Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Bölüm “Kanlı Çiçek Bahçesi.”

@leylayesilgoz

 

ÖLÜME SEN KALA

 

2. BÖLÜM

 

"KANLI ÇİÇEK BAHÇESİ."

 

 

"Bir ateş yanmıştı kelebeğin kanatlarında. Hangi gökyüzü kucaklardı onu bu saatten sonra?"

 

 

🕯️

 

 

Ölümün attığı kahkahaların sonfonisi çalıyordu zihnimin kanlı bahçesinde. Duyulan her bir nota ile çiçeklerim bir bir soluyor, toprağım ölüm kokuyordu sanki. Kana bulanmıştı güllerimin yeşerdiği bahçem, kana bulanmıştı tüm güzel kokulu çiceklerim. Bundan dolayı acı vardı zihnimin her zaman temiz kalmayı başaran tarafında, derin bir acı vardı çünkü bugün o da kaybetmişti zaferini. O da tanıklık etmek zorunda kalmıştı benim yüzümden işlenen cinayette, günahın kefareti onun da boynuna asılmıştı hiç suçu olmasa da. Bu zaten hep böyle sürüp giden kısır bir döngü değil miydi? Bedeller hep masumlara kalmaz mıydı?

 

En ağır günahların kefareti, masumların boynuna asılırdı.

 

Tıpkı yıllar önce benim de boynuma asılan bu kefaret gibi. Ben işlemediğim bir günahın kefaretini ödemeye mahkum kalmıştım, alışmıştım zamanla bedel ödemeye. Peki onlar? Onlar ne yapacaktı? O masum kadına ve bebeğine bir şey olursa onlar ne yapacaktı? Gözlerimden bir damla yaş usulca akıp giderken, yavaşça yutkunup bakışlarımı ameliyathanenin önündeki sandalye de oturan adama çevirdim. Keskin bakışlarını yere dikmiş sabırla kardeşinden gelecek olan güzel bir haberi bekliyordu. Hiçbirinin umutlarını yıkmak istemiyordum ama benim hayatımın günahı bulaşmıştı ruhlarına. O ameliyathaneden bir ölü çıkacaktı, bebeği ya da annesi bilmiyorum ama bir ölü çıkacaktı.

 

Çünkü katil bana verdiği sözü her zaman tutardı. Bana uzatılan her eli kana bulayacağına dair yemin etmişti, ilk kurbanı Egemen ikincisi ise ya o masum kadın ya da bebeği olacaktı. Belki bu düşüncem oldukça yanlıştı, kimse bunu duymak istemiyordu ama ben gerçeklere gözümü kapatamazdım çünkü kapatırsam canım hiç olmadığı kadar bir kez daha yanardı. Oysa ben onların aksine gerçekleri biliyor ve kendimi ona göre hazırlıyordum. Evet, o ameliyattan bir ölü çıkacaktı ama bu kim olacak bilmiyordum. Anne ölürse bebekte ölecekti çünkü yaşamak için annesine ihtiyacı vardı. Bebek ölürse ise anne yarım kalacaktı. Ya bir ölü ya da iki, hangisi olacaktı?

 

Cevabından deli gibi korktuğum soru zihnimde yankılanırken yüzümü acıyla buruşturdum. Buraya gelmek iyi bir fikir değildi çünkü şu anda hiç iyi bir durumda değildim. Ama ne yazık ki evde de durmak istememiş, Gökçe'ye adeta yalvararak beni de hastaneye getirmesini istemiştim. Zaten o da hastaneye gideceği için beni kabul etmek zorunda kalmış ve buraya getirmişti beni. Duru ise sabahtan beridir yanımda heba olmuş, bana ağrı kesici bularak içmemi istemişti ancak hapı istememiştim çünkü başım ne kadar ağrırsa zihnim o kadar meşgul olurdu. Bundan dolayı hapı ona içirmiş ve kafamdaki ağrıyla durmayı tercih etmiştim.

 

İtiraf etmek gerekirse buraya gelirken Kıraç'ın vereceği tepkiden deli gibi korkmuştum çünkü kız kardeşi şu anda benim yüzümden ölümle cebeleşiyordu. Beni gördüğü an bağırıp çağırır sanıyordum ama o geldiğim zaman dikkatle bana bakmış, en ufak bir hasar aramıştı yorgun bedenimde. Son attığım çığlıktan sonra boğazımın ne kadar acımış olduğunu tahmin etmiş olmalıydı ama kimse ağzımdan çıkan kanı Özgür gibi görmemişti. Bundan dolayı herkes iyi olduğumu sanıyordu. Gözlerim yavaşça karşımdaki adamı bulurken onun da bakışları sanki hissetmiş gibi beni buldu ve derin bir nefes alarak işaret parmağıyla boynunu gösterip çenesini hafifçe kaldırdı.

 

Bu bir soruydu sanırım, iyi olup olmadığımı soran sessiz bir soru. Her ne kadar konuşmakta oldukça zorlansam da, gözlerimi bir kez usulca kapatıp açarak iyi olduğumu söyledim. Böyle bir durumda kendi sıkıntılarımı ortaya dökemezdim. Özgür her ne kadar cevabıma inanmasa da, sesiz kalmayı tercih ettiğinde bakışlarım tekrardan Kıraç'ı buldu. Bu hastane ona aitti, sadece hastanenin adından değil gelip geçen doktorların ona olan saygısından anlamıştım bunu. Bundan dolayı bu kattın her yerine koruma ordusunu yığmıştı. Özgür ara sıra korumaların yanına gidip neler yapmaları gerektiğini söylüyordu. Tolga üzerimize ateş açanları bulmak için dakikalarca telefon konuşmaları yapmış, mobese kayıtlarına kadar her şeyi istemişti.

 

Gökçe ise beklemediğim bir şekilde birileriyle konuşarak bize saldıranların eşgalini bulmak için bir gurup hackerı Kıraç'ın evine yollamıştı. Şu anda herkes bir şeylerle uğraşıyordu ve onlara bu emri veren kişi Kıraç Keskin'di. Peki o tam olarak neydi?

 

Gökçe'nin hackerların yöneticisi olduğunu anlamıştım çünkü Kıraç ona emir verirken ekibini topla demişti. Gökçe'nin büyük bir hacker ekibi vardı. Özgür ise güvenlik sorumlusuydu, çünkü tüm korumaların emir aldığı kişi önce Kıraç sonra ise Özgür'dü. Tolga'dan da anladığım şey elinin kolunun fazla uzun olması ve bir çok yere emir verecek bir gücünün bulunmasıydı ama Kıraç'ı hâlâ çözememiştim. O tam olarak neydi? Hepsinin karışımı ve ya sahibi mi yoksa çok daha fazlası mı? Tam olarak ne olduğunu bilmiyordum ve bu istemsizce beni korkutuyordu, çünkü güçlü bir adam olduğu belliydi.

 

Kardeşinden sonra artık duracak değildi çünkü bu kez tek sorun ben değildim, kardeşi de bu işin içine karışmıştı ve o intikam almak isteyecek bir adama benziyordu. Durmayacaktı, hissediyorum durmayacaktı ve bu çok fazla kanın dökülmesine sebep olacaktı. Hepimiz sessizce ameliyathanenin önünde en ufak bir haberi dahi sabırla beklerken bir süre sonra açılan otomatik kapıdan çıkan doktor ile hızla ayaklandık. Artık acilen dinlenmem gerektiğini haykıran bedenim yüzümü acıyla buruşturmama neden olduğunda, doktorun çevresini saran kişilerin yanına doğru usulca yürüdüm. Duru'da yanımda duruyordu.

 

Gözleri mahcup bir şekilde Kıraç'ı bulan doktor, "Elimizden gelen her şeyi yaptık Kıraç Bey," dedi yenilgi içinde. "Kız kardeşiniz yaşıyor, ancak geçirdiği komplikasyonlar sonucu bebeğini kaybettik." Herkes şaşkınlık içinde doktora bakarken sol gözümden düşen bir damla yaş ile gözlerimi sıkıca kapattım. Doktor "Başınız sağ olsun," dediğinde zaten böyle bir duruma hazır olduğum için güçlü durabileceğimi sandım, ama olmadı. Benim yüzümden küçücük bir bebek annesinin rahminde ölmüştü. Üstelik Yağmur daha kimseye hamile olduğunu söylememişti ben dışında, kendisinden boşanmak isteyen kocasına bile.

 

Küçücük bir hıçkırık dudaklarımın arasından kaçarken Gökçe şaşkınlık içinde "Ne?" diye fısıldadı ameliyathanenın kapalı kapılarına bakarken. Sarı saçları yüzüne düşerken kahve gözlerinden bir kaç damla yaş düştü. "Yağmur hamile miydi?" Bu gerçek aramıza bir yıldırım gibi düşerken Tolga sinirle nefesini verip saçlarını çekiştirerek "Biliyor muydu acaba?" diye sordu Kıraç'a bakarken. Yağmur'dan bahsediyordu, bakışlarım onu bulurken göz yaşlarımı elimin tersiyle silip şaşkınlık içinde duran Kıraç'a baktım. Böyle bir şeyi beklemiyordu. Donup kalmıştı.

 

Darbe almış bir bina gibi kafasını iki yana sallayıp "Bilmiyorum," diye konuştu Tolga'ya bakarken.

 

Ben biliyordum, gözlerimden asice düşen yaşlarla boğazımı temizleyip "Biliyordu," diye konuştum acıyan boğazım yüzünden kısık çıkan sesimle. Benim bile duymakta zorlandığım ince sesimle hepsi aniden bana dönerken Gökçe hıçkırarak ağlamaya başladı.

 

Tolga gözlerini sıkıca kapatıp "Yıkılacak," dediğinde Duru her an düşecekmişim gibi kolumu tutarak "İyi değilsin," diye mırıldandı ağlarken. "Ecrin lütfen doktora görün." Hayır, doktora falan görünmeme gerek yoktu çünkü bu halde olmamın neden geceden beridir yaşadığım zor olaylardı. Biraz dinlensen kendime gelecektim. Bakışlarım keskin gözlerini üzerime dikmiş olan adamı bulurken, acıyla kafamı iki yana sallayıp "Teklifini kabul etmediğim hâlde bir kayıp verdin Kıraç Keskin," diye mırıldandım ifadesiz gözlerine bakarken. "Ben hayatına almak isteyeceğin biri değilim, benden uzak durman gerekiyor."

 

Kaşları hızla çatılırken yorgun bir şekilde gözlerine bakarak "Hiçbir özür kardeşinin bebeğini geri getirmeyecek ama özür dilerim," diye fısıldadım acıyla. Göğsüm sıkışıyordu ve ben yine nefes alamıyordum ama iyiydim, iyi olmak zorundaydım. Sol gözümden bir damla yaş daha düştüğünde, "Ben daha fazla yanınızda duramam," dedim ve usulca yanımdaki kıza döndüm. Onun da korku dolu bakışları Kıraç'ın üzerinden bana kaymıştı. "Gidelim mi artık?" Daha fazla burada kalmamalıydım, her ne kadar korumalar burayı koruyor olsa da kalamazdım. Çünkü asıl tehlike benim varlığımdı.

 

Gitmek için kafamı öne eğip bir adım atmıştım ki, kolumdan sertçe tutulup çekildiğimde, sırtım bana en yakın olan duvara çarptı. Çok şiddetli bir çarpışma değildi bu, ama güçsüz bedenim buna bile dayanamayacak kadar tüm enerjisini tüketmişti. Dudaklarımdan acı dolu bir inilti dökülürken Duru'nun çığlığını duydum ama kafamı kaldırıp karşıma baktığımda, Duru'yu değil Kıraç'ın buz gibi yüzünü gördüm. Duru ise hıçkırarak, "Bırak onu!" diye bağırdı, kahretsin ki iyi değildi. Tedirgin bakışlarımla ona bakmaya çalıştığımda Özgür'ün onu belinden yakaladığını fark ettim. Bana gelmek için çırpınan kızı tutuyordu. O iyi değildi, ne yapmaya çalışıyordu bunlar?

 

Onu bir an önce buradan çıkarmak için derin bir nefes alarak karşımdaki adama çevirdim ıslak gözlerimi. Sağ eli kolumda sol kolu ise iman tahtamın üzerine hafif bir baskı uygulayarak bedenimin üzerinde duruyordu. Beni duvarla kendi arasına sıkıştırmış, yüzünü yüzüme doğru eğmişti. Öfke saçan gözleri soluk yeşil gözlerimi delerken "Bu saatten sonra sana bir seçim hakkı vermiyorum Ecrin Kavin Ulusoy," dedi kalbimin acıyla kısılmasına sebep olurken. Ne demekti bu? Gözlerim şaşkınlıkla açılırken buz gibi sesiyle "Bu artık sadece senin davan değil," diye fısıldadı yüzüme doğru. Sıcak nefesi buz gibi tenimi yakıyor, büyük bir ateşe hazırlıyordu yorgun bedenimi. "Ben kardeşimin intikamını almadan sen arkanı dönüp hiçbir yere gidemezsin."

 

Keskin sözlerinden sonra gözlerimden bir damla yaş usulca düştü, buza dönen kalbim yavaşça titredi. Verdiği hükümle büyük bir savaş açmış, beni yanında tutmayı tercih ederek ölümü karşısına almıştı. Akıl karı değil ama rüyalarımda bile sonu olmayan bir karanlığa ateş açmıştı. Mum ateşiyle sığındığım karanlığa intikam ateşiyle girmişti.

 

Karanlığı, hepimizi küle çevireceğini bilmediği bir ateşle bölmüştü.

 

Sessizlik çöktü zihnime, fırtına öncesi bir sessizlikti bu. Buz tuttu ellerim, kambur kaldı belim ve çaresiz kaldı yüreğim. Gözlerinde gördüğüm kararlı ifade bu işten elini çekmeceğini öyle güzel anlatmıştı ki, mühür vurulmuştu dudaklarıma. Zihnim kanlı anılarla doldu, gözlerimden bir kaç damla iri yaş usulca boynuma doğru süzüldü. Egemen'in ölümünden sonra gerçeği öğrenmek için aklımdan tek bir soru bile geçirmemiştim. Tek bir soru bile dolanmamıştı zihnimde, çünkü yaşadığım şeyler o kadar ağırdı ki, bir daha aynı şeyleri kaldıramayacağımı bildiğim için dokunmamıştım gerçeğe. Ama şimdi yine o gerçek birinin aklına düşmüştü ve o kişi Egemen gibi benden izin almıyordu, aksine, gerçeği zorla öğrenmek istiyordu. Bir intikam almak için.

 

Bilmiyordu ki yolun sonunda ölümün onu beklediğini. Attığı her adımla ölüme daha çok yaklaştığını.

 

Bir sızı ruhumun derinliklerinde varlığını beli ederken bomboş gözlerime bakan adam geriye çekilerek sertçe Özgür'e döndü. "Kızları güvenli bir şekilde eve götürün. Başlarından da ayrılmayın!" Hapis hayatımı yaşatacaktı bize? Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken hızla kolunu tutup onu kendime çevirdim. Güçlü bedeni ben onu çevirdiğim için değil, benim onu kendime çevirmek istediğimi anladığı için bulmuştu yönümü. Çatık kaşlarının altında ki zifiri karanlık gözlerine inatla bakıp kafamı iki yana salladım.

 

"Başına nasıl bir bela aldığının farkında bile değilsin! Bu yaptığın delilik!" Hastanede bağırıyor olmam umurumda değildi, çünkü zaten kendisi kattı çoktan boşaltmıştı. Sadece boğazım ağrıyordu, çok ağrıyordu hem de.

 

Gözleri ürkütücü bir şekilde kısılırken üzerime doğru bir adım atarak "İnan bana asıl belanın kim olduğunu çok yakında göreceksin," dedi kafasını Özgür'e çevirerek. "Özgür, götür kızları."

 

Onlar için uğraştığımın farkında değil miydi? Ben yanlarında durdukça ölüm peşlerinde olmaya devam edecekti. Sinirle, boğazının acısını bir saniye bile umursamadan "Duru'yu bırak bari!" diye bağırdığımda, Duru hızla araya girdi.

 

"Hayır! Bende seninle geleceğim Ecrin!" Kafayı mı yemişti bu kız, tamam onlar kendi hayatlarını bile isteye tehlikeye atıyordu ama Duru bunu nasıl kabul ederdi? Bakışlarım sert bir şekilde onu bulduğunda dolan gözleriyle kafasını iki yana sallayıp "Seni bırakmam," diye mırıldandı her an kırılacakmış gibi. Onu kırmak istemiyordum ama gerçekler deşilirken yanımda olmaması gerekiyordu, bu onun için oldukça tehlikeli bir durumdu. Tamam, diğerleri için de tehlikeliydi ama onlara sözümü geçiremiyordum ki. En azından Duru anlamlıydı beni. En azından biri güvende kalmalıydı.

 

Tam ağzımı açmıştım ki, "Sensin kalamam o evde," diyerek elini boynuma sardı, nefesim kesildi. Kimse ne dediğini anlamıştı benden başka, kimse geçmişte ne zorluklar yaşadığını bilmiyordu çünkü. Onu bu kadar kırılgan yapan abisine lanetler okuyarak çaresizce omuzlarımı düşürdüm. Korkuyordu, tek başına o evde kalamazdı çünkü abisinin yine ona musallat olması bu kez dayanabileceği bir şey değildi. Madde bağımlısı o manyak herif ne yazık ki o evi biliyordu ve son gelişinde Duru'yu nefesiz bırakarak ölüme kadar yaklaştırmıştı. Eğer tam zamanında hastaneye yetişmemiş olsaydık, şu anda Duru ya komada olurdu ya da annem ve Egemen gibi toprağın altında.

 

Onun ölümü benim yıkımım olurdu çünkü yirmi üçüncü yaşıma kadar hayata tutunabileceğim tek dal oydu. Kafam öne düşerken kabul etmek zorunda kaldığımı anlamış gibi mahçup bir şekilde yanıma gelerek kolunu bedenime sarıp "Her şey bitecek," diye fısıldadı sessizce. "Bu kez her şey bitecek Ecrin." Yanılıyordu, çünkü her şey daha yeni başlıyordu. Artık Kıraç Keskin'den kaçmayacağımı anladığım anda Özgür boğazını temizleyerek "Gidelim mi?" diye sordu, başımı kaldırıp ona bakarak kafamı olumlu anlamda salladım. Elimden geldiğince onları gerçeklerden uzak tutacaktım, zaten bende bilmiyordum ki gerçekleri.

 

Özgür yanımıza geldiğinde en az Kıraç kadar uzun olduğu için kafamı geriye atmak zorunda kalmıştım. Kahvenin koyu tonundaki gözleri ile gözlerime bakarak "Ama istersen önce bir doktora görün," dediğinde, herkesin bakışları kuşkuyla beni buldu.

 

Gökçe "Neyi var?" diye sorduğunda yanıma gelerek solgun yüzüme baktı. "Yaralanmadın değil mi?" Endişeli bakışları karşısında afalladığımda, ilk kez Duru dışında birinin bana karşı ilgili olması içimi ürpertmişti. Duru kaşlarını çatarak "Ecrin, neyin var?" diye sorduğunda kendime gelerek "Bir şeyim yok," diye konuştum elimi iki yana sallayarak. Kıraç'ın keskin bakışlarını üzerimde hissederken Özgür'e döndüm. "İyiyim ben, biraz dinlenmem gerek sadece."

 

Kaşları alayla yukarıya kalkarken "Sen öyle diyorsan," diye mırıldanarak alnına düşen kumral saçlarınıdan parmaklarını geçirdi. "Her neyse, gidelim artık." Daha fazla ayakta durmak istediğim için sessizce onu takip ettim. Birlikte asansöre bindiğimiz de, bir kaç koruma da bizimle gelmişti. Hastaneden çıkıp siyah arabalara ilerlerken Duru kulağıma doğru yaklaşıp bakışlarını önümüzdeki Özgür'e yönelti. "Mafya tipli adamlara benziyorlar." Sözleriyle bakışlarım korumaları ve Özgür'ü bulurken istemsizce güldüm. Bende öyle düşünüyordum ama umarım öyle değillerdi.

 

İki gurup halinde arabalara bindiğimiz de, Özgür ön koltuğa otururken bizde Duru ile arkaya binmiştik. Başka bir koruma arabayı çalıştırdığında, diğer arabada bizi takibe aldı ve yine o eve doğru ilerledik. Yol boyunca Duru'nun gerginliğini hissetmiş ve onu sakinleştirmek için sürekli tebessüm etmiştim. Benim için endişe ettiğini biliyordum, bundan dolayı iyiymiş gibi durmaya çalışıyordum. Özgür ise ne durumda olduğumu bildiği için olsa gerek bir ara eczanede durmuş ve bir şeyler alarak arabaya geri dönmüştü. Yaklaşık yirmi dakika sonra Kilyos tarafındaki o büyük malikaneye geldiğimiz de, büyük demir kapılar sonuna kadar açıldı.

 

İki arabada korumalarla dolu bahçenin içinde yavaşça ilerlerken, süs havuzunun etrafında dolanarak kapının önünde usulca durdular. Arka bahçe bile o kadar büyüktü ki, benim gece kondu evimden on beş tane daha buraya sığabilirdi. Yüzümde istem dışı küçük bir tebessüm oluşurken arabadan indim. Benim evim annemin hayaliydi, hiçbir ev bana o gece kondunun verdiği sıcaklığı veremezdi. Orası annemin gelinlikle girip, bileğindeki kelepçeler ile çıktığı yerdi. Her ne kadar güzel şeyler yaşanmamış olsa da, cezaevinden çıktığımız zaman birlikte yaşayacağımız evdi. Ama yaşayamamıştık, ben yetimhanede büyürken annem mezarında uyumuştu her gece.

 

Ölüm, kurulan hayallerden önce gerçekleşmişti.

 

"Hadi." Özgür'ün sesiyle kendime geldiğimde Duru kaşlarını çatarak bana bakıp "İyi misin?" diye sordu. Daldığım için bahçeye baka kalmıştım sanırım. Beni izleyen ikiliye bakarak kafamı olumlu anlamda salladığımda, kapıyı açan kadın ile içeriye girdik. Ancak bakışlarım salondaki kalabalığı bulduğunda, ayaklarım adım atmayı kesti. Sanki çalışma ofisine dönmüş gibi salondaki büyük masada bilgisiyalar vardı. Bir kaç kişi de bilgisiyaların başında duruyor, garip bir cihazla uğraşıyordu. Geldiğimizi fark eden bir adam bakışlarını Özgür'e çevirip tebessüm etti.

 

"Kızlar için cip'leri hazırlardım, deri altı olacak demiştiniz zaten."

 

"Ne?!" Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken duyduğum sözlerle Özgür sinirle karşısındaki adam bakıp "Senin olmayan beynini sikeyim Arda!" diyerek bana döndü. "Yanlış anladın. Kıraç kaç-"

 

Geriye doğru bir adım atarak öfkeyle "O ruh hastası herif zaten bizi buraya hapsetti!" diye bağırdım sinirle. "Bir de deri altı cip mi takacak?!" Kafayı yemiş olmalıydı, kaçacağımı düşünerek böyle bir önlem almış olamazdı. Bu fazlaydı, çok fazla ve buna hakkı yoktu! Tıpkı bizi burada tutmaya hakkı olmadığı gibi.

 

Duru korkuyla Özgür'e bakıp "Nesiniz siz böyle?" diye sordu her an ağlayacakmış gibi. Özgür'ün keskin bakışları onu bulurken karşısındaki kızın ne kadar korkmuş olduğunu fark ederek kaşlarını çattı. Bu durum hoşuna gitmemiş gibiydi.

 

Derin bir nefes alarak bana dönüp "Bu sandığınız gibi bir şey değil," dedi usulca. Gömleğinin kolunu biraz çekiştirip yanımıza geldiğinde, sol bileğini işaret edip, baş parmağının çizgisinin altındaki pirinç kadar küçük çıkıntıyı işaret etti. "Bu hepimizde yıllardır var. Kaçırılma ya da kaybolma gibi durumlarda sinyaller sayesinde buluyoruz birbirimizin yerini. Kıraç senin peşinde ki kişi veya kişilerin seni kaçırma olasılıklarını düşünerek Gökçe'den sizin içinde deri altı cip ayarlamasını istedi. Sandığın gibi art niyetli bir durum yok."

 

Söyledikleri her ne kadar akla yatsa da, ben gerçekleri öğrenmelerini istemediğim için hızla kafamı iki yana salladım. "O lanet olası şeyi bizim derimizin altına koyamazsınız!" Özgür çaresizce bana bakarken Duru titreyen sesiyle "Ecrin," dedi, bakışlarım onu buldu. Ellerini önünde birleştirerek suçlu bir çocuk gibi duruyordu. Çekingen bakışları kaşlarımın çatılmasına neden olurken kafamı iki yana salladım.

 

"Hayır Duru!" Onların her dediğini kabul edemezdim, o kontrol manyağı herif bana her istediğini yaptıramazdı. Şiddetle karşı çıktığım bu durum Özgür'ün pes etmesine neden olurken "Pekâlâ," dedi ensesini kaşıyarak. "İstersen sana bir saat veya bileklik de hazırlayabiliriz-" demişti ki, alayla güldüm.

 

"Unut bunu." Asıl sorun hiçbir zaman deri altı veya bileklik olmamıştı, sorun üzerimde cip olmasıydı. Özgür tavrım karşısında ne diyeceğini bilemezken Duru "En azından benim için kabul et bunu Ecrin," dedi dolan gözleriyle. "Büyük bir savaş başlıyor ve ben sana bir şey olmasından korkuyorum." Sözleriyle bakışlarımı kaçırdığımda, "En azından ikimizden biri ölse bile cesetlerimizim nerede olduğunu bilelim," dediğinde buz kestim.

 

Egemen'in cesedinin nerede olduğunu bildiğim için hiçbir zaman bu ihtimali düşünmemiştim. Duru haklıydı, büyük bir savaş başlıyordu ve eğer katil birini gözden uzakta ölüdürürse en azından cesedine ulaşabilirdik. Bu düşünce gözlerimin dolmasına neden olurken Özgür, "Ölümü kabul etmiş gibi konuşuyorsunuz," dedi şaşkın bir halde her ikimize de bakarken. Duru'nun bakışları beni bulurken Özgür kaşlarını çatarak bana döndü ama ben gözlerimi kaçırmaktan başka hiçbir şey yapamadım. Ölümü kabul eden bendim. Yirmi üçüme kadar yaşayan bir ölü olacak yirmi üç olunca ise gerçek bir ölüye dönecektim. Kendimi bildim bileli bu böyledi. Kabul etmiştim artık, başka çarem yoktu çünkü.

 

Ölüm, boynuma asılan kaferetin son demiydi.

 

İşlemediğim o büyük günahın son bedeli. Neden bilmiyorum ama aklıma ters gelecek bir şekilde Özgür'e bakarak "Tamam," diye kabullendim onu. Evet, gerçekleri öğrenmelerini istemiyordum ama gerçekleri saklamaya çalıştığımı da anlamamalıydılar. Aksi takdirde Kıraç'ın öfkesine maruz kalacak ve hatta belki de kardeşine bile bunu benim yaptığını düşünmesine sebep olacaktım. Hem Duru haklıydı, bunun için kabul etmiştim çünkü ne olursa olsun birini kaybedersem bile en azından cesedini bulmak isterdim. Bu kişi ben olsam bile bulunsun isterdim cesedim. Eğer katile ulaşabilseydim gerçekleri söylerdim, onlarla anlaşma yapmadığımı ve burada zorla tutulduğumu söylerdim ama ona ulaşamıyordum ki. Yine saldırırsa ne yapacaktım ben? Bana her zaman kartlar ve mesajlarla ulaşıyordu, gerçek amacımı asla bilmeyecekti. Ne yapacaktım ben?

 

Zihnimde dolanan cevapsız soruların seslerini kıstığımda, Özgür'ün bakışları Duru'ya kaydı ve serseri gibi dudaklarını iki yana doğru usulca kıvırdı. "Her an kırılacakmış gibi dursan da, aklını kullanarak iyi ikna ediyorsun." Kaşlarım istemsizce çatılırken Duru'ya baktım, o ise kızaran yanakları ile bakışlarını benden kaçırarak bizi izleyen Arda'ya doğru yürüdü. "Önce benim derime koyun o şeyi." Kaçıyor muydu benden? Şaşkınlık içinde arkasından baktığımda Özgür küçük bir kahkaha atarak onu işaret edip sırıttı. "Seni parmağında oynatacak kadar zeki bir kız. İnsanlara karşı bu kadar duyarlı olmamanı tavsiye ederim."

 

Arda ile birlikte koltuğa oturan kıza sert bir şekilde baktığımda, "Haklısın," diye homurdanarak salona geçtim. En başından beri istediği şeyi bana yaptırmıştı, hem de benim için ne kadar önemli olduğunu bilip oradan oynayarak. Bunu gerçekten Duru'dan beklemiyordum. Sanırım gardımı bu kadar kolay indirmeyi artık bırakmalıydım. Trip atar gibi Duru'ya hiç bakmadan yanına oturduğumda, omzunun üzerinden bana dönse de sesiz kalarak önüne döndü. Arda bir iğneyle onun önünde diz çökerek "Bileğini uzatır mısın güzelik," dediğinde Duru kaşlarını çatarak bileğini uzattı. Benim de kaşlarım istemsizce çatılırken Arda iğnenin ucundaki küçük cip ile Duru'nun bileğinde uygun bir yer bulup, iğneyi hafifçe batırdı ve geriye çektiğinde o küçük cip artık iğnenin ucunda değil, Duru'nun derisinin altındaydı.

 

Bir kaç damla kan usulca bileğinden akarken yüzümü buruşturdum, canım yanmış olmalıydı. Arda küçük ve de ten renginde olan bir yapıştırıcığı oraya yapıştırdığında bakışlarım onu buldu. Bana da yapacaktı değil mi? Gergin bir şekilde dudaklarımı dişlediğimde Duru bana dönerek "Acımıyor," dedi, ona ters bir bakış attım. Hâlâ tepkili olduğumu fark ettiğinde önüne dönerek sessiz kaldı. Bizi izleyen Özgür'ün dudakları bu çocuksu hallimizden dolayı kıvrılırken Arda başka bir iğne daha hazırlayarak karşımda durdu. "Bileğini alabilir miyim?" Nazikçe sorduğu soruyla derim bir nefes alıp bileğimi uzattım.

 

Büyük ve sıcak parmakları bileğimi kavrarken kaşlarını çatarak elini biraz daha ileriye götürüp soğuk elimi avuçladı. Şaşkın ir şekilde "Üşüyor musun sen?" diye sorduğunda hızla elimi geriye çektim. Bedenim gerilmişti. Duru hüzünle bana bakarken Arda ve Özgür'ün ifadesinde şaşkınlık vardı. Ani bir tepki vermiştim sanırım ama elimde değildi, biri elimin soğuk olduğunu fark edince istemsizce geriliyor ve kendimi geriye çekiyordum. Bunun nedeni 7 Ekim'di. On yedi sene önce yaşanan o katliam. Masanın üzerinde hackerlar bile ortamdaki gerginliği hissetmiş gibi bize baktıklarında boğazımı temizleyerek kafamı iki yana salladım. "Hayır, üşümüyorum."

 

Belki birden fazla soru sormak istedi ama sessiz kalması gerektiğini fark ederek "Bileğin," dedi sadece. Bu durumun bir an önce bitmesi için bileğimi uzattım ve tıpkı Duru'ya yaptıklarını bana da yapmasını sabırla izledim. Nihayet işi bittiğinde bilgisayarın başında ki adamalardan biri "İki verici de gayet iyi durumda," dedi ekrandan çektiği bakışlarını Özgür'e dikerken. "Gökçe Hanım'ın telefonuna kodları gönderiyorum." Kaşlarım istemsizce çatılırken Özgür kafasını olumlu anlamda sallayıp bana döndü ve elindeki eczane poşetini uzatarak "Burada boğazına iyi gelecek haplar ve bir kaç vitamin var," dedi usulca gözlerime bakarken. "Sen gece kaldığın odaya gidip dinlen çalışanlarda Duru'ya odasını gösterecek. Benim artık hastaneye dönmem gerekiyor."

 

Derin bir nefes alarak elindeki poşeti alıp "Özgür," dedim ayağa kalkarak. Telefonumu uzatıp mahçup bir şekilde "Numaranı yazar mısın, Yağmur için sana ulaşmak istiyorum," diye mırıldandım sessizce. Bana olan bakışları hafifçe yumuşarken numarasını yazdı ve telefonunu çaldırarak göz kırpıp "Haberleşiriz," diyerek telefonumu bana tekrardan uzattı. Onun bu sıcak tavrı içimi ısıtırken kafamı olumlu anlamda salladım. Son kez bana bakıp evden ayrıldığında Duru'ya gösterilen odadan sonra bana verdikleri odaya girip yatağa oturdum. İçimde çok kötü bir his vardı. Sanki ölüm bana her zamankinden daha yakın olmuştu.

 

Ama bunun nedeni daralan zaman değildi, başka bir şeydi ve ben bunun ne olduğunu tarif edemiyordum. Merak ettiğim tek bir şey vardı ve o da zihnimde yankılanıp duruyordu.

 

Ölüme ne kaldı?

 

 

🕯️

 

Acı, zihnimin karanlığına saklanmış bir sanrıdan ibaretti şu anda. Pençelerini düşman misali duvarlarıma saplamış, bir gölge gibi vicdanımın üzerine çökmüştü. Oysa o olmasa bile ben kendimi rahat bırakamıyor, canımın daha çok yanmasına sebep oluyordum. Ama bildiğim bir şey vardı ki o da bu durumu hak ettiğimdi. Dün ölen kişinin masum bir bebek olması zaten çıldırmama sebebiyet verirken bir de benim yüzümden ölmüş olması katlanılabilir bir durum değildi. Bundan dolayı dünden beridir gözlerimden ne bir damla yaş eksilmişti ne de hüzünlü bakışlarım.

 

Kendimi dar ağacına yürüyen bir mahkûm gibi hissediyordum. Suçluydum ama ölecek miydim bilmiyorum. Oysa ölmesi gereken tek kişi bendim, masum insanlar değil. İçimi kemirip duran sıkıntıyla ellerimi yumruk yaptığımda bakışlarımı karşımdaki kıza çevirdim. Dünden beridir bu evde olduğumuz için en az o da benim kadar gergindi. Ama ne olursa olsun onu buradan çıkartacaktım, tamam belki ben çıkamayacaktım ama o çıkacaktı, çıkmak zorundaydı çünkü en azından onun güvende olması gerekiyordu. Kıraç ile de bugün konuşacak, durumu izah edecek ve hiçbir şey bilmediğime onu inandıracaktım çünkü dünden beridir düşündüğüm tek şey onların güvenliğiydi.

 

Tamam, kendisi oldukça güçlü bir adam olabilirdi, belki de eli kolu sandığımdan çok daha uzundu ama ne olursa olsun karşımızda adını bile bilmediğimiz gizli bir katil vardı ve masum bir bebeği öldürmekten bile geri durmuyordu. Bu iş sandığımdan bile daha tehlikeliydi, bundan dolayı Kıraç'a hiçbir şey bilmediğimi anlatacaktım. Bana inanmayacağını biliyordum ama bende hiçbir şey bilmiyordum ki, bana inanmak zorundaydı. Birazdan o ve kız kardeşi eve gelecekti. Yağmur neyse ki bugün taburcu oluyordu, aslında bir kaç gün daha hastanede kalması gerekiyormuş ama Kıraç zaten onun için odasını hastaneye çevirmişti.

 

Sabah Gökçe ve Tolga geldiğinde söylemişlerdi bana Yağmur'un hastaneden taburcu olacağını. Bu haberi duyunca çok mutlu olmuştum. Gökçe topladığı ekipten bilgileri almış ve onları göndermişti çünkü Yağmur geldiğinde evin sesiz olmasını istiyordu. Tolga'da Yağmur için ayarladığı hemşireleri odalarına yerleştirmiş şimdi de bizim gibi koca salona gelerek oturmuştu. Evet, birazdan Kıraç, Özgür ve Yağmur gelecekti. Dürüst olmak gerekirse oldukça gergindim, çünkü Yağmur bebeğini benim yüzümden kaybetmişti ve nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyordum. Korkuyor muydum, fazlasıyla ama bu yüzleşmeyi de gerçekleştirmek zorundaydım.

 

Yanan gözlerimi bir kaç saniye kapatıp derin bir nefes aldım. Dünden beridir gözüme uyku girmemişti. Gece herkes uyuduğunda bahçeye çıkmış ve sabaha kadar Yağmur'un vurulduğu o bahçeye bakıp durmuştum. Deniz defalarca yanıma gelmiş havanın soğuk olduğunu söyleyerek eve geçmem gerektiğini söylemişti ama onu dinlememiştim bile. Daha sonradan birini aramıştı ve o telefonu kapattığı an Özgür beni aramış ve eve girmem gerektiğini söylemişti. Beni Özgür'e şikayet ettiğine hâlâ inanamıyordum ama zaten Özgür'ü de dinlememiştim. Deniz en sonunda pes ettiği için bana bir örtü getirmiş ve tüm korumaları uyarmıştı. Dünkü olaydan sonra bu bahçe bile güvenli değildi çünkü.

 

Tıpkı onlar gibi sabaha kadar bende soğukta durup beklemiştim. Neyse ki bahçenin ışıklandırması oldukça iyi olduğu için karanlığa mahkum kalmamıştım. Aslında yanımda mum vardı ama onca adamın gözü önünde mum yakmaktan çekinmiştim. Zaten uyumadığım için yakmama da gerek kalmamıştı. Sabaha doğru Duru uyanmış ve yanıma gelmişti, hazırlanan kahvaltıdan ikimizde tek bir lokma dahi almamıştık. Bu ev bize hiç iyi gelmemişti. Bundan dolayı buradan gitmemiz gerekiyordu. Ama öncesinden Kıraç'ı ikna etmek zorundaydım. Bizi daha fazla burada zorla tutamazdı ne de olsa.

 

"Kızlar bir şeyler atıştırsaydınız bari?" Gökçe'nin sesiyle soluk gözlerim onu bulurken Duru derin bir nefes alarak "İştahım yok," diye mırıldandı. Ayakta duran kız bir bana bir de Duru'ya bakarak iç çekip Tolga'ya döndü. Bizim bu halde olmamızı istemiyor gibiydi ancak kuzenini ikna ederse zaten bu durumda olmayacaktık. Tolga onun bakışları karşısında derin bir nefes alarak bize döndü.

 

"Ama dünden beridir hiçbir şey yememişsiniz ki. Açlıktan bayılacaksınız." Buraya zorla getirildiğimizi bildikleri halde neden bu kadar ısrarcı davranıyorlardı anlamıyorum. Ne bekliyorlardı ki, hiçbir şey olmamış gibi yemek yememizi mi? Bunun düşüncesi dahi midemi bulandırırken yüzümü buruşturarak kafamı iki yana salladım.

 

"İştahımız yok." Diyecek başka hiçbir sözüm yoktu. Tolga sözlerim üzerine ensesini kaşıyarak Gökçe'ye bakıp omuz silktiğinde, ikisinin de çaresiz tavrını umursamadan boynumdaki kolyeye dokundum. Bu kolye boynuma asıldığı günden beridir hiçbir şey yolunda gitmemişti, hem de hiçbir şey. Bir kaç dakika daha öylece akıp giderken bir süre sonra duyulan araba sesleri ile Gökçe neşeyle kapıya doğru yürüdü. Tolga bana dönüp "Gelmek ister misin?" diye sorduğunda yutkunarak ona bakıp sessiz kaldım. İsterdim tabi ki ama cesaretim yoktu, henüz benim yüzümden bebeğini kaybeden bir annenin gözlerine bakamazdım.

 

Duru sessizliğim karşısında yanıma gelerek ürkek bakışlarını Tolga'ya çevirip "Biz burada bekleyelim," dediğinde Tolga çekingenliğimizin nedenini anlasa da daha fazla ısrarcı olmak yerine Gökçe'nin açtığı kapıya doğru yürüdü. Bakışlarım kapıyı bulurken yutkunarak kuruyan boğazımı ıslattım. Ancak bir yumru orada durdu ve gözlerimin ardındaki yaşlar hızla gözlerime doluştu. Dünden beridir kendimi tuttuğumu biliyordum ama şimdi de ağlamak istemiyordum ki.

 

Duru kolumu tutarak "Sakin ol," dediğinde onun da gözleri dolu doluydu. "Senin hiçbir suçun yok." Aksine, tek suçlu bendim. Çektiğim vicdan azabını sanki bir o görüyormuş gibi hissettiğim de, dudaklarımı birbirine bastırarak "Bebeği," diye fısıldadım ve gözlerimden bir damla yaş usulca akarken hızla onu sildim. Daha fazla devam edecek durumda değildim. Duru'da bunu anlamış gibi derin bir nefes aldığında geriye çekildi. Hiçbir tesellinin beni telkin edemeyeceğini en iyi o bildirdi.

 

Bakışlarım tekrardan kapıyı bulurken Gökçe geriye çekildiğinde gördüğüm kızla bir adım geriye kaçtım. Sanki üzerime düşen binalar vardı ve ne kadar kaçarsam kaçayım sonunda o enkazın altında kalacak gibiydim. Vicdanımın sızladığını hissediyordum dünden beridir değil mi, ama hayır. Vicdanımın sızlamıyordu, vicdanım alev olmuş beni de yakıyordu. Gördüğüm manzara karşısında nefesim kesilirken bir kaç damla göz yaşım usulca aktı, kalbim kasıldı. Yağmur ruh gibi bir ifadeye gömülmüştü. Sanki Kıraç onun kolunu tutmasa her an yere yığılacak bir ceset gibi duruyordu. Dün sadece masum bir bebek değil, bir annenin ruhu da ölmüştü ve bunun sebebi bendim. İstemeden olsa da bendim.

 

İçimi yakan acıyla çığlık atmak istesem de beni mahveden derin bir sessizlikle Yağmur'u izledim. Küçük adımlarla içeriye girdiklerinde bakışlarım sadece onun üzerindeydi. Üzerinde geniş bir gecelik vardı, taranmamış saçları yüzünü sarmıştı. Bir kaç adım atıp usulca kafasını kaldırdığında bakışları beni buldu, adımları durdu. Sanki yeryüzünün kıyametini görmüştü gözleri, ölümü kucaklamıştı benliği. Çaresizlik bir anneyi öldürebilir miydi bilmiyorum ama Yağmur fiziksel olarak yaşıyor olsa da ruhen çoktan ölmüş gibiydi.

 

Ona istemeden de olsa yaşatığım acı bir günah gibi kalbime işlerken elini usulca karnına koydu. Buz kesen ruhumla usulca eline baktım, gözlerimden bir kaç damla daha keder düştü. Sanki ondan aldığım bebeğinin yokluğunu yeni fark etmiş gibi eli karnından usulca düşerken gözlerinden de bir kaç damla yaş düştü. Ben bu vicdan azabıyla nasıl yaşanır bilmiyordum, Egemen'den sonra ölümü kabul etmiştim ama bu masum bebekten sonra artık ölümü bile beklemek istemiyordum. Neden hemen şimdi öldürmüyordu ki beni o katil? Neden bana bu hayatı zehir ediyordu? Daha kaç kişiyi benim yüzümden öldürecekti? Daha kaç günah boynuma asılacaktı? Cehennemin ateşi benim için kavrulurken, nefesimi ne zaman kesecekti?

 

Ölüm ruhumdan daha kaç parça alacaktı?

 

Daha fazla gözlerine bakamayacağım sırada Kıraç, Gökçe'ye dönüp "Yağmur'u odasına götürür müsün?" diye sordu. Ancak bu bir ricadan çok hızla yerine getirilmesini istediği bir emirdi. Gökçe onu onaylayıp Yağmur'un boştaki koluna girerken "Hadi, gidelim," demişti ki, Yağmur "Ecrin'le konuşmak istiyorum," diyince herkes buz kesti. Fazlasıyla ifadesiz bir şekilde söyledikleri ortamı sessizliğe gömmerken ıslak gözlerimi ona çevirdim. Her ne kadar vicdan azabı çeksem de benden hesap sormasını istiyordum, çünkü anca o zaman bir nefes alabilirdim. Beni suçlamalıydı çünkü tek suçlu bendim, hak ettiğim tek şey buydu.

 

Duru gergin bir şekilde bana dönüp "Senin hiçbir suçun yok Ecrin," dediğinde gözlerinden bir damla yaş düştü. "Sakın unutma bunu. Sen hiçbir şeyin sorumlusu değilsin." İstemeyerek de olsa tek suçlu bendim, ne olursa olsun Yağmur bebeğini kaybetmeden önce gitmem gerekiyordu bu evden. Kıraç bana izin vermişken gitmem gerekiyordu hem de. Çaresiz bir şekilde karşımdaki kıza bakarak kafamı olumsuz anlamda salladığım da, başından beridir kendimi suçlandığımı bildiği için sinirle kolumu tuttu. "Hayır, sen gitmek istedin ve hatta gittin de! Suçlu değilsin. Yalvarırım yapma bunu."

 

Evet, bir adım dahi olsa gitmiştim ama geç kalınan bir gidişti bu. Kolumu usulca Duru'nun elinden çekerek bakışlarımı Yağmur'a çevirdim. Herkes sessizce beni izliyordu, Kıraç bile. Sanki ne yapacağımı en çok o merak ediyordu. Kısılı gözlerini üzerimde hissederken onlara doğru bir kaç adım atıp önlerinde durdum ve çaresizce Yağmur'a bakarak dudaklarımı ıslattım. "Biliyorum, özrüm acını dindirmeyecek. Bundan dolayı istediğini diyebilirsin bana, ister döv ister küfret ama şunu bil olur mu?" Gözlerine çaresizce bakıp "Ben böyle olsun istemedim," diye mırıldandığımda, omuzlarım titredi ve içli içli ağlamaya başladım. "Yemin ederim böyle olsun istemedim! Gitmek istedim, biliyorsunuz! Ama geç kaldım! Kahretsin ki geç kaldım!"

 

Dünden beridir çaresizliğimi gören tek kişi Duru'ydu ama şu anda herkes tarafından görünüyordu. Çektiğim vicdan azabını sanki önlerine sunmuş ve acının beni nasıl yaktığını anlatmıştım onlara. Her biri sessizlik içinde beni izlerken Gökçe'nin de gözlerinden bir kaç damla yaş düştü. Tolga çaresizliğim karşısında bana doğru bir adım atmak istedi ama son anda durdu. Özgür bakışlarını benden kaçırıp sessiz kaldı. Kıraç ise beni izledi, beni yakan ateşi gördü belki söndürmek istedi o ateşi ama onu durduran şey yine bendim. Ben kendimi bu denli suçlarken hangi birinin sözü beni temize çıkarırdı ki? Hangi teselli cümlesi beni telkin ederdi?

 

Bir ateş yanmıştı kelebeğin kanatlarında. Hangi gökyüzü kucaklardı onu bu saatten sonra?

 

Acının en büyüğünü kazımıştım ruhuma, asla geçmeyecek bir yara daha bulaşmıştı tenime. Zihnim acıyordu, düşüncelerim acıyordu, olanlar ve de olacaklar korkutuyordu ama hiç birine dur diyemiyordum. Her birinin bakışları altında kendimi en savunmasız hissettiğim anda ağlarken aniden bedenimde hissettiğim ince kollarla buz kestim. Zaman durmuştu sanki, göz yaşlarım bile şok etkisi içinde dururken Yağmur acıyla "Ağlama," diye hıçkırdı. "Ne olur ağlama, biliyorum her şeyi. Ağlama. Suçlu değilsin ki sen, ağlama."

 

Sözleri kulaklarımda çınladıkça şaşkınlığım artarken bizi izleyen Kıraç ve diğerlerine baktım. Her birinin yüzünde garip bir his vardı ancak Kıraç'ın bakışları daha farklıydı. Gözleri ben ve kardeşi arasında gidip geldikçe gözlerinin ardından tuhaf bir şeyler oluyordu. Sanki katlanamadığı bir durumun içerisindeydi. Kardeşinin ağlamasına mı dayanamıyordu yoksa bana sarılıyor olmasına mı? Göz göze geldiğimiz an kaşlarını çattığın da yutkunarak geriye çekildim.

 

Beni mi suçlu görüyordu? Haklıydı.

 

Bakışlarımı kaçırdığım sırada Yağmur cılız bir sesle "Peşindeki kişi veya kişiler kim bilmiyorum ama," dediğinde bakışlarım onu buldu. "Bebeğimin intikamı alınsın istiyorum Ecrin. Bize yardımcı olmak zorundasın." Beni nereden vuracağını iyi yakalamıştı, vicdanımla oynuyordu. Yeşillerim onu bulurken çaresizlik içinde öfkeli gözlerine baktım. İntikam arzusunun kökleri bana kadar uzanıyordu, ama farkında değildi. İstediği şey daha fazla yaraya sebep olacak, daha fazla insanı bizden alacaktı. Üstelik ben sandıkları gibi hiçbir şey bilmiyordum ki!

 

Bomboş gözlerimi gaflette düşmüş gözlerinden kaçırdığımda Gökçe onu tekrardan kolundan tutarak "Odaya çıkalım," dedi. Ardından ikisi usulca üst katta yöneldi. Onların gidişiyle derin bir nefes aldığımda Kıraç "Çalışma ofisime gelin," diyerek o da üst katta çıktı. İfadesizce söylediği emir sinirlerimi bozarken Duru yanıma gelerek "Benimde gelmem gerekiyor mu?" diye sordu ince sesiyle. "O korkunç adamın ofisine gitmek istemiyorum."

 

Haklıydı. Bakışlarım korkuyla Kıraç'ın gittiği merdivenlere bakan kızı bulurken Tolga gülerek kafasını iki yana sallayıp "Korkunç adam mı?" diye sordu Duru'ya bakıp tek kaşını kaldırarak.

 

Duru'nun da bakışları onu bulurken çocuk gibi omuz silkerek "Öyle ama," dedi ikna etmek ister gibi. "Yalan mı? Resmen gözleriyle bizi dövüyor."

 

Tolga onun bu haline gülüp kafasını iki yana sallarken Özgür dudaklarını büzen kıza kısa bir bakış atıp bana döndü. "İkinizin de gelmesi gerekiyor. Daha fazla bekletmeyelim." Baştan aşağıya beni süzüp kaşlarını çattı. "Sana verdiğim ilaçları kullandın mı sen?" Beklemediğim sorusu karşısında afalladığımda kafamı usulca olumlu anlamda salladım. Kullanmıştım, çünkü ayakta durmak zorundaydım. Sesiz cevabım karşısında memnun olmuş gibi dudaklarını kıvırıp kafasını olumlu anlamda salladığında "Hadi," dedi önden giderek.

 

Duru bıkkın bir şekilde oflayarak "Bu da korkunç ama ya," diye sessizce söylendi. Onun bu haline istemsizce güldüğümde, Tolga kahkaha atarak kafasını iki yana sallayıp Duru'ya baktı. "Yüzüne söylemek ister misin?"

 

Duru'nun gözleri şok içinde açılırken merdivenlere yönelen adamın sırtına bakarak "Asla," diye homurdanıp sinirle önden yürüyerek Özgür'ü takibe aldı. Onun bu haline alışkın olduğum için gülümseyerek bende peşlerine düştüm. Dördümüz de sessizce üçüncü katta çıktığımızda burada sadece iki kapı olduğunu gördüm. Özgür sağdaki kapıya yöneldiğinde oranın ofis olduğunu anlamıştım ama ya diğer oda neydi? Eğer Kıraç'ın odası ise kat büyüklüğünde olduğu için kocaman olması gerekirdi. Öyle büyük bir odada ne yapıyordu bu adam?

 

Beni ilgilendirmeyen saçma bir soruyla Özgür'ün kapıyı çalmadan girdiği odaya peşinden girdiğimde görmeyi beklediğim manzara ile karşılaşmamıştım. Tamam, burası koca bir çalışma ofisiydi. Masası, kitaplığı, koltuk takımı ve hatta televizyonu bile vardı ama Kıraç yoktu. Kaşlarım istemsizce çatılırken Özgür ve Tolga karışıklıklı koltuklara oturdular. Ben ve Duru ayakta öylece dururken bakışlarım köşedeki dolabın üstündeki alkolü içecekleri ve mum şamdanlarını buldu. Benim evimde olduğu kadar olmasa da bu evde de oldukça mum vardı. Tuhaf bir şekilde bu durum hoşuma giderken Duru koltuğa oturup sessiz kaldı.

 

Bende yanına oturduğumda bir kaç saniye sonra odaya Gökçe girdi. Bize tebessüm ederek o da koltuğa oturduğun da, birazdan önemli bir konuşmanın gerçekleşeceğini anladım. Sorgu sual vakti gelmişti sanırım. Gergin bir şekilde dudaklarımı dişlediğimde odaya Kıraç girdi. Üzerini değiştirmişti, beyaz bir gömlek ve siyah bir pantolon vardı üzerinde. Gömleğinin kollarını kıvırmış ve bir saat takmıştı. Bu saat hep bileğindeydi, acaba bir anısı mı vardı?

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken Kıraç kapıyı ardından kapatarak masanın arkasına geçti ve yerine oturdu. Hemen karşısında ben ve Duru vardık, bakışları doğrudan beni bulurken "Gökçe," dedi sakin bir sesle. "Nedir son durum?" Kaşlarım istemsizce çatılırken bakışlarını benden çekip Gökçe'ye diktiğinde bende ona baktım.

 

Oturduğu koltukta bacak bacak üstüne atan kız "Araba çalıntı," dedi beklediği bir şeymiş gibi. "Dün saat on sekiz yirmi de kayıp ihbarı verilmiş ama biz çok daha öncesinden saldırıya uğradık. Araba bir reklam firmasına ait. Çalındığı an ihbar verilebilirdi ama varsayalım ki fark etmediler, yine de firma sahibi bana kuşkulu geldi ve araştırdım ancak hiçbir şey çıkmadı. İşinde gücünde bir adam. Arabayı çalanlar beklendiği gibi maskeli, saldırıdan sonra arabayı boş bir arazide bırakıp kaçıyorlar. Kim oldukları belirsiz ne yazık ki."

 

Duyduklarım karşısında afalladığımda Duru hayran olmuş gibi "Bu kız fazla havalı," diye fısıldadı sadece benim duyabileceğim bir sesle. Haklıydı, Gökçe duruşuyla bile fazlasıyla kendinden emin bir kadındı. Bu kadar bilgiye bu kadar hızlı bir şekilde ulaşması şaşırılacak bir şey değildi çünkü kadının hacker ekibi vardı. Kıraç kafasını usulca sallayıp bu kez bakışlarını Tolga'ya çevirdi.

 

Kafasını hafifçe iki yana sallayan adam "En ufak bir parmak izi yok arabada," dedi. "Ayrıca kurşunların herhangi bir kodu veya kime ait olduğu da beli değil. Kaçak ürün olduğu beli, silahlar da ruhsatsız olmalı. Yani saldıran kişinin ilegal işlerle uğraştığı ortada. Gerçi bize saldırması bile yeterli bir kanıt ama olsun, elimizde kimliği belirsiz kurşunlar var en azından. Ayrıca altını çizmek isterim, bu kurşunlar da tıpkı geçen gece Ecrin'in üzerine yağan kurşunlar gibi belirsiz." Son söyledikleri hayretle ona bakmama neden olurken sertçe yutkundum. O geceki kurşunları da mı araştırmışlardı?

 

Rahatsızca yerimde kıpırdandığım sırada Özgür "Evin etrafı yüksek duvarlarla örülü," dedi. Bakışlarım onu bulurken o Kıraç'a bakıp kaşlarını çattı. "Bize doğrudan saldırı yapmaları normal şartlar altında imkansız ama karşıdaki yolu bile olmayan tepenin üzerine çıkmışlar. Çiçek bahçesi eve oranla biraz daha yüksek konumda olduğu ve tepeden daha rahat göründüğü için saldırı şartları kolaylaşmış. Şimdi özel bir ekip daha topladım. Bahçe şu an her zamankinden daha iyi korunuyor. Ayrıca yol üzerinden gelen her araç iki kilometre öncesinden Deniz tarafından bilinecek. Şu anda her zamankinden daha güvende malikâne."

 

Dut yemiş bülbül misali her birine baka kaldığım da, Duru'nun da benden geri kalır bir yanı yoktu. Resmen dünden beridir hastaneden çıkmadıkları halde her şeyi öğrenmişlerdi. Bu kadar profesyonel olmalarını kesinlikle beklemiyordum. Elleri ve kolları gerçekten de çok uzun olmalıydı. Acaba gerçekten katili bulabilirler miydi? Zihnime düşen soru canımı yakarken gözlerimi sıkıca kapattım. Hayır, umut bağlayamazdım. Umut öldürürdü, umut yavaş yavaş öldürürdü. Ölümü kabullenmişken hayata tekrardan bağlanamazdım, tekrardan aynı acıyı kendime yaşatamazdım. Sonu beli olan bir hayatım vardı benim, daha farklısına umut bağlamak acıdan başka hiçbir şey vermezdi bana.

 

Tam yirmi üçümde ölecektim, ne eksik ne fazla. Tam yirmi üçte.

 

Derin bir nefes alarak bakışlarımı Kıraç'a çevirdiğim de onun da bakışları beni buldu. Gözleri usulca kısılırken "Anlat bakalım Kavin," dedi tek kaşını usulca kaldırarak. "Bu durum ne zamandan beridir devam ediyor?" Ani sorusu karşısında ne cevap vereceğimi bilemezken buz gibi ellerimi birbirine sürterek bakışlarımı kaçırdım. Ne diyecektim şimdi ben? Gerçekleri anlatamazdım. Kendimi bir yalana hazırlanmıştım ki, Kıraç keskin bir dille "Sakın," dedi kara gözlerini sertçe gözlerime dikip. "Yalan söylemeyi o güzel aklından geçirme."

 

Sözlerinin altında yatan derin ima tehdit olduğunu açıkça beli ederken Duru bana dönerek "Söyle," diye konuştu adeta yalvarır gibi. "Görmüyor musun ne kadar güçlü olduklarını Ecrin? Söyle ki kurtulalım o katilden." Biliyorum, o çoktan umut etmişti ama ben edemezdim ki. Korkuyordum, Egemen'den sonra katil bile demeye korkuyordum. Ellerim titremeye başlarken derin bir nefes aldım. Biliyorum, benden bilgi almadan beni asla bırakmayacaklardı ama gerçekleri de anlatamazdım ki. Zaten bir şey bildiğim yoktu bildiğimi de anlatırsam her şey daha kötü olacaktı. Bakışlarım beni izleyenleri ve de Kıraç Keskin'i buldu. Sanırım bir kaç şey anlatmak zorundaydım, aksi takdirde buradan asla kurtulamayacaktım.

 

Sesimin titrememesi için ekstradan çaba sarf ederek "Bugünle birlikte on yedi yıl bir gün," dedim her biri şaşkınlık içinde bana baktı.

 

Gökçe hızla öne doğru eğilip "Ne?!" dediğinde Tolga "On yedi ne lan," diyerek sinirle kaşlarını çattı. "On yedi sene insan buna nasıl dayanır?!" Hafif yüksek çıkan sesiyle gözlerim hızla dolarken Özgür sertçe "Tolga!" dediğinde uyarı dolu sesi Tolga'yı susturmuştu.

 

Biliyorum, çoktu ama bir süre sonra kabul etmek zorunda kalıyordu insan. Ürkek gözlerle önce beni sıkıntıyla izleyen Özgür'e daha sonradan Kıraç'a baktım. İkisi birbirine benziyordu ama Kıraç Özgür'den çok daha iyi gizliyordu ne hissettiğini. Hafif çatık kaşları kısılı kara gözleri onun ne düşündüğünü bana yeteri kadar anlatmıyordu. Evet, o da şaşırmıştı cevabım karşısında ama asıl şaşırdığını şey sanki benim bu durum karşısında neden sessiz kaldığımdı. Haklıydı, kim on yedi yıl boyunca ölümü sessizce kabul ederdi ki? Ben etmek zorunda kalmıştım. Egemen'in ölümü bana kabul ettirmişti ölmeyi.

 

Boynuma hayalî bir intihar ipi asılmıştı o gece. Bundandı kabullenişim.

 

Ne de olsa son nefesimi vereceğim anı bekliyor olmam, intihar ipinin ucundaki insanın durumu ile aynıydı. İkimizde ne zaman biteceğini biliyorduk, ne eksik ne fazla. Tam yirmi üçümde. Gözlerimden bir damla yaş usulca akarken Kıraç "Kim bu?" diye sordu. Annemin katili demeye dilim varmadı. Çünkü annemin katili bile belli değildi.

 

Sorusuyla bakışlarımı kaçırdığım da Duru elini koluma değdirerek bana güç vermek ister gibi tebessüm etti. Gözlerinden yaşlar dökülürken sunduğu buruk tebessüm ne yazık ki işe yaramıyordu. Canım yanıyordu, artık daha fazla burada kalmak istemiyordum. Ben sessiz kaldıkça herkes merakla bana bakarken Kıraç daha fazla beklemek istemiyormuş gibi "Kavin?" dediğinde gözlerim ellerimi buldu. Tırnaklarımı avuç içlerime öyle bastırmıştın ki, izi çıkmıştı.

 

Gökçe "Ecrin," derken bu kez bileklerime baktım, mavi damarlarım fazlasıyla belirginleşmişti. Gece fazlasıyla üşüdüğüm için vücudum hâlâ kendine gelememişti sanırım.

 

Ortam bir anda derin bir sessizliğe gömülürken Duru cılız bir nefes vererek ince sesiyle "Annesinin katili," dedi, buz kestim.

 

Saklamak istediğim şeyi aniden söylemesi kanımı dondururken bakışlarım hızla onu buldu, o ise utanarak gözlerini benden çekip Kıraç'a dikti. "Ama onun kim olduğunu bilmiyoruz. On yedi sene ön-"

 

"Yeter!" Aniden ayağa kalktığım sırada Duru dolu dolu gözleriyle gözlerime baktı. Ürkek bakışlarına kanmak istemiyordum, her şeyi açıkça anlatamazdı onlara. Bu kadarını bana yapamazdı. Gözlerimden yaşlar düşerken sinirle ona bakıp "Sus artık!" diye bağırdım. Boğazım kullandığım ilaçlardan sonra ilk kez bu kadar ağrımıştı. Kendimi kontrol etmekte zorlanıyordum, gerçekleri onlara nasıl anlatırdı?! Egemen'in gerçekler yüzünden öldüğünü bilirken, benim her gece vicdan azabı içinde uyuduğumu bilirken bunu nasıl yapardı?? Kaç kez söylemiştim ona?! Kaç kez demiştim gerçekler ölümü getirir diye?!

 

Şiddetli bir titreme ellerimi esir alırken öfkeyle Kıraç'a döndüm. "Kim olduğunu bilmiyorum! Bırak artık beni!" Duru hızla ayağa kalkıp titreten sesiyle "Ecrin," dediğine ona bakmadım bile. Daha fazla burada kalamazdım.

 

Tolga ayağa kalkıp "Sakin ol," dediğinde sinirle ona döndüm. Sakin falan olamazdım.

 

"İstemiyorum ya anlamıyor musunuz?! Burada durmak istemiyorum!" Ellerimdeki titreme omuzlarıma kadar yükselirken avuç içimi alnıma vurarak "Öleceksin!" diye haykırdım. "Benim yüzümden öleceksiniz!"

 

Herkes endişe içinde beni izlerken Duru hıçkırarak "Susarak sen öleceksin Ecrin!" diye bağırdı. Onunla ilk kez bu konuda kavga ediyorduk. Biliyorum, her zaman bu durumdan rahatsızdı, sürekli beni polise gitmemiz için ikna etmeye çalışıyordu ama ben her defasında onu oyaladığım için hiç dert etmiyordum. Ama şimdi ben böyle köşeye sıkışmışken o üstüme geliyordu. Biliyorum, onun da canı acıyordu ve hatta benim için uğraşıyordu ama korkuyordum, deliler gibi korkuyordum hem de.

 

Yapamazdım, gerçeği kurcalayamazdım. Gözlerimden şiddetle düşen yaşları umursamadan yüzümü buruşturarak kafamı iki yana salladım. "Anlamıyorsun."

 

Duru kafasını iki yana sallayıp "Asıl sen anlamıyorsun!" diye yakındı. "Sen öleceksin ve benden bunu sessizce kabullenmemi bekliyorsun. Ecrin, senin yerinde ben olsaydım sen sessizce benim ölmemi bekler miydin?" Sorusu karşısında afalladığımda acıyla tebessüm etti. "Bana nasıl hissettirdiğini bilmiyorsun ki. Ben senden sonra yaşayabilir miyim sanıyorsun gerçekten?" Eli tekrardan boynuna gitti, o günü anlattı. "Senin nefesin kesilince benimde nefesim kesilecek. Ama bu kez benim ellerimden."

 

Bana neden bunu yapıyordu? Gözlerimden düşen yaşlarla kendimi koltuğa bıraktığım da, yüzümü avuçlayarak sinirle ağladım. Benim zayıf noktam olduğu için beni nasıl ikna edeceğini çok iyi biliyordu ama bu kez konu çok daha hassastı. Yapamazdım, geçmişi kurcalayacak cesaretim yoktu. Bilmiyordu, Egemen'in nasıl öldüğünü bizim o gece neler yaşadığımızı bilmiyordu. Benim neden her zamankinden çok daha fazla mum ateşine ihtiyaç duyduğumu bile bilmiyordu.

 

O gece kelebeğin kanadı yanarken, gecenin bile nasıl susturulduğunu kimse bilmiyordu.

 

Mühür vurulmuştu gerçeklere, dokunmak yasaktı en ağır kefarete.

 

Her biri sessizce bekledi, benim sakinleşmemi belki de gerçekleri anlatmamı. Ama kararım kesindi, hiçbir şekilde daha fazla ölüme sebep olmayacaktım. Altı dakikanın sonunda göz yaşlarımı silip dudaklarımı ıslatarak karşımdaki adama baktım. Bu kez gözlerinin ardından görünen şey kendini beli etmişti, derin bir çaresizlik. Kıraç Keskin'in gözlerinde bana karşı büyük bir çaresizlik vardı. Bu durum karşısında şaşırsam da beli etmemeye çalışarak boğazımı temizleyip "Evime gitmek istiyorum," dedim, kaşları hızla çatıldı.

 

Çaresizlik ifadesi sadece saniyeler içinde yok olup giderken yerini alan öfke beni çoktan göz hapsine almıştı bile. Sanki damarına basmıştım. Kıraç sinirle ayağa kalkıp "Annesini ve de katilini araştırın, yarına kadar her şeyi öğrenmiş olun!" dediğinde, verdiği emirle Gökçe, Tolga ve Özgür ayağa kalkarken Duru şaşkınlık içinde tebessüm ederek gülümsedi. Ben ise neye uğradığımı şaşırmıştım. Bir saniye bile beklemeyecek miydi? Canımı yakmaktan zevk mi alıyordu bu adam?

 

Tek bir kelimenin bile dökülmediği dudaklarımdan cılız bir nefes koparken korkunun içime sindiğini hissettim. Kıraç hâlâ bana bakarken "Şimdi bizi yalnız bırakın," dedi, kast ettiği kişinin ben olduğunu anlamam uzun sürmedi. Neden benimle yalnız kalmak istiyordu? Gözlerim korkuyla açılırken Tolga ve Gökçe odadan çıkarken Özgür şaşkın bir halde Kıraç'a bakan Duru'nun kolunu tuttu. İrkilerek Özgür'e dönen kız ne diyeceğini bilemezken Özgür "Hadi, gidelim," dedi ancak Duru'nun bakışları beni buldu. Beni burada bu korkunç adamla bırakmak istemiyordu.

 

Özgür'de aynı şeyi düşünmüş olmalı ki hafifçe tebessüm ederek "Endişe etme, arkadaşına bir şey olamayacak," diyerek onu kendisiyle birlikte çekiştirdi. Ancak Duru kapıdan çıkmadan önce Özgür'ün elini tutarak kolunu kurtarıp bana döndü. Özgür ve Kıraç ona bakarken ben bakmadım. "Ecrin," dedi titreyen sesiyle. "Kal demeyecek misin?" Korktuğumu bildiği için böyle demişti ama hayır, demeyecektim. Çünkü anlatmaması gereken bir şeyi anlatmıştı. Annesinin katili demek zorunda mıydı?! Katil diyebilirdi, neden gidipte geçmişi araştırmalarına neden olacak o bilgi vermişti ki?!

 

Ona olan kırgınlığım sessizliğim ile beli olurken ince sesiyle "Özür dilerim," diye mırıldandı. Ağlamaya başlamıştı. Ona bakmamak için kendimi zorlarken o, "Yaşaman için benden nefret etmen gerekiyorsa ben nefretine hazırım," dedi, sertçe yutkundum. "Ama nefretle de olsa yüzüme bak olur mu? Benim senden başka kimsem yok." Gözlerimi sıkıca kapattığımda ağlamamak için verdiğim mücadeleyi herkes fark etmişti.

 

Duru sessizce ağlarken Özgür derin bir nefes alıp "Gel bakalım sulu göz," diyerek onu odadan çıkarıp kapıyı kapattığında gözlerimi açtım. Ona böyle davranmak istemiyordum ama daha fazla bir şey anlatmaması için bunu yapmam şarttı. Odada sadece Kıraç'la kaldığımda bakışlarım onu buldu. Buz gibi bir ifadeyle beni izliyordu. Her ne kadar ondan deli gibi korksam da, kafamı dik tutup "Eve gitmek istiyorum," dedim, sabır diler gibi derin bir nefes aldı. Ancak işe yaramadı.

 

"Neden bu kadar inatçısın sen? Sana yardım etmeye çalıştığımı görmüyor musun?!" Sona doğru bağırdığı anda korkuyla irkilirken sinirle kaşlarımı çattım.

 

"Senden yardım falan istemiyorum! Ayrıca inatçı olan sensin! Bırak artık beni!"

 

Onunda kaşları tıpkı benimkiler gibi çatılırken masanın arkasından çıkarak karşıma geçip "Sen sana söylediklerimi kavrayamadın sanırım hâlâ," dedi üzerime doğru büyük bir adım atarak. "Artık senin kararının bir önemi yok. Yağmur işin içine düştüğü an mesele senin boyunu çoktan geçti!" Geriye doğru bir adım attığımda öfkeyle "Kaçma artık benden!" diye bağırdı öfkeyle.

 

Ani tepkisi karşısında gözlerim dolarken Kıraç sinirle yüzünü sıvazlayıp geriye çekilerek koltuğa sert bir tekme attı. Onu daha yeni tanıyordum ama her zaman sessiz ve sakin olan adam şu anda sırf ondan kaçıyorum diye deliye dönmüştü. Korkuyla onu izlediğimde o bana dönerek "Bak küçük kelebek," dedi yine kelebek dediğinin farkında olmadan. "Bu iş bitene kadar zorla da olsa seni yanımda tutacağım. Kendini bu duruma hazırlasan iyi edersin çünkü ben asla vazgeçmeyeceğim."

 

Her ne kadar ondan korksam da, "Zorla tutamazsın beni!" dedim dik bir ifadeyle, sinirle bana dönüp tek kaşını kaldırdı.

 

"Öyle mi?"

 

"Öyle!"

 

Yüzünde beklediğim bir sırıtış olurken "Bak bakalım nasıl tutuyorum," diyerek kapıya döndü ve ben şaşkınlık içinde ne yapacağını düşünürken o kapıyı kilitleyip anahtarı cebine attı. Bir dakika, bunu gerçekten yaptı mı? Beni zorla bu odada mı tutacaktı?

 

Gözlerim korkuyla açılırken hızla yanına gidip kapının kulpunu çevirdim. "Kafayı mı yedin sen?! Aç hemen şu kapıyı! Beni burada zorla tutamazsın!" Sözlerime gram aldırış etmeden usulca yerine oturduğunda öfkeyle kapıya tekme attım. "Kimse yok mu?! Çıkarın beni buradan! Duru!"

 

Arkamdan eğlenen sesiyle "Odanın ses yalıtım sistemi çok iyi, biliyor musun?" diye sordu alayla. Omzumun üzerinden öfkeyle ona baktığımda kafasını hafifçe sola eğdi, bedenimi süzdü. "İstediğin kadar bağırıp çağır, kapıya tekme at ama sesini kimse duyamaz. Zaten bu katta da kimse çıkmaz. Bedenini boşa yorma." Bu adam ciddi mi? Öfkeyle ona dönüp "Aç şu kapıyı!" diye bağırdım, yüzünü buruşturarak kafasını iki yana salladı. Resmen benimle dalga geçiyordu.

 

Sinirle karşısına geçip iki elimle masaya sertçe vurduğumda, ellerim acı içinde sızladı ama umursamadım. Kaşları aniden çatılırken alaylı ifadesi dağıldı ve tekrardan ciddiyette bürünüp sızlayan ellerime baktı. "Eşkiya mısın sen?! Aç diyorum sana şu kapıyı!"

 

Bir bana bir de ellerime bakarak arkasına yaslanıp "Sorularıma cevap verirsen neden olmasın?" dediğinde daha fazla dayanamadım ve öfkeyle masanın üzerindeki eşyaları hırsla savurdum. Dosyalar dışında yere düşen biblolar ve kum saati parçalara bölünürken öfkeden deliye dönmesini beklediğim adam, çıkan sese rağmen sakince gözlerime bakıp beni izledi. Sanki bu odayı yıksam bile sesi çıkmayacaktı. Sinirden kriz geçirmeme sadece saniyeler kalırken öfkeyle önündeki bilgisayarı da aldım ve o bana öylece bakarken kitaplığa doğru fırlattım. Sertçe yere düşüp ikiye bölünen ince bilgisayar kim bilir ne tür bilgileri içinde saklarken Kıraç buna bile sessiz kaldı.

 

Sinirle masanın üstündeki kalemlik kutularını duvardaki çerçevelere fırlattım. Ama yere düşüp paramparça olan çerçeve bile umurunda olmamıştı. Gözlerim sinirden dolarken sakince beni izleyen adama bakıp bu kez daha şiddetli masaya vurdum ve buz gibi ellerim acıdan yanarken üzerine doğru eğildim. Ancak az önce yaptıklarıma sessiz kalan adam yüzümdeki acı dolu ifadeyi görmüş olmalı ki kaşlarını aniden çatarak ellerime baktı. Kaşlarım onun bu tavrı karşısında istemsizce çatılırken Kıraç bana bakarak "Otur şuraya, kendini hırpalama boşuna," dedi arkamdaki koltuğu işaret ederek. "Sorularıma cevap vermeden çıkamazsın buradan."

 

Kafamı iki yana sallayıp "Sorularına cevabım falan yok benim," dedim ancak o aniden ayağa kalktığında, yüzünü yüzümün hizasına getirerek nefesini hissedeceğim kadar yakınımda durdu. Beklemediğim tepkisi karşısında afalladığımda göğsüm şiddetle hareket etmeye başladı. Kalbimin şiddetle atması normal miydi? Beni deli gibi korktuğu için normal olması gerekiyordu ama hiç normal bir şekilde atmıyordu ki. Nefesim aniden kesilirken kara gözlerini soluk yeşil gözlerime dikerek sessizce "Zamanımız çok," dedi yüzümü yavaşça izleyerek. "Cevaplarını bulduğunda söyle, sorularımı az çok biliyorsundur zaten."

 

Resmen konuşmamı bekliyordu. Gözlerimi kaçırarak geriye çekilip dediği gibi koltuğa oturdum. Keskin gözleri üzerimde gezinirken kollarımı göğsümde toplayarak "Sorularına cevabım yok," dedim ve o bıkkın bir şekilde bana bakarken öylece durdum.

 

O da yerine oturup "O zaman buradayız," dediğinde ona ters bir bakış atarak sabır dileyip kafamı koltuğa yasladım ve sessiz kaldım. En sonunda pes edecek olan kendisi olacaktı. Madem beni buraya hapsetmişti, o zaman ona değil ağzımı gözümü bile açmayacaktım. Bakışlarımı ondan çekip pencereye diktiğimde cılız bir nefes aldım. Bana inatçı diyordu ama kendisi benden de inatçıydı. Neden hepiniz öleceksiniz diye bas bas bağırdığım halde duymuyordu ki sözlerimi? Onları korumak için sessiz kaldığımı ne zaman anlayacaktı? Bende isterdim o katilin bulunmasını ama bulunmazdı ki.

 

Keyfimden mi sessiz kaldığımı düşünüyordu? Farkında değil miydi gözlerimin ferinin söndüğünün? Ben sırtıma daha fazla günah alamazdım, daha fazla ölüme neden olamazdım. O geceden sonra yaşamak bile benim için zulümken nasıl olurda yine aynı tehlikeye yelken açardım ki? Biliyorum, hiçbir şey bilmedikleri için bu kadar yükleniyorlardı bana, yardımcı olmak istediklerini de anlıyordum ama izin veremezdim. Gerçekleri anlatmadan onları bu işten vazgeçirmem gerekiyordu ama nasıl yapacaktım bunu? Sessizliğimi bile bekleyen bir adam nasıl vazgeçecekti?

 

Gözlerim yavaşça dolarken derin bir nefes aldım. Yapamazdım, kimseye bu haksızlığı yapamazdım. Her ne kadar ısrar etseler de pes edemezdim. Onlar benim için savaşırken ben de onlar için savaşacaktım çünkü bir daha aynı acıyı kaldıramazdım. Kelebekten hiçbir şey kalmayana kadar yakardım mum ateşini, öldürürdüm her şeyi. Ama yine de pes edemezdim. Çünkü geçmiş buna izin vermeyecek kadar acı yaşamıştı.

 

Vedasının ölüm olduğu hiçbir ayrılığı o geceden sonra kaldıramazdım.

Loading...
0%