@leylayesilgoz
|
ÖLÜME SEN KALA
5. BÖLÜM
"GEÇMİŞTEKİ PUSLU YARA"
"Düş değil kabus, yağmur değil fırtına. Ellerimde çiçekler, zihnimde ölüler. İkisi de aitse toprağa, hangisi kalmalı yukarıda?"
🕯️
Mezarlıklar çiçeklerle süslendiği zaman gecenin karanlığına gizlenen sönük yıldızların ışığı can bulurdu. Nehirler okyanusa akar, rüzgarlar gri bulutları uzak diyarlara sürükledi. Bazı kalplerde kötülük biter bazı zihinlerde ise kıyamet kopardı ve zaman, durduklarını düşündükleri yerde usulca akmaya devam ederdi. Toprağın altına verilen kayıp yeryüzüne hüznü düşürürdü, matemi yaşatırdı yokluğunda. Kelimeler biter ama söylenmesi gerekenler hiçbir zaman bitmezdi. Bundan olsa gerek susardı insan, susardı acısını içine gömerek, susardı tüm haykırışların fayda vermeyeceğini bilerek. Çünkü bazen sessizlik gerekirdi kopması beklenen fırtına için, sessizlik gerekirdi düşmanın zaferini kutladığını duymak için.
Bugün günlerden Duru'dan sonrası. Ona gelmiştim işte, dayanamamış ve bahçelerden koparıp çalarak getirdiğim çiçeklerle karşısında durmuştum. Ona bakmak kara bir toprağı görmekti artık, ona bakmak verdiğim son kaybın sessiz çığlığıydı. Çaresizlikten miydi bu bilmiyorum ama onu da annem ve Egemen gibi bir yıldız yapmıştım. O da artık gökyüzündeki en parlak yıldızlardan biriydi, çünkü ona öylesi yakışırdı. Kara toprağın altına haksız yere girmek değil. Şimdi göz yaşlarım bir nehir gibi akıyordu içime, gözlerim kuruduğu için mi ağlıyordum içimden yoksa içimdeki duygular sökülüp alınmış mıydı diye dökülmüyordu dışımdan göz yaşlarım? Bilmiyordum, ben artık kendimle ilgili hiçbir şeyi bilmiyor ve de kavrayamıyordum.
Ben yoluna devam eden insanların arasında yolumu bulamıyordum.
Çıkmaz bir sokaktı benimkisi, nereye dönsem büyük duvarlar vardı karşımda. Zihnimde kıyameti yaşatıyordu bu durum, kalbimi söküyor, ruhumu parçalıyordu ama tek bir kelime bile dökülmüyordu dudaklarımdan. Çünkü sessiz bir kabullenişti benimkisi. Ölüme hasret biri zaten neye şikayet ederdi ki? Toprağa verdiğim son kayıptan sonra kaybedecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Bundan sonra neye ne için itiraz edecektim? Bekleyecektim işte, sessiz bir şekilde bekleyecek ve kıyametin kopmasını izleyecektim. Her insanın ölümü kendi kıyameti olur derlerdi, bende kendi kıyametimi bekleyecektim. Düşmanım beni alt ettiği için sevinirken ise sevdiklerime kavuşacağım için ben mutlu olacaktım.
Beni öldürerek kazanacağını sanan bir katil vardı. Oysa bilmiyordu ki kaybettiğimi sandığı anda kazanacağımı. Ben Egemen'den sonra hiçbir zaman yaşamak için nefes almamıştım, aldığım tüm nefesler yirmi üçüncü yaşım içindi. Ölmek için yaşayan birine ölümü sunmak sadece bir ödül olabilirdi. Katil beni yaşatsa da kazanmayacaktı öldürse de, zafer çanları hiçbir zaman onun tarafında çalmayacaktı. Düşüncelerim zihnimde bir çığ gibi büyürken derin bir nefes alarak onları karanlık bir mahzene kilitledim ve ellerimdeki rengarenk çiçekler ile Duru'nun mezarına baktım.
Düş değil kabus, yağmur değil fırtına.
Ellerimde çiçekler, zihnimde ölüler.
İkisi de aitse toprağa, hangisi kalmalı yukarıda?
Cevabı olan sorumu cevapsız bırakarak dizlerimin üzerine çöktüm. Onun mezarını çiçeklerle süsleyeceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi. Çünkü hiçbir zaman onun benden önce öleceğini, benden önce toprağa karışarak varlığını yokluğuna teslim edeceğini düşünmemiştim. Aksine o hep yaşayacak, ben son nefesimi vermeden onun kalbi asla durmayacak gibiydi. Ama yine tutunduğum tek dal benden önce kırılmış, benden önce toprağa kavuşmuştu. Bundan sonra hangi dallı tutardım ki ben? Tüm sevdiklerimin ölümüne sebep olurken, hangi dala uzanırdı ellerim?
Kıraç Keskin, bana dal olmaya çalışan soğuk kalpli bir adam. Yağmur'un bebeği için intikam istediğini söylüyordu ama ben aslında amacının beni korumak olduğunu daha ilk andan beri anlamıştım. Bundan dolayı sürekli ondan kaçmaya çalışıyor, ona tutunmuyordum. Çünkü Egemen'in yaptığını yapmaya çalışıyordu, sonunun Egemen gibi olmasına izin veremezdim. Belki Egemen'den çok daha güçlüydü, belki katili gerçekten de bulabilecek bir güce sahipti ama bir ihtimal için kimsenin hayatını riske atamazdım. Çünkü Egemen'de güçlü ve karanlık insanlardan katilin bulunmasını istemişti, canından olmuştu. Bunu bir kez daha masum birine yaşatamazdım, geçmişin günahını bir kez daha bir başkasının boynuna dolayamazdım.
Kaçmıştım, Kıraç Keskin'in evinden tüm korumalarına rağmen kaçmıştım. Arka bahçeden çıktığım için kimse beni görmemişti, hem zaten gecenin köründe kim kaçacağımı düşünebilirdi ki? Çok zor olmuştu buraya kadar gelmem ama sonunda gelmiştim, hem de ellerimde rengarenk çiçekler ile. Buz tutmuş ellerimdeki çiçekleri bir bir toprağa gömerek Duru'nun mezar taşına baktım. Duru Atkan, ölüm nasıl da yakışmamıştı ona. Soluk yeşil gözlerim ıslanırken buruk bir tebessümle "Annemi gördün mü Duru?" diye sordum, sesim titredi. Silikti hafızamda yüzü, bir fotoğrafımız bile yoktu onunla. "Ona Kavin seni çok seviyor de mutlaka."
Biliyorum, anneler hissederdi ama yine de söylesin istiyordum. Burnumu çekerek hafifçe güldüm. "Egemen'e de söyle olur mu? Az kaldı, gelecek de." Toprağı eşeleyip beyaz bir gülü ektim bu kez. "Özür dilerim Duru." Ellerim durdu, bakışlarım önüme düştü. "Seni koruyamadığım için çok özür dilerim." Benden önce ölmemeliydi, üstelik katilin tüm söylediklerine uymuşken. Bir papatyayı aldım elime, bir damla göz yaşım akarken usulca "Bir daha yanına gelmeye yüzüm olur mu bilmiyorum," dedim toprağı eşeleyerek. "Ama hep kalbimde olduğunu bil. Tıpkı annem ve Egemen gibi." Papatyayı usulca toprağa ektiğimde bir göz yaşım daha aktı.
Egemen'in mezarı kimsesiz kalmıştı. Ama yüzüm yoktu ki yanına gitmeye. Kalbim bu durum karşısında sızım sızım sızlarken zorlukla getirdiğim tüm çiçekleri toprağa ekip geriye çekildim. Şimdi çiçeklerle süslenmişti mezarlığı. Toprağın altında ölüler üzerinde çiçekler vardı. Son defa mezar taşına dokunarak "Hoşça kal Duru," diye fısıldadım ve ayağa kalkarak kimsenin olmadığı karanlık mezarlıktan yorgun adımlarla çıktım. Göz yaşlarım uzun zamandır akmıyordu, gözlerim her zaman ıslansa da nadiren düşersi yaşlar. Ama 7 Ekim gecesinden sonra kendime hakim olamıyordum. Her Ekim ayı olduğu gibi bu Ekim ayında da gözlerim ağlıyordu. Belki de Ekim'ler gözlerimin ağlamak için uydurduğu bahanesiydi.
Çünkü Ekim'ler ağlamak için en güzel vakitti.
Karanlık sokakta usulca yürürken gökyüzündeki sönük yıldızların ışığıyla evime doğru yol aldım. Sokak lambaların ışıkları da yıldızlar gibi yalnızlığımın gölgesine düşüyordu ama yetmiyordu zihnimdeki karanlığı aydınlatmaya. Bir mum ateşi yeterdi oysa, içine hapsolduğum karanlığa. Ama o da sönerdi, gecenin sonunda. Şimdi karanlıkta yürürken tek düşündüğüm şey bir süre boyunca yok olmaktı, çünkü en çok buna ihtiyacım vardı. Soğuk havanın etkisiyle daha hızlı yürüyüp nihayet evime vardığımda adımlarım istemsizce durdu. Birden bire Duru'nun vurulduğu an gözümün önünde canlanmıştı. Bu evde sensiz nefes alamam demişti ama benim yüzümden son nefesini vermişti. Ne acıydı değil mi? Yaşamak için sığındığı evden ölü olarak çıkmıştı. Üstelik bu benim üzerime yapışan kefaret yüzündendi.
Kelebeğin ölümü taşıyan kanatları, konduğu çiçekleri soldurmuştu.
Bundan sonra sadece uçardı kelebek, ya ölüme ya da başka bir mum ateşine. Gözlerimi usulca kapatıp açarak eve doğru adımladım, annemin gelin olarak geldiği bu evden çıkan ikinci ölüydü Duru, birincisi zaten her şeyin başlamasına sebep olan babam. Bir cennet bahçesi olabilecek evi, cehennem çukuruna çevirmişti. Derin bir nefes alarak kapının önüne geldiğimde kapıyı yavaşça açıp içeriye girdim. Ardından evin tüm ışıklarını yakarak Duru'nun vurulduğu salona dahi bakmadan kendi odama geçtim. Bu gece burada kalmayacaktım, bu gece burayı terk edecektim. Dolabımın üstündeki bavulu yatağa koyarak biraz mum ve bir kaç parça kıyafeti içine attığımda, bu kez çekmecelere yöneldim. Bakışlarım bir sır gibi sakladığım siyah kutuyu bulurken titreyen ellerimle uzandım ona.
Bu kutu katilin bana her 7 Ekim gecesi gönderdiği ölüm yıl dönümlerinin notlarıyla doluydu. O annemin öldüğü günleri benimle birlikte kutlar ama tüm acısını benden çıkarırdı. Burnumu çekerek yere oturup kutuyu yavaşça açtım. On iki siyah kart vardı burada. Aslında on yedi tane siyah kart olması gerekiyordu ama ben on yedi yaşına girdiğim zaman telefon kullanmaya başladığımda artık mesaj olarak atmaya başlamıştı. Her bir mesajı ise tek kullanımlık hatlardandı. Bundan dolayı ona ulaşmak her zaman imkansız olmuştu benim için. Ama ben yine de geriye kalan o tüm mesajları kartta çevirmiş ve bu kutunun içine katmıştım. Onun gönderdiği on iki siyah kart vardı, benim hazırladığım dört beyaz kart. Şimdi on yedinci kartı da hazırlama vakti gelmişti.
Gözlerim dolarken ayağa kalkarak komodinin üzerinden bir kalem ve beyaz bir not kağıdı aldım. Ardından el yazımla katilin bana attığı son mesajı yazdım.
Tik tak, tik tak, zaman bitti bak.
Bu gece kelebek için geri sayıma başladı, zamanın kanlı çarkı.
Hazır ol annesinin kızı, ölüme ne kaldı?
Gördüğün son yıl dönümü.
Ölüme sadece beş ay gibi bir süre kalmıştı ve bu dediği gibi benim için son yıl dönümüydü. Yüreğime çöken ağırlıkla beyaz kartı alıp yerdeki siyah kutunun içine koyduğumda, kutuya bakarak omuzlarımı düşürüp içinden siyah bir kart aldım. Kim bilir şansıma hangi yıl dönümünün kartı gelmişti. Egemen ile ilgili olan mı yoksa başka bir şey mi? Titreyen ellerimle kartı usulca açtığımda soluk yeşil gözlerim usulca yazının üzerinde dolandı.
Tik tak, tik tak, zaman daralıyor bak.
Aldığın nefeslerin hatrı, annenin yaşı.
Az kaldı annesinin kızı, bekle o anı.
12. Yıl dönümü
Sadece öleceğim anı ve yirmi üçüncü yaşımı vurgu eden kart gözlerimin dolmasına sebep olurken onu kutuya atıp kapağını kapatarak kendimi toparladım. Daha fazla zihnimi yormak istemiyordum, bundan dolayı hızlıca yatağımın yanındaki küçük komodinin çekmecesini açıp biriktiğim tüm parayı içinden çıkardım. Bir süre boyunca buradan uzakta olmak bana iyi gelecekti, doğum günümde gelmeyi düşündüğüm odama son kez bakıp bavulumu alarak evden çıktım. Gidecek bir yerim olmasa da burada duramazdım çünkü burası artık benim evim değil, Duru'nun öldüğü evdi. Hava hâlâ karanlığa esirken sokağın sonundaki taksi durağına doğru usul adımlarla ilerledim. Neyse ki bu durak sayesinde geceleri taksi bulmakta zorluk yaşamıyordum.
Soğuk havaya aldırış etmeden dışarıda çay içen adamların yanına geldiğimde her birinin sorgulayıcı bakışları beni buldu. Sanırım gecenin dördünde bu yorgun haliyle bir kızın nereye gittiğini merak ediyorlardı. Aralarından orta yaşlarda bir adam küçük bavuluma bakıp "Havalimanına mı abla?" diye sorunca nereye gideceğimi bile bilmediğimi fark ettim. Bilet almış olsaydım yerim de belli olurdu nereye gideceğim de ama yine de bunu onlara belli etmeden kafamı iki yana sallayıp "Otogara," dedim. Elindeki çayı bırakıp bavulumu alan adam "Sen geç otur abla," dediğinde bagaja yöneldi, dediğini yapıp bende taksiye bindim. Sanırım Aydın'a gidecektim, çünkü Duru Aydın'lıydı ve içimden bir ses oranın bana iyi geleceğini söylüyordu. Gerçi içimdeki ses İstanbul dışında her yerin bana iyi geleceğini söylüyordu ama sevdiklerimin mezarı buradayken İstanbul'u nasıl terk edebilirdim ki? Burası benim doğduğum ve öleceğim şehir olmalıydı, çünkü başka nerede yaşanır ve ölünür bilmiyordum ben.
Taksici arabaya binip yol aldığında kafamı cama yaslayarak derin bir nefes aldım. Kim bilir Kıraç yokluğumu ne zaman fark edecek ve deliye dönecekti. Biliyorum, bu tavrım onu deli edecekti ama ben ona başından beridir söyleyip durmuştum, beni zorla yanında tutamazdı. Ben hep giderdim ondan, hiç gitmeyeceğimi sandığı bir zamanda bile. Çünkü gidişler vardı kaderimde, dönüşü olmayan kimsesiz gidişler. Onun yanına kalarak hayatını tehlikeye atamazdım. Farkında değildi ama ben o yaşasın diye bu şehri terk ediyordum. Evet, gidişimin tek nedeni buydu çünkü onun durmayacağını çok net bir şekilde anlamıştım.
O yaşasın diye sevdiklerimin mezarlarıyla dolu bu şehri terk ediyordum.
Doğum günümde geri dönecektim, çünkü sevdiklerimin yanına gömülmek istiyordum. Soluk yeşil gözlerim en az kendisi kadar soluk yıldızların üzerinde gezinirken, buz tutmuş ellerimi birbirine dolayıp "Hoşça kal Kıraç," diye fısıldadım kısık sesimle. Ona bir veda borcum vardı, üstelik dudaklarımdan çıkacak bir teşekkürü hak ediyordu ama bunları yapamazdım. Gidişim sessiz ve kimsesiz olmak zorundaydı. Yaklaşık yarım saat sonra duran taksiden ücreti ödeyip inerek bavulumla birlikte Ege seferlerinin bulunduğu yere doğru adımladım. Küçük bir dükkanın içinde ellili yaşlarında gözlüklü bir amca vardı. Elindeki gazeteyle bir şeyleri okurken beni fark ettiğinde gazeteyi masaya koyup "Sefer nereye?" diye sordu kabaca.
Bu tavrı beklemediğim için afallarken etrafa bakıp yine ona döndüm. Cidden insanlar ne ara bu kadar kaba olmuştu? Dik dik bana bakan adam yüzünden gerilirken "Aydın," dedim uzatmadan. Memnuniyetsiz bir şekilde "Kimliğin," dediğinde kaşlarımı çatmamak için kendimi zor tutup çantamdan kimliğimi çıkardım ve ona uzattım. Cidden dış dünya ile iletişimi kesmek mutlu olmak için tek çözüm olarak görünmeye başlamıştı. Yaklaşık beş dakika sonra bileti kimliğim ile bana uzattığında "Üçünü koltuk," dedi rastgele seçtiğini belli ederek. Keşke bana nereye oturmak istediğimi söyleseydi. Yerine oturup gazetesini tekrardan eline aldığında "On dakika sonra kalkıyor araç," dedi, şaşkınca ona baktım. Bu nasıl bir umursamazlıktı?
Sinirle "Teşekkür ederim," diyerek ona arkamı döndüğümde elimdeki bilete baktım. Ardından aracın bulunduğu perona doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. Neyse ki araç henüz kalmamıştı. Genç bir muavin bavulları bagaja koyarken hızla yanına giderek "Pardon?" diye sordum, kafasını kaldırıp bana baktı. O an gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama beni gördüğü an büyülenmiş gibi baktığında kızaran yanaklarımla "Aydın'a giden otobüs bu mu acaba?" diye sordum.
Bakışlarını bir an bile gözlerimden ayırmadan "Hı hı," dediğinde kafasını salladı. Dalmış gibiydi. Tavrı istemsizce gülmeme sebep olurken aniden kendine gelerek kafasını iki yana sallayıp "Şey, yani evet," diyerek mahcup bir şekilde ensesini ovaladı. Sanırım istemsizce utanmasına sebep olmuştum. Bakışlarını çekingen bir şekilde benden kaçırdığında bavulumu fark etti ve gayet kibar bir şekilde "Ben yerleştiririm bavulunuzu, siz geçin lütfen," dedi. Az önceki yaşlı adamın aksine gayet sıcak kanlı olması iyi gelirken bavulu ona teslim ederek otobüse bindim.
Nihayet buradan gidebiliyordum ama çok kısa bir an olsa bile Kıraç'ın beni gerçekten hiçbir zaman bırakmayacağını düşünmüştüm. O kadar kafaya takmıştı ki bu meseleyi artık sadece Yağmur'un bebeği için intikam istediğini kesinlikle düşünmüyordum. Derin bir nefes alarak kafamı iki yana salladım, onu daha fazla düşünmek istemiyordum. En az on dört kişinin olduğu otobüse bakıp, o yaşlı adama küfür etmeden en öndeki tekli koltuğa oturdum. Cidden bu kadar boş koltuk varken bana neden en önde olanı vermiştik ki? Yolculuğun kısa geçmesini umarak yerime oturup arkama yaslandım. Çok değil en az on dakika sonra o adamın da dediği gibi otobüs hareket etmeye başlamıştı. Artık bu şehirden çıkıyordum. Gözlerim sisli yolda gezinirken güneşin doğuşuyla hafifçe gülümsedim. Dün üzerime karanlık çökmemiş gibi bugün güneş doğuyordu, hayat gerçekten de kaldığı yerden devam ediyordu.
Buruk bir hüzün içime doğarken, kafamı cama yaslayarak yolun akıp gidişini izledim. Yol kenarındaki ağaçların kimsesizliği, tek tük dizilmiş evlerin sessizliği vardı içimde. İstanbul sınırlarına yaklaştığımız zaman yüzümde küçük tebessüm oluşurken, duyulan korna sesleri ile şaşkınlık içinde kafamı camdan kaldırdım. Neler oluyordu böyle? Şöför sinirle "Ne yapıyor lan bunlar!?" diye bağırdığında otobüsü, önüne kıran araç yüzünden durdurdu. Gözlerim şaşkınlık içinde arabayı bulurken nefesimi tuttum. Kıraç Keskin bunu yapmış olamazdı, değil mi? Kahretsin! Bu onun arabasıydı.
Otobüsteki herkes şaşkınlık içinde oraya bakarken, şoför etrafını saran arabalara bakarak muavine döndü. "Polisi ara hemen!"
Olaya hakim alamıyordum, Kıraç gerçekten bunu nasıl yapardı? Muavin telefonuna uzandığı sırada telaşla "Durun, durun ben tanıyorum onları," dedim ve yerimden kalkarak arabadan inen adama baktım. Öfkeli bir surat ifadesi vardı, sanki aramızdaki cam olmasa çoktan yanıma gelerek bana tüm kinini kusmuş olacaktı. Diğer arabalardan korumaları, Tolga, Özgür, Tugay ve Gökçe çıktığında beynimden vurulmuşa döndüm. Telefonumda ve derimin altında takip cihazı vardı. Bundan dolayı bulmuşlardı beni.
Gözlerim şaşkınlık içinde telefonumu ve bileğimi bulurken, soluk yeşil gözlerime düşen öfke ile Kıraç'a baktım. Şimdi ikimizde birbirimize büyük bir öfkeyle bakıyorduk, ama onun aksine ben öfkeli olmakta fazlasıyla haklıydım. Şoför bir şeyler söyleyip dururken Kıraç usul adımlarla kapıya kadar yürüdü. Eğer elimde olsaydı kapının açılmaması için her şeyi yapardım ama şoför kapıyı Kıraç bana öfkeyle bakamaya devam ederken yavaşça açmıştı bile. Sinirden ellerim titremeye başladığında Kıraç bir basamak çıktı ancak ikinci basamak için onu durduran şey benim önüme geçen muavindi. Öfke dolu gözlerim muavinin sırtıyla buluştuğu an yerini şaşkınlığa bırakırken, kime kafa tuttuğunu bilmeyen adam "Polisi aramamı istemiyorsan in aşağıya!" diye bağırdı.
Aslında polisi aramak bu durumun bitmesi için en iyi yoldu ama içimden bir ses polisin bile Kıraç'ı durduramayacağını söylüyordu. Onu azıcık tanıyorsam polis gelmeden beni çoktan buradan alıp götürmüş olurdu. Bundan dolayı ona haddini ben bildirecektim, çünkü hayatıma müdahale etme hakkının olmadığını bilmek zorundaydı. Aralarında nasıl bir bakışma geçti bilmiyorum ama Kıraç alayla "Durma, ara," dediğinde sertçe yutkundum. "Bakalım onlar bana engel olabilecek mi?" Tehditkar sesi tüylerimi diken diken ederken önümdeki adam bile onun bu kadar net ve kendinden emin konuşması karşısında afallamıştı.
Derin bir nefes alarak bu duruma son vermek adına muavinin omzuna elimi koydum ve her ikisinin bakışları beni bulurken çekingen bir sesle "Sorun yok," dedim zorlukla konuşmaya çalışarak. "Birazdan geliyorum."
Muavin tam ağzını açmıştık ki Kıraç öfkeyle "Gelmiyor. Varsa bavulunu ver," dedi ardından öfkeyle bana bakıp "İn aşağıya," diye emretti. Onun bu korkutucu halini ilk kez gördüğüm için ne diyeceğimi bilemediğimde, muavin tekrardan Kıraç'a dönmüştü ki Kıraç sadece saniyeler içinde belindeki silahı çıkarıp onun alnına dayadı. "Tekrarlamaktan nefret ederim."
Gözlerim karşımdaki korkunç manzara yüzünden şokla açılırken "Kıraç saçmalama!" diyerek ikisinin de arasına girdim. Ancak sanki aralarında ben yokmuşum gibi bana bakmıyordu bile. Sinirle "İndir şu silahı!" diye bağırdığımda gözleri bana yine değmedi, ama ifadesiz bir katil gibi karşısındaki adamı izlemeye devam etti. Gözlerinde gördüğüm karanlık iliklerime kadar üşümeme sebep olurken derin bir nefes alarak usulca silahı tutan elini kavradım, ellerimin soğukluğunu tanıyormuş gibi sadece saniyeler içinde beni buldu gözleri. Dolu dolu gözlerle "Lütfen yapma," diye yalvarıdım durması için."Onun bir suçu yok. Lütfen dur." Hayır, birini öldüreceği için dolmamıştı gözlerim çünkü öfkelense de öldürmeyeceğini biliyordum.
Sadece bana yaşattığı bu durum yüzünden doluydu gözlerim, resmen sinir uçlarımla oynamıştı. Gözlerimden bir kaç damla yaş düşerken ifadesiz bakışları o yaşları buldu ardından ıslak yeşil gözlerime bakarak "Zorluk çıkartmadan arabaya bin," dedi buz gibi sesiyle. "Aksi taktirde seni zorla bindiririm ve önüme çıkan herkesi büyük bir zevkle yok ederim." Onun bu dominant ve zorba tarafıyla tanışmak günün en korkutucu hediyesi olurken, ellerimi elinden çekip kafamı olumlu anlamda salladım ve bizi izleyen bakışların altında otobüsten indim. Sinirden göz yaşlarıma hakim olamıyordum, korumalar ve diğerlerinin de bakışları altında Kıraç'ın arabasına bindiğimde o da bir kaç saniye sonra otobüsten indi.
Ardından adamlarına bakışları ile nasıl bir emir verdi bilmiyorum ama Deniz muavinin çıkardığı bavulu alırken diğer herkeste arabasına binmişti. Kıraç'ta yanımdaki yerini alırken gözlerimi ona çevirmeden "Senden nefret ediyorum," diyerek torpidoya vurdum, kafasını bana çevirip "Çalışma odamı yıktığında sessiz kalmış olabilirim ama o durum tek seferlikti," dediğinde öfkeyle ona döndüm. Beni zorla tutan o değilmiş gibi bir de hareketlerim üzerinden beni tehdit mi ediyordu?
"Ne yapacaksın? Beni de mi öldüreceksin!" diye haykırdığımda, aniden kolumu tutup beni kendine çekerek "O işi sen zaten çok güzel bir şekilde yapıyorsun!" diye bağırdı. İkimizin de sakinliğinden eser kalmamıştı. Öfke dolu nefesi yüzüme çarparken ona nefretle bakarak kafamı iki yana sallayıp kolumu hırsla geriye çektim.
"Sana ne bundan?! Hayatından defolup gitmeme izin ver artık!"
Kara gözleri daha da kararırken "Seni yanımda tutmaya meraklı değilim," diyerek yüzünü buruşturdu. "Peşindeki piçi bulana kadar sana katlanmak zorundayım." Sözleri iyice sinirimi bozarken saçlarımı öfkeyle geriye çekiştirerek bağırdım.
"Bunu bu şekilde yapamazsın Kıraç! Beni zorla tutsağın etmeye hakkın yok!" Sinirle torpidoya bir tekme attığımda o sabır çekerek arabayı çalıştırıp önüne döndü. Öfkesini dizginlemeye çalışıyordu ama ben yine kolay kolay kurtulamıyordum öfkemden. Kıraç'tan önceki hayatımda öfke diye bir duygumun olduğunu bile bilmiyordum ta ki Kıraç hayatıma girip sınırlarımı ihlal edene kadar. Sinirden ağlamamak için ellerimi yumruk yaparak "Neden böyle davranıyorsun?" diye sordum acı dolu sesimle. "Neden beni bırakmıyorsun?" Sesimdeki isyanın içine gizlenmiş derin bir keder vardı, Kıraç sorumla birlikte kısa bir an bana bakarken gerçekten cevap bekleyen halimi görünce derin bir nefes aldı.
"Seni hiç kimse korumaya çalışmadı mı Kavin? Seni senden bile sakınan olmadı mı?" Sözleri bir çığlığın zihnimde kopmasına neden olurken öylece donakaldım. Ne demekti şimdi bu? Beni koruduğunu mu ima etmişti? Üstelik beni benden sakınarak. Geçmişten bir acı kalbimin kor topraklarında can bulurken nefesiz kaldım. Beni benden sakınan tek kişi Egemen'di ve onun sonu en sancılı ölüm olmuştu. Kıraç'ta mı öyle yapacaktı? Kana bulanmış hatırların başrolü mü olacaktı? Soluk yeşil gözlerimden bir damla yaş akarken ona baktım.
"Babam benim doğmamı istemedi. Annem beni doğurmak için onun katili oldu." Ani sözlerim üzerine Kıraç'ın bakışları beni bulurken derin bir nefes aldım, buruk bir tebessüm kondu dudaklarıma. "Annem beni korudu Kıraç. Annem beni ölümü dışında her şeyden korudu." Sessizlik, ince bir çarşaf gibi üzerimize döküldüğünde parmak uçlarımı birbirine değdirdim, ama zihnimdeki acıyı bastıramadım. Beni anlamış mıydı bilmiyorum ama ölme demiştim ona, çünkü ben ölümlerle yara alıyordum, başka bir şeyle değil. Peki Kıraç Keskin beni kendi ölümünden koruyabilir miydi? Benim için savaşırken kendisi içinde savaşır mıydı? Tireyen sesimle sessizliği bozdum ve ona cevabından korktuğum o soruyu sordum.
"Kıraç, olurda ölüm bir gün kapını çalarsa, kendini ondan koruyabilir misin?"
Vakitsiz ayrılıklardan nefret ederdim ben, hem benim vaktim belliyken kimse benden önce gidemezdi, gitmemeliydi. Ölüm kapılarını çalsa bile o kapıyı açmamalıydılar, çünkü onlar kapıyı açıp ölümle birlikte giderken uzaklara, arkalarında duran ve onları izleyen sadece ben oluyordum. Sorumla birlikte Kıraç'ın bakışları yoldan ayrılmazken "Hayatındaki herkesin senden önce öleceğini düşündüren şey nedir?" diye sordu, ben sessiz kalırken kafasını hafifçe bana çevirdi. "Katilin, seni sevdiklerin ile tehdit ediyor, değil mi Kavin?" Dudaklarımı aralayıp evet demeye gücüm yetmedi ama o kaçırdığım gözlerimden aldı cevabını.
Daha ne kadar dil dökmem gerekiyor bilmiyordum, o bile durumu anlamışken neden çekip gitmiyordu hayatımdan? Gerçekten çok mu güçlüydü? Kendine katili yenebilecek kadar güveniyor muydu? Belki başarabilir, katili mat edebilirdi ama ya kaybeden o olursa? İhtimalinin bile zihnimi kanattığı düşünceyi yok sayarak "Kıraç," dedim ellerimle oynarken. "Koruman gereken sevdiklerin varken beni korumaya çalışma." Yanlış bir yoldaydı, sonunda kahrolacağı çok yanlış bir yolda. Kafamı kaldırıp anlaması için üstüne basa basa "Öldürecek seni," dedim, yüreğim acıdı.
Sözlerim üzerine dudaklarında alaylı bir kıvrılma oluşurken göz ucuyla bana bakıp, sakince "Beklerim," dedi, sinirle gözlerimi yumdum. Yok! Bu adam laftan anlamayacaktı.
Öfkeyle "Öleceksin diyorum sana!" diye bağırdığımda bana aldırış etmeden önündeki aracı solladı ardından "Herkes ölecek," dedi sakince.
"Kıraç!"
"Efendim?"
"Geber!"
Öfkeden ağzımdan kaçan kelime ile bir anda bana baktığında şok içinde ağzımı kapattım ancak çok geçti. Beni çoktan duymuştu, kara gözleriyle kıpkırmızı olan suratıma bakıp şaşkınca "Geber mi?" diye sorduğunda dudaklarının ucunda küçük bir haraketlenme oluştu ve alayla güldü. "Emrin olur." Gerçekten mi, verdiği tek tepki beni alaya mı almaktı? Hayretler içinde kafamı iki yana sallayıp önüme döndüm. Hayır, kesinlikle bu manyak adamla daha fazla tartışmayacaktım. Henüz aklımı kaybetmek istemiyordum. O da sessizliğime ortak olduğunda arkadaki koruma ordusu ile yolumuza devam ettik. Çok değil, hızları yüzünden sadece yarım saatte bana zindan gibi gelen büyük malikaneye gelmiştik. Demir kapı yavaşça açılırken bahçedeki kızlara takıldı gözlerim, sanırım bizim gelmemizi bekliyorlardı.
Kıraç arabayı onların yanına kadar sürdüğünde Yağmur ve Öykü'nün bakışlarına karşılık vermeden dümdüz karşıma baktım. Diğer sekiz arabada sırasıyla arkamızda durduğunda herkesin araçlardan inmesi ile bahçe daha çok kalabalıklaşmıştı. Bu kadar insan gerçekten benim burada zorla tutulmam için neden bu kadar azimle uğraşıyordu anlamıyorum. Kim hiç tanımadığı birinin ölmemesi için bu kadar çaba sarf ederdi ki? Üstelik bu kişi sürekli onlardan kaçarken. Evet, sorun çıkaran biri olduğumu çok iyi biliyordum ama bilmediğim şey onların buna rağmen neden ısrar ettikleriydi. Bu sabır Kıraç Keskin'e nereden geliyordu anlamıyorum.
Hemen yanımdaki varlığı ile "İnmeyecek misin?" diye sorduğunda kollarımı göğsümde toplayarak "Senin evine girmeyi düşünmüyorum," dedim buz gibi bir sesle. Kesinlikle o eve girmeyecektim, beni İstanbul'a geri getirmiş olabilirdi ama evine değil.
Sabır diler gibi nefes alarak "Arabada mı kalmayı yeğlersin?" dediğinde ters bir şekilde ona baktım.
"Bu arabadan inmemi istiyorsan evime götür beni."
Gayet ciddi tavrım karşısında kaşlarını çatarak arabadan indiğinde ona baktım. Ama o arabanın etrafından dolanarak benim olduğum tarafa geldi ve kapıyı açarak "Seni kucağıma almamı istemiyorsan üç saniye veriyorum," dedi. Bu adam ciddi miydi? Tabi ki beni kucağına alamazdı, bu ne saçmalıktı böyle! Öfkeyle ona bakıp "Hele bir dene," dediğimde buz gibi gözleriyle gözlerime bakıp "Bir," dedi. Gerçekten sayacak mıydı yani? Kafayı yemiş olmalıydı ama ona istediğini vermeyecektim. Sinirle gülüp "Saçmalama istersen," dediğimde tek kaşını kaldırarak "İki," dedi ve onun ne kadar manyak olduğunu az çok anladığım için sinirle "İniyorum Allah'ım cezasız!" diye bağırdım ona dönerek. "Saymayı kes ve çekil önümden!"
Cidden sinirden kafayı yemek üzereydim. Gözlerime bakarak önümden çekildiğinde arabadan indim ve diğerlerine baktım. Her biri şaşkınca bizi izliyordu. Aralarından tanımadığım bir adam gülerek "Varsa bizden iyisi, o da bizden birisi," dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım.
Gözlerinde gururlu bir ifade mi vardı ben mi yanlış görüyordum? O gerçekten az önce Kıraç'la tartıştığım için bana gururla mı bakıyordu? Anlamsızca ona baktığımda Gökçe yüzünü buruşturarak "Yine şu kamyon arkası sözlerine başlama," dedi bundan nefret ediyormuş gibi. Ama o Gökçe'yi umursamadan yanıma gelerek kolunu omzuma atıp eliyle bizi izleyen arkadaşlarını gösterdi. "Bak yavrum, bu cahil cühela insanlar hayattan keyif almaz." Bana dönerek güldü. "Ama biz seninle harika bir ikili olabiliriz." Benim hayattan keyif aldığımı mı sanıyordu gerçekten? Ben hayattan keyif almayı annemle birlikte gömmüştüm, kesinlikle onun için yanlış bir seçimdim. Adını bile bilmediğim adamın omzumdaki kolundan eğilip kurtularak "Kalsın," dediğimde Tolga gülerek yanımdaki adama baktı.
"Bi morardın sanki?" Ona sertçe bakan adam "Kes lan," dediğinde Tolga ona aldırış bile etmedi. Bakışlarımı ikiliden çektiğim sırada Kıraç yanıma gelerek "Odana çıkıp dinlen," dedi, kaşlarımı çatarak "Benim bu evde bir odam yok," dedim evini göstererek. "Dinlenmemi istiyorsan rahat bırak beni ki evime gidip dinlenebileyim!"
Öfkeyle "Kavin," diye üzerime yürüdüğünde kafamı dik tutarak koyulaşan gözlerine baktım. Ne kadar korkutucu dursa ve beni korkutmayı başarıyor olsa da bunu ona belli etmeyecektim. Uzun boyundan dolayı kafasını eğerek bana baktığında "Benim sabrımı sınama," dedi sıcak nefesi hırsla yüzüme çarparken. "Sana daha fazla müsamaha göstermeyeceğim." Gözleriyle evi gösterip "Giriyor musun?" dediğinde öfkeli gözlerine bakarak kafamı kaldırıp gayet net bir şekilde "Hayır," dedim ve o anda geriye çekilen adam Deniz'e bakarak öfkeyle bağırdı. "Bahçenin her tarafına adam dik! Bir kez daha bu buradan kız kaçarsa seni öldürürüm!" Deniz korkuyla kafasını olumlu anlamda sallarken Kıraç bana döndü ve ben daha ne olduğunu anlamadan kolumu tutarak beni eve doğru çekiştirmeye başladı.
Gücü karşısında peşinden sürüklenmeye başladığım da öfkeyle "Kafayı mı yedin sen! Bırak beni!" diye bağırdım ancak o umursamadan eve girdi ve beni peşinden sürüklemeye devam etti. Diğerleri de arkamızdan gelirken Yağmur "Kıraç sakin olur musun lütfen?!" diye bağırdı ancak aniden onlara dönen adam "Sakın karışmayın," diyerek kara gözleriyle soluk yeşillerime baktı. "Ben gereken sabrı ona fazlasıyla gösterdim." Gerçekten onun bu kadar kaba olacağını düşünmemiştim, tamam onu zorlayan bendim ama onun da bunu yapmaya hakkı yoktu. Gözlerim yavaşça dolarken bunu fark etse de önüne dönüp merdivenlerden çıkmaya başladığında bende zorlukla ona ayak uydurdum.
Nereden bulaşmıştı bu adam hayatıma gerçekten anlamıyordum. Yağmur'a yardım etmek isterken başıma nasıl bir bela almıştım ben böyle? Büyük adımlar eşliğinde benim olduğunu idda ettiği odaya girdiğimizde, karşımda durarak kolumu bırakıp "Sakın bir kez daha kaçmaya çalışma," dedi tehditkar bir sesle. "Çünkü bu kez seni bu odada tutmam." Kaşlarım istemsizce çatılırken bir adım geriye gidip alayla güldüm. Beni buraya gelme meraklısı falan mı sanıyordu bu adam? Kafamı iki yana sallayıp "İlk fırsatta yine gideceğim!" dedim işaret parmağımı ona doğru sallayarak. "Ne yapacaksın Kıraç? Söylesene, sen mi öldüreceksin beni?"
Gözleri sözlerim üzerine kararırken "Seni bodrumdaki karanlık bir odaya kilitlersem, yine de kaçabilir misin Kavin?" diye sorduğunda nefesim kesildi, beynim dondu. Yer sanki ayaklarımın altında oynuyordu, zihnimde bir kıyamet kopuyor, acımasız çığlıklar duyuluyordu. Kalbimin duvarlarında hissettiğim kurşunlar vardı, büyük bir ateş yanıyordu orada. Ağaçlar bir bir kökünden kuruyor, toprak kan kokuyordu adeta. Gözlerimden, geçmişin içinde can bulduğu bir damla yaş usulca düştüğünde, boynuma doğru ince bir şerit gibi yol çizdi. Sanki o an bir halat dolandı oraya, geçmiş astı beni zihnimin tavanına.
Gözlerim kararırken Egemen'i hatırladım, onunla son günlerimizi geçirdiğimiz o karanlık odaydık yine. Ben ağlıyordum o ise beni teselli ediyordu. Oysa nereden bilebilirdik ki o gecenin sonunda birimizin öleceğini? Nereden bilebilirdik ölümün en acı şekilde geleceğini?
Anılar ölüm kokuyordu karanlıkta, bir mum ateşi var mıydı onlarda?
Tek bir mum ateşi bile yeterdi bize, tek bir ışık parçası yeterdi o kapıyı görmemize. Gözlerim bomboş bakarken karşımdaki buz kalpli adamın gözlerine baktım. Ben o yaşasın diye bu şehri terk ederken o benim korktuğumu bile bile beni karanlık bir odaya kilitlemekle tehdit etmişti. Hiç mi vicdanı yoktu, duygularını da mı söküp atmıştı kalbi gibi? Daha dün gece karanlığıma ışık olsun diye verdiği mumları ne çabuk unutmuştu? Hiç mi düşünmemişti karanlıkta bile uyuyamayan bir kızı karanlık ile tehdit etmenin hangi yaraları kanatacağını? O bu kadar mı acımasızdı, bu kadar mı ruhsuzdu?
Gözlerimden bir damla yaş daha aktığında ifadesiz gözlerine baktım ve kafamı iki yana sallayarak "Sen iğrenç bir adamsın!" diyerek ona hiç beklemediği bir anda tokat attım. Bu iki olmuştu, elim acıyla sızlarken o derin bir soluk alarak yana düşmüş kafasını bana çevirip "Uyu şimdi," dediğinde sinirle göğsüne vurmaya başladım. Sinirdendi tüm öfkem, kontrol edemediğim sinirimdendi.
"Defol git Kıraç!" Göğsüne vurarak "Defol git," dediğimde yorgunluk içinde kafamı göğsüne yasladım ve bir kez daha vurmaya çalıştım. Ancak bir anda hıçkırarak ağlamaya başladığımda tüm gücüm gözyaşlarımla dökülmeye başlamıştı. Nefret ediyordum ondan, hayatımı üç günde tepetaklak etmişti. Baskıcı tavrı yüzünden her şeyi daha da zora sokmuştu. Elim ona vurmak için bir kez daha havaya kalkamazken, Kıraç derin bir nefes alarak kararsızca kollarımı tutup, beni usulca az önce vurduğum ve kafamı yasladığım geniş göğsüne çekti. Sanki beni ne kadar kırdığını anlamış gibiydi dokunuşu. Sanki bana ne yaşattığını, geçmişimdeki yarayı nasıl kanattığını anlamıştı. Ben göğsünde sitemle ağlarken ne ben ona karşı gelebildim ne de o beni kendinden uzaklaştırdı. Öylece durduk ikimizde, sanki birbirimizi bu hale düşüren biz değilmişiz gibi birbirimizde dinlendik.
Onun göğsünde üç günün uykusuzluğu yüzünden iyice hitap düştüğümde "Böyle olsun istemezdim Kavin," diye fısıldadı usulca. Ona cevap vermeye gücüm bile yoktu üstelik onun pişmanlığı umurumda falan da değildi. Sessizce göğsünde ağlarken burnuma dolan hafif sandalağacı kokusuyla gözlerimi yumdum ve pes ettim. Artık ne olacaksa olup bitmeliydi, çünkü benim tekrardan geçmişle yüzleşmeye cesaretim kalmamıştı.
Çaresizlik insanın boynuna sarılan bir yılan olunca, iki damla gözyaşı boğar mıydı insanı?
Beni boğmuştu, hem de tek bir anıyla boğmuştu. Kıraç'ın küçücük bir tehditti bile dünyamda depremler yaratmıştı, bu saatten sonra direnmeyecektim ona. O pes etmeyene kadar ağzımı bile açmayacaktım, çünkü fark etmiştim. O da en az katil kadar acımasızdı, o da en az onun kadar bana zarardı. Madem öyle, o zaman bu gücünü ona göstermeliydi, bana değil. Bırakıyordum artık, kimse için uğraşacak gücüm kalmamıştı.
Bu oyun bittiğinde herkes kaybetmiş olacaktı.
🕯️
Ağır bir vebal vardı sanki üzerimde, bu vebal yüzünden cehennemin kapıları sonuna kadar açılmıştı bana. Cehennem ateşi harlandıkça hırlanmış beni beklemeye başlamıştı usulca. Oysa bu vebal üzerime çökmesin diye çok direnmiştim ben ama artık gücüm kalmamıştı direnmeye. Karşı gelmeyecektim Kıraç'a, aksine ne yaparsa yapsın izleyecektim onu. Kararım şu ana kadar bu yöndeydi ama üzerime daha şimdiden çöken vebal yüzünden buna pişman olmuştum bile. Evet, pişmandım ama yine de bu yoldan devam edecektim çünkü bir kez daha karanlık bir odada kalamazdım. Bakışlarım aynadaki yansımamı bulduğunda yorgunluk içinde omuzlarımı düşürdüm, dün Kıraç beni karanlık bir odaya kilitlemekle tehdit ettiğinden beridir görmemiştim onu. Gerçi dünden beridir odadan hiç çıkmamıştım.
Bunu iki bedeni vardı, biri onu görmek istemememdi diğeri ise kaçtığımı sanıp beni karanlık bir odaya kilitlemesi korkusundan. Bende nasıl bir yara açtığını tahmin bile edemezdi o. Gözlerimi yumarak kendime zaman verip sakin olmaya çalıştım ancak kalbim korkudan deli gibi atıyordu. Korku insanın nefesini kesecek kadar karanlık bir duyguydu, ondan kurtulmak mümkün müydü? Derin bir nefes alarak gözlerimi açıp omuzlarımı dikleştirdim ve banyodan çıktım. Saat dokuz olmuştu ama çağırdıkları halde kahvaltıya bile inmemiştim. Yağmur benim için bir şeyler getirmişti ve ben iştahım olmadığı halde sadece güç toplamak için tabağın yarısını zorla bitirmiştim. Odaya son kez bakıp kararlı adımlarla kapıya vardım ancak elim kapı kulpuna uzandığı an sanki ışıklar sönecek gibi olmuştu.
Hızla elimi geriye çekip dolan gözlerimle geriye çekildim. Kıraç Keskin bana ne yapmıştı böyle? O puslu yarayı nasıl kanatmıştı da hâlâ geçmiyordu acısı? Ağlamamak için dudaklarımı dişleyerek "Sakin ol Kavin," diye fısıldadım ve kapıya bir kez daha uzandım. Bu kez başarılı olmuştum sanırım çünkü aynı his bir daha can bulmamıştı zihnimde. Hafifçe titreyen ellerimle kapıyı açtığımda karşımdaki boş koridora kararsızlık içerisinde ilk adımımı attım. Dün kimse gitmemişti çünkü her birinin arabası hâlâ bahçede duruyordu. Peki evden ses gelmediğine göre hepsi neredeydi? Gözlerim istemsizce üst katta uzanan merdivenleri bulurken usulca oraya doğru adımladım. Kıraç'ın çalışma odasında olmalıydılar. En azından ben kararımı Kıraç'a açıklarken onlar da duyacaktı her şeyi.
Küçük ve de karasız adımlarla üst katta çıktığımda bakışlarım istemsizce çalışma odasından önce Kıraç'ın yatak odasının kapısını buldu. Beni zorla çalışma odasında tuttuğu gece, uyuduğum sırada odasına götürmüştü. Neden diye sormamıştım hiç, neden aşağıdaki odaya değilde kendi odasına koyduğunu sorgulamamıştım. Oysa şimdi anlıyordum, ben o sabah uyandığımda çalışma odasının önünden geçerken sesleri duyacağım için beni kendi odasına koymuştu. Çünkü Duru'nun sesini duyduğum an odaya girecegimi biliyordu, belki düşüncesi bir şeyler anlatırım yönündeydi belki de başka bir şey, bunu bilemem ama asıl amacını şimdi daha iyi anlıyordum. Ve şimdi istediği şey olacaktı, ben o odaya girecek ve o soruyu ona soracaktım. Dalgın bakışlarına odasının kapısından çekerek bu kez çalışma odasına doğru ilerledim.
İçeriden hiçbir ses gelmiyordu ama orada olduklarına emindim. O gün kapı açık olduğu için Duru'nun sesini duymuştum ama bugün kapalı olduğu için hiçbirinin sesini duyamıyordum. Kıraç söylemişti zaten odanın yalıtımının çok iyi olduğunu, bundan dolayı o gün kapı açıkken bugün kapalıydı. Çünkü o gün konuşulanları duymamı istiyordu peki bugün konuşulanları duymamı ister miydi? Derin bir nefes alarak kapıya vardığımda varlığımı belli etmek için kapıyı üç kez çaldım ne içeriden "Gel," diye bir ses duydum. Ben o gece bağırırken yalıtımın çok iyi olduğunu ve kimsenin beni duyamayacağını söylemişti ama şimdi onun sesini çok net bir şekilde duymuştum. Bu adamın kaçıncı yalanıydı bu bana? Tamam, konuşmalarını duyamammıştım ama sesini duymuştum ve o benim bağırışlarımım bile duyulmayacağını söylemişti. Belki de sadece alt katlarda duyulmuyordu, ne de olsa bu katta kimsenin gelmediğini de söylemişti.
İçimde ona karşı büyüyen öfke giderek artarken usulca kapıyı açtım. Tam da tahmin ettiğim gibi hepsi bu odadaydı, adını bilmediğim o yeni adam bile. Her biri sessizce beni beni izlerken odaya girerek kapıya ardımdan kapatıp bakışlarını Kıraç'a çevirdim. Dün ondan nasıl ayrıldığımı bilmiyordum, gözlerimi kapatmıştım ve uyandığımda yataktaydım. Şimdi onu karşımda görmek tuhaf hissettirmişti. Her zamanki gibi üzerinde siyah değil bu kez beyaz bir gömlek vardı ilk iki düğmesi açıktı. Siyah saçlarındaki hafif uzunluğu kesmişti, tıpkı uzamış sakalları gibi. Ama hala yanaklarını süsleyen kirli sakalları vardı ve bu ona gerçekten de yakışıyordu. Bir ok gibi kalbime saplanan kirpiklerinin ardındaki gözlerine bakarak "Geldim Kıraç," dedim usulca. "Söylesene, Neden Hakan Karadağ'dan şüphe duyuyorsun?"
Bu soru dudaklarımdan döküldüğü an canımı yakarken elim istemsizce boynumdaki kolyeye gitti. Bu kelebekli kolye yüzünden boynuma büyük bir kefaret düşmüştü ve ben bugün Hakan Karadağ'ım katil olmadığını bildiğim halde Kıraç'ın şüphesine ortak olmuştum. Çünkü ondan kurtulmanın tek yolu onun düşüncelerinin yanlış olduğunu ona göstermekti. Derin bir sessizlik odaya düştüğünde Kıraç'ın gözlerine dikkatle baktım ancak hiçbir ifade göremedim orada. Bana bakıp karşısındaki boş koltuğu işaret ettiğinde isteğini red etmeden karşısına geçip oturarak tekrardan gözlerine baktım. O ise masanın arkasında olmasına rağmen hafifçe öne eğildiğinde üzerimde hüküm sürmeye başlamıştı bile. "İçinde ona karşı en ufak bir şüphe bile yokken bu soruyu neden sordun Kavin?"
Sen pes et diye demeye dilim varmadı, bunun yerine gözlerine bakarak "Yoruldum," diye mırıldandım. "Seninle savaşmaktan çok yoruldum çünkü sen beni nasıl kanatacağını çok iyi biliyorsun Kıraç." Bakışlarımı kaçırarak ellerime baktığımda soluk gözlerim yavaşça doldu. Ortamdaki gerginliği herkes hissediyordu, sanki elektrik vardı hava da, hareket edenin canı yanacaktı. Buna rağmen parmak uçlarımla oynayıp "Beni yaralarken sonradan olacakları hiç düşünmedin sen," dedim, sol gözümden bir damla yaş düştü, sertçe yutkundum. "Dün gece senden mum yakmanı istemedim Kıraç, sen odadan çıktıktan sonra korkuyla uyandım ve kendime mum yaktım." Bakışlarımı kaldırıp ona baktığımda buz kestiğini gördüm, anlamıştı, şimdi ne diyeceğimi anlamıştı ama ben yine de sesli söyleyip canını yakmak istiyordum.
"Sen beni karanlıkta bırakmakla tehdit eden bir adamsın. Ben senin yakacağın mum ateşine güvenmem."
Soluk yeşil gözlerimden bir damla yaş daha döküldüğünde Kıraç sertçe yutkunurken herkesin ona şaşkın bir şekilde baktığını fark ettim. Kimse beni bu şekilde tehdit ettiğini bilmiyordu ve sanki böyle bir şeye hiç ihtimal vermemiş gibiydiler. Ama gerçek buydu Kıraç Keskin beni en büyük kabusumla tehdit etmişti. Kimseden ses çıkmazken kafamı dik tutup burukça gülümsedim. "Bu yüzden sordum bu soruyu sana Kıraç. Seninle daha fazla savaşmak istemediğim için." Kara gözleri gözlerimde gezinirken "Yanında duracağım," dedim pes ettiğimi beli ederek. "Ama beni bir daha karanlıkla tehdit etme, olur mu?"
Gözlerini birkaç saniyeliğine aniden kapattığığında canının ne kadar yandığını hissetmiştim. Ama ben onun aksine bu durumdan zevk almamıştım, belki o da almamıştı ama o bile bile beni tehdit etmişti, ben ise bir daha beni yaralamaması için onun canını yakmıştım. Özünde iyi bir adam olmasaydı canı yanmazdı biliyorum, ama dün gece ben de kanattığı yarayı ancak böyle durdurabilirdim.
Özgür karşımdaki koltukta oturuyor olduğu için bana doğru eğilip beklemediğim bir anda buz gibi ellerimi tuttuğunda, hızla ona döndüm. Ancak o ellerim konusundaki hassasiyetimi biliyor gibi soğuklukları karşısında hiçbir tepki vermeden "Sana söz veriyorum hep yanında olacağım Ecrin," dedi sıcacık sesiyle. Bir abinin bakışları vardı gözlerinde, yeşillerimle gözlerine baktığım sırada bir damla gözyaşım daha döküldü. Gülerek ayağa kalkıp beni de kaldırarak "Gel buraya ufaklık," dedi ve beni geniş göğsüne çekti.
Bu odaya gelmeden önce böyle bir durumu yaşayacağımı kesinlikle beklemiyordum. Herkesin bana soğuk olacağını düşünmüştüm ama öyle değildi. Titreyen ellerim istemsizce Özgür'ün siyah gömleğin sıkarken, duygulu bir sesle konuşan Öykü "Ben de ama ya," diyerek yanımıza gelip kollarını bize sardı. Yağmur'da gülerek "Beni unutmayın," dediğinde o da geldi ve ben şaşkınlık içinde gülerken o da kollarını bize sardı.
Tugay "Sarılmaktan nefret ederim ama bende hep yanında olacağım güzellik," dediğinde bakışlarımı ona çevirdim ve başımı sallayarak tebessüm ettim. Gökçe ise çekingen bir sesle saçlarını kulağının arkasına atarken "Bana kırgınsın belki ama ben de," dediğinde ona da aynı şekilde baktım. Evet, kırgındım ama bunun şimdilik bir önemi yoktu. Tolga ayağa kalkıp "Bu sevgi kucaklaşmanıza girerek kendimden ödün vereceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü karizmamı bozamam," dediğinde herkes gülerken o bana baktı tebessüm ederek. "Ben ilk sıradayım güzelim, haberin olsun."
Yüzümde sıcacık bir tebessüm can bulurken hiç beklemediğim bir anda adını bile bilmediğim adam ayağa kalkarak "Ayy salya sümük oldum sizin yüzünüzden!" diyerek yanımıza gelip beni kolumdan tutarak Özgür'ün göğsünden çekti ve omuzlarımı tutarak gözlerime bakıp "Beni tanımıyorsun ama en çok ben yanında olacağım! Valla bak!" diyerek beni aniden kendine çekip sarıldı. Kesinlikle böyle bir şeyi beklemiyordum. Kollarına bana saran adam "Duygusal bir adamım oğlum ben! Yapmayın şöyle şeyler!" dediğinde Tugay sinirle onu enesinden yakalayarak geriye çekip "Bırak lan kızı yavşak herif!" diyerek, bedenime sarılı olan kollardan kurtardı beni. "Amerika'dan geldiğinden beridir şikayet edip duruyordun, ne oldu şimdi?"
Az önceki adam Tugay'ın elinden kurtularak bana bakıp "Ben böyle bir affettin burada olduğunu bilseydim, hiç durur muydum elin memleketinde?" diyerek sırtıttığında bakışlarında beni rahatsız edecek hiç bir şey yoktu. Dalga geçtiği barizdi ama Tugay sinirle "Sinan, deli etme beni kardeşim," diyerek ona tersçe baktı. "Cıvık cıvık hareketlerine sabır gösteremem ben."
İsmini nihayet öğrendiğim Sinan Tugay'ın beni bile ürküten ifadesine umursamazca omuz silkerek "Bence herkes işine baksın," dedi. Ardından bana göz kırparak "Biz de keyfimize," dediğinde Gökçe "Ay yok ben katlanamıyorum gerizekalı kuzenime!" diyerek kendini koltuğa attı. Kuzen?
Sinan ise gülerek "Sanki gizlice bana hayran olduğunu bilmiyorum kuzen," diyerek onun yanına oturdu. Onlar kuzen olduğuna göre, Sinan Kıraç'la da mı kuzendi? Ne çok akrabası vardı onun, benim kimsem yokken. Yağmur omzuma dokunarak "Bizim kuzeniniz olmuyor," dediğinde zihnimi okumuş gibiydi. "Biz Gökçe ile baba tarafından kuzeniz. Halamın kızı, ama Sinan onun baba tarafından kuzeni, yani bizimle akrabalık ilişkisi olsa da çok şükür ki kuzen ilişkisi yok."
Anlamıştım. Sinan dik dik Yağmur'a bakıp "Bügün de elaleme dert olmuşum, çok şükür," diyerek burnunu kırıştırdı. "Burada elalem sen oluyorsun Yağmur'cuk." Kimseyi takmayan kafa yapısı bana garip bir şekilde iyi gelirken Yağmur ona gözlerini devirdi.
Ben ise derin bir nefes alarak bakışlarımı dakikalardır sessiz olan adama çevirdim. Onu nasıl bir çıkmazda bırakmışsam dalgın bir şekilde önüne bakıyordu. Ancak ona baktığımı hissetmiş gibi kafasını usulca kaldırdı ve gözlerime baktı, karalarında pişmanlığı gördüm. Belki de sözüm ağır gelmişti ona, mum istemem senden demiştim. Bir gece ondan mum isteyen kız şimdi hiçbir gece istemezdi, bundan mıydı pişmanlığı? İkimizde birbirimize bakarken diğerleri bakışlarımızı yakalayarak sessiz kaldı. Özgür boğazını temizleyip "Biz sizi yalnız bırakalım," dediğinde diğerlerine baktı ve hepsi bir bir ayaklanıp giderken kapıyı arkalarından usulca kapattılar. Onunla bir başıma kalmak istemesem de konuşmamız gereken konuların var olduğunu bildiğim için sessiz kaldım. O ise mahçup bir halde "Otur lütfen," dedi, "Canımı yakmazsan otururum," diye cevapladım onu.
Sanki bir mızrağı kalbine saplamış gibiydim, bana öyle bir baktı ki, devam etme buna demeye gücü yetmedi. Ama o benim canımı yakarken planlamıştı söyleyeceği her bir sözü, benim dudaklarımdan rastgele çıkan acımasız sözlere bu kadar takılmamalıydı. Bakışlarını kaçırdığında karşısına oturdum ve "Evet," dedim soğuk bir sesle. "Dinliyorum." Eğer başından beridir bana sıcak yaklaşmış olsaydı, belki arkadaşları gibi onunla da anlaşabilirdim ama bir gerçek vardı ki Kıraç kendini kurban etmeseydi, ben burada olmazdım. Evet, o beni zorla tuttuğu için diğerlerine ısınmıştım çünkü ben zaten hayatıma öyle herkesi almazdım. Duru'yu bile başı dertte diye almıştım, ama ona en büyük dert yine ben olmuştum.
Uzun lafın kısası Kıraç bu kadar ısrarcı olmasaydı ben şu anda hiçbiri ile muhatap olmazdım. Kara gözleri üzerimde gezinirken "Hakan Karadağ'dan neden şüphe duyduğumu sana şimdi anlatmayacağım Kavin," dedi, çatık kaşlarla ona baktım. O ise masanın üzerindeki kalemi parmakları arasında çevirerek, "Onun yerine ondan şüphe duymanı sağlayacağım," dedi ve ben nefesimi tutarken o da kalemi dik bir şekilde durdurdu, odada umudumu kıran tok bir ses yankılandı. Kendinden bu kadar emin olması istemsizce gerilmeme sebep oluyordu, tamam yanılıyordu ama ya haklıysa? Bu ihtimal üzerine hızla ayağa kalkıp kaşlarımı çattım. Hayır, haklı falan olamazdı çünkü böyle bir şey mümkün değildi. Bu düşünceyi kafamdan atmalıydım, geçmişimdeki güzel anılara ihanet edemezdim.
Kıraç'da benim gibi ayağa kalktığında yanıma gelerek "Kavin?" diye fısıldadı usulca. "Biliyorum zor ama eğer şimdi karar vermezsen belki aramızdan biri daha ölecek." Beni benim lafımla mı vuruyordu gerçekten? Gözlerim yavaşça dolarken ona bakarak kafamı iki yana sallayıp "Kıraç o, o katil olamaz," diye yakındım. "O katil olamaz. Benim tüm güzel anılarımın içinde o cezaevi var, o avlu, o koğuş ve hatta oradaki katiller var! Hakan Karadağ ben ve oradaki dört çocuğun da kahramanı, o katil olamaz ki. Yanılıyorsun." Gözlerimden dökülen yaşlarla derin bir nefes alarak, kederle bana bakan adamın sessizliği karşısında gözyaşlarımı elimin tersiyle silerek "Tamam," dedim aniden. "Tamam ne yapacaksan yap. Nasıl olsa katil o değil."
Kıraç gözlerini kaçırırken sızlayan kalbimle "O değil," diye mırıldandım. O değil. Eğer oysa sadece beni değil geçmişi de öldürürdü ama katil hiçbir zaman geçmişle ilgili tek kötü bir söz bile söylememişti, çünkü onun benim geçmişimde yeri yoktu. Ama Hakan Karadağ'ın vardı, hem de en çok onun vardı. Kendimden emin bir şekilde "Tamam," dedim ona bakarak. "Tamam ben hazırım." Kıraç, kararsız bir ifadeyle yüzümün her bir noktasını izleyerek "Onun yanına gideceğiz Kavin," dedi, beynim durdu. "Çünkü sana şüphelerimi anlatabilmem için senin onunla yüzleşmen gerekiyor." Sözleri birer kurşun gibiydi ama beni vurduğunun farkında bile değildi.
Ben aylarca bahsettiği o adamı beklemiştim gelsin diye, ama gelmeyeceğini anladığımda aylarım yıl olmuştu. Çok uzun zaman olmuştu onun yüzünü görmeyeli, çok uzun zaman olmuştu sesini duymayalı. Annemin öldüğü gece son kez görmüştüm, silinmişti hafızamdan yüzü, unutmuştum sesini, unutmuştum gülüşünü. Ondan bana geriye kalan tek şey bir kaç yarım yamalak anı ve adıydı. Şimdi nasıl olurda onunla karşı karşıya gelebilirdim, gücüm yeter miydi buna? Hem, küçükken küsmüştüm ben ona ama haberi bile olmamıştı onun. Şimdi geride sadece kırgınlıklarım vardı ve ben onlarla nasıl başa çıkılır bilmiyordum. Kalbim acıyla kasılırken gözlerimi yumarak "Sana yanıldığını göstereceğim Kıraç," dedim, o ise sessiz kalarak gözlerime baktı.
Neden bilmiyorum ama sessizliği beni korkutuyordu, bir şeyler söyleseydi eğer ona karşı gelecek başka şeyler söylerdim ama o sessiz kalınca hiçbir şey söyleyemiyordum. Susuyordu, sanki gerçeği biliyormuş gibi sadece susuyor ve benim de gözümü açmamı bekliyordu. Bu durum kalbimdeki sızıyı iyice artırırken elimi göğsüme bastırarak derin bir nefes almaya çalıştım ancak aldığım nefes bile kalbimdeki acıya iyi gelmiyordu. Sanki göğüs kafesimdeki kalp yerine tüm damarlarıma zehrini akıtan bir kimyasal vardı. Gözlerim yavaşça dolarken Kıraç "İyi misin sen?" diye sordu yanıma gelip kolumu tutarak. Yüzümü izleyen gözleri orada ne gördü bilmiyorum ama "Kavin sakin ol," diyerek bana doğru eğilip ıslak gözlerime endişeyle baktı. "Sakin ol."
Nasıl sakin olabilirdim ki? Tüm hayatımı cehenneme çeviren adamın Hakan Karadağ olduğunu söylüyordu bana? Ben küçücük bir çocukken bile her gece onun yolunu gözlerdim, kahramanımdı o benim. Şimdi yargılandığı bu durum karşısında nasıl sakin olabilirdim? Baş edemiyordum işte, söz konusu sevdiklerim olunca onlarla ilgili kötü bir durumla baş edemiyordum. Kıraç aniden yüzümü avuçlayarak "Kavin, bana bak. Gözlerime bak," dediğinde ıslak gözlerimi onun kara gözlerine çıkarmaya çalıştım. Göz bebeklerime kadar sızan acıyı, kara gözlerindeki telaş karşılamıştı. Sıcacık elleriyle yanaklarımdaki yaşları kırmaktan korkar gibi silerek, alnını alnıma yasladı. "Tamam geçti, ben yanındayım. Sakin ol." Her ne kadar ondan nefret ettiğimi söylesem de şu anda varlığına o kadar çok ihtiyacım vardı ki, bunu beli etmek adına gözlerine baktım, hiç ayırmadı gözlerini benden.
Sert yüzüne rağmen dudaklarında beni mest edecek kadar küçük bir gülüş belirirken "İşte böyle," diyerek bir adım daha yakınıma girdi. "Sakin ol." Bir eli yüzümden kayıp giderken beklemediğim bir anda belimi kavradı ve beni usulca kendine çekti. "Yanındayım."
Belki normal bir zamanda ona bu kadar yakın olmak beni rahatsız ederdi ama şu anda değil. Kalbimdeki acı yavaş yavaş yok olurken kafamı usulca geniş omzuna yaslayıp gözlerimi boşluğa diktim. Kıraç'ın parmak uçları belimde usulca hareket edip daireler oluştururken "Acıyor mu hâlâ?" diye sordu, kafamı olumsuz anlamda sallayıp "Eskisi kadar değil," diyerek kafamı kaldırıp bakışlarımı ona çevirdim. Kara gözleri yeşillerimi şefkatle karşılarken yüzlerimiz arasındaki yakın mesafeyi umursamadan "Teşekkür ederim Kıraç," diye mırıldandım, cevap vermek yerine göz kırparak geriye çekildi. Sanki onun bir adım geriye gitmesiyle tüm bedenimi soğuk bir rüzgar sarmıştı. Belimdeki elinin boşluğu beni afallatırken o yüzüme bakarak "Hazır mısın?" diye sordu, çatık kaşlarla ona baktım.
"Neye?" Az önceki yumuşak ifadesi silinip yerini ciddi bir maskeye verdiğinde gözlerim kocaman açıldı. Ne yani, şimdi mi gidecektik Hakan Karadağ'ın yanına? Tamam, hazırım demiştim ona ama az önce yaşadığım durumdan dolayı bana biraz daha zaman verir sanıyordum. Göz bebeklerim korkuyla titrerken Kıraç "Bekletilen şey zorlaşır Kavin," diyerek gözlerime bakıp sakince nefesini verdi. "Eğer şimdi yapmazsan asla yapamazsın." Haklıydı, bana verdiği güç ile kafamı olumlu anlamda salladığımda kalbim anılara ihanet ettiğimi söylerken aklım ne kaybederiz ki diyordu. Evet, belki anılara ihanet etmiş olacaktım ama ya o anılara benden önce bir başkası ihanet etmişse?
Sormadan nasıl bilecektim ki kelebeğin ömrüne kefaret giydireni? Kimdi ölümü kelebeğin kanatlarına konduran, kimdi o büyük günahı işleyen? Kaç masum ölmüştü bu uğurda, kaç nefes yarım kalmıştı bir hiç uğruna? Hayır, içimde katili bulacağıma dair olan umudum Egemen'le birlikte yıllar önce ölmüştü, ben sadece anılara ihanet edip etmediğimi merak ediyordum. Beni bir mum ateşine muhtaç eden, kabuslarıma sevdiklerimin çığlıklarını getiren o katilin Hakan Karadağ mı yoksa bir başkası mı olduğunu merak ediyordum. Evet, o kişi Hakan Karadağ değildi ama kalbime yer edinen o küçücük şüpheyi yok etmek boynumun borcuydu artık.
Kıraç "Hadi," deyip önden çıktığında derin bir nefes alarak arkasından küçük ama güçlü adımlarla ilerledim. Birlikte merdivenleri aşıp aşağıya indiğimizde diğerleri görünürde yoktu. Kıraç bunu umursamadan dış kapıya yönelince tekrardan onu takip ettim. Bahçedeki korumalara bakmadan "Takip edin bizi!" diye seslendiğinde başta Deniz olmak üzere tüm adamlar emrine itaat ederek arabalara yöneldi. Ancak ben olduğum yerde durduğumda, Deniz arabaya binmek yerine bana bakıp, "Ecrin Hamım, siz iyi misiniz?" diye sordu. Bu sorunun cevabı bende yoktu ama yine de kendimi toparlayarak kafamı olumlu anlamda salladım. "İyiyim."
Her ne kadar bana inanmadığını beli etse de arabasında çatık kaşlarla bizi izleyen adamı göstererek "Sizi bekliyor," dedi. "Ama kendinizi kötü hissediyorsanız bunu ona iletirim," Yardımcı tavrı karşısında gülümseyerek kafamı olumsuz anlamda salladım. "Sağ ol Deniz ama ben gayet iyiyim." Tek kaşını kaldırıp sessiz kaldığında yanından geçerek Kıraç'ın arabasına doğru ilerledim. Benim üzerimde dolanan kara bakışları eşliğinde arabaya yaklaştığımda bir adam benim için kapıyı açtı. Her ne kadar bu durum hoşuma gitmese de sessiz kalarak yerime oturup arkama yaslandım.
Sonu olmayan bir kuyuya düşmüş gibiydim, düşersem ölürdüm, düşmezsem kurtulamaz.
Bundan dolayı acıtsa da devam edecektim çünkü bazı yaralar sakladıkça derinleşir, sarmaya çalıştıkça kanardı. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım ve zihnimdeki o puslu sese kulak verdim.
Bırak kanasınlar Kavin, sen yeterki sar. Günün sonunda o yaralarlardan geriye, sadece izler kalacak. |
0% |