyorsun. Hâlâ yemeyecek misin bu zehirli yemeği?"

 

Bakışlarım elindeki pakete kayarken alayla güldüm. "Beni zehirlemeyi bu kadar çok istiyorsanız neden bir iğneyle işinizi görmüyorsunuz?"

 

Gülerek tek dizinin üzerine çöküp paketleri açmaya başladı. "Öyle zevkli olmaz. Amaç senin çaresizlik içinde kalıp kendini bu duruma sokman."

 

Psikolojik şiddet tam olarak buydu sanırım. Terleyen saçlarımı alnımdan iterek yüzümü buruşturdum. "O zaman kusura bakmayın. Ölecek olsam bile size bu zevki yaşatmayacağım."

 

Kenan gür bir kahkaha atıp et dolu kabı ve ekmek arası zehirli yemeği çıkartarak ayaklandı. "Çok inatçısın Ecrin ama elbet direncin kırılacak." Elindeki zehirli ekmeyi kucağıma fırlatarak sırıttı. "Bugün belki yersin diye zehrin dozunu yükselttik. Kan kustuktan sonra ciğerlerin parçalanır gibi hissedersen kameraya bakıp yardım dilenmen yeterli."

 

Onlardan yardım dilenceğime ölmeyi tercih ederdim. Dik dik ona baktığımda et dolu kabı yedi gündür olduğu gibi bana yakın ama Kara'ya uzak bir mesafeye koyup, heyecanla yerinde zıplayan köpeğe doğru ilerledi. Kara'nın ağızlığını çıkartarak, "Abla şimdi sana istediğini verecek oğlum," dediğinde, sesindeki alayla gözlerimi devirip rahatça arkamdaki duvara yaslandım.

 

"Zıkkım yesin."

 

Hayır, hayvanlardan nefret eden biri değildim ama bu köpek beni korkutmak için eğitildiği için ondan nefret ediyordum.

 

Kenan sözlerim üzerine gür bir kahkaha atarak Kara'nın başını okşayıp bana baktı. "Öyle deme ablası, sonra yemeğine ulaşmak için petekten sesler çıkartınca ağlarsın bak."

 

Beni nereden vuracaklarını iyi biliyorlardı. Kahretsin ki ben daha çocukken bu korkuları onlar zihnime yerleştirmişti ve en zayıf noktalarımı bilmeleri engel olabileceğim bir şey değildi.

 

Ağzımın içinde homurdanarak, "Defol git Kenan," dedim nefretle. "Sahibin seni bekliyordur."

 

Gözlerini devirerek, "İki saat sonra ışığın tamamıyla kesilecek," dedi zaten yeterince sönük olan floresana bakarak. "Bundan sonraki on gün diğer yıl dönümleri gibi zifiri karanlıkta geçecek. Ayrıca en acı yıl dönümleri yarın başlayacak. Sekizinci yıl dönümününde başına gelenleri umarım hatırlıyorsundur küçük kız çocuğu."

 

Sözleri ruhumu üşütürken istemsizce sol baş parmağımı tırnaklayıp, "Amacınız on yedi yılı yaşatmaktı diye biliyordum," dedim hafifçe yutkunurken. "Sekizinci yıl dönümünde başıma gelenler sizinle alakalı değil. Üstelik o gün bu ahşap kulübede gerçekleşirse beni hastaneye götüreceğinizi sanmıyorum."

 

Sırıttı. "Hastaneye gerek yok. Sabri bir doktor gibidir zaten."

 

İçime düşen korku yağmurlarıyla ona bakıp sessiz kaldım. Hayır, korktuğumu ona beli etmeyecektim. Hem, şimdi ağlamayacaktım, o buradayken değil. Her ne kadar kendimi kassam da gözlerim istemsizce dolduğunda kafamı duvara yaslayıp göz kapaklarımı usulca örttüm. "Elinizden geleni ardınıza koymayın. Size yenilmeyeceğim."

 

"Kendine bu kadar güvenme. Daha hiçbir şey bildiğin yok." Daha neyi bilmem gerekiyor anlamıyordum. Kıraç hakkında tüm gerçekleri zaten öğrenmemiş miydim? O bir yalancıydı, Karadağ ise annemin katili. Daha ne vardı ki?

 

Tek gözümü açıp ters bir ifadeyle ona baktığımda güldü. "Tamam tamam, ben seni Kara'yla bir başına bırakayım. Size afiyet olsun." Sırıtarak ıslık çalıp kapıya doğru yürüdüğünde Kara'ya kısa bir bakış atıp omuzlarımı yenilgi içinde düşürdüm. Yedi gündür olduğu gibi yine yemeğini vermem için bana bakıyordu ama bakışları hiçte dostça değildi. Kenan odadan çıkıp kapıyı ardından kilitlediğinde bir kaç dakika boyunca sessizce bekledim. Kara artık benim korkak hallerime ve yavaş hareketlerime alışmış olmalı ki o da sessizce beni bekliyordu. O sessiz kalınca ona yaklaşmak daha kolaydı, belki de bunu kavradığı için sesiz kalıyor ve ödülünü bekliyordu.

 

Karşımdaki koca canavara bakarak, "Ne şanslısın," diye mırıldandım sakince. "En azından karnın doyuyor." Ben çok acıkmıştım ama direnmeye devam etmekten başka çarem yoktu. Kara hırlayarak bana bakarken kucağımdaki ekmeğe baktım ve aklıma düşen günahla birlikte sertçe yutkundum.

 

Bunu yapmak istemiyordum ama başka çaremde yoktu ki.

 

Gözlerim istemsizce dolarken kucağımdaki ekmeği alıp masumca Kara'ya baktım. "Bunu yemek ister misin?" Çok acıkmıştım ve onun çiğ eti bile bana şu anda çok iyi gelirdi. Lakin yemeğini alsam havlayarak bana saldıracağını çok iyi biliyordum bundan dolayı önce o bu yemeği yemeli ve yeterince etkisiz hale gelince ben onun yemeğini almalıydım.

 

Kahretsin! Bir insandan sonra bir köpeğin de mi katili olacaktım?

 

Gözlerimden düşen yaşlarla ekmeyi paketinden çıkartıp, duvardan destek alarak Kara'nın yemeğine doğru ilerledim. İşte o an Kara şiddetle havlamaya başladı ve adımlarım bir anda buz kesildi. Sanki binlerce kurşunun hedefi olmuştum, son yıl dönümlerim gibi, bir kez daha. Kara, ona yemeğini iteceğimi düşünüyor olmalı ki yerinde heyecanla hareket ederek peteği tekrardan gıcırdatmaya başladığında hıçkırarak bir kaç adım ona yaklaşıp, elimdeki ekmeği önüne fırlattım. Başta bu durumu garipsese de, ekmeği koklayarak hırlayıp iştahla yemeğe başladığında hıçkırarak duvarın dibine çöküp ağlamaya başladım.

 

Eğer ondan yeterince korkmasaydım ve bana zarar vermeyeceğinden emin olsaydım yemeğini tüm havlamalarına rağmen alırdım, lakin o benim gözlerimde bir canavardı ve benim Karadağ'dan sonra daha fazla canavarla savaşacak gücüm yoktu. Kara'nın iştahla yediği her bir lokma içime otururken kollarımı kendime sararak sarsılan omuzlarımla, "Özür dilerim!" diye yakındım. "Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim!" Artık etrafı bulanık görmeye başladığımda bir kez daha hıçkırdım. Oda da sadece benim acılı sesimin serzenişleri vardı. "Çok özür dilerim Kara!" Ona ilk kez adıyla sesleniyordum. Hıçkırarak yüzümü avuçlayıp acıyla ağlamaya devam ettiğimde kalbimdeki karanlığın büyüdüğünü hissettim ve cehennemim kapıları, kelebeğin kanadına düşen o zifiri karanlığa açıldı.

 

Günahlar, şeytanın dilinden dökülüp kelebeğin kanatlarına asıldı.

 

Ve kelebek, kanatlarına aldığı günahlar yüzünden tüm masumiyetini kaybetti.

 

🕯️

 

Bir mum yak bu gece, değmesin ateş ellerimize.

 

Artık geceleri mum yakarken ateşin ellerime sıçramasından korkmayacaktım çünkü ateş, artık sadece ellerime değmeyecekti. Cennet ve cehennem arasında bulunan adalet terazisinin kararıyla anlamıştım bunu. Orada bir adalet terazisi bulunuyordu ve asla yanılmayan bir teraziydi bu. Şimdi o terazide ben vardım, günahlarımla birlikte ağır basıyor, cehenneme doğru sürükleniyordum. Biliyorum, melekler kirlenen ellerim için ağlıyordu ama benim yeni evim artık cehennemin dipsiz kuyularıydı. Bunu anlamak zorundaydılar, tıpkı annem, Egemen ve Duru gibi.

 

Onlar neredeydi bilmiyorum ama cennette olduklarını umuyordum. Zordu, büyük günahların vicdan azapları kalpte çekmek gerçekten çok zordu. Sırtımda sanki dünyanın tüm yükü vardı ve benden insanlığı kurtarmamı istiyorlardı. Oysa bende insanlığımı yok etmiştim, nasıl olurda kaybettiğim bir şeyi kurtarabilirdim ki?

 

Kara. 

 

Belki hiçbir zaman gözlerimde masum olmayacak bir köpekti ama onu öldürmüştüm. Benim yüzümden yediği yemekten dolayı kan kusarak inleyip, sessizce ölmüştü. Bu sadece bir saatte gerçekleşmişti ama bunun üzerinden dört saat geçmişti ve ben hıçkırıklarla ağlarken odaya kimse gelmemişti. Kameradan beni ve Kara'nın ölümünü izlediklerini biliyordum ama onu öldürdüğüm halde hâlâ nasıl gelmediklerini anlayamıyordum. Kan kusarak, gözlerimin içine yardım dilenerek bakmıştı Kara. İlk kez bir köpeğe korkudan çok acıyarak bakmıştım ama yine de kalkıp gidememiştim yanına. Kalkıp da yardım isteyememiştim onun için kameraya bakarak. Hıçkırarak ağlamış ve onun ölmesini sessizce beklemiştim.

 

Rüyalarıma eklenen en büyük vicdan azaplarından biriydi artık bu.

 

Hâlâ yaptığım şey yüzünden kendime gelemezken iyice bulanan midemle ortada duran çiğ ete bakıp hıçkırdım. Midem açlıktan bulanıyor, gözlerim sürekli kararıyordu. Bir şeyler yemem gerektiğinin farkındaydım ama zehirli bir ekmekten başka bir seçeneğim bu güne kadar hiç olmamıştı. Şimdi öldürdüğüm köpeğin çiğ etleri vardı karşımda ve ben bunu nasıl yiyeceğimi bilmiyordum. Ama yemem gerekiyordu, o zehirli ekmeği yememek için bu eti azda olsa yemem gerekiyordu. Kara'nın ölmeden önce çektiği acı gözlerimde canlanırken sessizce duvardan destek alıp ayaklandım.

 

Kara peteğin önünde cansız bedeniyle duruyordu. Önünde kustuğu kan birikintisi vardı ve bu çektiği acının ne denli büyük olduğunu anlamama yetiyordu. Hakan Karadağ hiçbir zaman blöf yapmazdı, beni zehirleyene kadar durmayacağını çok iyi biliyordum. Bundan dolayı hiçbir zaman ekmeklerin zehirsiz olacağını düşünmemiştim, o ne derse onu yapardı. Egemen'e ve Duru'ya yaptıkları gibi. Bundan dolayı onun sözlerini her zaman ciddiye almaktan başka şansım yoktu. On yedi gün boyunca her şeye dayanmak zorundaydım, ona yenilemezdim.

 

Attığım küçük adımlar yüzünden ayak bileğimdeki zincirden sesler çıkarken et dolu kabın önünde durup gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim. Karadağ, beni kötü birine çeviriyordu ve bunu çaresiz bırakarak yapıyordu. O gerçek bir akıl hastasıydı. Beni nasıl çıldırtacağını iyi bilen bir akıl hastası. Ona olan nefretim giderek büyürken kapı alarak duvara doğru ilerleyip usulca yere çöktüm. Gözlerimden dökülen yaşlarla Kara'ya bakmadan kaptan bir et alıp "Anne," diye mırıldandım kısık bir sesle. "Çaresizlik insanı katil yapar mı?"

 

Etin keskin kokusu midemi bulandırırken hıçkırmamak için dudaklarımı sertçe dişledim. "Yapar anne, psikoloğuma sormuştum ve yapar demişti." Burnumu çektim. "Karadağ nasıl katil oldu peki? İlk cinayeti sen miydin? Anne, benim de ilk cinayetim sensin." Hıçkırarak gözyaşımı sildim. "Benim yüzümden öldün sen. Öyle diyor." Gönderdiği kartlarda annemin ölüm sebebini ben görüyordu. Oysa ben hiçbir şey yapmamıştım. "Anne ben çok yoruldum!" Et ellerim arasından kayıp tekrardan kaba düştüğünde bulanık gözlerle Kara'ya baktım.

 

"Kızın katil oldu Hale Hanım. Katil oldu." Önce Koray sonra Kara. Ben ne yapmıştım böyle? Hıçkırarak kafamı dik tutmaya çalıştım. "Ama pes etmeyeceğim ki. Onlara yenilmeyeceğim anne. Hiçbir karanlığa boyun eğmeyeceğim." Kenan'ın dediği gibi iki saatten sonra ışıklar kesilmişti ve her yer karanlığa gömülmüştü. Ama siyah perdenin yan tarafından odaya hafifçe sızan ay ışığı vardı. Hayır, normalde perde camı tamamıyla örtüyordu ama sanki bilerek yana kaydırılmış gibiydi. Ben oraya ayağımdaki zincir yüzünden yetişemezdim, belli ki ben uyurken odaya girip perdeyi hafifçe kenarıya çekmişlerdi. Anlamadığım şey bunu neden yaptıklarıydı. Varla yok arası bir ışık huzmesiydi zaten. Neden açmışlardı ki? Kameranın gece görüşü yok muydu yoksa beni daha rahat algılayabilmesi için mi hafifçe bir ışık bırakmışlardı.

 

Karadağ'ı tanıyordum. O da beni.

 

Yemeğimi Kara'ya vereceğimi biliyordu, değil mi? En başından beri bunu bekliyordu. Kara'yı zehirleyerek öldürmemi. Çünkü bana en çok vicdan azabı çektirerek psikolojik acı verebilirdi.

 

Kara'dan korktuğum için ondan kurtulmak isteyeceğimi ve asla o zehirli ekmeği yemeyip, açlığa dayanmak için çiğ etleri bile yiyeceğimi biliyordu. Doğrusu, ben iyi tanıyordu. Lakin bilmediği bir şey vardı. O, yıllarca korktuğu kızı tanıyordu ama o kızın içinde bastırılan gerçek Ecrin Kavin Ulusoy'u değil.

 

Evet, pes etmemiştim ve asla etmeyecektim.

 

Gözyaşlarımı silmeden tekrardan eti elime alıp zorlanarak bir parçayı ısırdığımda, kusmamak için elimden geleni yaparak eti yuttum. Ardından bir kaç ısırık daha aldım ve midemi açlığa karşı yeterince bastırdıktan sonra ayaklanıp Kara'nın yanına adımladım.

 

Kameradan beni izlediğini çok iyi biliyordum. Omuzlarımı yenilmiş gibi düşürerek Kara'nın henüz bitiremediği ekmeğe bakıp, eğilerek içinde kalan son köfteyi aldım ve yorgunluk içinde kameraya döndüm. Gözlerimden bir kaç damla yaş düşerken köfteyi ağzıma atarak çiğneyip yuttum ve acıyla gülümsedim. "Gel Karadağ. Gel ve hastanede yatan kıza yaşatamadığın sekizinci yıl dönümünü bu gece yaşatmaya çalış."

 

Bu bir düelloydu.

 

Sekizinci yıl dönümünde üzerine düşen bir gece kondu mirası yüzünden karnından dört kez bıçaklanan ve yetimhanenin çatı katında saatlerce kan kaybından ölmek üzere olan kızın başlattığı bir düello. O gün öleceğimi sandığı için, beni öldüren olamayacağı korkusuyla telaşa düşmüştü. Ve ben bu zehirli köfteyi yiyerek, uçurumdan sonra ona bir kez daha bu korkuyu yaşatacaktım.

 

Onu tanıyordum. Onun en büyük korkusu benim zamanından önce ölmemdi.

 

Bir şeyler vardı. Farkındaydım.

 

Bir şeyler vardı ve o bundan korkuyordu. Zamanından önce ölmemeliydim, ölürsem bu onun da sonu olacaktı, değil mi?

 

Evet, Hakan Karadağ beni öldürmüyordu çünkü ben onun için yirmi üçüme kadar koruması gereken biriydim.

 

Peki ben onun için tam olarak neydim?

 

Gözlerim kamaraya alayla bakarken zehrin çok güçlü olduğunu dönmeye başlayan başımla anladım ve bundan korkmak yerine Kara'nın yanına çökerek kendimi duvara yasladım. Çok değil, bir kaç dakika sonra kan kusacağımı biliyordum ve Karadağ yetişmezse, oynadığım bu kumarı kaybedeceğimi de öyle. Ama, düelloyu kazanan olacaktım.

 

Ölmemde yaşamamda onun zaferi olmayacaktı.

 

Ve düşman, en çok bununla kaybedecekti.

Loading...
0%