Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm “Veda Senfonisi.”

@leylayesilgoz

ÖLÜME SEN KALA

 

3. BÖLÜM

 

"VEDA SONFONİSİ."

 

 

"Mezarlık mıydı kelebeğin yanık kanatları? Neden gömdüler oraya, bütün acıları?"

 

 

🕯️

 

 

Sırların ortaya çıkmak gibi garip bir huyu vardı ancak bazı sırlar ortaya çıkınca kıyameti peşinden getirirdi tıpkı seneler önce olduğu gibi. Bundan dolayı zihnimdeki acıyı kabullenmiş ve o sırları oraya sonsuza kadar saklamak suretiyle toprağın altına gömmüştüm. Ancak o geceden sonra ilk kez bu sır canımı tekrardan yakmak için toprağını eşelemiş ve Duru sayesinde az da olsa topraktan çıkabilmişti. Ancak Duru'nun beni kurtarmak için ortaya döktüğü o gerçek bile o sırrı yeterince açıklayamamıştı çünkü onun bildiği zaten geçmişte bile bilinen önemsiz bir detaydı. Canımı yakan şey hiçbir zaman bu olmamıştı, canımı yakan şey her zaman o gece yaşanan kıyamet ve bilinmezlik olmuştu.

 

Gerçeği vereceğim son nefeste öğreneceğim bir bilinmezlik vardı. Katil neden ben ve anneme bunu yaptığını beni öldüreceği an söyleyecekti, bunu biliyordum çünkü bana her 7 Ekim'de gönderdiği kart veya mesajlarda bundan bahsediyordu. O güne kadar ise canımı sevdiklerimle ve beni bilinmezlik içinde bırakarak yakıyordu. İtiraf etmek gerekirse o kadar başarılıydı ki, ben bile canımı onun kadar nasıl yakabileceğimi bilmiyordum. Beni benden daha iyi tanıyan biriydi o ama benim asla tanımadığım biri. Zaten ben hayatımda annem ve o cezaevindeki insanlar dışında sadece Egemen ve Duru'yu tanımıştım. Başka hiçbir insana yaklaşamamıştım. Katil kimse bana hem çok uzak hem de çok yakın olmalıydı.

 

Ya da annemin kaderi benim çeyizim olmuştu, bilemiyorum. Belki de onun beni doğurmadan önceki hayatındandı katil. Ya da bambaşka biri. Yıllarca onun kim olup olamayacağını düşünüp durmuştum ama tek bir cevap bile bulamamıştım. Kim bu kadar acımasız olabilirdi ki? Gözlerime çöken ağır uykuyla bakışlarımı usulca çalışma masasının önündeki koltuğa oturmuş adama çevirdim. Tutmuştu, ben ağzımı açmayana kadar dediği gibi beni burada zorla tutmuştu. Saat neredeyse gece yarısına gelmek üzereydi ama o insaf edip de kapıyı açmıyordu. Bu koltukta uyuşmuştum resmen. Ben sustukça o kitaplıktan bir kitap almış ve sessizliği kullanarak tarihi bir kitap okumuştu.

 

Neredeyse kitabı bitirmek üzereydi ama yine de dönüp bana bakmıyor, beni buradan çıkaracağına dair hiçbir şey söylemiyordu. Sinirlerim iyice bozulurken bakışlarım bu kez önümdeki sehpanın üzerinde duran buz gibi yemeği buldu. Bir ara birine mesaj atmış olmalıydı ki, ona on beş dakika sonra gelen mesajdan sonra kapıyı açmıştı. Ben sevinçle ayağa kalkıp beni çıkaracağını sanmıştım ama o kapının önünde ki yemeği alarak önüme koymuş ve kapıyı tekrardan kilitlemişti. Sanki beni burada zorla tutmuyormuş gibi bir de beni düşünüyormuşçasına yemek söylemişti. Cidden çıldırmak üzereydim.

 

Ne yemeği yemiştim ne de tek bir kelime söylemiştim. İsterse beni burada sonsuza kadar tutabilirdi ama ağzımdan tek bir kelime bile alamazdı. Dünden de uykusuz kaldığım için daha fazla dayanamadım ve ayağa kalktım. Kıraç'ın bakışları usulca kitaptan yükselip beni bulurken onun buz gibi gözlerine aldırış etmeden köşedeki rafa doğru yürüdüm. Kaşlarını çatarak beni izlediğini göremesem de hissediyordum. Usulca alkol şişelerinin yanındaki şamdanın üzerinden bir mum aldım ve bedenimi ona çevirdim. "Çakmağını verebilir misin?"

 

Yaklaşık bir saat önce pencerenin önünde sigara içtiği için çakmağının olduğunu biliyordum. Ve şimdi o çakmak bana lazım olduğu için istiyordum. Tek kaşını usulca kaldırıp bana bakarken "Şimdi de odayı ateşe mi vereceksin?" diye sordu gayet ciddi bir yüz ifadesiyle. Ama aslında benimle dalga geçtiği ses tonundan bile belliydi. Ona gözlerimi devirerek bıkkın bir nefes alıp "Uyuyacağım," dedim sadece. Kaşları cevabım karşısında çatılsa da ne yapacağımı merak ettiğini belli eden ifadesiyle masanın üzerinde duran çakmağa uzandı ve ayağa kalkarak yanıma gelip çakmağı bana uzattı.

 

Kara gözleri gerçekten de oldukça soğuk hissettiriyordu. Her zaman soğuk olan ellerim gibi o bana bakınca baktığı her bir zerrem onun bakışları altında buz tutuyordu. Kıraç Keskin gerçekten farklı bir adamdı, buz gibi olduğu halde yakıcıydı da. Bakışlarımı gözlerinden çekip bana uzattığı çakmağa baktım ve usulca parmak uçlarımla çakmağı ondan aldım. Ellerimin ellerine değmemesi için özelikle çaba sarf etmiştim ve o da bunu anlamıştı. Belki ona dokunmak istemediğimi düşünecekti ama asıl gerçek ellerimin soğukluğunu hissetmesini istememiş olmamdı. Ellerimin ölüm soğukluğuna mahkum kalmış olmasını bilsin istemiyordum. Zaten soluk yeşil gözlerime bakıyorken bir de ellerimi bilsin istemiyordum.

 

Annemin ölümüyle ellerim Egemen'in ölümüyle gözlerim donmuştu. Yağmur'un o masum bebeği ise ruhumu dondurmuştu, benden bana hiçbir şey kalmamıştı ki artık. Kıraç bunları fark etsin istemiyordum, çünkü fark ederse beni asla rahat bırakmazdı.

 

Her bir hücrem ölüme armağan edilmişken beni tanısın istemiyordum.

 

Ben yaralı değildim, ben bir ölüydüm ve o bir ölüyü hayata geri döndürebileceğini sanan farklı bir adamdı. Bilmiyor muydu dalından kopan çiçeklerin solup giderek öldüğünü? Gül değildim ki ben başka bir toprakta tekrardan yeşerebileyim. Beyaz bir kelebektim, kanatları yanınca üç günlük ömrünün hemen bitmesini dileyen beyaz bir kelebek.

 

Beni zehirleyen düşüncelerimi yok sayarak onun bakışları altında tekrardan koltuğa geçtim ve mumu usulca yakarak çakmağı da mumun yanına koydum. Kaşları çatık bir şekilde beni izleyen adam odayı aydınlatan ışığa ve yaktığım mum ateşine baktı. Anlamsızdı bakışları, sanki karşısında çözemediği bir soru vardı. Onu umursamadan koltukta cenin pozisyonu alarak uykuyu deli gibi isteyen gözlerimi usulca kapattım. Odada ki ışık umurumda değildi, çünkü mum ateşi olmadan uyuyamazdım ben.

 

Ne de olsa kelebek ışığa değil, mum ateşine hasreti. Kanatlarını yakmış olsa da, mum ateşi derdi.

 

Başkalarının çalabileceği ışık kimin umurundaydı ki? Ben kendi mum ateşimle mutluydum, her zaman da öyle olacaktım. Kapalı gözlerimin ardından uykunun en derin kısmına geçiş yaptığımda, çok değil yarım saat sonra bedenimin havalandığını hissettim. Beni kim taşıyordu veya nereye götürüyordu bilmiyorum ama bir süre sonra yumuşak bir yatağa konduğumda, dudaklarım arasından "Mum," diye çaresiz bir yakarış döküldü. Her ne kadar uykuya geçiş yapmış olsam da bilinç altımda yatan acı yeni bir yere geldiğimi ve burada mum olmadığını biliyordu. Belki hayal belki de değil, bunu kavramaya fırsatım dahi olmadığı bir anda "Tamam, sen uzan ben yakıyorum şimdi," diye yatıştırıcı bir ses çınladı kulaklarımda. Zihnim bu ses karşısında usulca dize gelirken kapalı gözlerimin önünde bir mum yandı ve ben kendimi tamamıyla uykunun kollarına bıraktım.

 

Son duyduğum söz ise tuhaf bir yakarışdı. "Daha kaç sırrın var, seni mum ateşiyle avutan?"

 

 

🕯️

 

Yorgunluğun bedenimde dört dolandığını uykumdan uyandığım anda fark etmiştim. Sanki uyuduğum onca saat bana yetmemiş aksine uykum bile yormuştu bu aciz yılgın bedenimi. Ama aslında bedenimden çok ruhum yorgundu ve bu ağır bir şekilde bedenimi de etkiliyordu. Dün son hatırladığım şey bir mum ateşi yakarak Kıraç'ın çalışma odasında onun gözleri önünde uyumuş olmamdı. Peki nasıl olurda sabah gözlerimi tanımadığım bir odada açabilirdim ki? İşin garip kısmı ise sanki buraya geldiğimi biliyormuşum gibi bir mum ateşi yakmıştım kendime. Her ne kadar sabaha kadar o mum erimiş ateş çoktan sönmüş olsa da kendimi bir şekilde güvene almıştım. Ama buraya nasıl geldiğimi ve o mumu nasıl yaktığımı bilmiyordum.

 

Sahi, ben buraya nasıl gelmiştim? Kıraç çalışma odasından çıkmama nasıl izin vermişti? En son beni sabaha kadar o odada zorla tutacağını bile düşünmüştüm ama o kapıyı açmış ve çıkmama izin vermişti. Peki ben neden bunca şeyi hatırlamıyordum? Hangi ara yaşanmıştı bunca şey? Zihnimde dönüp dolanan sorularla yüzümü buruşturarak bakışlarımı komodinin üzerindeki erimiş mumdan çektim ve bacaklarımı sarkıtarak yatakta oturur pozisyona geçtim. Burası bana verdikleri oda değildi, daha büyük ve daha karanlık bir odaydı. Ev ne kadar ferah ise bu oda o kadar boğucuydu.

 

Bakışlarım odayı karanlığa boğan lacivert perdeleri bulurken ayağa kalkarak onları kenarıya çektim ve sadece saniyeler içinde odaya güneş ışınları doluştu. Gözlerimi hafifçe kısarak boydan boya camdan oluşan ve terasa açılan cam kapıya bakarak sertçe yutkundum. Çatı katındaydım, dünden beridir hâlâ aynı kattaydım ve burada çalışma odası dışında tek bir oda vardı. Kıraç Keskin'in odası. Gözlerim korkuyla açılırken ruhuma yasaklanmış oda yüzünden bir kaç adım geriye giderek endişeyle etrafıma baktım. Kıraç görünürde yoktu, o gelmeden hemen bu odadan çıkmalıydım.

 

Tam arkamı dönecektim ki, son anda merakıma yenik düşerek tekrardan terasa baktım ve oflayarak cam kapıyı açtım. Büyük bir terastı burası, koltuk takımı, bir kaç büyük ağaç ve saksı gibi klasik teras eşyaları vardı. Ama en çok dikkatimi çeken şey köşedeki oturma grubunda bulunan kafesli koltuk salıncaktı. Açıkçası Kıraç'ın terasında böyle bir şey görmeyi beklemiyordum ama içimden bir ses Yağmur'un bunu kendisi için buraya koyduğunu söylüyordu. Evli olduğu halde abisinin evinde hâlâ bir odası vardı, bu salıncağın onun için burada duruyor olmasına şaşırmıyordum. Belki de yakında boşanacaktı ve bu teras tamamıyla onun eşyaları ile dolacaktı.

 

Ama hiçbir şey bir beşiğin yerini tutamazdı. Eğer ben hayatına girmemiş olsaydım bu evde bir bebek beşiği olacaktı, ama benim yüzümden bu artık imkansızdı. Ben aslında sadece o bebeğin değil, Yağmur'un hayallerinin de ölmesine sebep olmuştum. Bu günahın altından nasıl kalkacaktım? Gözlerim hızla dolarken derin bir nefes alarak hızla terastan çıktım. İçimde öyle büyük bir vicdan azabı vardı ki, ne yaparsam yapayım geçmiyordu. Biliyorum, ben öldürmemiştim o bebeği ama biraz daha erken gitmiş olsaydım bunların hiçbiri yaşanmış olmayacaktı. Kendimi nasıl affedebilirdim ki bu saatten sonra? Küçücük bir bebeğin ölümüne sebep olmuşken hem de? Tamam, katili ben değildim ama sebebi bendim ve bu benim için boynuma asılan en büyük günahlardan sadece biriydi.

 

Gözlerimdeki yaşlarla terasın kapısını kapatarak büyük yatağa bakıp oflayarak çarşafı düzelttim. Buraya hiç gelmemiş gibi izimi bile bırakmak istemiyordum. Belki Kıraç çoktan görmüştü beni burada ama daha fazla durarak diğer herkesin de şüphesini üzerime çekemezdim. Ne de olsa içinde bulunduğum oda asla girmemem gereken odalardan sadece bir tanesiydi. Kendime biraz zaman vererek toparlandığımı düşündüğüm de, yavaş adımlarla kapıya ilerledim ve kapıyı usulca açtım ama neyse ki koridorda kimse yoktu. Ciğerlerime sızan cılız nefes gücümü yerine getirirken aralıklı açtığım kapıdan adeta süzülerek çıkıp yavaş adımlarla yürümeye başladım. Ama hemen karışımda Kıraç'ın çalışma ofisi vardı ve kapısı açık olduğu için parmak uçlarımda yürümek zorundaydım. Bir dakika? Neden zorunda olayım ki? Hırsız mıydım sanki ben?!

 

Gerçekten bu durumu yaşıyor olmam sinirlerimi bozarken ofise bakıp kaşlarımı çatarak dik durdum ve yüzüme sahte olduğu belli olan sert bir ifade yerleştirdim. Ne vardı yani gözlerimi onun odasında açmışsam? Oraya nasıl gittiğimi bile bilmiyordum ki ben. Ayrıca hani beni çalışma odasından hiç çıkarmayacaktı, kapıyı açtığına göre tüm suç ondaydı. Ya da ben uyurgezerdim. Dün geceyi hiç hatırlamıyor olamamın nedeni bu olabilir miydi? Oldukça düşük olsa da varlığı ile beni rahatsız eden ihtimal karşısında kafamı iki yana sallayıp merdivenlere doğru ilerledim ancak Duru'nun sesi adımlarımın bir bıçak gibi kesilmesine neden oldu.

 

"Tamam ama bende hiçbir şey bilmiyorum ki Gökçe! Sizin bulduğunuz bu bilgileri bile yeni öğreniyorum. Ecrin o katili kimseye anlatmaz!" Sırların ortaya çıkmak için deştiği duvarların acı dolu iniltileri kulaklarımda çınlarken yutkunarak aralıklı kapıya baktım. Duru neyden bahsediyordu böyle? Kim neyi öğrenmişti? Neden yine katil hakkında konuşuyorlardı ki? Aklıma sızmak isteyen ihtimaller yüzünden derin bir nefes alarak kendimi gizleyip onları dinlemeye başladım. Biliyorum bu yaptığım çok yanlış ama içeride bahsettikleri kişi bendim, dinlemeden duramazdım ki.

 

"Duru, bak Kıraç o katili bulabilecek tek kişi. Bize inanmak zorundasın. Ecrin yaşasın istiyorsan lütfen bize her şeyi anlat." Neyden bahsediyordu bu kız böyle? Duru'nun hiçbir şey bildiği yoktu ki bir şeyleri anlatsın. Ayrıca Kıraç'ın katili bulacağına elbette ki inanmamalıydı, inansa ne olacaktı sanki? Kıraç o katili bulamadığı gibi kayıplar da verecekti. Kaşlarım istemsizce çatılırken aralıklı kapıya baktım, Duru dün gece benim uyuduğum koltukta oturmuş sessizce ağlıyordu. Gökçe ise dizlerinin üzerine çökmüş ve Duru'nun önünde durmuştu. Onu ikna etmeye mi çalışıyordu gerçekten? Ah, cidden mi?!

 

Odaya girip girmeme arasında kararsız kaldığımda Duru kafasını iki yana sallayıp "Asıl siz bana inanmak zorundasın," diye yakındı acı çeker gibi. "Hiçbir şey bilmiyorum diyorum! Ecrin asla anlatmaz diyorum!" Ellerini koltuğa vurup bakışlarını masanın arkasında duran adama dikti. "Neden inanamıyorsunuz ki bana?!" Resmen hıçkırarak ağlayacak duruma gelmişti. Onun bu hali canımı yakarken bu kez Tolga konuştu.

 

"Anlamıyorum ben. Siz aynı evi paylaşıyorsunuz, nasıl analtmaz sana?" Haklıydı, ama benim de kendimce sebeplerim vardı işte. Duru'ya gerçekleri anlatsam onun da sonunun Egemen gibi olmasından korkmuştum. Ne yapabilirdim ki, içime atmıştım acılarımı, anlatmak istesem de susmuştum çünkü susmak zorunda kalmıştım. Haykırmak istediğim her bir söz o gece kana bulanmış, ölümle süslenmişti. Bundan dolayı kimsenin o sözleri duymasını istemiyordum çünkü o sözler derin acılardan başka hiçbir şey değildi, her ne kadar çok şey olsalar da. Hem, ölmeme sadece aylar kalmışken sır gibi sakladığım geçmişimi onlara elbette ki anlatmayacaktım.

 

Derin bir bataklıktı geçmişim, geri dönemezdim ona.

 

Saplanmak istemediğim ve artık hiç kimseyi de o bataklıkta kaybetmek istemediğim bir yerdi orası. Bundan dolayı suskunluğumu yine bir kalkan olarak kullanacak ve sessizce ölmeyi bekleyecektim. Onlarda bu yaptıkları saçma şeye son vereceklerdi, çünkü başka şansları yoktu. Daha fazla kendime engel olamadığım da, sinirle kapısı açık olan odaya girdim. Tam da tatmin ettiğim gibi Kıraç yine yerli yerinde oturmuş keskin karalarını Duru'ya dikmişti. Bakışlarında tehdit dolu bir ifade yoktu, aksine gayet sakin bir şekilde izliyordu Duru'yu. Sanki söylediği her şeye inanıyor gibiydi, ancak odaya girdiğim an bakışları beni buldu ve o düz ifadesi parçalara bölünerek dağıldı, yerini soğuk bir rüzgara armağan etti. Şimdi kara gözlerinde beni üşütten soğuk rüzgarlar dolanıyordu.

 

Benden hoşlanmadığını ve hatta benden nefret ettiğini düşünmeye başlamama sadece dakikalar kalmıştı. Neden bana böyle bakıyordu ki? Tarif edemiyordum ama sanki katlanamadığı bir durumun içerisindeydi, inatçı tavrım onu bu kadar mı sinirlendirmişti? Tamam, kendince çok haklıydı ama bende haklıydım hem de ondan çok daha fazla. Onun intikam arzusuyla yanıp kavrulan ateşine gerçekleri odun diye atamazdım, hatta o ateşi harlayacak tek bir yelin bile esmesine izin veremezdim. Çünkü o ateş karanlığı aydınlatmak isterken, her defasında kelebeğin kanatlarını yakıyordu.

 

O ateş uğruna ölen insanların günahı işleniyordu ruhumda, daha fazlasını taşıyamazdım artık. Gerçekler benim bile bilmediğim bir sır olarak kalmaya devam edecekti, ta ki son nefesimi vereceğim zamana kadar. Çünkü her defasında dediğim gibi gerçekler acı dolu ölümlere sebep oluyordu. Ben daha fazla ölümü kaldıramazdım. O geceden sonra bir günahı daha boynuma asamazdım, dayanamazdım buna. O gecenin günahı geriye kalan tüm gecelerime sanrı olmuşken nasıl olur da yenisine sebebiyet verirdim ki?

 

Öyle bir günahtı ki bu, yıldızlar bile şahit olamamıştı o geceye.

 

Bir ben biliyordum o geceyi, bir de Egemen'in katilleri. Suskunluğum o geceden beridir nasıl devam ediyorsa bundan sonra da öyle devam edecekti. Bakışlarım beni buz gibi gözleriyle izleyen adamın üzerinde gezinirken üzerinde gördüğüm siyah gömlek ile istemsizce kaşlarımı çattım. Dün gece beyaz bir gömlek vardı üzerinde ve şimdi siyah. Bu da demek oluyordu ki ben odasında uyurken o da odaya girmiş ve hatta üzerinde değiştirmişti. Ne yani, odasında olduğumu gördüğü halde uyandırmamış mıydı beni? Kızmamış mıydı odasını ve hatta yatağını işgal etmeme rağmen?

 

Boğazımı temizleyerek bakışlarımı üzerindeki ilk üç düğmesi açık siyah ve ütülü gömlekten çekip tekrar gözlerine baktım. Beni bekliyordu, bir şey söylememi ve hatta belki de bağırıp çağırmamı. Ama beklediği gibi bir tepki vermeyecektim, aksine istediği gibi konuşacaktım. Evet, konuşacaktım çünkü ben konuşmadıkça o benden şüphe duymaya devam edecek ve beni belki de asla bırakmayacaktı. Az da olsa onu tanımıştım ve kurtulmak için tek yolumun konuşmak olduğunu ne yazık ki çok iyi biliyordum. O kazanmıştı, konuşacaktım ama sadece herkesin bildiği gerçekleri, daha fazlasını değil.

 

Herkes sessizlik içinde ve biraz da merakla bana bakarken Duru'ya kısa bir bakış attım. Ağlamaktan helak olmuştu, biliyorum gerçekleri onlara anlatıp katilin bir an önce bulunmasını benden daha çok istiyordu ama o da gerçekleri bilmiyordu ki, kimse bilmiyordu, ben bile. Bundan dolayı ne söylerse söylesin diğerlerinin ona inanmıyor oluşunu anlıyordum, şimdi belki de bana bile inanmayacaklardı ama bu kadardı her şey, daha fazlası yoktu. Usulca nefesimi verip Özgür'ün karşısındaki koltuğa oturduğumda, her birinin şaşkın yüzlerine bakarak gergin bir şekilde dudaklarımı ıslattım.

 

Odaya girdiğim an Gökçe Duru'nun yanında oturmuştu, Tolga ise ayakta durmayı kesip onların karşısında ki sehpanın üzerine oturmuştu ve beni görmek için yönünü bana çevirmişti. Özgür ise karşımda duruyor gözlerini kısarak beni izliyordu, sakinliğime tıpkı diğerleri gibi anlam veremiyordu. Haklıydılar da, dünden beridir bağırıp çağıran kız gitmiş yerini sessiz ve sakin birine bırakmıştı ne de olsa. Onların kuşku dolu bakışlarını görmezden gelerek soluk yeşil gözlerimi usulca Kıraç'a çevirdim. Gece kadar karanlık gözleriyle sakince beni izliyordu, sessizce oturmama şaşırmıştı ama bunu beli etmek yerine daha çok ne yapacağımı merak eder gibi izliyordu beni.

 

Derin bir nefes ciğerlerime ulaşırken "Araştırmanızın sonucunu öğrenebilir miyim?" diye sordum önündeki siyah dosyayı işaret ederek. Dün verdiği emir bugün yerine getirilmiş olmalıydı, açıkçası ne bulduklarını merak ediyordum. Kıraç'ın bakışları dosyayı bulurken dudakları zaferle iki yana kıvrıldı ve "Cezaevinde doğmuşsun," dedi usulca bakışlarını bana çıkartıp ifademi izlerken.

 

Doğruydu, ama ben bundan bahsetmiyordum ki. Neden konuya buradan başlamıştı, acıyor muydu bana? Yoksa zaferini gözüme sokmak zevk mi veriyordu ona? Gözlerimi kaçırarak kafamı usulca olumlu anlamda salladım. "Evet, annem bana hamileyken cezaevine girmişti çünkü."

 

Herkes sessizce bizi izlerken Kıraç kafasını olumlu anlamda salladı ve "Babanı öldürmüş annen," dedi, başımı dik tutup buz gibi gözlerine soluk yeşil gözlerimle baktım. Öyle bir söylemişti ki bunu, sanki geçmişi ayaklarımın altına sermişti. Ama bilmediği bir şey vardı, annem babamı bile istiye öldürmemişti aksine beni babamdan korumaya çalışırken sadece onun ölümüne sebep olmuştu. Çünkü ben babamın istemediği ve sırf bu yüzden öldürmeye kalkıştığı çocuğuydum. Ama yıllarca diğer çocuklar tarafından katilin kızı olarak dışlanmıştım, oysa ben annemin kızıydım. Katilin gözünde bile.

 

Şimdi ise başım dikti bu gerçek karşısında, çünkü annem babamı bile istiye öldürmemişti, beni korumaya çalışırken babamın ölümüne sebep olmuştu. Bunu bilmek benim için yeterliydi ve her zaman da öyle olacaktı. Kıraç gözlerimde ne görmeyi bekledi bilmiyorum ama kafamı usulca sallayıp "Öyle biliniyor," dediğimde, tek kaşını kaldırarak arkasına yaslandı, baş parmağıyla çenesinde ki kirli sakallarını kaşıdı.

 

"Peki gerçek ne Kavin?" Gerçeğin bu olmadığını bildiği için konuya en başından girmişti değil mi? Çünkü gerçeğin başka bir şey olduğunu o da anlamıştı. Bakışlarımı ondan kaçırdığım da, tırnaklarımla oynamaya başladım. Ne zaman bir şeyi çekinerek söyleyecek olsam istemsizce bu hareketi yapardım. Şimdi de öyle oluyordu. Şimdi de gerçeği söylemeye çekiniyordum.

 

Boğazımı temizleyerek "Babam istememiş beni," dedim tırnaklarımla oynamaya devam ederken. "Annemin hamile olduğunu öğrendiği an kürtaj için zorlamış onu. Ama annem ısrarla red edince bıçakla saldırmış ona." Sustum ve gözlerimi sıkıca kapattım. Anlatması bile o kadar zordu ki, ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Çünkü utanıyordum, babam tarafından istenmediğimi ve annemin sırf benim yüzümden hapse girmiş olmasını birilerine anlatmaktan utanıyordum. Ama duramazdım, buradan kurtulana kadar duramazdım. Bunun için derin bir nefes aldım ve gözlerimi açarak Kıraç'ın kara gözlerine baktım. "Annem beni korumaya çalışırken babamı itmiş, yere düşmüş babam, elindeki bıçak karnına saplanmış. Gerçek bu Kıraç. Annem katil değil, sadece beni korumaya çalışırken katil damgası yedi, hepsi bu." Egemen ise öldü Kıraç. Ya sana ne olacak?

 

Durmasını istiyordum artık, çünkü o devam ettikçe bu soru aklımda dolanıp duracaktı. Ve ben o soruya bir cevap bulamadan ölümüyle yüzleşmek zorunda kalacaktım. Ona bir şey olsun istemiyordum, kimseye bir şey olsun istemiyordum çünkü daha fazla ölümü kaldırmazdım. Kelebeğin kanadına daha kaç ölüm sığacaktı ki? Daha kaç ölüm o yanık kanatların mezarlığı olacaktı? Son mum eriyince bitecekti kelebeğin ömrü. Kıraç ne yaparsa yapsın o son mumun erimesine engel olamazdı, bundan dolayı durduracaktım onu. Gözleri gözlerimde gezinirken bana acımasını istemediğim için "Ee?" dedim boynumu kaşıyarak. "Başka bir şey yok mu?"

 

Sessizce hareketlerimi izleyip "Annenin ölümü," dedi, daha çok şeyin var olduğunu belirterek. "Bir gece ansızın öldürülüyor ve ne tesadüf ki o hafta tüm kameralarda teknik bir arıza var." Bunu biliyordum, savcılık bunun için gereken soruşturmayı açmıştı ama bir şey çıkmamıştı. Ne düşünüyordu ki, katilin mi kameraları bozduğunu? Bende bunu düşünmüştüm ama ne yazık ki düşünmek yetmiyordu, kanıt da lazımdı mahkeme için. Adalet somut gerçekleri istiyordu, düşüncelerle kimseyi yargılayamazdı.

 

Kafamı hafifçe sallayıp onu onayladım. "Evet, ama bu yeterli bir durum değil. Annemin katili bulunamadı ve dosya kapandı."

 

Gözleri soluk yeşil gözlerimde gezinirken kafasını hafifçe yana eğdi ve beklemediğim bir anda "Ya katil hiç aranmadıysa Kavin?" diye sordu, şaşkınlık içinde ona baktım. Ne demekti bu? Katil aranmıştı elbette ki. Hatta bizzat başsavcı bile benimle konuşmaya gelmişti ama bir şey bulunamamıştı. O kadar insanın katili aramadığını nasıl iddia ederdi? Kafayı mı yemişti bu adam?

 

Sinirle ayağa kalkıp "Yeter bu kadar!" diye bağırdım daha fazla dayanamayarak. Bu adam resmen paranoyak bir manyaktı ve ben ona daha fazla katlanamayacaktım. Ne sanıyordu, kimsenin uğraşmadığını mı? Öfkeyle yüzüne bakıp "Saçmalıyorsun!" diyerek yüzümü buruşturdum. "Tamam, kardeşin için bunları sormanı anlıyorum ama saçma sapan düşüncelere girme lütfen! Bu kadarı çok fazla çünkü!"

 

Duru aniden "Ecrin?" dediğinde ona dönerek elimi havaya kaldırdım. Kimsenin karışmasını istemiyordum. Sert gözlerimi gördüğü an sessizce dudaklarını kapatırken tekrardan beni izleyen adama döndüm. Bana daha fazla dayanmıyor olacak ki sakin ifadesini kenarıya bırakmış ve kaşlarını çatmıştı. Sanki daha yeni yeni gerçek Kıraç Keskin'i görüyordum. Sanki bu sakin kabuğunun altında yatan başka bir adam vardı.

 

Bunu umursamadan iki elimi de masaya koyup hafifçe eğildiğimde, "Katilden geriye sadece bir bıçak kaldı Kıraç," dedim anlaması için tane tane konuşarak. "O bıçak annemin karnının üzerindeydi ve ben o bıçak annemi daha fazla kanatmasın diye onu oradan koparıp almak istedim." Gözlerim doldu, bakışları masanın üzerinde duran suçlu ellerimi buldu. "Kıraç, ben annemin öldüğünü anlamayacak kadar küçüktüm. Ölümü öğrendiğim de o bıçağın onu öldürdüğünü çok geç anlamıştım." Gözlerimden bir damla yaş düştüğünde bakışları değişti, sertçe yutkundu. "Bilmiyordum ki o bıçağın bir delil olduğunu. Bilsem hiç eller miydim? Annemin buz gibi ellerini ısıtmak istemiştim sadece. Benim de ellerimin buz tutmasına sebep olacak o bıçağı hiç eller miydim sanıyorsun?"

 

Ölümü ellerimde saklıyordum ben.

 

Derin bir sessizlik çöktü odaya, herkes sustu. Zihnimdeki acı konuştu sadece, o gece çalan siren seslerini duydum bir kez daha. Gri duvarlara çarpan yakarışlarımı, çaresizliğimi ve de hıçkırıklarımı. Hüzün o günden sonra kalbime bir kara bulut gibi çökmüştü, ölüm boynuma dolanmıştı. Aldığım nefesler ölüm kokmuştu, gözyaşlarım doldurmuştu ruhumdaki yaraları. Ben o geceden sonra ölmüştüm ama kimse anlamamıştı bunu. Boğazımı temizleyerek gözyaşlarımı elimin tersiyle silip "Nasıl katilin aranmadığını düşünürsün?" diye sorduğumda, onun da sabrı taşmış olmalı ki kaşlarını çatarak benim gibi ayağa kalktı. İkimiz de karşı karşıya dururken odaya düşen gerginlik resmen elle tutulacak kadar fazlaydı. Gözleri gözlerime savaş açmış gibiydi.

 

"Davanın üç hafta içinde kapatılması sende bir şüphe uyandırmıyor mu Kavin? Asıl sen nasıl aradıklarına inanıyorsun?" İnanmıyordum ki, inanmanı istiyordum. Katilin elinin kolunun çok uzun olduğunu en iyi ben biliyordum. Elbette ki davayı onun kapattığını anlamıştım ama bunu Egemen dışında kimseye söylememiştim. Kıraç anlamış olsa da söyleyemezdim çünkü sonunun Egemen gibi olmasını istemiyordum. Yoksa üç haftada bir cinayet davasının kapanması çocukken bile bana normal gelmemişti. Suskunluğumun asıl sebebinin ne olduğunu Kıraç'a söylemek yerine boynumu kaşıyarak bıkkın bir nefes alıp kafamı iki yana salladım. Her zaman ki gibi umutsuz konuşmak zorundaydım, gerçeği daha fazla deşmesinler diye.

 

"Hiç bir delil yoktu diye kapandı dava Kıraç. Ben ne yapabilirim ki?" Kaşları sözlerim üzerine çatılırken "Şüpheli de mi yoktu?" diye sordu cevabımı beklediğini beli eden bir ifadeyle tek kaşını kaldırırken. Resmen ağzımı yokluyordu, anlıyordum onu çünkü bu tavrım karşısında şüphe duymakta haklıydı. Yorgunluk içinde alnımı ovalayarak "Kim olabilir ki Kıraç!" diye yakındım gözlerine bakarken. Çaresizliğimi bu kez tüm çıplaklığıyla göstermiştim ona. Çünkü ben de merak ediyordum bu sorunun cevabını. Kim olabilirdi ki, annemi kim öldürmüş olabilirdi? Katil kimdi? Bilmiyordum, o da bilmiyordu ve asla bilmeyecektik. Ben son nefesimi verene kadar.

 

Sorum karşısında derin bir nefes alarak "Herkes olabilir," dedi usulca, gözlerime bakıp kararsızca devam etti. "Ama asıl şüpheli, Hakan Karadağ."

 

Zihnime bir yıldırım düştü, adeta gökyüzünü kavurdu. Bir çığlık duydum gözlerimi dolduran, binlerce kurşun saplandı yüreğime. Acıyı en diplerde hissettim, tenim yandı, kalbim söküldü sanki. Değil duymak, düşüncesinin bile can bulmasına katlanamadığım ama Kıraç'ın ihtimal verdiği bu durum karşısında ne diyeceğimi bilemezken sustum ve öylece gözlerine baktım. Kimden bahsettiğini biliyor muydu bu adam? Hakan Karadağ diyordu, cezaevinin müdürü Hakan Karadağ. Benim gibi çocuklar için cezaevine park yaptıran, suçluların bile sevdiği Hakan Karadağ'dan. Babamın bile sevmediği beni seven Hakan Karadağ'dan, bana kızım diyen bir adamdan. Onun gibi bir adama bu iftirayı nasıl atardı?

 

Dayanamadım ve buz gibi elimi havaya kaldırıp daha kimse ne olduğunu anlamadan ona tokat attım. Buz gibi elim tenine ilk kez temas etmişti, hem de şiddetli bir tokat yüzünden. Her zaman elimi ondan sakınırdım ben, bu kez dayanamamıştım. Biliyorum, bu yaptığımı bana ağır bir şekilde ödetecekti ama asla geri adım atmayacaktım. Yaptığım şey yanlış olsa da arkasındaydım, Hakan Karadağ'a iftara atmasını kaldırmazdım, tamam sakin biriydim ama o kadar da değil. Bu çok fazlaydı, çok fazla. Hakan Karadağ'ın yeri bende çok farklıydı, anlayamazdı.

 

Attığım tokattan sonra Duru ve Gökçe'den büyük bir şaşkınlık nidasi dökülürken Tolga bir küfür savurdu. Özgür ise şaşkınlık içinde ayaklandı ve her an Kıraç'a bir saldırı gerçekleştirecekmişim gibi hazır ola geçti. Şimdi her biri şaşkınlık içinde tokat attığım adama bakıyordu, ama o bana. Attığım tokattın çok şiddetli olduğunu sızlayan elimden biliyordum ama o sanki hafif bir tokat yemiş gibi sakindi, başı ise hafifçe kaymıştı yana. Sanki hazırlıksız yakalandığı halde bile hazırlamıştı kendini, tuhaf bir adamdı. Derin bir nefes alarak kafasını iki yana sallayıp kendini sakinleştirmek ister gibi bir süre bekledi. Daha sonradan ona asice bakan gözlerime çevirdi ölüm gibi karalarını. Sustu, suskunluğu yetti bana.

 

Her ne kadar dik dursam da korkudan her an ağlayacakmış gibi hissediyordum kendimi. Kıraç önce gözlerime baktı, orada ne gördü bilmiyorum ama dudağı sola doğru çok hafif bir şekilde kıvrıldı. Daha sonradan çatık kaşlarıma baktı, alnıma, sinirden kızarmış yanaklarıma, burnuma ve hatta titreyen kurumuş dudaklarıma. Her bir zerremi özenle izledi, ince boynumda, düz siyah saçlarımda dolandı keskin gözleri. Hafiften titreyen omuzlarıma baktı ve "Şüphesi bile deli ediyor seni, değil mi?" diye sordu alayla. Sanki ona tokat atmamışım gibi sadece gösterdiğim tepkiyi analiz ediyordu. Bu adamı anlamıyordum, amacı neydi?

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken yutkunarak kuruyan boğazımı ıslattım. Sesimin titrememesi için ekstradan çaba sarf edip "Bak Kıraç," dedim onun kara gözlerine anlaması için bakarken. "Şüphe duyduğun kişi benden daha masum, anlıyor musun? O katil olacak son kişi bile değil." Kaşlarını usulca kaldırıp gözlerime baktı, sözlerime inanmadığını fazlasıyla beli ediyordu. Gerçekten de Hakan Karadağ'dan şüphe duyuyordu. Anlamıyordum onu, o kadar şüpheli insan varken neden Hakan Karadağ? Ne öğrenmişti? Ondan şüphe etmesini sağlayan etken neydi? Sesizliği karşısında kaşlarım daha çok çatılırken sanki zihnimi okuyormuş gibi üzerime doğru eğilip kafasını hafifçe yana eğdi. Nefesi tenime değdi, ruhumu yaktı.

 

"Hadi, durma Kavin, sor. Neden Hakan Karadağ'dan şüphe duyuyorsun de bana." Hayır, bu ona haksızlık olurdu. Yapamazdım, saçma sapan bir ihtimal yüzünden onu kendimde karalayamazdım. Bunu ne ona ne de kendime yapamazdım. O benim en güzel günlerimin bir anısıydı, ona bu çamuru atıp geçmişi kirletemezdim. Cezaevinde yaşadığım günler benim en güzel günlerimdi, onları kirletemezdim. Oradan çıktıktan sonra hayat bana cehennem olmuştu, elimde sadece yarım yamalak hatırladığım anlar varken onlara bir şüphe uğruna ihanet edemezdim.

 

Sustum, dediği gibi şüphesinin bile beni deli ettiği o ihtimali unutmak adına onun gözlerine bakarak sustum ve öylece durdum karşısında. Ruhumun yorgunluğu gözlerimden akıyordu, daha fazla onu ikna etmek adına uğraşmayacaktım çünkü Hakan Karadağ bardağı taşıran son damlaydı. Artık ne yaparsa yapsın burada durmayacaktım. Kafamı dik tutup kara gözlerine bakarak ağzımı açmıştım ki, benden önce konuşarak sözlerimi ağzıma tıkadı. "Eğer bir gün neden şüphe duyuyorsun diye sormak istersen gel Kavin. Kapım sana her daim açık." Gözlerime baktı ve yüreğimi sıkıştıran o sözleri usulca söyledi. "Ama çok geç olmasın bana dönüşün. Kanatlarına saramayacağım kadar yara almadan gel."

 

Gidebilirsin diyordu, çok istedin gitmeyi şimdi git diyordu. Ama gelmek istersen geç olmadan gel diyordu, her türlü kabul ediyordu beni, sadece zorla yapamayacağını anlamıştı. İstediğim gibi olmuştu, tam da istediğim şey olmuştu, o halde neden mutlu değildim? Sözleri çok ağır geldiği için mi? Evet, belki ama olması gereken buydu, artık buradan dönemezdim. Gözlerim yavaşça dolarken bunu yanlış anlamaması için dudaklarıma küçük ama sahte bir tebessüm kondurdum. Bakışları ağırca dudaklarımı buldu, gözlerime bakarak sözlerinin doğruluğunu "Git küçük kelebek, ama gökyüzüne yağmur bastırmadan gel," diyerek onayladı.

 

Gidişimi kabul ediyordu, ama ona dönüşümü de istiyordu. Sol gözümden bir damla yaş usulca düşerken gelmeyeceğimi bildiğim halde kafamı usulca olumlu anlamda salladım ve ona arkamı dönüp Duru'ya baktım. "Hadi, evimize gidelim artık." Gökçe şaşkınlık içinde bir Duru'ya bir de bana bakıp arkamdaki adama dönerek "Kıraç?" dediğinde onun yüzünde nasıl bir ifade gördü bilmiyorum ama omuzlarını yenilgi içinde düşürüp sessiz kaldı.

 

Özgür kaşlarını çatarak sinirle "Onları tehlikeye mi göndereceksin?" diye sordu sesini kontrol edemeden. Hiçbirinin hakkı değildi ama hepsi bizi burada tutmak istiyordu. Belki iyiliğimizi istedikleri içindi bu istekleri ama asıl düşünmeleri gereken şey kendi can güvenlikleriydi. Ne de olsa asıl tehlikede olan biz değil onlardı. Duru gözlerindeki yaşları silip kafasını olumlu anlamda sallarken yenilgi dolu bakışlarıyla önce Kıraç'a sonra Özgür'e baktı ve derin bir nefes alarak "Gidelim," dedi. Sesindeki çaresizlik acıyı iliklerime kadar iterken Özgür'ün bakışları onu buldu ve sinirle Kıraç'a bakıp damarına bastı. "Yağmur ne olacak?"

 

Onu nereden vuracağını iyi biliyordu. Kaşlarım istemsizce çatılırken sinirle Özgür'e baktım ama onun bakışları arkamda duran adamdaydı. Merakla Kıraç'a baktığımda o kaşlarını çatarak Özgür'ü izleyip "Yağmur'a bir söz verdim ve bilirsin ki ben sözlerimi tutarım Özgür," dedi kendi sınırlarını çizerek. Susması ve kararına saygı duyması gerektiğini söylüyordu açıkça. Onun bu tavrı hoşuma giderken Özgür kafasını iki yana sallayıp hiçbir şey demeden odadan çıktı. Gökçe de onun arkasından giderken Tolga bize bakıp kafasını iki yana salladı ve onaylamazca gözlerime baktı. "Kıraç'a bile pes ettirdin ya, bir şey demiyorum sana. Ama umarım bu kararında pişman olmasın Ecrin. Umarım gidişin bu ısrarına değer."

 

Sözlerinin altında yatan manayla kaşlarım istemsizce çatılırken bakışlarımı kaçırdım. İnatçı tavrımla Kıraç'ı yorduğumu mu söylüyordu yani? Haklıydı, ama bunu yüzüme vurmuş olması utanmama neden olmuştu. Onlara göre şımarık olduğum için inat ediyordum belki de ama gerçek bambaşkaydı. Ben daha fazla ölümü kanatlarımda kaldıramayacağım için susuyor ve buradan gitmek istiyordum. Şımarık olduğum için değil, hem ben zaten hiç şımarık bir kız olmamıştım ki. Ben her zaman fazla uslu bir çocuk olmuştum.

 

Sanki çocukken bile anlamıştım kaderin bana vereceği defteri. Bundan dolayı gülememiştim hiçbir zaman. Tolga da son sözünü söyleyip odadan çıkarken mahcup bir şekilde Kıraç'a baktım, benim yüzümden tüm arkadaşları ona sinirlenmiş ve çekip gitmişlerdi. Umarım ben gittikten sonra tekrardan düzelirdi araları. Kıraç'ın bakışları da beni bulurken uslu bir çocuk gibi ona bakarak "Umarım Yağmur'a verdiğin sözü tutabilirsin Kıraç," dedim ve kendime engel olamadan ekledim. "Ama bu tutamayacağın ilk sözün olabilir. Çünkü verdiğin bu sözü ben yıllar önce anneme vermiştim, ama gördüğün gibi, o sözü tutamadım."

 

Tutamazdım genelde, bundan dolayı güven olmazdı sözlerime.

 

Sözlerim üzerine kaşları hafifçe çatılırken "Ben sözlerimi her türlü tutarım," dedi, burukça gülümsedim. Egemen'de verdiği sözleri tutardı, ama söz konusu katil olunca tutamamıştı verdiği sözleri. O da tutamayacaktı.

 

"Ben senin aksine genelde tutamam sözlerimi. Bundan dolayı güven olmaz sözlerime." Dudaklarımdan dökülen itiraf karşısında kaşları çatılırken "Ne demek istiyorsun?" diye sordu, sessiz kaldım. Şimdi anlamıyordu beni belki ama günün birinde mezarım başında anlayacaktı. Gitmeme izin vermişti ya hani, geri gelmemi istediğini beli ederek. Bende onu onaylanmıştım, ama ben istesem de geri dönemeyecektim ki ona. Gökyüzüme yağmur bastırsa da dönemeyecektim. Çünkü kanatları yanık bir kelebek uçamazdı. Gitmesine izin verdiği kelebeğin ona dönüşü hiçbir zaman olmayacaktı. Bunu anlayacaktı, anlayacaktı ama anladığı gün kelebek hayatta olmayacaktı. Çünkü vedalar sığmazdı kelebeğin ömrüne, vedasız giderdi kelebek, her seferinde.

 

Her ne kadar acı olsa da bu bir gerçekti. Ben yirmi üçümde ölecek ve kimseye veda edemeden ayrılacaktım bu dünyadan. Belki ben ölünce bir veda senfonisi çalacaktı mezarımda, herkes duyacaktı o sesi, anlam veremeyecekti, sonrasında ise o sesin bir sanrıdan ibaret olduğunu anlayacaklardı. Ve hayatlarına kaldıkları yerden devam edeceklerdi. Biliyorum, yokluğum en çok Duru'nun mahvolmasına sebep olacaktı ama günün birinde o da ayağa kalkacak ve kaldığı yerden devam edecekti, çünkü devam etmekten başka şansı yoktu ve hiç olmayacaktı. Kıraç, keskin gözleriyle yüzüme bakıp "Kavin?" dediğinde usulca yüzüne baktım. "İyi misin?" Değilim.

 

Derin bir nefes alarak kafamı olumlu anlamda sallayıp "İyiyim, biz artık gidelim," dedim ve Duru'ya döndüm. "Hadi." Benim hayatımda vedalara yer yoktu, bundan dolayı ona veda etmeyecektim. Duru işaretimle Kıraç'a kısa bir bakış atıp önden ilerlerken bende arkasından yürüdüm ve Kıraç'ı orada öylece bıraktım. Bir hoşça kal bile demeden. Belki nankörlüktü bu, belki bencillik ama umurumda değildi. Çünkü veda eden insanlar tekrardan kavuşurdu, ben onunla kavuşmak istemiyordum ki, onunla tekrardan karşı karşıya gelmek istemiyordum, bundan dolayı ona veda etmemiştim. Kavuşmak isteseydim veda ederdim, veda etmiyorsam bir daha kavuşmak istemediğimdendi. Hem neden edecektim ki, veda etmem için onu tanıyor olmam gerekirdi. İnsan tanımadığı birine veda eder miydi?

 

Odadan çıktığımda Duru "Vedaları sevmediğini biliyorum ama en azından teşekkür edebilirdin," dediğinde, ona bakarak kaşlarını çattım.

 

"Bizi burada zorla tuttuğu için mi?" Sözlerim üzerine gözlerini devirerek kafasını iki yana salladığında, "Unut gitsin," diyerek merdivenleri inmeye başladı. Yine mi trip atacaktı bu kız? Arkasından gözlerimi devirerek derin bir nefes aldığım da bende onu takip ettim ve bir süre sonra aşağıya indik. Salonda olmasını beklediğim kişiler ön bahçede duruyorlardı ve henüz bizi fark etmemişlerdi. Onlarla da veda etmek istemediğim için Duru'nun kolunu tutarak hızla kapıya doğru yürüdüm. Bir an önce buradan kurtulmak istiyordum. Duru bu tavrım karşısında gözlerini devirip "En azından şu çipleri çıkartıp gitseydik," dediğinde adımlarım buz kesti, şaşkın bir ifadeyle ona baktım. Kahretsin, nasıl unuturdum bunu?

 

Sıkıntıyla yüzümü buruşturup "Bir de o vardı değil mi?" diye sordum alnımı ovalayarak. Ne yapacaktım şimdi, onlarla karşı karşıya gelmek istemiyordum. Nasıl çıkartacaktım bu çipi? Ah, sanırım hastaneye görünmem gerekiyordu.

 

Duru'nun kaşları tepkilerim karışısında çatılırken kuşkuyla yüzümü inceleyip "Ecrin bu telaşının asıl sebebi ne?" diye sordu aniden bana dönerek. Normal davranmadığımı anlamıştı. "Adeta kaçıyorsun buradan," dediğinde elimden kurtulup gözlerime baktı. "Tamam, korkuyorsun ama-"

 

"Anlamıyorsun," diyerek aniden onu böldüğümde, gözlerim bu anı bekliyormuş gibi hızla doldu. Artık dayanamıyorum. "Resmen iki gündür buradayız ama katil hâlâ kalkıp bir mesaj atmadı bana Duru!" Etrafıma bakıp dolan gözlerimi serbest bıraktım ve asıl korkumu titreyen sesimle itiraf ettim. "Egemen'le onu araştırdığımda durmam için beni uyaran adam şimdi en ince ayrıntısına kadar araştırılıyor ama o sessiz kalıyor. Kıraç resmen annemin dosyasının her detayını öğrenmiş durumda. Biz Egemen'le bu kadarını bile yapamadık. Katil buna nasıl susar? Nasıl beni tehdit etmez anlamıyorum?" Sol gözümden bir damla yaş akarken kafamı iki yana salladım. "Başka bir şeyler var. Beni uyarmıyorsa demek ki daha ağır bir bedel peşinde. Kaldıramam artık Duru, anlıyo-"

 

Duru "Ecrin," diyerek aniden beni böldüğünde, ıslak gözlerimi ona diktim ve çaresizce ağlamaya başladım. "Dayanamıyorum artık Duru, çok korkuyorum. N'olur artık gidelim buradan." Burada kaldığım her an her birinin hayatı tehlikedeydi ve bunu bilmek büyük bir azaptı benim için. Vebalıymış gibi hissediyorum kendimi.

 

Duru "Hayır hayır," dedi kafasını iki yana sallayarak. "Korkma Ecrin, telefonlarımıza bir uygulama yüklendi. Bundan dolayı katil mesaj atsa bile gelmez ki." Ne?

 

Duyduklarım karşısında gözlerim şokla açılırken "Nasıl?" diye sordum anlamayarak. "Ne ara yaptılar bunu Duru! Benim neden bundan haberim yok?!" Kahretsin! Belki de en başından beridir katil git demişti bana ama ulaşamadığı için vurmuştu Yağmur'u! Ne yapmıştı bunlar böyle? Bu kadarı çoktu! Bu hakkı kendilerinde nasıl bulmuşlardı böyle? Duru yutkunarak "Seninkini ne zaman yaptılar bilmiyorum ama benimkini buraya gelmeden önce Gökçe yaptı," dedi usulca. "Başta istemedim ama senin telefonuna da gereken sistemi koyduğunu söyledi. Haberin var sanıyordum." Yoktu tabi ki! Resmen kandırmışlardı bizi!

 

Gözlerim öfkeyle dolarken bahçedeki Gökçe'ye bakıp sinirle "Kandırmış seni," dedim ve Duru'ya dönerek ıslak gözlerimi sildim. "Hemen gidelim buradan. Telefonları da en kısa sürede değiştirmemiz gerekiyor." Bu insanlar sandığımdan çok daha tehlikeliydi. Yasal mı yoksa illegal mi çalıştıklarını anlayamıyordum bile!

 

Duru şaşkın bir şekilde "Çipleri çıkartmayacak mıyız?" dediğinde dış kapıyı açıp "Doktora gideriz, olmadı küçük bir iğneyle derimizi deler yine kurutuluruz bu lanet olası çiplerden," dedim ve dışarıya çıktım. "Hadi." Burada kaldığım her an kendimi izlemiyormuş gibi hissediyordum.

 

Duru son söylediklerimden olsa gerek dehşetle bileğine bakıp "Bence doktora gidelim biz," dedi yanıma gelip kapıyı ardından kapatırken. "Kusura bakma ama derimi delemem ben." Korku dolu suratı karşısında istemsizce güldüğümde kafamı iki yana salladım. Sinirlerim bozulmuştu. Duru bana kafayı yemişim gibi bir bakış atarken onun bakışını umursamadan hızlı yürümesi için kolunu tutup korumaların bakışları altında dış kapıya doğru yürüdüm. O anlamamıştı ama buradaki insanlar normal değildi, mafya olabilirler miydi gerçekten? Bu düşünce kanımı dondururken daha hızlı adımlarla kapıya ilerledim ve kapının önünde duran korumalardan birine bakarak "Kapıyı açabilir misin," diye sordum ince sesimle. Hayır, bu sorudan çok ricaydı aslında.

 

Özgür yada Kıraç'tan gereken emri almış olmalı ki beni ikiletmeden kapıyı açan adamla derin bir nefes aldığım da, nihayet iki günlük cehennemimden kurtuluyordum. Kalbim heyecanla atarken kapı tamamıyla açıldığında Duru'yu kolundan sürüklemeye devam ettim ve kapıdan çıktığımız an önümüze kıran arabayla şaşkınlık içinde durmak zorunda kaldım. Bu da neydi şimdi? Kaşlarım istemsizce çatılırken büyük ihtimalle bahçeye girecek olan arabaya yol verip kenarıya kaydım ancak araba hareket etmedi. Duru "Bu kim be?" dediğinde "Bize ne Duru!" diyerek arabaya ters bir bakış atıp onu çektim ve yürümeye başladım. Yeni bir engelin daha önüme çıkmasını istemiyordum.

 

Bomboş orman yoluna bakarak oflayıp "Harika," diye homurdandım sinirle. "Taksiyi nasıl bulacağız biz?" Duru kolunu çekerek "Sakin olur musun artık?" dediğinde kaşlarını çatarak bana döndü. "Ararız gelir şimdi bir tane." Buradan kurtulmak istediğim için sanırım beynim durmuştu, yüzümde küçük bir tebessüm oluşurken Duru'ya baktım. "İyi ki varsın canım arkadaşım, hadi ara da eve gidelim artık." Aceleci tavrım karşısında kafasını iki yana sallayıp güldüğünde, telefonunu ceketinin cebinden çıkarttı, ancak o daha ekrana dokunmadan arkamızdan bir adamın sesi duyuldu.

 

"Taksi buraya gelmez, isterseniz biz sizi bırakabiliriz istediğiniz yere." Kaşlarım istemsizce çatılırken arkamı döndüm. Uzun boylu ve Kıraç yaşlarında olan bir adam vardı karşımda, kumral ama daha çok siyaha yakın saçları ve hafif kavruk teniyle çekici görünse de, Kıraç'ın evinin önünde durması bir nevi nasıl biri olduğunu anlamama yetiyordu. Yanında ise en az Yağmur ve Gökçe kadar güzel bir kadın vardı. Üzerine giydiği krem elbise içinde peri kızı gibi görünüyor, kahve saçlarıyla insanı kendine hayran bırakıyordu. Güzel bir kızdı, hafifçe tebessüm edip bize baktığında Duru "Nasıl yani?" diye sordu ince sesiyle. "Taksi gelmezse biz eve nasıl gideceğiz?"

 

Adamın gözleri Duru'yu bulurken gülümseyip "Teklifim hâlâ geçerli küçük hanım," dedi arabayı göstererek. Tamam, sıcak kanlı görünüyor olabilirlerdi ama Kıraç'ın arkadaşı olmaları onlara hayır dememe yeterliydi. Sinirle nefesimi verip "Teşekkürler ama biz gidebiliriz," dedim adama tersçe bakarak. Bakışları bu kez beni bulurken sert tepkim karşısında dudakları hafifçe kıvrıldı, ve beni baştan ayağa süzerek "Sen şu inatçı Ecrin olmalısın," dedi tek kaşını kaldırarak. Adımı nereden biliyordu bu? Ayrıca dedikodumu kiminle yapmıştı?

 

Gözlerim yavaşça kısılırken yanındaki kadın "Tugay yeter," dedi araya girip onu uyarırken. "Sen Kıraç'ın yanına git, ben kızlarla ilgilenirim." İsminin Tugay olduğunu öğrendiğim adam ben ve Duru'ya bakıp "Pekâlâ, sen ilgilen," diyerek bahçe kapısına yöneldiğinde kadın bize döndü ve hafifçe gülümsedi. "Arkadaşımın kusuruna bakmayın lütfen, o biraz fazla açık sözlüdür." Boş gözlerle kadına baktığımda o karşımızda durarak tebessüm etti. "Bu arada ben Öykü, sizlerde Ecrin ve Duru olmalısınız."

 

Kafamı olumlu anlamda sallayıp "Evet," dediğimde Duru sinirle araya girdi.

 

"Az önceki adam dalga mı geçti bizimle yoksa ciddi mi?" Sorusuyla Öykü mahcup bir şekilde boynunu kaşıyıp "Ciddi, çünkü buraya kadar hiçbir taksi gelmez," dedi usulca. "Ama ben sizi bırakabilirim istediğiniz yere." Ah, buradan ve onlardan kurutuluşumuz yok muydu cidden? Duru'yla göz göze geldiğimiz de, tek çaremizin kabul etmek olduğunu bildiğimiz için Öykü'ye döndük. Boğazımı temizleyerek "Aslında çok iyi olur," dediğimde kocaman gülümseyen kız "Hadi, arabaya," dedi önden ilerleyerek. Her birinin neden bu kadar iyilik sever olduğunu kurcalamak yerine arabaya ilerleyip arkaya oturdum. Duru'da öne yerleşirken adresi verdi ve yol sadece Öykü'nün bitmek bilmeyen soruyla geçti.

 

Resmen benim hakkımda her şeyi öğrenmişti, Özgür'ün ve Kıraç'ı çocukluğundan beri tanıyordu. Sürekli bana sorular sorup durmuştu ama Duru sorulara cevap vermek istemediğimi anladığı için onu hep kendi sorularıyla sustuyordu. Bir ara Kıraç ve Özgür'ün ne kadar buz gibi olduğunu bile söylemişti. Öykü ise onun sözleri karşısında kahkaha atıp sadece haklısın demişti. Yağmur'dan da bahsetmişti biraz ve zaten buraya Yağmur'un avukatı olarak gelmişti. Son iki yıldır Antalya'da yaşıyormuş ama bir kaç gün önce Tugay onu almaya geldiği için olanları öğrenmiş ve artık İstanbul'a taşınma kararı almış.

 

Yağmur çocukluk arkadaşı olduğu için onu yanlız bırakmak istemiyormuş. Aslında Yağmur'un eşini sormayı ona çok istemiştim ama bu soru fazla özel olduğu için soramamıştım. Zaten o da Yağmur'dan bahsetmeyi kesip Tolga'yı anlatmıştı. Eli ve kolu çok uzun demişti ona, daha fazlasını da anlatmıştı ama ben dinlememiştim. Neyse ki bu sürenin sonunda arabayı evimin önünde durdurduğunda derin bir nefes alabilmiştim. Artık gidip uyumak ve bir şeyler yemek istiyordum. Bakışlarım karşımdaki gecekonduyu bulurken Duru "Çok teşekkür ederiz Öykü," dedi ama benim bakışlarım buz tutmuştu. Evimin kapısı sonuna kadar açıktı.

 

Gözlerim korkuyla dolarken hızla atan kalbimle telaşla aşağıya indim. Kahretsin, bana mesaj atamadığı için eve bir şeyler yollamıştı değil mi? Peki neden bunu bu şekilde yapmıştı ki? Kapımı neden açık bırakmıştı? Gözlerimden bir kaç damla yaş dökülürken evime doğru sarsak adımlarla ilerledim, arkamdan Duru ve Öykü'nün sesini duyuyordum. Ne yapmıştı yine? Nasıl bir ceza kesmişti bana? Bulanık gözlerimle kapının önünde durduğumda kalbim neredeyse duracak kadar hızlı atıyordu. Duru "Ecrin dur!" diye bağırdığında, sesini sanki duyamıyordum. Gözlerimden düşen yaşlarla usulca kapıdan içeriye girdiğimde boş koridora baktım.

 

Hiçbir şey yoktu. Nefesimi tutarak duvardan destek alıp salona doğru ilerlediğimde, masanın üzerinde gördüğüm siyah kart ile sertçe yutkundum. Kahretsin! Kıraç'ın evinde olduğum her anın bedelini bana ödetecekti işte. Ama ben orada kendi isteğimle durmamıştım ki, beni bu şekilde infaz edemezdi. Gözlerimden düşen yaşlar şiddetlenirken dudaklarım arasından bir hıçkırık kaçtı. Elimin tersini dudaklarıma bastırarak sıkışan göğsümle kartta acı içinde baktım. Daha fazla dayanmıyordum, ne zaman bitecekti bu işkence?

 

Arkamdan eve Duru ve Öykü'de girmiş olmalı ki, Duru'nun korku dolu sesini duydum. "Ecrin, neler oluyor? Kapı neden açık?" Bilmiyordum ki, gözlerimden düşen yaşlarla usulca salona doğru ilerlediğimde onlarda sakince beni takip etti. Öykü "Bence hemen buradan çıkmamız gerekiyor," dediğinde masanın üzerinde duran karta uzandım. Hangi teselli telkin edebilirdi beni bu saatten sonra? Sakin olmak zorunda olduğumu bilerek derin bir nefes alıp kartı açtım ve içindeki yazıya baktım.

 

 

Yalancının mumu yatsıya kadar yanar annesinin kızı. Onun ateşi seni yakmadan ben seni yakacağım. Kuralları çiğnedin, geçmişi deştin. Ben hediye olsun sana, geçmişteki yara.

 

 

Üçe kadar say, vedalaş onunla.

 

Okuduğum her bir satır yüreğime hançeri saplarken gözlerim hızla karşımda duran kızları buldu, ve açık pencereye bakıp "Duru eğil!" diye haykırdım. İşte tam o anda gökyüzünü kana bulayan bir ses duyuldu, kulaklarımı sağır etti. Öykü'den büyük bir çığlık koparken Duru'nun dudaklarından kopan tek şey acı dolu bir iniltiydi. Saniyeller içinde oldu her şey, gözlerimin önünde Duru'nun göğsüne bir kurşun saplandı ve kana bulandı göğsü. Gözleri acı içinde kısılırken önce dizlerinin üzerine düştü, eli usulca göğsüne ulaştı ve başını eğip elindeki kana baktı. Sanki zaman durmuştu, acı dolu bir inilti döküldü dudaklarından ve ben daha kavrayamadan hiçbir şeyi, gözlerimin önünde yere düştü bedeni.

 

Kelebeğin kanadına düştü, geçmişti ki yara. Nefes alınır mı ki, bundan sonra?

 

Kıyamet kopmuştu sanki, o gece bir kez daha yaşanmıştı. Dediği gibi, geçmişteki yarayı bir kez daha vermişti bana. Derin bir ölüm sessizliği her yeri sararken Öykü eğildiği yerden şaşkınlık içinde yerde yatan kıza baktı. Bembeyaz olmuştu bile teni, ölüm hiç yakışmazdı ki ona. Benden önce mi ölecekti? Gözlerim titrerken usulca ona doğru bir kaç adım attım ve dizlerimin üzerine çökerek yüzüne baktım. Yanaklarımdan düşen yaşları anlamıyordum, neden ağlıyordum ki? Ölemezdi Duru, ölemezdi benden önce.

 

Her bir yer onun kanına bulunurken bu kadar çok kanın dökülmesine karşı kafamı şiddetle iki yana sallayıp "Hayır hayır!" diye bağırdım acı içinde. "Ölemezsin Duru!" Yüzünü avuçlayarak kapalı göz kapaklarına baktım, açmadı gözlerini. "Uyansana Duru! Uyan! Ölemezsin sen!" Göz yaşlarım şiddetlenirken eli yan tarafa usulca düştüğünde haykırarak "Hayır hayır!" diye yakındım hıçkırarak. Yanaklarını okşayıp "Yapma böyle Duru!" diye bağırdım öfkeyle. "Hemen bırakma kendini!" Bakışlarım Öykü'yü bulduğunda hıçkırarak "Yalvarırım bir şeyler yap!" diye haykırdım. "Ölüyor o! İzin verme Öykü! Ne olur bir şeyler yap!"

 

Duvarlara çarpan yakarışlarım karşısında dolan gözleriyle hızla telefona uzandığında Duru'nun hareketsiz göğsüne bakarak hıçkırıklar içinde yüzünü avuçladım, yanaklarını öptüm. "Duru uyan nolur," diye fısıldadım acı içinde. "Sen de bırakma beni. Sen de gitme benden!" Gözlerimden düşen yaşlar onun yüzüne akarken titreyen ellerimle boynuna dokundum, parmak uçlarımın altında ki hareketsizlik ile buz kestim. Nabzı atmıyordu. Duru'nun nabzı atmıyordu. Duru ölüyordu.

 

Gözlerim korkuyla açılırken hızla kafamı iki yana sallayıp "Hayır hayır!" diye bağırdım acıyla. Ölemezdi ki benden önce, soluk yüzüne bakıp sertçe "Ölemezsin!" diye haykırdım boğazım yırtılırcasına. "Duru kalk ölemezsin sen! Beni bırakamazsın!" Neden kalkmıyordu ki? Benden önce ölmeyi istemişti, ama ölmüş olamazdı. Beni kandırıyordu değil mi? Açacaktı gözlerini. Öykü hıçkırarak ağlayıp koluma dokunduğunda "Ecrin lütfen yapma," dedi, öfkeyle elini itip "Uyanmıyor!" diye haykırdım acıyla. "Öykü bir şeyler yap uyanmıyor!"

 

Hıçkırıklarım gittikçe şiddetlenirken bedenimi saran titreme ile sinir krizi geçirdiğimi fark ederek öfkeyle "Ölemez o!" diye haykırdım. "Benden önce ölemez anlamıyor musun?!" Gözyaşlarım bir bir dökülürken göğsünden oluk oluk akan kana bakarak "Yalvarırım ölmesin!" diye haykırdım acı içinde Duru'yu izlerken. "Ben onsuz yaşamam ki! Yalvarırım bir şeyler yap!" Öykü hıçkırarak ağlayıp bana sarıldığında gözyaşlarımın şiddeti artı ve adeta göğü inleten bir şiddetle "Ölemez!" diye haykırdım. "Ben onu da kendi ellerimle gömmem! N'olur bir şeyler Öykü, n'olur!"

 

Öykü hıçkırarak ağlayıp "Ecrin, lütfen," dediğinde Duru'nun yüzüne yapışan saçlarını iterek "Duru!" diye haykırdım boğazım kanarcasına. "Duru sende gitme benden! Yalvarırım gitme! Ölme!" Başım omzuna düşerken acı içinde ağlamaya devam ettim. "Ölme Duru, sen de ölme!" Parmak uçlarımın altında atmayan nabzı zamanı tekerrür etitirken çaresizlik içinde ağladım. En ağır bedelin üzerine en az onun kadar ağır bir bedel daha düşmüştü. Kelebeğin kanatları daha kaç kişiye mezarlık olacaktı? Daha kaç günahın kefareti asılacaktı boynuma?

 

Dudaklarımdan bir hıçkırık daha kaçarken Duru'nun bedenine sokuldum, acı içinde ağladım. Ona da mı veda edemeyecektim ben? Karşılaşamayacak mıydım bir daha onunla? Yine kalkıp bana trip atmayacak mıydı yani? Acı, keskin bir bıçak gibi zihnimin karanlığına saplanırken "Ölme Duru!" diye yakındım acıyla ağlarken. "Sende onlar gibi ölme! Yalvarırım ölme!" Bir hıçkırık kaçtı dudaklarımdan, acıyla ağladım boynunda. "Beni bırakıp gitme..."

 

Mezarlık mıydı kelebeğin yanık kanatları?

Neden gömdüler oraya, bütün acıları?

Loading...
0%