Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. Bölüm “Arafta Asılı Kalanlar.”

@leylayesilgoz

ÖLÜME SEN KALA

 

4. BÖLÜM

 

ARAFTA ASILI KALANLAR

 

"Söndürün ışıkları, karanlıkta işlenecek bu günah, konmasın hiçbir masumun boynuna."

 

🕯️

 

Kaburgalarıma gizlenmiş ölüm, kasvetli bir bulutu zihnimin kanlı toprağına düşürmüştü. Sinsi bir yılan misali dolaşmıştı her bir kuytu da o bulut, sızmıştı en derin yaralarıma, zehrini bırakmıştı usulca. Okyanusları ikiye bölen bir yıldırıma can vermişti ölüm, dalgalarını yok etmişti, son damlasına kadar kurutmuştu okyanuslarımı. Durmamıştı, zihnimde büyük bir ateşin yanmasına sebep olmuş ve ormanlarımı yakmıştı, kuşlarımı kaçırmıştı. Gri bir duman yükselmişti gökyüzüne, gök kubbeyi bulmuş ve eritip yok etmişti maviyi. Haykırışlar can bulmuştu zihnimde, ama ölüm onları da susturmuş, dudaklarına mührünü vurmuştu.

 

Küller dökülmüştü zihnimin kıyameti yaşayan topraklarına, hapsolmuştu anılarım orada. Ansızın dağları oynanmıştı yerinden ölüm, gökyüzü düşmüştü yere, enkaza dönmüştü zihnim. Artık acıyı ruhuma işleyen şey ölüm değil o enkazdı, o enkazın altında yatan hatıralardı. Sözünü bir kez daha tutmuştu katil, kana bulamıştı ömrümü, koparıp almıştı ruhumu. Ancak bilmediği bir şey vardı, ben geçmişi deşmemiş gerçeklere gözlerimi bile dikmemiştim. Yargısız infaz etmişti beni, bu kez en ağır şekilde yaralamıştı zihnimi. Şimdi bilse gerçeği, çeker miydi ellerini? Ben tutuyordum sözlerimi, o da tutar mıydı sözlerini?

 

Cevabı karışısında şüpheye düştüğüm soruyla kafamı kaldırdığımda, bakışlarım kucağımdaki ellerime kaydı. Cansız bir şekilde duruyorlardı, belki de nedeni üzerinde bulunan kandı, Duru'nun kanı. Gözlerim yavaşça dolarken yutkunarak cılız bir nefes almaya çalıştım, olmadı, almaya çalıştım o nefes boğazımda düğüm olarak kaldı. Alamazdım tek bir nefes bile, Duru o ameliyattan sağ salim çıkmadan tek bir nefes bile ulaşamazdı ciğerlerime. Bundan dolayı nefesimi tuttum ve çaresizce ayağa kalkmaya çalıştım. Oturmak iyi gelmiyordu bana, sanki sığamıyordum bu koca dünyaya. Bir bana mı fazlaydı dünya? Bir beni mi basamıyordu bağrına? Ölüm...

 

Ölüm kaburgalarıma dokunurken, neden söküp almıyordu ruhumu?

 

Yaşamak gibi ölmek de mi fazlaydı bana, yoksa araf mıydı yerim? Anlamıyordum, yaşamak değilse bu, neden ölmüyordum? Ömrüm kaç ölüme şahit olmak zorundaydı, kaç ölüm daha sığacaktı yarınlarıma? Ağlamak istiyordum, saatlerce avazım çıktığı kadar bağırarak ağlamak ve sonunda usulca ölmek istiyordum. Fazlaydı bana yaşamak, benim yüzümden ölen insanlara ihanetti aldığım nefesler. Ölüm benim etrafımda dolanırken neden sevdiklerimi alıyordu ki benden? Ona usulca sunduğum ruhum varken neden kalbimi söküyordu yerinden? Yaşamak istemiyordum artık, her saniyemde onlara ihanet ettiğini hissederken yaşamak istemiyordum.

 

Zorluk içinde kendimi toparlayıp nihayet ayağa kalktığım da, Öykü telaşla ayaklanıp koluma dokunarak "Ecrin lütfen yorma kendini," dedi titreyen sesiyle. "Duru iyi olacak, seni böyle görmesini istemezsin." Soluk yeşil gözlerim bir ton daha solarken onun gözlerine baktım sessizce. Dediği olabilir miydi? Duru'nun kalbi hastaneye getirildiği zaman ambulansta iki kez durmuştu ama hastaneye geldiği an tekrardan atmaya başlamıştı. Şimdi ameliyattaydı ve o gerçekten iyi olacak mıydı? Sol gözümden bir damla yaş usulca düşerken buz gibi sesimle "Yaşasın Öykü," diye yakındım fısıltıyı andıran bir şekilde. İçimdeki ateş dışımın buz tutmasına neden olmuştu. "O ölürse," dedim ve başım önüme düşerken sertçe yutkundum. "Bende ölürüm."

 

İntihara meyilli bir ruhum vardı, tutunduğum dal koparsa uçurumdan düşerdim ben. Yanık kanatlarım bile taşıyamazdı beni, mezarlık olmuşken kendileri, nasıl çırpınırlardı eskisi gibi? Çaresizliğim karşısında Öykü'nün bakışları ağırlaşırken kollarını hızla bana sardı, boynumda sessizce ağladı. Kırık camların ruhuma batışını hissediyordum, her bir hücreme saplanıyordu parçalar, kana bulanıyordu bedenim. Güçsüzdüm, defalarca yediğim darbeler öldürmemişti beni belki ama güçlendirmemişti de ruhumu. Her darbeyle bir sonrakine karşı güçlü olurum sanıyordum ama daha sert bir darbe alınca yine dizlerimin üzerine çöküyordum. Çünkü aldığım her darbe tüketiyordu ruhumu, yeniyordu benliğimi.

 

Oysa savaşmayı yıllar önce bırakmıştım ben. Kaybetmiştim kanatlarımı, kaybetmiştim sevdiklerimi. Pes etmiştim ama bugün yine karşı taraftan ağır bir darbe yiyince bitmediğini anlamıştım, evet, savaş hâlâ devam ediyordu. Arıyorum sanıyordu onu, ölümü kabullenmiş olmamı görmezden geliyor, suskunluğumu belki de bir silah sanıyordu. Oysa yanlış anlaşılmaydı her şey, nasıl anlamıyordu bunu? Gözlerimden dökülen yaşlar şiddetlenirken dudaklarım ısırdım, çenemi Öykü'nün omzuna koyarak içli içli ağlamaya başladım. Dayanamıyordum artık, gözyaşlarım sel olmuştu ama ben yine de sakin kalamıyordum.

 

Onu da kaybedemezdim, korkuyordum ve bu korkum her an giderek büyüyordu. Neden bitmiyordu ki bu ameliyat? Kaç saat sürecekti daha? Acı zihnimde dolanırken sessizce ağladım, Öykü'nün teselli cümleleri kulaklarıma ulaşıyor ama sonradan öylece asılı kalıyordu havada. Ayakta durmam giderek zorlaştığı zaman Öykü geriye çekilerek kollarımı tutup "Otur biraz olur mu?" diye sordu şefkatle yüzüme bakarken. En az benim kadar o da yorulmuş ve ağlayıp durmuştu. Ona daha fazla yük olmak istemediğim için kafamı olumlu anlamda salladığım da, desteği ile ameliyathanenin önündeki sandalye döndüm ve o anda Gökçe'nin sesini duydum.

 

"Öykü!" Seslenişi ile bakışlarımız aynı anda bize doğru gelen kalabalığı bulurken en önde olduğu halde Gökçe'ye değil, arkasındaki adama baktım. Gökyüzüne yağmur bastırmadan gel demişti bana, gökyüzüm yere düşmüştü ve o gelmişti bana. Canımın ne kadar yandığını görebiliyor muydu, kanatlarımın uçamayacak kadar yaralı olduğu anlamış mıydı? Ölüme yaklaştığım her anda ağır yaralar alıyordum ben, bunu da anlamış mıydı? Kara gözleri gözlerime dediği an soğuk bir rüzgar tenime sokulurken, olduğum yerde durdum ve gözlerimden düşen yaşlarla çaresizlik içinde gözlerine baktım. İlk kez yardım istiyordu bakışlarım ondan, ilk kez gerçeği sunuyordum ona.

 

Kırık camların üzerinde, savaşır mıydı benimle?

 

Tutar mıydı ona uzattığım elimi? Duru'nun yaşaması için yapar mıydı elinden geleni? Derin bir sessizlik koridorda yankılanırken, dudaklarıma yerleşen acılı tebessüm ile ona doğru bir adım attım ama daha fazlası olmadı. Sanki ne istediğimi anlamıştı karaları, baştan ayağa süzdü beni, yorgun bedenime baktı kısaca, gözlerimi buldu kara gözleri ve ben onu beklerken bana doğru yürüdü usulca. Attığı her bir adımla yüreğim yerinden oynarken tam karşımda durduğunda yüzünü görmek için kafamı hafifçe yukarıya kaldırdım ve ıslak gözlerimi buz gibi gözlerine dikerek acıyla fısıldadım. "Gökyüzümü yağmur değil, küller bastırdı Kıraç. Uçamazdım sana." Kanatlarım ilk kez uçmak istemişti ölüm dışında birine.

 

Ama küller dökülürken yeryüzüne, uçamazdım gökyüzünde.

 

Sözlerim ağır bir yükmüş gibi düştü omuzlarına, sessizce baktı gözlerime. O söylemedi ama gözleri ben geldim sana dedi, cılız bir nefes koptu dudaklarımdan. Sanki bu anı bekliyormuş gibi kalbim acıyla kasılırken, Öykü'nün elleri arasından usulca sıyrıldım ve kendime engel olamadığım bir anda Kıraç'ın göğsüne sığınarak hıçkırıklar içinde ağlamaya başladım. En başından beridir ne çektiğimi en iyi bilen kişi oydu, tamam soruları beni rahatsız etse de şu anda beni en iyi anlayan kişinin o olduğunu biliyordum ve bu ona sığınmama neden oluyordu. O kadar çok dolmuştum ki, en sonunda dayanamamıştım işte.

 

Bedenine sokulduğum adam başta kasılsa da, daha sonradan hıçkırıklarıma dayanamıyormuş gibi nefesini vererek bir elini yavaşça belime diğerini ise omzuma yerleştirerek kabul etti bedenimi. Beline sarıldığım ve yüzümü göğsüne gömdüğüm için diğerlerinin bakışlarını görmüyordum ama her birinin beni izlediğini çok iyi biliyordum. Bana acıyorlardı değil mi, bu halimi acınası buluyorlardı? İçli içli ağlarken bende kendime acıdım. Zaten en dibi bulmuştum, mahvolmuştum, bundan dolayı acınacak haldeydim. Kıraç'ın, omuzlarımdaki eli saçlarıma tırmanırken başta çekingen bir ifadeyle okşadı saçlarımı, daha sonradan koruyucu bir ifade takındı parmak uçları.

 

Sanki her an elleri arasından kayıp gidecekmişim gibi daha sıkı kavradı belimi, ona sığınmama izin verdi. Defalarca kez bağırıp çağırmama rağmen sığınak oluyordu bana. Her an ondan kurtulmak istediğimi bildiği halde, her zaman gidecekmişim gibi konuştuğum halde yine de kabul etmişti beni. Hak ediyor muydum bilmiyorum ama şu anda ihtiyacım olan tek şey bu olduğu için umurumda değildi hak edip etmediğim. Tek derdim biraz dinlenmekti, belki sonradan onu anlamak için de uğraşırdım. Gözyaşlarım onun bu koruyucu tutumu karşısında hızlanırken, usulca kulağıma doğru yaklaşıp, sıcak nefesiyle "Sakin ol küçük kelebek," diye fısıldadı. "Kanatların nereye uçarsa uçsun, konduğun yer daima benim göğsüm olacak."

 

Kast ettiği sözler üzerine bedenim titrerken kafamı geriye çekip ıslak gözlerimle şaşkınlık içinde yüzüne baktım. Keskin gözleri yüzümde geziniyordu, bende onun yüzünü izledim. Kaşları yine çatıktı, kemikli yüzü kasılmış, yanakları hafifçe içe çökmüştü. Kirli sakallarına baktım usulca, ateş hattındaki dudaklarına ve burnuna. Kalemle çizilmiş gibi kusursuzdu yüzü, tek bir leke, tek bir çizik bile yoktu. Siyah saçlarından bir kaç tutam ise asice düşmüştü alnına, sanki eşsiz bir sanat esiri vardı karşımda. Gözlerim titrerken bir adım geriye gidip heybetli bedeninden uzak tuttum kendimi, elleri koptu bedenimden.

 

Uzun boylu bir adamdı, boyu ve vücudu hakkında yorum yapmam gerekirse bir bordo berelinin sahip olması gereken her şeye sahip diyebilirdim. Egemen gibiydi, ama biraz daha büyümüş hali. Donuk gözlerimden bir damla yaş düşerken gözlerine baktım, sessizce çatık kaşlarının altında ki kara gözlerini izledim. Eğer yaşasaydı Egemen, Kıraç gibi bir adam mı olurdu? Yüzümde buruk bir tebessüm oluşurken bu düşünceme rest çektim. Hayır, Egemen ve Kıraç fiziksel olarak benzese de karakter olarak bambaşka insanlardı. Egemen kıyamazdı bana, soğuk bakmazdı asla. Kıraç ise buz gibi bakardı bana, üşütürdü karalarıyla. Ama şimdi ilk kez ısıtmıştı beni, anlayamamıştım onu.

 

Sessizlik aramızda büyüyen bir ateş olurken, aniden açılan ameliyathanenin kapısı ile bakışlarım hızla içeriden çıkan doktoru buldu. Nefesimi tutarak ona doğru ilerledim. Diğerleri de etrafıma toplanırken "Duru iyi mi Doktor Bey?" diye sordum heyecanla. "Durumu nasıl? Görebilecek miyiz onu?" Bir an önce görmek istiyordum onu. Sorumla birlikte doktorun bakışları beni bulurken yüzüne yerleşen sıkıntılı ifadeyle kalbim kasıldı, herkes sessizliğe sığındı. Neden öyle bakıyordu ki bana? Ne diyecekti? Hem herkes neden susmuştu? Gözlerim yavaşça dolarken "Yaşıyor mu?" diye sordum titreyen sesimle, Öykü ağlamaya başladı, yanında duran Özgür ise onu göğsüne çekti.

 

Gözlerimin içine bakan adam "Hastayı kaybettik," dediğinde yerimde sendelledim "Başınız sağ olsun," dedi.

 

Bir ölüm can buldu ansızın zihnimde, gök gürledi, toprak ikiye bölündü. Ayaklarımın altında şiddetle sallandı zemin, yere düştü güneş, vurguna uğradı zaman. Her gece mum ateşiyle aydınlattığım karanlık şimdi o mum ateşini de yutmuş, kalbimin durmasına neden olmuştu. Hançeri hiç acımadan saplamıştı zihnime, kirli sokaklarda terk etmişti aciz bedenimi. Kimsesiz kalmıştım şimdi, son dalımı da koparıp almışlardı benden, kurutmuşlardı çürük ağacımı. Toprağıma ölümü ekmişlerdi, kanla beslemişlerdi ağacımı, ölüm olmuştu meyvesi. Kayıplarımı ellerime vermişlerdi, bulutlar ağlamıştı, semada meleklerin duaları can bulmuştu. Bir yara daha açılmıştı kanatlarımda, toprakla kapanmıştı üstü. Ölüm demişlerdi bu katliama, sessizlik çökmüştü semaya, adalet geç kalınca.

 

Doktorun sözlerini kabul etmek istemediğim için gözlerimi yumdum ama cılız bir nefes dahi alamadım gerçekler karşısında. Eski ama her gece sızlayan bir yaranın üzerine dökülmüştü yeni bir yara. Mum ateşi olsa da, kanardı artık her karanlıkta. Oysa korur sanıyordum, Egemen'den sonra mum ateşinde, sancılar içinde verdiğim o söz Duru'yu korur sanıyordum ama sözlerimi tutamadığımı unutmuştum. Sadece sevdiklerime değil, kendime verdiğim sözü bile tutamazdım ben. Ezelden beridir böyleydi bu, nasıl olurda o söze güvenirdim? Nasıl olur da o sözü tekrarlayıp yanıma alırdım Duru'yu? Asıl hatırlamam gereken şeyi nasıl unutup da yapardım böyle bir hatayı? Şimdi onu da annem ve Egemen gibi nasıl gömmecektim ben toprağa? Dayanır mıydı kelebek, bunca ızdıraba?

 

Kaçıncı acıydı bu, kanatlarıma armağan edilen?

 

Ama son mezarlık olacaktı, çünkü zaman kaybetmişti zaferini. Satırlar silinmişti kaderimde, dudaklarıma vurulan mühür kopmuş, kalbimi derin bir kasvet sarmıştı. Hayır, içimi yakan ateş intikam arzusu değildi, intikam peşinde koşmayacak kadar yaralıydı ayaklarımın tabanları. Nefreti bu, aydınlanamayan karanlığı yok etmek isteyen büyük bir nefret. Ne de olsa artık lazım değildi aydınlık, lazım değildi ışıklar. Egemen'le mahkum kaldığımız o oda da nasıl yanmadıysa o ışıklar, Duru'nun yokluğunda da olmasınlar. Çünkü görmem gereken kimse kalmamıştı etrafımda, karanlıkta da yaşardım, bu saatten sonra. Bundan dolayı istemiyordum ışıkları, karanlık lazımdı nefretime, karanlık lazımdı içimdeki ateşe.

 

Söndürün ışıkları, karanlıkta işlenecek bu günah, konmasın hiçbir masumun boynuna.

 

Nasıl yıllar önce 7 Ekim gecesinde yaşanan günahın kefareti boynuma asılı kaldıysa, şimdi yine aynı şey yaşanmasın başka bir masumun boynunda. Hayır, hiç tanımadığım bir katili öldürecek değildim. Evet, bir günah işleyecektim ama birini öldürerek değil, kelebeğin hak etmediği nefesini keserek. Ne de olsa uçamazdı o yanık kanatlarıyla, uçurumdan atlamadıkça. Sadece yardım edecektim ona, özgürce uçması uğruna. Zihnime saplanan acı kendime olan nefretimi büyütürken, sırtımda bir sıcaklık hissettim, gözlerim kapalı olsa da yaşlar düştü usulca. Sanki kavramak istemediğim gerçek bana geç kaldığı her saniye daha çok yakıyordu ruhumu, buz tutuyordu kalbim. Duru'yu artık göremeyecektim, sesini duyamayacaktım çünkü Duru artık yoktu. Duru, ölmüştü...

 

Hayır, baştan alıyorum.

 

Duru öldürülmüştü.

 

Ölüm ona hiç yakışmamıştı, aynı cümle içinde bile bozuk durmuştu varlığı. Şimdi nasıl olurda yokluğu olurdu ölüm? Sancılı bir hıçkırık ansızın dudaklarımdan koptuğunda, dizlerimin bağı çözüldü ve haykırarak yere düştüm. Gözlerimin içindeki okyanuslar dalgalandı, nehirler kurudu zihnimde. Duvarlara çarpan çığlıklarım kavurdu kırık gökyüzünü, zemheri misali soğuk ellerimle yolmaya başladım saçlarımı. Tövbeler fayda eder miydi, cehennem ateşi bekleyince beni?

 

Depremlerin ardı ardına yaşandığı yüreğimde kıyamet koparken, belime sarılan güçlü kolarla onun ateş gibi göğsüne çekildim, okyanuslar kanadı. Zincirlerin vurulduğu anılarıma kahredici bir acı sızıyordu, danayanamadım ve "Duru! Hayır, Duru!" diye haykırdım hıçkırıklar içinde ağlarken. "Ölemezsin sen! Benden önce ölmezsin!"

 

Sesim koridorda yankılanırken belimde duran kolar kasıldı, sırtımın yaslı olduğu geniş göğüs şiddetle havalandı. Sanki sözlerim karşısında afalamıştı o, oysa bu daha hiçbir şeydi. Cehennemi yaşadığımı bilse ne yapardı? Kesilir miydi nefesi yoksa buz mu tutardı soğuk kalbi? Gözlerimden ardı ardına kesilmeden akan yaşlar görüşümü bulanıklaştırırken hıçkırarak "Sözü vardı bana Kıraç!" diye haykırdım boğazım yırtılırcasına. "Sözü vardı! Tutmadan gidemez! O da çiğneneyemez sözünü!" Egemen gibi o da yaşayacağına söz vermemiş miydi? Neden tutamamıştı sözünü? Söz konusu katil olunca neden kimse tutamıyordu sözlerini?

 

Omuzlarımı yenilgi içinde düşerken Kıraç'ın belimde duran kor kadar sıcak elleri, saçlarımı çekiştirmeye devam eden buz gibi ellerimi buldu ve kırmaktan korkar gibi avuçladı onları. "O hep seninle olacak Kavin. Onu kalbinde yaşatarak yaşa." Ölme diyordu bana ama benim ölümü çoktan kabullendiğimi bilmiyordu. Dudaklarımdan firar eden hıçkırıklarımla ağlayarak kafamı iki yana salladım. Duru'yu kanatlarıma gömmüşlerdi, kalbimde nasıl yaşatırım bilmiyordum ki.

 

Hıçkırıklarım arasından kesik kesik "B-ben, ben onsuz yaşayamam ki Kıraç!" diye yakındığımda derin bir nefes aldı. Teselli cümleleri tükenmiş gibiydi. Elleri buz gibi ellerimi okşamaya başladığında "Yaşamak zorundasın Kavin," dedi sakinleştirici bir ses tonuyla. Belki sıcak elleri ellerimi ısıtmıyordu ama sırtıma değen sıcak göğsü, kulağımın arkasına vuran sıcak nefesi işliyordu tenime. Göz yaşlarım şiddetlenirken ellerimize baktım, annemden sonra ellerime Egemen'den sonra ise gözlerime yerleşmişti ölümün soğukluğu. Yağmur'un bebeği ruhuma, Duru ise geriye kalan ömrüme hediye etmişti ölümün soğuk rüzgarlarını. Şimdi üşüyordum her birinin yokluğunda. Üşüyordum, hiç olmadığı kadarıyla.

 

Dibe vurmuş, buz tutmuştum. Faydası olmazdı gökyüzündeki güneşin, ısıtamazdı ölümle soğuyan ruhumu.

 

Kıraç'ın sözleri karşısında susup sessizce ağladım, anlamazdı beni, görmemişti ne de olsa açık yaralarımı. Sessizliğimi onay sanmış olsa gerek omzumu tutarak beni usulca kendine yasladığında, kafamı göğsüne dayandım ve sarsılan omuzlarımla ağlamaya devam ettim. Kulaklarımda Öykü ve Gökçe'nin hıçkırıkları vardı, ölmüştü Duru, bunun için ağlıyorlardı, değil mi? Islak gözlerim onları buldu, Özgür, sarsılarak ağlayan Öykü'yü göğsüne çekmişti. Dokunmaya çekinir gibi saçlarını okşuyor sakin olması gerektiğini söylüyordu ona ama ıslak gözleri ameliyathanenin kapısındaydı. Sanki kimse olmasa o da ağlayacaktı. Az da olsa tanımıştı Duru'yu, beni nasıl ikna ettiğini görmüş, zekasını övmüştü. Beklemiyordu bu ölümü, beklemiyordu tıpkı benim gibi.

 

Cılız bir nefes alarak bakışlarımı bu kez Gökçe'ye çevirdim. Duvarın dibinde oturarak bacaklarını kendine çekmiş, kafasını dizlerine gömmüştü. O getirmişti Duru'yu Kıraç'ın evine, o söylemişti bana iyi gelmesi için Duru'yu kandırdığı o yalanları. Ama şimdi duvarın dibine çökmüş ve hıçkırıklar içinde ağlıyordu. Yanı başında ne yapacağını bilmeden duran Tugay'ın varlığını bile hissetmiyordu sanki. Vicdanı sızlıyordu değil mi? Tıpkı benim gibi onunda vicdanı sızlıyordu. Duru'yu, Kıraç emir vermiş olsa bile uzak tutabilirdi bu konudan, tıpkı benim de hayatımdan uzak tutmam gerektiği gibi. Ama ikimizde geç kalmıştık buna, ölmüştü Duru, ölmüştü bir hiç uğruna.

 

Onun gidişi fazla zamansız gerçekleşmişti. Hiçbir söz çiğnenmeden, sebepsizce.

 

Gerçekleri bilse katil, pişman olur muydu? Masum bir kız çocuğunun boynuna elleriyle işlediği günahın kefaretini asan adam, masum bir genç kızı öldürdüğü için pişman olur muydu? Duru, Duru ölmüş müydü gerçekten? Hâlâ inanmadığım bu durum karşısında aniden geriye çekildiğimde, Kıraç'ın bakışları beni buldu. Gözlerim korkuyla açılmıştı, sanki yeni yeni inanmaya başlıyordum bu duruma, kavramak istemesem de yeni yeni yerine oturuyordu taşlar. Bana 'Umarım senden önce ölürüm' demişti, kalbi bu duasını kabul edecek kadar temiz olmak zorunda mıydı? Anlıyordum şimdi ona çektirdiğim acıyı, ama bilmiyordu ki benim bu acıyı zaten geçmişte iki kez yaşadığımı. Üçüncüsüne ne gerek vardı ki?

 

Bu acı onlardan geriye kalan tek şeydi bana. Donuk gözlerim ameliyathanenin kapısını bulduğunda, göğü inleten bir şiddetle "Duru!" diye haykırdım ve ayağa kalkıp koşarak kapıya vurmaya başladım. "Açın kapıyı! Açın, onu görmem lazım!" Bedenim deli gibi titrerken hıçkırarak avuç içlerimle kapıya vurmaya devam ettim. "Açın dedim size! Bensiz korkar o orada!" Nefes bile alamazdı, neden açmıyorlardı kapıyı? Omuzlarım şiddetle titrerken "Yalvarırım açın!" diyerek yakındım olduğum yerde çaresizce kıvranırken. Tuzlu göz yaşlarım yüzümü yakıyordu. "Onu da gömmem ben! Onu da kaybedemem!"

 

Acı kalbimi parçalıyor, ruhumu tüketiyordu. Tolga telaşla arkamdaki adama bakıp "Kıraç bir şeyler yap!" dediğinde, hıçkırarak "Hayır!" diye bağırdım onlara dönerek. "Sakın dokunmayın bana!" Yüzüme savrulan siyah saçlarımı geriye itip her birine baktım tek tek. Gökçe bile dibine sindiği duvardan ayrılmış göz yaşları içinde bir enkaza dönmüş olan beni izliyordu.

 

Tolga çaresizce "Ecrin, yapma lütfen," dediğinde yanaklarımdaki yaşları sertçe silip ona baktım.

 

"Ölemez Duru Tolga! Söz verdi bana, ölmez!" Gözlerinden yaşlar düşen adam içler acısı halime çaresizce baktığında Tugay "Ecrin," dedi usulca bana doğru adımlar atarak. Bakışlarım onu bulunca sinirle "Yaklaşma!" diye haykırdım, boğazım acıdı. "Hiçbiriniz yaklaşmayın bana!"

 

Adımları anında dururken ellerini kaldırıp "Tamam, tamam ama sakin olmak zorundasın," dedi, şiddetle kafamı iki yana salladım.

 

"Olamam! Kardeşim öldü benim Tugay! Sakin olamam!" Hıçkırarak kapıyı gösterdim, elim titredi. "Orada cansız bedeni!" Omuzlarım düşerken acıyla hıçkırdım. "Duru orada yatıyor ve ben yanına gidemiyorum!"

 

Öykü ağlayarak kafasını iki yana sallayıp "Ecrin, yapma bunu," dediğinde ıslak gözlerim onu buldu, acıyla yüzümü buruşturdum.

 

"Sende gördün Öykü, kalbine saplandı kurşun!" Omuzları sarsılarak ağlamaya başladığında, acıyı bastırmak için sertçe dudaklarımı ısırdım. "İki kez durmuş kalbi, dayanamamış ki. Durmuş sonunda." Öykü, sözlerim üzerine daha şiddetli ağlarken Kıraç derin bir nefes alarak bana baktı.

 

Buz gibi bakışlarında bu kez büyük bir merhamet vardı, şefkatin düştüğü sesiyle "Duru seni böyle görmek istemezdi Kavin," dedi usulca. Haklıydı, ama dayanamıyordum ki. Omuzlarım titrerken sesiz kaldım, yüzümü izleyip devam etti. "Ölümü kabullenip yaşamak için savaş vermezseniz arafta asılı kalırsınız. Şimdi Duru o ataftan kurtuldu, hadi, sende kurtul artık." Haklıydı, biz hep arafta asılı kalmıştık. Ve şimdi benimde kurtulmam gerekiyordu buradan, sevdiklerimin yanına giderek. Göz bebeklerime yerleşen sancıyla ona baktığımda elini uzattı bana, yanıma gel der gibi baktı gözleri. Araftan onun yanına giderek kurtulacağımı sanıyordu, oysa hayır, ben bu araftan annemin yanına giderek kurtulabilirdim anca. Egemen ve Duru da vardı orada.

 

Herkes sessizce bizi izlerken kara gözlerine baktığım adamın eline kaydı bakışlarım, kalbim titredi. Yaşamak için sebebim kalmamıştı benim, tutamazdım elini. Saniyelerce eli havada kalırken tutmam için bekledi beni ama ben göz yaşları içinde öne eğdim kafamı. Araftan kurtulmak için hangi tarafı seçtiğimi herkes anlamıştı şimdi. Ölüm sessizliğini andıran sessizlik hemen arkamda açılan kapıyla birlikte kısa sürede yok olurken hızla karşımdaki adama sırtımı döndüm ve bir sedyeyle dışarıya çıkan hemşirelere baktım. Onların kaskatı kesilen bedenlerinin aksine yanıp tutuşuyordu ruhum.

 

Bakışlarım sedeyeyi bulurken yüzü beyaz bir çarşaf ile kapatılan kişiye baktım. Duru muydu bu? O üzerini örtmeyi sevmezdi ki, neden vardı bu çarşaf üzerinde? Gözlerimden bir kaç damla yaş usulca düşerken titreyen elimi beyaz çarşafa uzattım, ama dokunmaya gücüm yetmedi. Yüreğime çöken ağırlıkla kafamı iki yana sallayıp "Duru," diye mırıldandım, hemşireler sanki veda etmem için onu önümde durdurdular. Boğazımdaki yumrunun yutkunarak geçeceğini sanmak gibiydi ısrarla bu durumu kabul etmek istemeyeşim. Zaten nasıl kabul edilirdi ki böyle bir durum. Umarım senden önce ölürüm demişti bana, çektiği acıyı anlamam için. Oysa ben o acıyı yıllar önce Egemen'le yaşamıştım. Şimdi o da mı yaşatacaktı bana bunu? Neden benden önce ölmeyi istemişti ki? Son cesaret kırıntımla usulca sedyeye yaklaştım ve o beyaz çarşafı yavaşça kaldırdım.

 

Hayattaki tek tanıdığının öldüğünü kabul edebilir miydi insan? Ya onu toprağın altına koyup hayatına onsuz devam etmek zorunda kalacağını? Belki bu soruların cevabı bir çok kişi için değişiklik gösterebilirdi, ama ben bu sorulara cevap bile vermek istemiyordum. Çünkü kabullenemiyordum. Bembeyaz dudakları, kireç gibi yüzü ile karşımda ki ölü kızın Duru olduğunu kabullenemiyordum. Göğsüme saplanan acıyla kafamı iki yana sallayıp "Duru," dedim isyan edercesine. "Hadi kalk. Yalvarırım kalk." Ölemezdi ki, sözü vardı. Göz yaşlarım şiddetlenirken buz gibi elimle buz tutmuş yüzüne dokundum, zaman durdu. Annem ve Egemen gibi o da üşüyordu. Zihnimde bir ses yankılandı Hayır Kavin, o da öldürüldü dedi.

 

Bir yıldırım düştü sanki ellerime, hızla geriye çektim kendimi ama daha fazla uzaklaşamadım ondan. Dehşetle açılan gözlerim gerçeği acımasızca yüzüme vuran sesle dolarken her şey silindi, bir ben ve Duru kaldık. Boğazımdan kopan şiddetli haykırış ile "Hayır!" diye yakındığımda ölümün yuva kurduğu yüzüne dokundum. "Yapma bunu bana! Yalvarırım kalk!" Hıçkırarak kafamı iki yana salladığımda omuzlarımda bir baskı hissettim. "Duru ben sensiz yaşayamam ki! Sen de benden gidemezsin!" Göz yaşlarım görüşümü bulanıklaştırırken hıçkırarak "Ölme!" diye yakındım. Bedenim iki büklüm olurken ona sarılarak "Yalvarırım ölme!" diye yakındım. Kendi hıçkırıklarım dışında sadece bir kaç anlamsız ses duyuyordum, sanki yer ayaklarımın altından kayıyordu.

 

Belimin her iki yanında beni ayakta tutmak için uğraşan elleri hissettim, ancak göz yaşlarım ve ısrarla Duru ile temas etmek isteyen ellerim yüzünden onu koparıp atamadım tenimden. Destek falan istemiyordum, tek istediğim şey bütün bunların kötü bir kabus olmasıydı. Çünkü gerçek olmayacak kadar acı veriyordu. Hıçkırıklar içinde ağlayarak "Ben sensiz yapamam ki," dediğimde zihnime keskin bir acının saplandığını hissettim, ellerim Duru'nun buz yutmuş bedeninden usulca ayrıldı. Yer ve gök arasındaki tüm yükler omuzlarıma yüklenirken ayaklarımın kaydığını ve gözlerimin karardığını fark ettim. Son bir nefesi bile alamadan acı içinde kendimi bıraktığımda son gördüğüm Duru'nun benden uzaklaşan bedeniydi.

 

🕯️

 

Ölülerle dolu bir dünyada yaşayanlara birlikte ölmeyi bekliyorduk.

 

Her insanın hikayesi farklıdır. Kimi rengarenk bir gökyüzünün altında yaşarken kimileri ise gri bulutların altında ağlardı. Bazıları gündüzü severdi bazıları ise geceden deli gibi korkardı. Yatağının altındaki hayaletlerden korkanlarda vardı, kabuslarına çöken geçmişinden ki anılardan da. Lunaparkını sevinçle gezenlerin ışıkları, mezarlıkta ağlayanların ise sadece sokak lambaları vardı. Denizin dalgalarını kucakla karşılayanlar, uçurumdan okyanusun dibine düşenler. Ölüler vardı, yaşayanlar ve belirli bir azınlıkta olan ölü yaşayanlar. Her insanın hikayesi farklıydı, ama herkesin sonu aynı olacaktı. Hayat herkese adil davranmasa da, ölüm herkesin kapısını çalacaktı.

 

Bugün günlerden Duru'nun cenazesini yıkadığım gün. Caminin gesilhanesindeydim ve bu odada, karşımdaki masanın üzerinde en yakın arkadaşımın ölü bedeni vardı. Elime verdikleri bir tas su ile onu yıkamamı istiyorlardı benden, oysa ben bu odaya onu yıkamak için gelmiş olmak istemiyordum ki. Onu uyandırmak istiyordum, ama o ısrarla uyanmıyordu ve asla uyanmayacaktı. Ruhsuz gözlerle onun yüzüne ne kadar baktım bilmiyorum ama görevli abla omzuma dokunup "Kızım, istersen biz yıkayalım," dediğinde, şefkatli sesiyle kendime geldim. Dudaklarım arasından kesik bir soluk dökülürken yaşlı gözlerle ona bakıp "Ben, ben onu-" dedim ama acıdan olsa gerek cümleme devam edemedim. Gözlerimden dökülen yaşlara acıyla bakan yaşlı kadın "Tamam, tamam sen yıka arkadaşını," dediğinde geriye çekildi ve bana biraz daha zaman verdi. Belki yarım saat belki de daha fazla bir süredir zaten beni bekliyordu.

 

Dolu dolu gözlerle Duru'ya bakıp belki de artık yapmam gereken şeyi yaparak tastaki suyu titreyen ellerimle usulca saçlarına döktüm. Böyle mi olacaktı yani sonumuz? Onun ölüsünü yıkamak mıydı kaderim? Hayır, isyan değildi bu ama dayanamıyordum artık. Ölümümü Egemen'in ölümüyle kabul etmiştim. Yaşamaya dair hayallerim bile o günden beridir yoktu. Buna rağmen neden bu kadar acı çekiyordum ki? Daha ne yapmam gerekiyordu? "Özür dilerim kardeşim," diye fısıldadım saçlarını bir kez daha ıslatarak. "Seni koruyamadığım için özür dilerim." Onunla olan anılarım o kadar güzeldi ki, şimdi sadece onu değil her şeyimi gömmüş olacaktım.

 

Ağlaya ağlaya bana verilen son görevi yaparak Duru'yu yıkadığımda kefenleneceği sırada ağlayarak kendimi odadan dışarıya attım ve kapının önünde beni bekleyen kızları umursamadan hıçkırarak diz çöktüğüm yerde ağlamaya başladım. Yağmur anında yanıma gelip kollarını bana sararak ağlarken "Dayanman lazım," dedi güçlü olmaya çalışarak. "Dayanman lazım çünkü son bir görevin kaldı." En zorunun yaklaşıyor olduğunu duymak acı verse de dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp kafamı olumlu anlamda salladım. Daha fazla ağlamak istemiyordum ama elimde değildi. Yine de kendimi zorla toparlayıp göz yaşlarımı silerek geriye çekildim ve ayağa kalktım. Yağmur, Gökçe ve Öykü bana öyle bir bakıyordu ki, sanki ruhsuz bir bedendim de her an yere düşüp serilecek bir çuvalmışım gibi hissettiriyorlardı.

 

Onların bakışlarını umursamadan sıska adımlarla ilerleyerek diğer insanların olduğu ve cenaze namazının kılnacağı yere doğru yürüdüm. Çok kalabalık olmasa da Kıraç'ın çevresinden olsa gerek bir çok insan buradaydı. Hepsine yabancıydım çünkü benim Duru'dan başka hiç kimsem yoktu ve onu da birazdan gömmek zorunda kalacaktım. Kızlar arkamda sanki her an düşecekmişim gibi beni takip ederken kalabalıktan beni ilk fark eden Tugay oldu. Ardından yanındaki Özgür'ün de bakışları beni bulurken herkesin siyah giydiğini fark ettim, tıpkı benim gibi. Ölülere veda ederken neden siyah giyiyorduk ki? Matemin rengi olduğu için mi yoksa içimizi yansıttığından mı?

 

Onları bilmem ama siyah bile benim içimdeki karanlığı yansıtmaya yetmiyordu. Küçük ama sağlam olduğunu düşündüğüm adımlarla o tarafa doğru ilerlemeye devam ederken bakışlarım Tolga ile bir şeyler konuşan Kıraç Keskin'i buldu. Yüzündeki ifadeden yine bir şeylerin peşinde olduğunu anlamak zor değildi ama bu kez umursamıyordum neyin peşinde olduğunu. Sanki onun üzerinde olan bakışlarmı hissetmiş gibi omuzunun üzerinden kafasını hafifçe çevirdiğinde gözleri beni buldu, adımlarım titredi. Baştan ayağa yoğun bir şekilde beni incelediğinde bakışlarında belki de birazcık şefkat birazcık da endişe gördüm. Benim için endişeleniyor muydu bilmiyorum ama vardı işte orada bir şeyler. Anlamlandıramadığım garip şeyler.

 

Ruhsuz ve ağlamaktan kızarmış gözlerimle kendime uygun bir yer bulup durduğumda Öykü yanımdaki yerini alırken Gökçe ve Yağmur da onun yanında durdu. Görünürde burada ne kadar çok insan olsa da sanki hiç kimse yokmuş gibi hissediyordum. Yalnızlık mıydı bu bilmiyorum ama bundan sonra yalnız olacağımı çok iyi biliyordum. Birkaç dakikanın sonunda bir genç Özgür'ün yanına gelip bir şeyler söylediğinde Özgür ve Tugay birkaç adamla birlikte camiye doğru ilerledi. Üzerimde hâlâ Kıraç'ın yoğun bakışlarını hissediyordum ama bir saniye bile olsa kafamı çevirip ona bakmıyordum belki de bakamıyordum. Acizliğimi gözlerimden de görmesini istemiyordum.

 

Öykü koluma dokunup "İyi misin?" diye sorduğunda nemli gözlerine bakarak kafamı olumlu anlamda salladım. En az benim kadar kızlar da yıpranmıştı, Öykü ise en başından beridir her şeye şahitti. Belki de bundan dolayı korkuyla bana bakıyordu çünkü verdiğim tepkiler sık sık değişiyordu. Bir an deli gibi ağlarken bazen de oldukça ruhsuz olabiliyordum, oysa asıl acıyı içimde yaşadığımı kimse bilmiyordu. Çok büyük bir enkaz vardı içimde, o enkazın altında ise beş yaşında kimsesiz kalan, on sekiz yaşında ölümü kabullenen, yirmi üç yaşında ise artık ölmek isteyen bir kız vardı. Cayır cayır yanan bir ateşin etrafında uçan bir kelebek misali ölüme hasretti o kız.

 

Belki de kimi insan için bu durum saçmaydı, ya da bazıları bu kadar erken pes etmesine kızıyordu. Oysa o kız her şeyin farkındaydı, yaşadığı sürece hayatına kimi alırsa alsın ona kendi ölümünden önce veda edecekti. Bundan dolayı ölmek istiyordum ve hayatıma hiç kimseyi almak istemiyordum. Zorla girmek için uğraşan Kıraç Keskinin'i bile. Annemin beyaz kelebeği vebalıydı, bunu bildiğim için bir ölüyü daha onun hasta kanatlarına gömemezdim. Zaten yanıktı kanatları, taşıyamazdı ölülerini.

 

Öykü her ne kadar cevabım karşısında tatmin olmasa da camiden omuzlar üzerinde çıkarılan tabut ile sesiz kaldı. Gözlerim en önde Özgür ve Tugay'ın sırtladığı cenazeyi bulurken cılız bir nefes alarak ellerimi yumruk yaptım. Oysa ondan önce öleceğime o kadar emindim ki, kendimi hiçbir zaman onun yokluğunu alıştırma gereği hissetmemiştim. Şimdi ise afallamıştım. Ne yapmam gerekiyor bilmiyordum.

 

Gözlerimden dökülen yaşlarla sessizce onları izlediğimde Duru'yu önümüzde duran yüksek mermerin üzerine koydular ve önde duran İmam onun cenaze namazını başlattı. Her şey bir kabus gibiydi. Sanki az önceki ruhsuz kız ben değilmişim gibi cenaze boyunca ağladım. Yağmur, Öykü ve Gökçe'nin tesellileri ile biten ve nihayet gömme işlemine başlanılan gün bedenime fazla gelmeye başladığında, tabuttan çıkarılan kefen yüzünden dudaklarımdan bir hıçkırık firar etti. Dünyanın en acı verici manzaralarından biriydi bu, yüreği paramparça ediyor, zihni kana bulayarak sanrılarla dolu bir anıyı var ediyordu. Kabuslarımın yeni misafiri artık bu gün olacaktı.

 

Bir çok insanın gözü benim üzerimde acıyla gezinirken, ben ıslak gözlerle kefeni toprağın içine koymalarını izledim. Artık ayakta duracak enerjim bile kalmamıştı, sadece bacaklarım değil beynim bile titriyordu yorgunluktan. Gökçe bana destek verirken Duru'nun üzerine koydukları tahtalara baktım. Oysa onun yerinde ben olmalıydım, o değil. Daha sonradan üzerine toprak atmaya başladılar, elim küreye gitse belki de ben de bunu yapacaktım, ama gerçek şu ki; bunu yapacak gücüm hiçbir zaman olmayacaktı. Bir süre sonra küreyi Kıraç tuttuğunda onunla göz göze geldik, bakışlarını kaçırarak Duru'nun üzerine toprak attı ve geriye çekildi. Kendini mi suçluyordu, asıl suçlunun ben olduğunu bilmeden?

 

Evet o hayatımıza girmişti, o çok ısrar etmişti gerçekleri deşmek için ama ben ona engel olabilecekken bunu başaramamış ve Duru'nun ölmesine sebep olmuştum. Katilin yapabileceklerini bile bile ben sebep olmuştum her şeye. Tam zamanında oradan ayrılmak yerine oyalanmış ve ben sebep olmuştum bu ölüme. Beni affeder miydi, gittiği yerde?

 

Bana asırlar gibi gelen bir sürenin sonunda gömme işlemi bittiğinde, imam dualar okudu ve herkes başsalığı dileyerek yavaş yavaş dağılmaya başladı. Bitmişti işte, bir hayat daha son bulmuş ve vedası sona ermişti. Gözlerim mezarlıktan ayrılmazken önce Tolga, Özgür ve Tugay yanıma gelerek başsağlığı diledi. Dış dünyadan o kadar uzaktım ki, onlara cevap vermek yerine mezarlığa bakmaya devam ettim. Bunu fark ettiklerinde herbiri birbirine baktı, daha sonradan karşımda duran adama baktılar. Sanırım bu tepkisiz halimden korkuyorlardı. Gözleri ile nasıl bir emir verdiğini bilmediğim adam yanımdakilerin yavaşça buradan gitmesine sebep olurken onunla burada, Duru'nun mezarı başında yalnız kaldık.

 

Üzerimde gezinen yoğun bakışlarına cevapsız kalmak istesem de "Ölümünü görmek istemeyen birinin ölümünü görüyorsun. Acıtıyor olmalı." dediğinde ıslak gözlerimi ona çevirdim, usulca yutkundum. Şimdi bana olan bakışları ifadesizdi, sanki bile bile canım acıtmak ister gibi bakıyordu. Ya da aksine, beni gerçeklere uyandırmak istiyordu, bilemiyorum.

 

Sessizce "Çok acıyor," diye itiraf ettim, elim kalbimin üzerine gitti. Keskin bakışları elimi bulurken derin bir nefes alarak "Acıtır," dedi ve mezarın etrafından dolanarak usulca yanıma geldi.

 

"Seni anlatırken gözlerinde derin acı ve bir ışıltı vardı. Duru gerçekten seni seviyordu Kavin ve ölmeni istemiyordu." Biliyorum, ama Kıraç bana neden bunları anlatıyordu ki?

 

Islak gözlerle kafamı çevirip ona baktığımda o da keskin gözleri ile bana baktı, kafasını hafifçe iki yana salladı beni onaylamaz gibi. "Sen ona şu an yaşadığın acıyı yaşatmak için yaşıyordun, ama farkında değildin." Ne?

 

Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken kaşlarımı çatarak "Ben onun sadece yaşamasını istiyordum," dediğimde aniden bana döndü ve sert bir şekilde "Ömür boyu şu an yaşadığın acıyla yaşamasını mı istiyordun?" diye sordu. Gözlerim hızla dolarken kafamı iki yana salladım. Elbetteki bunu istemiyordum ama sanırım Kıraç haklıydı. Duru yaşasın isterken aslında yaptığım şey tam olarak buydu. Onu böyle ağır bir acıya itecektim hem de bile bile.

 

Sol gözümden bir damla yaş düşerken Kıraç derin bir nefes alarak "Duru hep bir suç duygusuyla yaşayacaktı Kavin," dedi. "Seni kurtaramamanın ağırlığı altında ezilecekti. Her zaman acaba onu kurtarabilir miydim diye düşünecekti." Dudaklarımdan bir hıçkırık firar ederken Kıraç eliyle Duru'nun mezarlığını gösterdi. "Ama hayat işte, hiçbir şey istediğin gibi olmadı."

 

Ne sanıyordu, böyle bir şey istediğimi falan mı? Ben zaten ölecektim ve bunu yıllar önce acıyla kabul etmiştim bundan dolayı böyle bir hayatım, böyle bir kabullenişim vardı. Geçmiş yüzünden böyleydim sanki bu durumu seve seve istiyormuşum gibi konuşması sinirlerimi bozuyordu. Sert bir ifadeyle gözlerine bakarak "Ne demek istiyorsan açık konuş," dedim oldukça ters bir ifadeyle.

 

Keskin tavrım ve net sorumla birlikte gözleri yüzümde gezinirken "Duru için istediğin şeyi benim için isteme," dedi, buz tuttum. Susup köşeye çekilmemi isteme diyordu. Duru gibi kabullenmeyeceğini ise açıkça beli ediyordu. Duru'yu durdurabiliyordum ama Kıraç Keskin'i durdurabilecek miydim? Gözlerimi kaçırdığım sırada "Duramam Kavin," dedi bana doğru eğilip sakince konuşurken. "Bugün inatçı tavrın yüzünden durmayı kabul ettiğim için Duru öldü, yarın birini daha gömmek zorunda kalmak istemiyorum. Anlıyor musun?"

 

Gözlerimden düşen yaşla çenemde bir baskı hissettiğimde, büyüyen gözlerimle karşımdaki adama baktım. Parmak uçlarını çeneme koyarak hafifçe baskı uygulayıp yüzümü yüzüne doğru kaldırdı, gözlerime baktı. "Kavin, artık susma." Ağaçların arasından sızarak aramızdan geçen rüzgar titrememe neden olurken, hızla geriye çekilip bir iki adım ondan uzaklaştım.

 

Anlatamazdım, anlattıkça ölenler olacaktı. Ayrıca yanılıyordu, o durmadıkça artacaktı ölümler. Gözlerimi kaçırarak kafamı iki yana salladığım sırada "Kıraç," dedim usulca. "Sevdiklerin var senin. Onlar için durmak zorundas-"

 

Aniden "Bile bile ölmene izin vereceğimi mi sanıyorsun cidden?" diyerek lafımı kestiğinde, gözlerimi ona diktim ve yorgunlukla sağ omzumu silktim.

 

"Ben zaten öleceğim."

 

Alayla güldü ve ardından sinirle ellerini siyah, gür saçlarından geçirip "İnat etmeyi bırak artık!" diye bağırdı. Sesini ilk kez yükseltiyor olması irkilmeme neden olurken o sınıra gelmiş gibi "Burada senin arkadaşın yatıyor!" diyerek Duru'nun az önce gömüldüğü mezarlığı gösterdi. "Senden alınan son kişiydi bu! Madem öleceğim diyorsun o zaman savaşarak öl! Korkar gibi yerinde durarak değil!"

 

Gözlerim öfke dolu gözlerine takılı kalırken hıçkırarak "Siz de varsınız!" diye bağırdım tıpkı onun gibi kendime engel olamayarak. "Allah aşkına ne sanıyorsun ki! Kendim ya da sadece yakınlarım için sustuğumu mu?!" Kaşları çatık bir şekilde bana baktığında öfkeyle ellerimi sıktım. "Bu lanet durumdan nasıl nefret ettiğimi bilmiyorsun bile! Konuşursam birinin daha öleceğini bilmiyorsun! Şu anda belki de izleniyoruz ve Allah kahretsin ki bunu sadece sen değil, ben bile bilmiyorum! Nasıl bana konuş diyebilirsin ki?!"

 

Öfkeden bedenim deli gibi titrerken Duru'nun mezarlığını bu kez ona ben işaret ettim. "Sadece yasımı tutmak istiyorum ben! Seni veya sizden birini daha gömmemem Kıraç! Kaldıramıyorum artık! Yalvarırım anla! Anla ve dur!"

 

Kendimi tutamayıp sinirle ağlamaya başladığımda, karşımda afallayan adam derin bir nefes alarak "Tamam, sakin ol," diyerek kolumu tutup beni kendine çekerek göğsüne yasladı. Ondan böyle bir tepki beklemediğim için bu kez ben afallasamda sakinleşmek için göğsünde ağlayarak içimi dökmeye başladım. Sinir krizi geçiriyordum, o da bunu fark etmiş olmalı ki bir elini sırtıma diğerini saçlarıma yerleştirerek beni sakinleştirmek için önce sırtımı sonra da saçlarımı okşamaya başladı. Adeta koca göğsünde ağlayan bir kız çocuğu gibiydim.

 

Bir süre sonra "Kavin," diyerek saçlarımı okşamaya devam ettiğinde "Lütfen," diyerek hızla geriye çekildim. Islak gözlerimi silip yüzümü buruşturarak "Bana biraz zaman ver en azından," dedim yorgunluk içinde. Ama itiraz eder gibi bakan gözleri yüzünden "Duru öldü Kıraç," dedim titreyen sesimle. "En azından bunu atlatana kadar bana bir şey sorma." Daha on iki saat bile olmamıştı. Öğlen ölmüş akşam üstü gömmüştük onu. Hava birazdan kararacaktı ve ben her an yere düşüp bayılacak gibi hissediyordum. Bu konuyu konuşmak için çok erkendi, sadece yanlış bir karar vermemek için zaman istiyordum.

 

Kıraç sert bir soluk vererek "Bu süre zarfında benim evimde olacaksın ve buna itiraz etme hakkın yok," dediğinde omuzlarımı düşürerek "Soru sormayacaksan kabul edebilirim sadece," dedim, kaşlarını çatarak bana ters bir bakış atıp "Makul, ama çok bekleyemem." dedi.

 

Cidden sinirimi bozuyordu. Öfkeyle arkamı dönüp gidecektim ki, bileğimi tutarak beni aniden kendine çevirip "İnatlaşma artık," dediğinde onu göğsünden iterek "Sende bu kadar ısrarcı olma!" diyerek çıkıştım.

 

İkimizde ciddi anlamda çok inatçıydık ama onun aksine benim bir nedenim vardı. Çatık kaşlarla birbirimize bakarken yüzlerimiz arasındaki mesafenin ne kadar az olduğunu yüzüme vuran sıcak nefesiyle fark ettim. Gözlerim, dudakları arasından sızarak alnıma vuran sert nefesiyle gözlerine dokunurken o da aramızdaki yakınlığı fark ederek gözlerime baka kaldı. Bedenlerimiz bileğimi tutup beni kendine çektiği andan beridir birbiriyle temas halindeydi. Koca bir sessizlik üstümüze çökerken boğazımı temizleyerek geriye çekilip bileğimi sıcak avuçlarının esirinden kurtardım.

 

Koca mezarlık dar gelmeye başlamıştı onun varlığı yüzünden. Acımı bile yaşamama izin vermeyen adama kaçamak bir bakış atarak "Çok yorgunum, gidelim mi artık?" dediğim de kendisini toparlayarak kaşlarını çatıp kafasını olumlu anlamda salladı.

 

"Gidelim."

 

O adeta benden kaçar gibi arkasını dönüp yürümeye başladığında son bir kez daha Duru'nun mezarına bakarak, dolan gözlerimle "Korkma Duru," diye mırıldandım. "Annem ve Egemen seni karşılar." Bir kaç ay sonra üçünün yanına gideceğimi bildiğim için acıyla tebessüm edip, Kıraç'ın peşinden ilerledim. Az önceki sinir krizlerim yüzünden acımı unutmuştum ama şimdi tekrardan yüreğime oturmuştu ağırlığı. Sarsak adımlarla mezarlıktan çıktığımızda Kıraç'ın arabasına binerek emniyet kemerimi taktım. O arabayı çalıştırırken bende kafamı cama yaslamıştım.

 

Gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladığında üşüdüğümü fark ettim. Uzun süre soğukta kaldığım içindi belki ama artık vücudum titremeye başlamıştı. Kaşlarım bu durum karşısında çatılırken bir kaç dakika sonra arabanın klimasının çalışmaya başladığını fark ettim. Merakla gözlerimi açtığımda bakışlarım çatık kaşlarla yolu izleyip ısrarla bana bakmayan adamı buldu. Üşüdüğüm için çalıştırmıştı klimayı, bu durum karşısında mahcup hissederken "Teşekkür ederim," diye mırıldandım, bana bakmadan sadece kafasını hafifçe salladı. Kötü bir şey mi yapmıştım?

 

Bu ani uzak tavrı çekinmeme neden olurken kafamı cama yaslayıp gözlerimi kapattım ve yol boyu onun gibi sessizliğe gömüldüm. Her ne kadar uyku beni kendine çekse de inatla uyumamak için direniyor ve Kıraç'ın beni uyandırmak için zahmete girmesinden kaçınıyordum. Çok kısa sayılmayacak bir yolculuktan sonra onun evine geldiğimizde, bahçenin kapıları korumalar tarafından açıldı. Bahçede yedi tane daha araba vardı ve sanırım diğerleri de buradaydı.

 

Bana acıyarak bakmalarını istemiyordum, yutkunarak yanımdaki adama bakıp "Kıraç, sanırım ben evime gitsem daha iyi olacak," diyerek boynumu kaşıdım. "Size rahatsızlık vermek istemiyorum. Ayrıca dinlenmen gerekiyor. Si-"

 

"Odaya geçip uyuyabilirsin Kavin. Kimse seni rahatsız etmez," diyerek arabadan indiğinde bana neden bakmıyor oluşuna anlam veremeyerek sinirle arkasından indim. Bu adam yüzünden sinir uçlarım yıpranmıştı. Birlikte eve doğru yürüdüğümüzde kapıyı bir hizmetli açtı ardından ikimizde salona doğru ilerledik. Tam da tahmin ettiğim gibi hepsi buradaydı. Geldigimizi fark ettiklerinde hepsi ayaklanırken Yağmur "Kıraç?" diyerek önce abisine sonra bana baktı ve ıslak gözlerle gülümsedi. "Hoş geldin Ecrin."

 

Tolga tebessüm ederek "Doğru kararı verdin güzelik," diyerek göz kırptığında aslında buraya zorla getirildiğimi söylememek için dudaklarımı birbirine bastırarak tebessüm etmeye çalıştım. Özgür ise bana bakarak kafasını selam verir gibi salladığında yüzündeki sıcak tebessüm yüzünden ben de gülümsemeye çalıştım. İkisinin de tavrı aslında bir abinin tavrını o kadar çok benziyordu ki istemsizce gözlerim dolmuştu. Aile kavramından çok uzakta büyüyen biriydim ben, onların sıcaklığı bugün kaybettiğim kız kardeşimin yokluğunu çok daha belli ediyordu.

 

Öykü tebessüm ederek "İyi ki buradasın,"dediğinde Gökçe sorumluluk hissediyor gibi "Bir şeye ihtiyacın olursa lütfen çekinmeden söyle," diyerek üst katta uzanan merdivenleri gösterdi. "Senin için birkaç parça hazırladım. Duş alarak uyuyabilirsin." Evet biliyorum, her biri normalde de çok iyi insanlar ama şimdi bu kadar özenli davranmalarının asıl nedeni aslında Yağmur'un ölümüydü. Bu durum yüreğime ağır bir vebal yüklerken, " Teşekkür ederim," diye mırıldanarak onlara arkamı dönüp, merdivenlere doğru yürümeye başladım. Her birinin bakışlarını üzerimde hissediyordum ve bu durum beni gerçekten de geriyordu.

 

Merdivenlere yöneldiğim sırada ilk adımımı atmıştım ki, bileğim daha ilk basamakta burkulduğunda sendeleyerek bulunduğum yere düştüm. Keskin bir acı anında burkulan yere saplanırken, sanki çok büyük bir acı saplanmış gibi gözlerimden yaşlar döküldü ve omuzlarım sarılarak ağlamaya başladım. Oysa acımıyordu bile. Ağlamak isteyen gözlerin yaşlarına her şey bahane olurdu. Benim de bahanem buydu işte. Herkes şaşkınlık içinde bana koşmaya başlarken aslında ne için ağladığım hepsi çok iyi biliyordu.

 

Kıraç hızla önümde diz çökerek ayak bileğimi tutup kendine çektiğinde "Tamam, bir şey yok," dedi sanki bileğim için ağlıyormuşum gibi.

 

Onun bu sözleri daha çok ağlamama neden olurken Tugay hizmetliye "Buz getirin," diye seslendi. Öykü ve Yağmur ise aralarında en duygusalları olduğu için mi bilmiyorum ama benim gibi ağladıklarında Gökçe onlara bakarak "Mutfağa gidin ikiniz de!" diye kızdı.

 

Onun sözünü ikiletmeden ikisi de bakışlarını benden kaçırıp mutfağa doğru giderken Tolga yanımda diz çökerek bileğime bakıp, "Çok mu acıyor canın?" diye sordu.

 

Göz yaşları içinde kafamı olumlu anlamda sallayarak "Çok acıyor," dedim. Herkes neyi kastettiğimi anladı. Tolga tebessüm ederek "Geçecek," dediğinde ona cevap veremeden hizmetli elindeki buz torbası ile geldi. Kıraç hemen buzu alıp yavaşça bileğime bastırdığında, buzun soğukluğu karşısında ayağımı geriye çekmeye çalıştım ancak o bacağımı tutarak bunu engel oldu. Ardından gözlerime bakıp buzu eliyle bastırırken "Dayanman gerekiyor," dedi, sesi buzdan daha soğuk geldi. "Acıyı geçiren göz yaşı değil, sabırdır."

 

Bunu biliyordum ama dediği gibi uygulamak çok zordu. Hıçkırmamak için dudaklarımı birbirine bastırarak Kıraç'ın hafif çatık kaşlarına baktım, ardından kemikli yüzünün her bir zerresini aklıma kazıyarak izledim. Islak gözlerimin ardından onu incelemek ne kadar zor olsa da başarmıştım, yüzündeki her bir detayı zihnime kazanmıştım. Onun keskin bakışları buz tuttuğu bileğimde gezinirken yanaklarımdaki yaşları silerek "Odaya çıkmak istiyorum," dedim kısık sesimle. Bileğim zaten iyi durumdaydı, aklımın da iyi durumda olması için uyumak istiyordum. Kara gözleri beni bulduğunda kıvrımlı kirpiklerine astığı oklarla ayağa kalkıp hiç beklemediğim bir anda beni kucağına almak için eğildi. Ancak saniyesinde onu omuzlarından tutarak durdurup kendimi geriye çektim.

 

Beni taşımasına gerek yoktu, ben zaten yeterince iyi durumdaydım. Ani hareketimle keskin gözleri soluk yeşil gözlerimi bulurken, ısınan boynumla yutkunup ellerimi omuzlarından usulca indirdim. "Ben, ben kendim çıkabilirim." Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırıp dudaklarımı ıslattım. "Teşekkür ederim yardımın için." Derin bir sessizlik salonda hüküm sürerken boğazını temizleyen Tugay "Emin misin?" diye sorduğunda bakışlarımı ona çıkardım.

 

Kaygılı gözlerle bakıyordu bana, yanaklarımdaki ıslaklığı silerek kafamı hafifçe salladım ve bunun yeterli bir cevap olduğunu düşünerek her birinin gözleri önünde yavaşça ayaklandım. Gökçe kaygıyla ağzını açmıştı ki, onlara arkamı dönüp yürümeye başladığımda susmak zorunda kaldı. Biliyorum, onlara bu şekilde davrnamam hoş değildi ama burada zorla turuluyorken bu yorgun halimle kimseyi alttan alamayacaktım. Özelikle Kıraç Keskin'i. Bileğime çok fazla baskı uygulamadan bana verilen odaya girdiğimde yatağın üzerindeki kıyafetleri alarak duşa girdim. Bu gece birden fazla mum yaksam da karanlıktan kurtulamayacaktım. Göz yaşlarım aynanın karşısına geçtiğim an bir bir dökülürken banyonun duvarına sırtımı yaslayarak yavaşça yere çöktüm.

 

Son kişiyi de almıştı benden. Üstelik dinlemeden, öylece. Bu çok fazlaydı, ben sözümde durmaya çalışırken yaptığı bu şey çok fazlaydı. Egemen'i aldığı gibi Duru'yu da benden alamazdı, almamalıydı. Ama almıştı, avuçlarıma bir avuç toprak vermişti yine. Hıçkırarak bacaklarıma kollarımı sarıp yüzümü de dizlerime gömdüm. Sanki koskaca dünyaya bir ben fazlaydım da bundan dolayı sürekli acı içinde küçülüp kıvranıyordum. Ama şimdi bir anlamı kalmamıştı hiçbir şeyin, bu kadar acıyı çekmeme gerek yoktu artık. Katil kendi kurduğu kuralı bozmuştu, artık susmamın ne anlamı kalmıştı ki? Zaten ölmeyecek miydim, o halde neden sessizlik içinde yapacaktım ki bunu?

 

Bu sessizlik Egemenden kalmıştı bana ama şimdi Duru'yla bozulmuştu. Evet, artık kaybedecek hiçbir şeyim kalmamıştı, Kıraç'ın dediği gibi savaşarak ölecektim. Ama bu savaş sadece benim savaşımdı, ne Kıraç ne de diğerlerinin değil. Kardeşinin bebeği için intikam mı istiyordu, ben öldükten sonra alırdı intikamını ama şimdi değil. Çünkü daha fazla ölüme sebep olmak istemiyordum. Soluk yeşil gözlerimi usulca kapatıp açtım, ardından duşa kabine girerek bu günün tüm ağırlıklarından yıkanarak kurtulmaya çalıştım. Ancak bildiğim bir şey vardı ki, o da her şeyin yeni başladığıydı.

 

Sona gelmişken canlanan bir yaşam gibiydi hayatım. Ölümüm yaklaştıkça gürültüsü de artacaktı. Depremler olacak altında ezilecektim, okyanuslar taşacak içinde boğulacaktım. Yer ve gök ayrılacak asılı kaldığım o araftan düşecektim. Ama yolun sonunda aileme kavuşacaktım, ister kazanmış olarak ister kaybetmiş. Mağlubiyetim her zaman ödülüm olacaktı. Asılı göz yaşlarımın bir bir düştüğü gözlerim artık kararmaya başlayınca duştan çıkarak üstümü giyinip odaya girdim. Yatağa doğru ilerlerken etrafa bakarak mum aradım ama tek bir tane bile yoktu. Belki bu gece uyuyamayacaktım ama yine de mum yakmam gerekiyordu. Karanlıkla başka türlü nasıl baş edilir bilmiyordum ben.

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken saatte bakarak derin bir nefes aldım. Henüz dokuz bile değildi, yani kimse bu saatte uyuyor olamazdı. Yine de kimseyi rahatsız etmemek için yavaşça odadan çıkıp etrafa baktım. Aşağıdan sesler gelmiyordu, sanırım diğerleri gitmişti. Derin bir nefes alıp küçük adımlarla üst katta çıkıp Kıraç'ın çalışma odasının önünde durduğumda elimi havaya kaldırdım ancak kapıya vurmaya gücüm yetmedi. Aşırı derecede gergin hissediyordum kendimi, ama bunun nedeni aslında az önce ki tepkim yüzünden bana tavır almış olmasından korkuyor oluşumdu. Sanki o beni taşımaya çok meraklıymış gibi kendime geriye çekmiştim, ne vardı yani yardım etmesine izin verseydim?!

 

Oflayarak kapıya sırtımı döndüğümde "İyi de mumu nereden bulacağım ki," diye homurdanarak tekrardan yönümü kapıya çevirdim. Beni burada zorla tutuyordu, o halde benim de bir şeyler istemeye hakkım vardı, değil mi? Kırılmasına izin vermediğim son cesaretimle kapıyı tıklatığımda, gözlerimi bir suçlu gibi sıkıca kapattım. Allah kahretsin! Ters bir tepki verirse ne yapacaktım ben?! Hesapsız bir şekilde yaptığım şey yüzünden kendime kızdığım da içeriden "Gel," diyen soğuk ama sert olmayan sesini duydum. Sanki yorgun gibiydi. Bu durum karşısında derin bir nefes alıp hızla çarpan kalbimle kapıyı yavaşça açtım. Aralanan kapıdan yüzümü yavaşca çıkarttığımda, masanın başında elindeki dosyalarla ilgilenen adamı gördüm. Kafasını bile kaldırmadan dosyalara bakıyordu.

 

Az önceki halinden biraz daha farklıydı. Gömleğinin ilk üç düğmesini açmıştı, parmakları siyah ve gür saçları arasında çok dolaşıyor olmalı ki dağılmıştı. Üstelik asi tutamları alnına düşmüş onun yorgun ifadesine ayrı bir hava katmıştı. Sessizliğimden mi bilmiyorum ama bir an duraksadığında, kafasını gömdüğü dosyalardan usulca kaldırıp bana baktı, sertçe yutkundum. Onda o kadar garip şeyler vardı ki, beni fazlasıyla geriyordu. Kara gözleri burada olmamı beklemiyormuş gibi anında kısılırken kaşlarını çatarak bedenimi süzdü, bakışları en çok ıslak saçlarıma takıldı. Zaten çatık olan kaşları iyice çatılırken saçımı kulağımın arkasına sıkıştırıp "Şey," diye mırıldandım zar zor duyulacak sesimle. "Mum var mı?"

 

"Anlamadım?"

 

Şaşkın sorusuyla gözlerimi kaçırıp "Mum'a ihtiyacım var," dediğimde sesim bu kez daha netti.

 

Ellerimle oynayıp cevabını beklediğim sırada ayaklanan adamla birlikte bakışlarımı ona çıkardım. O ise bana bakmadan yan taraftaki dolaba ilerledi ve bütün mumları tek tek eline aldı. Kaşlarım istemsizce çatılırken bana döndüğünde bir adım geriye gittim. Ne yani, tüm mumlarını bana mı verecekti? Ne yapacağımı sormadan üstelik? Beni bu odaya kapattığı gece de yakmıştım mum, o geceyi hatırladığı için mi soru sormuyordu? Gözlerim şaşkınca onun üzerinde gezinirken o karşımda durarak mumları bana uzattı. "Al bakalım küçük kelebek. Şimdilik bu kadar yeter diye umuyorum."

 

Sadece bir gece için çok fazla mum vermişti. Bakışlarımı kaçırarak "Teşekkür ederim," diye mırıldanıp avuçlarındaki mumları almaya çalıştım. Ancak o sırada ellerim istemsizce sıcacık elleriyle temas ettiğinde, aniden kafasını kaldırıp bana baktı, çekingen bir ifadeyle ellerimi hızla geriye çektim. Buz tutmuş ellerimin soğukluğu normal olmayacak kadar garipti ve bu durum her defasında beni geriyordu. Hayır, sorun ellerimin soğuk olması değildi, sorun neden soğuk olduğu ile ilgiliydi. Gözlerimi kaçırarak "Ben, şey," dediğimde sözlerimi keserek "Sabaha kadar senin mumları almanı bekleyemem Kavin," demesiyle afallayarak ona baktım.

 

Düz bir ifadeyle avuçlarındaki mumları gösterdi. "İstiyor musun istemiyor musun?" Tek kaşını kaldırıp sorduğu soruyla kafamı olumlu anlamda sallayıp "İstiyorum," diyerek avuçlarına uzandım. O ise sanki az önce hiçbir şey olmamış gibi sıcacık ellerindeki mumları buz tutmuş ellerime bıraktı. Her ne kadar ellerimiz temas etse de ilk anki gibi hiçbir tepki vermeden sadece mumları küçük kalan avuçlarıma bırakmaya çalıştı. Ancak bir kaç tanesi ne yaparsa yapsın sığmadı. Neredeyse on bir tane mum vardı.

 

Bu durum karşısında fazla olan mumları kendi elinde tutarak "Bunları da ben yakayım," dediğinde istemsizce tebessüm ederek ona bakıp "Yak," dedim. Sesim ona karşı ilk kez bu kadar sıcak çıkmıştı, o da bunu fark etmiş olmalı ki dudaklarının kenarını hafifçe kıvırdığında cebinden çıkardığı çakmağı avuçlarım arasındaki mumların üzerine koydu ve bana lazım olan son şeyi de ben hatırlamadan vermiş oldu. "Yaktığın mum ateşi karanlığına her daim ışık olsun Kavin." Sözleri zihnimdeki karanlığı paramparça ederken kara olmasına rağmen şu anda aydınlık gördüğüm gözlerine baktım, içim ısındı.

 

Yüzümde sıcacık bir tebessüm oluştuğunda "İyi geceler Kıraç," dedim ve açık kapıyı ayağımla daha çok açarak ona sırtımı döndüm. Bu gece çok konuşmuştuk ve garip bir şekilde birbirimize hiç bağırıp çağırarak inat etmemiştik. Belki de bizim asıl sorunumuz buydu, konu katil olunca anlaşamıyorduk ama geriye kalan ufacık şeyde bile fazla uyumluyduk. Garip bir adamdı Kıraç Keskin, anlamlandıramadığım kadar garip. Odadan çıkacağım sırada "Kavin?" dediğinde merakla omzunun üzerinden ona döndüm.

 

Gözlerime bakarak "Saçlarını kuruttuktan sonra uyu," dedi, afallayarak kafamı olumlu anlamda sallayıp "Tamam," dedim ve önüme dönerek bana verilen odaya girdim. Neydi şimdi bu? Kalbim neredeyse ağzımda atarken onu bu kadar düşünceli görmenin şaşkınlığı ile yatağa oturdum ve verdiği tüm mumları özenle yakarak yatağa uzanıp, gözlerimi asla kaçamadığım geçmişimdeki karanlığıma kapattım. Mum ışığı karanlığımı aydınlatsa da, zihnimde ki karanlığı aydınlatamıyordu.

 

Zaten hangi mum ateşinin gücü yeterdi ki, zihnimdeki karanlığı aydınlatmaya?

Loading...
0%