Yeni Üyelik
7.
Bölüm

6. Bölüm “İskambil Kağıtları.”

@leylayesilgoz

ÖLÜME SEN KALA

 

6. BÖLÜM

 

"İSKAMBİL KAĞITLARI."

 

"Biraz eksiğim var, tamamlayamazsın.

Keskin kırıklarım var, toparlayamazsın.

Uğraşma boşuna, bu ruhun yarasını taşıyamazsın."

 

🕯️

 

 

Kaçıp gitmek isteğim karanlıklar vardı zihnimde, ölümün yuva yaptığı odalar, kırık aynaların geride bıraktığı acı dolu anılar. Hatıralar vardı geçmişte, bir pamuk şeker kadar tatlı, bir su kadar berrak ama derin bir kesik gibi acı. Her güzel şeyin bir sonu olurdu, bazı sonlar o güzelliklerin katili olurken bazıları da sadece son olurdu. Kimileri inanmazdı masallara zaten inandığını söyleyenlerinde ihtiyacı vardı yalanlara. Avutulmak isterdi onlar, acımasın diye canları oysa inanmayanların acıdığı kadar acımamıştı henüz canları. Ağır bir yük vardı yaralı olanların kaburgalarının üzerinde, bundan heves etmezlerdi masallara, zaten inanmazlardı mutlu sonlara. Onca kayıp verilirken bir tebessümle biten masala denilir miydi mutlu son, yoksa kandırmaca mıydı tebessümler?

 

Masallara inanmayı annem öldüğünde bırakmıştım ben. Özgürlük diye çıkacağımızı beklediğimiz o cezaevinin gri duvarlarında yaşamıştık son özgürlüğümüzü. Mutlu sonla bitmemişti bizimkisi çünkü vedasız ayrılmıştık onunla, bundan dolayı kanardı içimdeki yara. Masallarda anlatılan prenses vardı ama ben hiçbir zaman o prenses olmamıştım, zaten bu masalda bir prenseste yoktu. Gri duvarların içindeki anne ve kızdık biz, katil gelip masala dahil olana dek. On yedi yıl önce gri duvarlar üzerimize yıkılmıştı, biz o enkazın altında kalmıştık ama insanlar annemi toprağa beni de yetimhaneye gömmüşlerdi. Oysa biz gri duvarları aşıp çıkacaktık buradan, ilk durağımız bir lunapark olacaktı, kader bize mezarlığı reva görmeseydi eğer...

 

Şimdi karşımdaki koca köşke bakıyordum, ama kalbimde derin bir sızıyla, zihnimde anıların haykırışlarıyla. Söylemek isteyipte susmak zorunda kaldığım kelimelerde boğuluyordum sanki, zaman kırıyordu kalemini, acıtıyordu içimi. Çok fazla soruyla dolmuştu zihnim, bana bende yer kalmamıştı sanki. Gözyaşlarım artık içime akıyordu, durduramıyordum onları, hislerime dökülüp bastırıyordu onları. Özlemler vardı şimdi, avuçlarımdan yıllar önce kayıp gidenlere duyulan özlemler ve onlardan daha ağır kırgınlıklar. Buradaydım işte, yıllarca yolunu gözlediğim adamın bana gelmeyen yolunda. Şimdi bir intihar ipi vardı elimde, ya geçmişi asacaktım bu iple ya da yarınları.

 

İpi boynuma doladım, anılar avuçlarımdan dökülürken kendimi astım.

 

İhanet ediyormuşum gibi hissediyordum kendimi, sadece Hakan Karadağ'a değil, anneme, anılarıma, çocukluğuma ve ömrümdeki tek güzel yıllara. Bundan dolayı bu intihar ipinin yeri boynumdu, tıpkı katilin boynuma bıraktığı kefaret gibi onun da yeri boynumdu. Oysa istememiştim bunu, ama mani olamamıştım yanımdaki adama. Çivi çiviyi söktürür diye bir söz vardı, kesinlikle doğruydu. Kıraç Keskin benim inadımı kendi inadıyla en ağır şekilde sökmüştü. Doğrusu çok direnmiştim ona ama bir süre sonra direncim kırılmış ve pes etmek zorunda kalmıştım. Çünkü çok yorulmuştum savaşmaktan, çok yorulmuştum kafamı yaslayacak bir omuz kalmadığından.

 

"Nasıl hissediyorsun?" Yanımdaki adamın tek bir duyguyu bile hissettirmediği sesiyle ona döndüm usulca. Nasıl hissettiğimi bilmem gerekiyor muydu? Acıyordu, çok acıyordu ama neresi bilmiyorum. Acı öyle bir yerdeydi ki her yerim acıyordu ama kaynağı neresiydi kestiremiyorum.

 

İçime alabildiğim kadar bir nefes aldım, ciğerlerim o nefesle cayır cayır yanarken omuz silkerek "Bilmiyorum," diye itirafta bulundum. "Ama sanırım ihanet ediyormuş gibiyim." Parmak uçlarımla oynadığımda Kıraç'ın kaşları usulca çatıldı, benden her türlü cevabı bekliyordu sanki ama bunu değil. Anlamamış mıydı hâlâ Hakan Karadağ'ın benim hayatımdaki yerini? Fark edememiş miydi bu suçlamanın önce benim canımı yaktığını? Kara gözleri yüzümde bir şeyler aradı, ama bulduklarından memnun kalmadı, derin bir nefes alarak gözlerime bakıp "Kavin," dedi bir şeyleri anlamam için. "Bir kez olsun kendin için savaşamaz mısın? Bir kez olsun kaçmadan gerçeklere bakamaz mısın?"

 

En son dediği şeyi yaptığımda verdiğim kayıp yüzünden haftalarca hastanede yatmıştım ben. Gözlerim ağlamaktan kararmış, ruhum solup giderken sessizlik vurulmuştu dudaklarıma. Kelebeğin kanatlarını yakmışlardı ben kendim için savaştığımda, küle dönmüştü kelebeğin kanadı, üzerine Egemen'i gömmüşlerdi. Oysa küldü o kanatlar, hiç küle ölü gömülür müydü? Kıraç'ın hafif sitemli sesiyle gözlerimi kaçırarak sessiz kaldığımda "Neden hep gidecek gibisin Kavin?" diye sordu, gözlerim dolarken sorusuna cevap vermedim. Ama içten içe öleceğim günü bildiğim için demek istedim, dilim varmadı.

 

Başım önde suçlu bir çocuk gibi cevapsız kaldığımda sıcacık parmak uçlarını hissetim çenemde, gözlerim hafifçe açılırken, o hafif bir baskı uygulayarak çenemi kaldırıp gözlerime baktı kederle. "Kelebek değilsin sen Kavin, ama kaçıp gitme diye benden, seni bir kavanoza saklamak istiyorum. Biliyorum bencilce ama bu isteğimi bastıramıyorum." Gözlerim, sözlerinin ağırlığı altında hızla dolarken sol gözümden bir damla yaş düştü, kara gözleri o yaşı takip etti. "Duramaz mısın yanımda? Gökyüzü senin için ölümken, kalamaz mısın göğsümde?" Kalbime birer birer işliyordu kelimeleri, ama toparyalamazdım onları. Çünkü cümle olarak algılarsam kalırdım onda, oysa kalamazdım ölmesin diye.

 

Çenemde çok hafif bir baskı ile duran parmak uçları, yavaşça gözyaşıma dokunurken soluk yeşil gözlerime bakarak "Çok yaralısın küçük kelebek, daha fazla yara almamak için duramaz mısın göğsümde?" dedi, aklıma hastanedeki sözleri geldi. Duru'nun o ameliyattan çıkmasını beklerken göğsünde ağlamıştım, kanatların nereye uçarsa uçsun, konduğun yer benim göğsüm olacak demişti, şimdi ise orada duramaz mısın diyordu. Sürekli kaçıp gittiğimden miydi bu sitemi yoksa yara almamı istememesinden mi? Sanki daha fazla yara alma diyordu bana, yara alma da eskilerini saralım. Oysa sarılmazdı benim yaralarım, sarılmazdı hiçbir zaman.

 

Sessizliğim ona gereken cevap olmuş gibi önce yüzüme baktı hafif bir sitemle, ardından usulca geriye çekilerek tekrardan karşısındaki köşke bakarak "Hazır mısın?" diye sordu. Hazır olmasam da kafamı usulca sallamaktan başka çarem olmadığı için hazırım der gibi işaret verdim, oysa o da biliyordu hazır olmadığımı ama buna rağmen arabanın etrafında duran adamlarına baktı ve Deniz'e küçük bir işaret verdi. En az on iki adamda bu küçücük işaretle silahlarına uzanırken Kıraç beklemediğim bir anda benim bulunduğum yere doğru eğildi ve torpidoyu açarak içinden simsiyah bir silah çıkardı. Ne yapıyordu bunlar? Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken "Kıraç içeride ki Hakan Karadağ!" dedim hızla elindeki silahı tutarak. Parmaklarımız bir kez daha temas ederken önce silahı tutan ellerime baktı daha sonradan korku dolu yüzüme.

 

Bakışlarında en ufak bir değişim olmazken soğuk bir sesle elini geriye çekip silahı beline yerleştirerek "İşte tam olarak bundan dolayı yanıma alıyorum," dedi ve ben ona şok içinde bakarken aşağıya indi. Cidden onu anlamıyordum, katil Hakan Karadağ'mış gibi ona olan bu kesin tavrı nereden geliyordu? Arabadan inip Deniz'in yanına doğru yürüdüğünde kafamı iki yana sallayıp bende araçtan indim ve yanına doğru adımladım. "Etrafta uçan kuştan bile haberiniz olacak! Karşı taraftan gelen tek bir kurşunla hepsini indireceksiniz!" Neyden bahsediyordu bu adam böyle? Ne kuruşunu? Ne indirmesi? Gözlerim şaşkınlıkla onların üzerinde gezinirken beş kişi aldığı emirden sonra buz gibi maskeleri ile büyük köşkün etrafında dururken başta Deniz olmak üzere diğer adanlarda köşkün demir kapısına doğru ilerledi.

 

Herkes bir savaşa hazırlanmış gibi duruyordu. Gözlerim şaşkınlıkla adamların üzerinde gezinirken Kıraç bana dönerek "İçeride ne olursa olsun ağlamayacağına dair bana söz ver Kavin," dedi, bakışlarım onu bulurken kaşlarımı çattım.

 

"Neden? Hakan Karadağ'ın karşısında ağlamam beni güçsüz mü gösterir?"

 

Kara gözleri yüzümde gezinirken dilini damağına vurarak cık diye bir ses çıkardı. "Seni güçsüz göstermez ama o herifin gözyaşlarını görmesi beni rahatsız eder." Sözleri üzerine dilim tutulurken yanıma gelerek sıcacık eline belime yerleştirdi ve yüzüme bakmak için kafasını birazcık eğerek "Söz ver," dedi sıcacık nefesiyle. Oysa ona sözlerimi tutamadığımı daha önceden söylemiştim. Yine de bana olan yakınlığı yüzünden daha fazla uzatmak istemediğim için "Söz," diye mırıldandım.

 

Gözlerime bakarak "Umarım sözünü tutarsın," dedi ve belime hafif bir baskı uygulayarak beni de kendisi ile birlikte yürütmeye başladı. Kaçınılmaz olan an gelmişti işte, attığım her adımda zihnimde bir deprem olurken demir kapının önüne geldiğimizde Deniz kapıya vurmaya başladı. Sanki alacaklı gibi vurması beni bile rahatsız ederken yan taraftaki küçük kapıdan takım elbiseli bir adam çıktı ve öfkeyle bize baktı ancak bu kadar kalabalık olmamızı beklemiyormuş gibi öfkesinin yerini küçük bir şaşkınlık aldı. O da bir koruma olmalıydı çünkü giyim tarzı Kıraç'ın adamlarına benziyordu ya da şu filmlerde oynayan adamlara. Hakan Karadağ'ın neden koruması vardı ki?

 

Gözleri şaşkınlık içinde üzerimizde gezinirken önce Kıraç'a baktı, kaşlarını çattı ardından bakışları beni bulurken çatık kaşları anında düzeldi ama gözlerine anlamlandıramadığım bir ifade yerleşti. Derin bir sessizlik her birimizi kucaklarken karşımdaki adama baktım sadece, neden beni görünce ifadesi değişmişti ki? Tanımıyorduk bile birbirimizi. Bu durum iyice gerilmemi sağlarken Kıraç belime hafifçe baskı uygulayarak "Kasma kendini," diye fısıldadı, ondan güç olarak daha dik bir konum aldım. Haklıydı, kendimi kasmamam gerekiyordu çünkü karşımdaki adamla birbirimizi tanımıyorduk bile. Bakışları üzerimde miydi bilmiyorum ama dik duruşumu fark etmiş gibi "İşte böyle," dediğinde sesindeki gururun benim için olduğunu bilmek gereksiz yere dudaklarımda küçük bir tebessüm oluşturdu. Bu adam garip bir şekilde üzerimdeki enkazları kaldırarak beni ortaya çıkarıyormuş gibi hissettiriyordu. Sanki uzun zaman önce istediğim şeyleri bugün onun sayesinde yapabiliyordum. Yanımdaydı, gerçek anlamda yanımda.

 

Düşlerime koyacaktım onu, imkansızlığa inat olsun diye.

 

Uzun zamandır bu gücü hissetmemiştim, Kıraç Keskin sanki beni baştan inşa etmişti. Tıpkı Egemen ölmeden saatler önceki halime dönüştürüyordu. Ya yavaş yavaş inşa edecekti beni ya da bir yerde yorulacak ve yarım bir bina olarak bırakıp gidecekti ama ne olursa olsun atmıştı temeli ve bu bana Hakan Karadağ ile yüzleşmem için yeterde artardı. Ona verdiğim sözü tutacaktım, ne için olduğu önemli değildi ama söz verdim diye tutacak ve ağlamayacaktım. Hayır, onun gibi Hakan Karadağ'dan şüphe duyduğum için değil, sadece o istedi diye. Çünkü o garip bir şekilde mutlu olmasını istediğim biriydi artık.

 

Derin sessizliği Deniz alaycıl bir tavırla böldü. "Kapısında beklediğiniz ite haber ver. Kıraç Keskin ve Ecrin Kavin Ulusoy geldi." Onun bu kadar kaba bir dil kullanması beni şaşırtırken karşımazdaki adam ağzını açmıştı ki, az önce onun çıktığı kapıdan bir başkası daha çıktı ve öfkeyle "Sabri, oğlum niye bir saattir burada bekliyorsun!?" dedi. Ancak kırklı yaşlarındaki adamında bakışları önce Kıraç'ın adamlarını buldu daha sonra Kıraç'ı ve hemen yanındaki beni. Sanki beni gördüğü an gökyüzünden bir yıldırım düşmüştü ayaklarının önüne, gözleri bir kabus görmüş gibi büyüdü, dudakları aralandı. Beni tanımıyordu ama aynı zamanda tanıyor gibi bakıyordu. Bu durum karşısında kaşlarım çatıldığında Kıraç oldukça sakin bir sesle "Hakan bizi bekletmenizi hoş karşılamaz Beyler," dedi ciddiyetle. Ardından tutuşunu sıklaştırarak "Ayrıca biraz daha bekletirseniz leşinizi yere sermekten zevk alacak adamlarım var," diyerek etraftaki adamlarına baktı.

 

Her biri bir robot gibi keskin gözlerle karşımızdaki adamlara bakarken Kıraç'ın adamlarını da kendisine benzettiğini fark ettim. Sanki her an bir çatışma çıkmasını istiyorlarmış gibi duruyorlardı. Cidden tuhaflardı. Boğazımı temizleyerek karşımdaki iki adama baktığımda az önce çıkan adam Sabri'ye dönerek "Hakan Bey'e haber ver," dedi ve o içeriye giderken bize döndü. "Hoş geldiniz Kıraç Bey. Keşke gelmeden önce haber verseydiniz."

 

Tanışıyorlar mıydı? Gözlerim şaşkınlık içinde Kıraç'ı bulurken o umursamaz bir tavırla karşısındaki adama bakarak "Neden Kemal?" dedi onu baştan aşağıya memnuniyetsiz bir tavırla süzerken. "Pasta börek mi yapacaktın bize?" Deniz Kıraç'ın sözleri üzerine kıkırdayarak gülerken, Kemal denilen adam sinirle kaşlarını çattı ancak hiçbir şey diyemedi. Kıraç'ın ise bakışları gülen Deniz'i bulurken Deniz de o bakışları fark ederek hemen kendisini toparlayıp "Kusura bakma abi," dedi, bu kez diğer adamlar ona güldü.

 

Bu durum garip bir şekilde benim de içimi ısıtırken Deniz sinirle kaşlarını çatıp, "Gülenin ağzına mermileri sokarım!" diye bağırdı ancak tehditti hiçbirinin umurunda değildi. Sanki iş arkadaşından daha farklı bir iletişimleri vardı ve bu anında fark edilecek kadar güçlüydü.

 

Kıraç, Deniz'in sözleri üzerine sinirle "Düzgün konuş it! Direkt ağzına sokarım silahi!" dedi ancak Deniz'in şaşkın bakışları bize kayarken "Ama abi sende bozuk konuşuyorsun," diyerek kendini savundu.

 

Bu durum karşısında kendimi tutamayıp güldüğümde ben dışında kimseden ses çıkmazken kafamı kaldırıp sessizliğin nedenine baktım ancak herkes zaten bana bakıyordu. Ne? Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken Deniz ve korumaların şaşkın bakışları yüzünden gözlerimi hemen yanımdaki adama kaldırdım ancak onun bakışları daha tuhaftı. Sanki gülmüş olman onun için bir güneş tutulmasına eş değer gibi, nadir gerçekleşen bir olaymışçasına bakıyordu bana. Oysa ben onun sandığının aksine sık sık gülerdim. Tabi Duru'yla birlikte. Ama 7 Ekim'den beridir hiç gülmemiştim ve o, o geceden beridir hayatımda olduğu için hiç görmemişti gülüşlerimi.

 

Herkesin, özelikle yanımdaki adamın bakışları yüzünden yanaklarım al al olurken kafamı öne eğip ayakkabılarıma baktım. Cidden böyle bir tepki vereceklerini bilseydim asla gülmezdim, ne vardı ki sanki gülmüşsem? Hiç mi gülen bir kadın görmediler? Ben toprak yarılsa da içine gömülsem diye beklerken demir kapının açılması ile neyseki dikkatler benim üzerimden kalkmıştı. Bakışlarım iki yana açılan kapıdan karşımızdaki koca evi bulurken nefesimi tuttum. Üç katlı beyaz ve altın çizgileri olan çok hoş bir evdi. Ancak bu bahçede de Kıraç'ın bahçesinde olduğu gibi koruma ordusu vardı. Gözlerim anlamsızca o adamların üzerinde gezerken belimdeki sıcacık elin baskısını hissettim. "Hadi Kavin."

 

Kıraç'ın bir fısıltı gibi çıkan sesi sadece benim kulaklarımda can bulurken kafamı kaldırıp ona baktım. Yüzü yine ifadesizliklerle doluydu, biçimli kaşlarının altında ki kara gözlerinde bile hiçbir duygu yoktu. Sinirli miydi yoksa çok mu sakin karar veremiyordum ama kemikli yüzünde em ufak bir kımıldama dahi yoktu. Gözlerim titreşirken gözlerine baktım, dudaklarının solunda çok hafif bir kıvrılma oluştu. Sanki ateş oraya düştü ama benim tenimde yandı, bu durum karşısında şaşkınlığa uğradığımda Kıraç aniden "Tuhafsın Kavin," diye fısıldadı, afalladım.

 

"Anlamadım?"

 

Yüzünde serseri havası yaratacak bir ifade oluşurken bana yandan bakarak bahçeye doğru adımladığında bir kez daha "Tuhafsın," dedi.

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken belimdeki elinin sıcak baskısı yüzünden bende onunla birlikte yürümeye başladım ve korumalar bizi duymasın diye kısık bir sesle "Bunu iyi anlamda mı yoksa kötü anlamda mı söylüyorsun?" diye sordum.

 

Dudakları yana kayarken "Fazlasıyla iyi anlamda," dedi, ateş bastı.

 

Hayatımda aldığım en garip iltifat bu olabilirdi sanırım. Gerçi iltifat olup olmadığını anlamamıştım bile. Asıl tuhaf olan oydu ama farkında değildi. Büyük bahçeden eve doğru adımladığımızda zihnime yine Hakan Karadağ düştü, garip bir şekilde az önce onu unutmuş ve sadece yanımdaki adama konsantre olarak kendimi farkında olmadan rahatlatmıştım. Ama şimdi yine zihnimin en orta yerindeydi ve bulunduğu yeri çok acıtıyordu. Kapıda Sabri denen adam bize bakarken "Beni takip edin lütfen," dedi zoraki bir kibarlılık içerisinde. Sanki küfür etmek istiyor ama bir yandan da kendini zor tutuyor gibiydi. Bizi burada görmek onu ve diğer adamları gerçek anlamda sinirlendirmişe benziyordu.

 

Kaşlarım bu durum karşısında çatılırken Kıraç, bizi takip eden Deniz'e dönerek "Koçum siz burada bekleyin," dedi ancak anında itirazla kaşlarını kaldıran adam "Abi seni yalnız bırakamam," diyerek inatla kafasını iki yana salladı. Gerçek anlamda Kıraç'a duyduğu bir sadakat vardı lakin bu basit bir patron ve çalışanın sahip olamayacı kadar sıcak bir duruma benziyordu.

 

Kıraç'ın kaşları onun bu tutumuyla çatılırken kasılan bedeniyle "Deniz, zorla küfür ettirme kendine," dediğinde Deniz şaşkınca ona baktı.

 

"Abi sen bana zorla mı küfür ediyorsun? Ben de keyif aldığını sanıyor-"

 

"Siktir git piç kurusu!" Kıraç'ın sözleri Deniz'in sustururken, yüzünde küçük bir tebessüm oluşan adam rahat bir nefesle "Sabahtan beri küfür etmeni bekliyordum abi," dediğinde gözlerim şokla açılırken Kıraç kısık sesle bir küfür savurup ona şok içinde baktı.

 

"Çok mu üzerine geldim lan ben senin? Küfür arsızı olacak kadar mı küfür ettim sana?" Deniz'in yüzünde küçük bir sırıtış oluşurken "Yok abi, sadece senden duymak hoşuma gidiyor," dediğinde kendimi tutamayarak güldüm. Bu herif gerçek anlamda sorunluydu, eminim Sinan ile iyi bir ikili olabilirlerdi.

 

Bu kez Kıraç şoktan olsa gerek gülüşüme takılarak beni rahatsız etmek yerine sertçe yutkundu. "Deniz, eğer bir gün yönelimin hakkında bir açıklama yaparsan yıllardır bana yürüdüğünü düşünerek seni vururum."

 

Şu anda bu ortamda konuştukları konu yüzünden ciddi kalamadığımda Deniz "Yok abi!" dedi hızla kafasını iki yana sallayıp yüzünü buruşturarak. "Sen yanlış anladın. Ben kadın seviyorum. Bildiğimiz kadın. Saf ve hakiki olanından."

 

Bu kez sadece ben değil Kıraç'a ait tüm adamlar kendini tutamayıp güldüğünde, Kıraç öfkeyle bir küfür savurup "Gözüm görmesin seni arsız herif!" diyerek bana döndü. Sanki ondan çıkarmadığı öfkesini benden çıkarır gibi sert bir şekilde tebessümün dalgalandığı dudaklarıma bakarak "Gülme ve yürü," dedi belimi daha sıkı kavrayıp içeriye girerek. Bu tepkisini beklemediğim için adımlarına zar zor ayak uydurarak belimdeki sahiplenici tutuşu yüzünden karnımı içe çektim. Parmak uçları hafifçe sol tarafa doğru kaymış ve adeta belimi sarmıştı. İnce bir belim olduğu için büyük avcu neredeyse orada hakimiyet kurar gibi duruyordu ve bu nedenini bilmediğim bir şekilde kalp ritimlerimle oynuyordu. Kıraç Keskin bana ne yapıyordu bilmiyorum ama nefesimi kestiği ortadaydı.

 

Sabri'nin bizi yönlendirmesi ile büyük evin sağ tarafına ilerlerken iki kapılı bir odanın önünde durduk. Sabri kapıya iki kez vurduğunda yılların eskitemediği o ses yankılandı kulaklarımda.

 

"Gel!"

 

Ben her zaman yanında olacağım Kavin.

 

Verdiği sözleri her zaman tutan adam on yedi yıldır bana verdiği sözü tutmamıştı ama bu gün ben onun karşısında gelmiştim. O yanımda duracaktı, ama ben karşısında duracaktım. Nasıl bir acıydı bu böyle? Sesini duyduğum an kalbime saplanan oklarla gözlerimin dolmasına neden olamadım. Biliyorum, yanımdaki adama söz vermemiş olsaydım eğer o gözyaşlarım daha onu görmeden bir bir akar, boynuma dolanarak beni boğardı. Ama gözlerim dolsada izin vermedim o yaşların akmasına, içime düşsünler istedim, bağrındaki o büyük ateşi söndürsün diye. Parmak uçlarıma kadar yandığımda durakladığımı fark eden Kıraç usulca belimi okşayarak bana doğru eğildi. Sıcacık nefesi kulak ve boynum arasındaki boşluğa çarparken ürperdim ama bunu beli etmedim.

 

Aksine nefesimi tutup "Güçlü dur," sözleriyle kafamı dik tutarak dudaklarımı yaladım. Haklıydı, güçlü durmam gerekiyordu. Sabri kapıyı açarken kalbim maratona koşar gibi koşmaya başladı, vuslatın bağrındaki mühür usulca kırıldı. Kapının ardından gördüğüm adam sadece nefesimi değil, aklımı bile keserken sadece bakakaldım ona. Yıllar ne kadar da güzel davranmıştı ona, ne güzel tutmuştu hayat onun elinden. Saçlarına düşen aklar bile yaşlandırmaya yetmemişti sanki onu, oysa elli üç yaşında olmalıydı şimdi. Çehresinden hiç kaybolmamıştı gücü, kahve gözlerinden hiç düşmemişti o disiplini. Ama bir burukluk vardı dudaklarında, bir burukluk vardı yüreğimi paramparça eden, bir burukluk vardı ikimize de o gece sürükleyen.

 

O her zaman bastığı toprağı titreten ama yumuşacık kalbi ile beni mest eden bir adam olmuştu. Onun yüzünde ki bu burukluğu en son annem öldüğünde görmüştüm, şimdi yine neden o burukluk vardı dudaklarında? Bana gelmediği için mi pişmandı, yoksa var mıydı başka bir sebebi? Hakan Karadağ, yüzü soğuk kalbi sıcak adam, neden gelmedin bana? Küçücük bir kız çoğuydum sadece, onu beklerken annesini mezara gömmüş küçücük bir kız çocuğuydum. Kimsesizdim o yetimhanede, ama gri duvarların arasındaki mahkumlar çıksa oradan belki kimsesiz olmazdım diye düşünürdüm her gece. Oysa bilirdim, çıkmazlardı oradan, çıkamazlardı bir ömür. Peki tek umudum Hakan Karadağ iken o neden gelmemişti bana? Kırgındım ona, görüyor muydu bunu gözlerimde?

 

Şimdi kırgınlıklarım vardı ceplerimde, taşıyamaz mıydı onları benimle?

 

Hiçbir zaman vuslatın böyle olacağını düşünmemiştim, doğrusu bir vuslatın olacağını bile düşünmemiştim çünkü kalbimde yeşeren umut yıllar önce kuruyup ölmüştü. Ben yıllar önce bir gecede veda etmiştim Hakan Karadağ'a, çığlıklarımı kimse duymasın diye yastığa gömülerek saatlerce ağlamıştım, sönmemişti içimdeki ateş. Şimdi ikimiz de birbirimize bakarken ne yapmam gerekiyor bilmiyordum, gidip ona sarılamazdım bu kırgınlıklarla, bana sarılmasını istemiyordum hiç gelmediği yıllardan. Bundan dolayı sessizce ona baktım ve Kıraç Keskin'i bile şaşırtacak bir soğuklukla "Merhaba," dedim sadece. Oysa bu merhabaya ne anlamlar sığdırılabilirdim. En başta gelmedin diyebilirdim ama demedim, ağlayarak seni çok özledim bile diyebilirdim demedim, belki de biraz öfkeyle sözlerini tutmadın diyebilirdim ama onu da demedim, kırgın bir şekilde neden diye sormak istedim, soramadım.

 

Tüm isyanlarım içimde kaldı, anlamasını umdum.

 

"Hoş geldin Ecrin," dedi titreyen sesiyle, anlamadığını anladım. Pişmanlıkları yetmezdi bana, söküp alamazdı kırgınlıklarımı. Benim yıllarca taşıdığım bu yüke onun gözleri bile dokunmadı. Belimde hissettiğim sıcacık elini hareketiyle derin bir nefes alarak kendimi dik tuttum. Ne zaman güçsüz bir şekilde dursam Kıraç belimden destek vererek varlığını hatırlatıp güçlü olmamı sağlıyordu. Eğer o olmadaydı zaten çoktan yıkılmış olurdum. Bakışlarım Hakan Karadağ'dan bir saniye bile çekmeden gösterdiği koltuğa doğru ilerledim, Kıraç'ta benimle birlikte odaya girdiğinde Sabri kapıyı kapatıp dışarıya çıktı. Şimdi odada üçümüz tek vardık. Ağır bir gerginlik üçümüzün arasında gezdiğinde Hakan bakışlarını Kıraç'a çevirip elini uzattı. "Seni Ecrin'in yanında görmek beni şaşırttı Kıraç. Tanıştığınızı bilmiyordum." Onlar tanışıyordu, değil mi?

 

Kaşlarım usulca çatırken Kıraç onun eline iğrenerek bakarak belimi daha sıkı kavrayıp, sırtımın göğsüne değmesine neden olacak kadar beni yakınına çekti. "Tanışıklığımızı bilmene gerek mi var?"

 

Hakan kısa bir an bana bakıp şaşkınca Kıraç'a döndü. "Hayır, ama Ecrin'in seninle arkadaş olmasına şaşırdım doğrusu."

 

"Arkadaş değiliz."

 

"Arkadaş değiliz."

 

İkimizinde dudaklarından aynı anda aynı sözcükler düştüğünde Hakan kaşlarımı çatarken istemsizce Kıraç'a baktım. O ise bana bakmadan Hakan Karadağ'ın gözlerinin içine bakarak sırıtıp "Biz daha farklı bir durumdayız," dediğinde neyi kast etti anlamadım ama Hakan Karadağ'ın gözlerinden sert bir ifade geçti. Neler olduğunu anlamıyordum. Şifreli mi konuşmuştu? İyi de Hakan'ı sinirlendirecek ne demiş olabilirdi ki?

 

Ben anlamsızca ikiliye bakarken Kıraç bana dönerek "Otur küçük kelebek, yorma kendini," dediğinde ona bakakaldım. Bana çok fazla yakın davrandığının farkında mıydı? Hakan Karadağ yanlış anlayacaktı. Yüzündeki ifadesizliğe karşı bir şey demeden koltuğa oturduğumda o da karşıma oturdu ve bacak bacak üstüne atarak arkasına yaslanıp, gayet rahat bir tavırla başını hafifçe yana eğdi, ayaktaki adama baktı. "Sen neden oturmuyorsun Hakan? Bir sorum mu var?" Kendisinden kat ve kat büyük olduğu halde ona nefretle bakıp adıyla hitap etmesi sinirlerimi bozarken bakışlarımı Hakan'a çevirdim. Şaşkın bir ifadesi vardı ancak bunu hemen toparlayıp yerine oturdu.

 

Kaşlarını çatarak "Şaşkınlığımı mazur görün lütfen," diyerek bana döndü. "Ecrin'e büyümüşsün bile diyemedim." Yüzündeki tebessüm canımı yakarken Kıraç hoşnutsuz bir şekilde kafasını iki yana salladı.

 

"Bunu onu ilk gördüğün an demen lazımdı ama sen durup şimdi diyorsun Hakan." Sesindeki derin manayla kaşlarım çatılırken Kıraç etrafa baktı. "Sanki zaten onu her sene görüyormuş gibi sonradan söylemen çok manasız. Sen onu ilk kez on yedi yıl sonra görüyorsun, değil mi?" Ne diyordu bu adam böyle? Resmen her sene bana saldıran katilin o olduğunu ima ediyordu? Tamam onun şüphesi bu yöndeydi ama buraya onu yargılamaya değil bir şeyleri anlamaya gelmiştik. Ayrıca ben Kıraç'a her sene saldırıya uğradığı söylememiştim ki? Ah, bir dakika, Duru söylemişti değil mi? Aklıma gelen o günle derin bir nefes verdim. Beni kurtarmak için bildiği her şeyi anlatmıştı ve zaten Kıraç benim hakkımda araştırma yaptığı için mutlaka bu konuda bilgi sahibi olmuş olmalıydı. Çünkü Egemen ölmeden önceki tüm yıl dönümlerinde başıma gelen her şeyi polise anlatıyordum ama hiçbir zaman sonuç alamamıştım.

 

Hakan ona kaşlarını çatarak bakıp "Ne ima etmeye çalışıyorsun sen?" diye sordu.

 

Kıraç bir anda ciddileşip "Kavin'in annesi Hale Güngör'ün katilini arıyorum," dedi ve bacağını indirip masaya doğru eğildi. Şimdi tüm güç onda gibiydi. "Katil o cezaevinin içinden biriyken nasıl olurda yakalanamaz anlamıyorum Hakan. Sanki birisi veya da birileri arkasını toplamış gibi."

 

Hakan'ın bakışları beni bulduğunda Kıraç'a cevap vermek yerine "Annenin katilini mi arıyorsun Ecrin?" diye sordu şaşkınca. Ardından cevap vermemi bile beklemeden hüzünle konuştu. "İyide o bıçakta bir parmak izi bile yoktu. Varsa da sadece Ecrin'e aitti o izler. Katili nasıl bulmayı düşünüyorsun? Ben yıllarımı verdim ama bulamayınca görevden istifa ettim." Duyduklarım beni şaşkına çevirirken Hakan bana baktı. "Ben içeride olduğum halde bulamadım Ecrin, sen nasıl bulacaksın?"

 

Gözlerimi kaçırarak "İçeriden değil o," dedim, Kıraç'ın gururlu bakışlarını üzerimde hissettim. "Biliyorum o bıçağı tuttuğum için parmak izlerini sildim, ama zaten bıçağın üzerinde parmak izi yoktu." Hakan Karadağ bana kaşlarını çatarak bakarken Kıraç bu bilgiyi ondan sakladığım için şaşkınlık içinde "Nereden biliyorsun bunu?" diye sordu. Hakan Karadağ sormadı.

 

Kalbim bu durum karşısında kasılırken belki de şaşkınlığı yüzünden soramadı diye düşünerek Kıraç'a baktım. "Katilin her sene bana gönderdiği yıl dönümü kartları var. Onların içinde yazıyor."

 

Kıraç sinirle "Nerede o kartlar?" dediğinde ürkerek ona bakıp "Evinde," dedim, rahat bir nefes alarak "En azından güvenli bir yerde." dedi.

 

Hakan şaşkınca "Ne katili? Kim sana her sene kart gönderiyor Ecrin?" dediğinde neden bilmiyorum ama samimiyetini hissedememiştim. Belki de Kıraç yüzünden ben de ona katil gözüyle bakmaya başlamıştım. Bu durum canımı sıktığında kafamı iki yana sallayıp derin bir nefes aldım.

 

"Annemin katili onun yıl dönümlerinde bana kart yollar ve-" Gözlerim dolduğunda devam edemeyeceğimi anlayıp bakışlarını kaçırdım, Kıraç sessizce devam etti.

 

"Ve o piç kurusu her yıl dönümünü Kavin'e zehir eder. On yedinci yıl dönümünde oradaydım, Kavin'in üzerine sayısız kurşun sıkıldı ama bir tanesi bile tenine değmedi." Kaşları çatılırken önce bana sonrada Hakan Karadağ'a baktı. "Sizce de çok tuhaf değil mi? Öldürecek ama öldürmüyor. Bir piç kurusu bunu neden yapar?"

 

Sanki bu kez sadece Hakan Karadağ'ı değil beni de yargılıyordu, sakladıklarım yüzünden bunu yaptığını biliyordum ama yine de bana böyle bakması canımı acıtmıştı. Hakan Karadağ şaşkınlık içinde bana bakarak "Ecrin doğru mu bütün bunlar?" dedi hızla ağaya kalkarak, sandalyesi duvara çarptı ama umursamadı. Sinirle alnını sıvazlayıp "Yıllarca neredeydin sen?" dedi isyan eder gibi. "On yedi yıl Ecrin! On yedi yıl ne yaşadın sen?"

 

Ölümü yaşadım, ölmeden yaşarken.

 

Gözlerim tekrardan dolduğunda ağlamamak için dudaklarımı ısırdım, başım çaresizlik içinde önüme düştü. Kıraç sanki ne durumda olduğumu anlamış gibi "O katili bulacağım Karadağ," dedi ona ilk kez soyadıyla hitap ederek. "Nerede olursa olsun, hangi delikte saklanıyorsa saklansın bulacağım ve kendi ellerimle sonunu getireceğim." Bakışları beni bulduğumda öfkeli bir şekilde "Onun istediği bende," dedi, meydan okuyan sesine karşı nefesim kesildi. "Eğer onu istiyorsa önce beni geçmesi gerek." Derin bir sessizlik olduğunda ikisi arasında bir bakışma geçti, ben kafamı kaldırıp Hakan'a baktığımda o da bana bakarak "Size yardım edeceğim," dedi.

 

Gözlerinde gördüğüm kararlı ifadeyle Kıraç'a döndüğünde "Tüm uzantılarıma bu durumu bildireceğim," diyerek ellerini sinirden nereye koyacağını bilmez bir şekilde etrafa baktı, daha sonradan masaya yasladı. Ardından Kıraç'a bakarak derin bir nefes aldı. "Beni bu durumdan haberdar ettiğin için sağ ol Kıraç. O katilin kim olduğu en kısa sürede ortaya çıkacak!"

 

Kıraç buz gibi bir ifadeyle "Kuşkun olmasın," deyip ayağa kalktığında bende ayaklandım ve buruk bir şekilde karşımdaki adama baktım.

 

"Karadağ. Bir şey demeyecek misin bana?" Neden gelmediğini söylemeyecek miydi? Yıllarca onu bekleyen küçük bir kızı avutmayacak mıydı? Bir nedeni yok muydu yoksa öylesine mi gelmemişti? Anlatmayacak mıydı bana hiçbir şeyi ben sormadan? Hep susacak mıydı öylece? Acı, kalbimde büyük bir yer edinirken başımı yana eğdim tüm kırgınlıklarımla. "Beş yaşındaki o çocuğu umuttun mu yoksa?" Ağır bir sessizlik odaya düştüğünde Hakan Karadağ bana baktı, sertçe yutkundu. Pişmalıklar akıyordu yüzünden, ama bunu vuramıyordu dudaklarına. Başını öne eğdiğinde sol gözümden bir damla yaş düştü, o görmeden hızlıca sildim.

 

"Karadağ, hâlâ seni bekleyen bir çocuk var karanlıkta. Olurda konuşmak istersen onunla, bekliyor seni bir mum ışığıyla."

 

Bana baktı, ona baktım, tutamadım Kıraç'a verdiğim sözümü ve gözleri gözlerimdeyken bir damla yaş daha düştü, ona takıldı.

 

Saf bir acıydı bu, kaburgalarımdan başlayıp her bir hücreme kadar sızan. Ölümü vaat eden ama öldürmeyen, ne acı, bana geçmişi yaşattı. Dudaklarımda ağır bir tebessüm oluştu, başımı eğdim. Bak anne, kelebeğin ne halde? Bir mum ateşinde, öylece beklemekte. Şimdi mutlu muydu zamanın kanlı çarkı, akrep bulur muydu yelkovanı? Gökyüzündeki bulutlar söyler miydi o şarkıyı, fısıldar mıydı rüzgar boşlukta , okyanuslar anlatır mıydı bana yoksa son nefesimde mi verilecekti, o günah? Şimdi zihnimdeki anıları bir bir kara bir toprağa gömmüyordum, ölmüştü onlar, yaşatamamışım meğer. Ne acı değil mi? Yıllarca bir nedeni vardır dediğim şeylerin şimdi bana söylenecek yüzleri yok. Kelimeler ne zaman yitirmişti anlamını, ne zaman kaybetmiştik bunu?

 

Ağır bir yük omuzlarıma bindiğinde Kıraç yanıma gelerek ölümün yıllar önce tuttuğu elimi tuttu ve karşımızdaki yorgun adama bakarak "Katili benden önce bulursan ona söyle," dedi ve elimi onun gözlerine sokmak istercesine havaya kaldırdı. "Ecrin Kavin Ulusoy'u almak istiyorsa buyursun gelsin. Kapım ona açık." Nefretle söylediği her bir söz benim yüreğime otururken bana döndü ve güç veren bir bakışla "Gidelim," dedi. Son kez ona bakmadım, bakmak istemedim ve Kıraç'la birlikte odadan çıktım. Sanki yer ayağımın altında sallanıyordu, ağır gelmişti bu yüzleşme, çok ağır. Bu odaya girerken ceplerimde kırgınlıklar vardı ama çıktığımda omuzlarımda ölü anılar. En ağırı da zaten buydu, anılar öldüğünde insanlarda ölürdü. Ben bu odadan beş yaşındaki bir kız çocuğunun cenazesi ile çıkıyorudum. Acıyordu, çok acıyordu.

 

En derinlerde hissettiğim acının eşliğinde Kıraç'la birlikte evden çıktığımızda Deniz ve diğer tüm adamların bakışları anında bizi buldu. Her birinin kaşları benim yüzümü gördükleri an derinden çatılırken Deniz sinirle dişlerini sıkıp ellerini yumruk yaptı. Sanki Kıraç bir emir verse anında içeriye girecek ve gözyaşlarıma sebep olanları tek tek indirecekti. Kıraç'ın tüm adamlarının bana olan bakışları fazla sahiplenici ve merhamet doluydu, acaba onlarda mı biliyordu hikayemi? Daha önceden bu kadar derin bakmamışlardı çünkü bana, şu üç günlük zaman mı alıştırmıştı onları beni yoksa acıyorlar mıydı bana? Gözlerimden bir damla yaş düştüğünde neyse ki önümde duran Kıraç bu yaşı görmemişti. Sözümü tutamadığım için utanıyordum oysa son ana kadar çok iyi dayanmıştım.

 

Kıraç buz gibi bir sesle "Gidelim," diye emrettiğinde, Hakan Karadağ'ın korumalarının küstah bakışları altında dış kapıya doğru ilerledik. Demir kapıyı açan Kemal'e bile bakmadan her birimiz dışarıya çıktığımız da dışarıda nöbet tutan Kıraç'ın adamlarının da bakışları bizi buldu. Onlar da yüzümü gördü, onlarda halime kederlendi. Kıraç durmadan yürümeye devam ettiğinde elimi tuttuğu için bende onunla yürümek zorunda kaldım ancak demir kapının arkamdan kapandığını duyduğumda adımlarım kesildi, yürümediğimi fark eden adam olduğu yerde durarak omzunun üzerinden bana baktı. Çatık kaşları yüzümde gezinirken bir şeylerin ters gittiğini anlamış gibi derin bir nefes aldığında, çok değil sadece bir kaç saniye içinde onun karşısında hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

 

Kimse umurumda değildi, kimin ne düşündüğü ile ilgilenmiyordum. Acım büyüktü, dindirmenin yolu ağlamak olmasa da tek yapabildiğim şey şimdilik bu olduğu için ağladım. Kıraç ise bana dönerek hiç beklemediğim bir anda tuttuğu elimle beni göğsüne çekti, her iki eli de belimi buldu, orada, göğsünde ağlamama izin verdi. Hıçkırıklarım daha can alıcı bir şekilde yankılanırken gözyaşlarım hiç durmadan aktı. O ise sabırla saçlarımı okşayıp bekledi beni, göğsünde sakinleşmemi. Ancak durmuyordu gözyaşlarım, çok ağırdı acım.

 

Kimseden en ufak bir ses dahi çıkmazken Kıraç ne yapacağını bilmez bir şekilde ellerini bedenimden çekti, göğsünü şişiren derin bir nefes aldı, ardından usulca kollarını bedenime sarıp tüm yaralarımı iyileştirmek ister gibi bana sarıldı. Ama olmadı, gözyaşlarım durmadı.

 

Bu nasıl bir yara?

Sarılıp iyileşirdi güya?

 

Anıları gömmüştüm ben, beş yaşındaki çocuğa gerçekleri anlatmış ölmesine sebep olmuştum. Bu yara iyileşmezdi, bu yara durmazdı, bu yara kanardı.

 

Kaç dakika orada öylece durduk bilmiyorum, artık omuzlarım çökmüştü acıdan, ayak tabanların ağrıyordu başım ise neredeyse patlayacak gibiydi. Hıçkırıklarım durmuş, gözyaşlarım kurumuş ama iç çekişlerim bitmemişti, tıpkı acımın hâlâ dinmediği gibi. Nefes almayı unutur muydu insan yoksa alsa da ciğerleri kabul etmez miydi o nefesi? Ben Kıraç'ın sandal ağacı kokusunu çekiyordum içime, ulaşmıyordu ciğerlerime. Gözlerimdeki ağırlığı zar zor kaldırıp araladım onları, kafam hâlâ Kıraç'ın göğsündeydi. Soluklanamaz mısın demişti, soluklanmıştım.

 

Soluk yeşil gözlerimle önce etrafa baktım, tüm korumalar çember oluşturmuştu etrafımızda ve hepsinin arkası dönüktü bize. Kaşlarım bu görüntü karşısında istemsizce çatılırken hâlâ bedenime sarılı olan güçlü kollarım arasında kıpraştım, Kıraç nihayet kendimi geldiğimi anlayıp gevşetti kollarını ama çekmedi. Sanki her an düşecekmişim gibi hazır olda bekledi. Şiddetli baş ağrısıyla hafifçe geriye çekilip kafamı kaldırdım ve beni izleyen karalar karşısında nefesimi tuttum.

 

Gözlerinde öyle bir ifade vardı ki, sanki saatlerce beklerdi beni, usanmazdı asla. Kara gözleri ağır ağır yüzümün her bir zerresinde özenle gezerken usulca kaldırdı elini, parmaklarının tersiyle yanaklarımdaki ıslaklığı sildi. Bu beklemediğim bir şeydi, kesik bir nefes alıp ona bakakaldığımda içimi yakan ateşten bir haberdi. Kederin gezindiği sesiyle yüzümü kırmaktan korkar gibi okşayarak "O ilk gözyaşını akıtan şey neydi Kavin?" diye sordu, kalbim titredi.

 

Kızmış mıydı bana, sözümü tutamadım diye kırgın mıydı yoksa? Ama geçerli bir sebebim vardı. Yüzümde usulca hareket eden parmaklarının şefkatiyle gözlerimi kaldırıp kalbime bir ok gibi saplanan kirpiklerine baktım önce, daha sonrada kara gözlerine. Sanki günlerdir ona konuşmamak için dudaklarıma vurduğum mühür, tam şimdi bu anda kırılmıştı. "Kıraç," dedim titeyen sesimle, benim sesim titredi onun gözleri. "Haklıymışsın. Katil Hakan Karadağ."

 

Acıydı, ama gerçekti. Belki de gerçek olduğu için bu kadar acıydı, bilemiyorum. Tek bildiğim az önce döktüğüm tüm gözyaşlarımın sebebinin bu gerçek olmasıydı. Bundan dolayı gömmüştüm anıları kara toprağa, bundan dolayı ölmüştü o küçük çocuk. Nereden bilebilirdim ki çocukken yollarını gözlediğim adamın annemin katili olduğunu? Nereden bilebilirdim o adamın Egemen'in infaz emrini verdiğini? Bilemezdim, bilseydim Yağmur bebeğinden olur muydu hiç? Duru sebepsiz yere, öylece kopar mıydı hayattan? Bilemezdim ki hayatımı mahveden adamın yıllarca yolunu gözlediğim adam olduğunu, bilemezdim. Bilsem bugün anıları gömmer miydim? Nasıl kıymıştı bize? Neden günahının kefaretini asmıştı boynuma? Neden almıştı sevdiklerimi? Ne uğruna?

 

Kıraç şok olmuş bir ifade ile kaskatı kesildiğinde sol gözümden bir damla yaş daha düştü. "Bana eskisi gibi bakmıyordu Kıraç," dedim başımı öne eğerek. "Eskisi gibi korumadı. Demedi ki iyi misin diye. Eski Hakan Karadağ derdi, ama o demedi. Sormadı bana yıllarca nerede olduğumu. Kaçtı senin sorularından, sen anladın mı bilmiyorum ama ben anladım. Sen bana Kavin dedin, o demedi 'hani sadece annen sana Kavin diyebilirdi' diye. Ben çocukken bana Kavin dediğinde sadece annem bana Kavin diyebilir dedim. Ama o demedi Kıraç, demesini beklediğim hiçbir şeyi demedi. Sormasını beklediğim soruları sormadı." Kıraç'ın sert yüzü öfkeden kasılırken alnındaki şişen damarlarına baktım, gözlerindeki volkanlara ve çok sıktığı için ortaya elmacık kemiklerine, çene hattına.

 

"Hani katili aramak için yıllarını verip bulamayınca da meslekten istifa ettiğini söylemişti ya. Ona da inanmadım." Kıraç beni izlerken arkamdaki evi gösterdim. "Arasaydı katil içeride demezdi ki, bizi yanlış yönlendirmezdi." Evet, yaptığı tam olarak bize yanlış bir yol göstermekti, çünkü zaten bizim doğru bir yolda olduğumuzu biliyordu. "Kendini safa yatırıp içeride dedi Kıraç, ama dışarıda olduğunu duyunca şaşırmadı." Güçsüz bir kız olabilirdim, ama aptal değildim.

 

Kıraç eline yüzümden çektiğinde o eli yumruk yaptığını gördüm, gözlerine baktım. "Dediğin gibi Kıraç, beni gördüğü an büyümüşsün demeliydi ama o on yedi yıl sonra beni ilk kez görmesine rağmen tanıdı. Tanıyormuş gibi yapmadı bile. Belki de ansızın geldiğimiz için, bilemem." O an oyun bile oynayamamıştı, zaten katiler katildi, iyi bir oyuncu değil.

 

Sol gözümden son bir damla yaş daha düştüğünde Kıraç o yaşa takılı kaldı, ben ise o yaşta boğuldum. Acıyan sesimle "Bana küçük kelebek dedin," diyerek kafamı omzuma eğdim, Kıraç sıradaki ne der gibi yüzüme baktı. "Kıraç, bana küçük kelebek diyen tek kişi katil. Kartlarda da mesajlarda da." Kıraç ne demek isteğimi anladığı an gerilirken göğsüne baktım, oraya sığınmak istedim. "O şaşırdı Kıraç, senin bana küçük kelebek demene çok şaşırdı çünkü küçük kelebek sadece katilindi. Sana kadar..."

 

Sert bir soluk dudakları arasından son cümlemle dökülürken beklemediğim bir anda kolunu omzuma atıp beni göğsüne çekti, kafasını boynuma gömdü. "Özür dilerim Kavin. Canının yanmasına sebep olduğum için çok özür dilerim."

 

Gözlerim şok içinde açılırken kalbim parçalandı, zihnim dağıldı. Sanki zaman durmuş, bir ateş yanmıştı ve tam ortamıza bir yıldırım gibi düşmüştü. Kıraç Keskin benden özür diliyordu, canımın yanmasına sebep olduğu için özür diliyordu ama o değil miydi gerçekleri öğrenmem için beni zorlayan? Şimdi neden özür diliyordu ki, canım yandı diye mi? Tabi bilmiyordu öncesinden daha çok yandığını, buna üzülüyordu, oysa bilseydi neler yaşadığı oturur ağlardı benim gibi.

 

Kafası boynumda olan adam yüzünden şaşkınlığım hat safa yükselirken, bir süre sonra ciğerlerinden kopan sıcak nefesi boynuma çarptı, çarptığı yeri alev alev yaktı. Onun o ılık nefesi kalbime giden kanı keserken ne yapacağımı bilmez halde havada duran ellerime baktım. Sanırım onun içinde yorucu bir gündü ve ben göğsüne sığındıktan sonra o da boynuma sığınmak istemişti. Birbirimizde soluklanmaya ihtiyacımız vardı. İçim acıyla dolarken dudaklarımı birbirine bastırıp eğilmiş olduğu için ellerimi kolaylıkla ensesine koydum ve onu rahatlatmak ister gibi "Dileme," diye fısıldadım. Parmak uçlarım yavaşça yukarıya, siyah saçlarının arasına daldığında, hafif uzun tutamları parmak boğumlarımdan geçirerek gülümsedim.

 

"Benden özür dileme Kıraç. Sen beni zorlamasaydın ben düşmanımı hep dostum sanacaktım." Sanki bu sözlerim, duymak istediği sözlermiş gibi boynumda derin bir nefes aldığında, karnımı içe çektim. Sanki ciğerlerine nefes değilde kokumu çekmişti. İstemsizce kasıldığımda bu durumun giderek tehlikeli bir hal aldığını anlayarak isteksizce "Ama," diyerek geriye çekildim. Kıraç sığındığı yerden çıkıp gözlerime bakmak zorunda kaldı.

 

Yüzümde gayet ciddi bir ifade dolanırken "Onu tanıyorsun," dedim, yüzünü buruşturarak kafasını olumlu anlamda salladı.

 

"Evet, zaten bu yüzden ondan şüphe duydum."

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken onu daha iyi dinleyebilmek için bir adım geriye giderek "Nasıl yani?" diye sordum. "Nereden tanıyorsun."

 

Kara gözlerle gözlerime bakıp "Tanıdığım birinin düşmanı," dedi, cevabının yetersizliği karşısında gözlerine baktım. Ancak bir şey demedi.

 

Gözlerim dolarken "Benimle derdi ne o zaman?" diye sordum, gözlerinde bir anlık karartı geçti. Sanki gözlerimi dolu görmek bile onu öfkelendiriyordu.

 

"Bilmiyorum ama öğreneceğim." Söz verir gibi söyledikleri karşısında cılız bir nefes aldım.

 

"Kıraç?"

 

"Söyle."

 

"Benden bir şey gizliyor musun?" Sorumla birlikte kaşları hızla çatılırken bir saniye bile düşünmeden "Hayır," dedi, rahat bir nefes alarak bedenimi gevşettim. Tek isteğim ona güvenmekti.

 

Kafam istemsizce arkamdaki eve kayarken Kıraç'a döndüm. "Girecek miyiz?"

 

Kaşlarını çatarak "Sende mi geleceksin?" dedi.

 

"Arabada bekleyecek halim yok ya."

 

"Bence arabada beklemelisin."

 

"Neden?"

 

"Görmek istemeyeceğin şeyler olabilir."

 

Gözlerim şokla açılırken "Kıraç onu öldürecek misin?!" diye bağırdım. Bundan dolayı mı gelmemi istemiyordu?

 

Yüzünü buruşturan adam sağ kulağına avuç içi ile baskı yaparak sinirle homurdandı. "O güzel sesini kesmemi istemiyorsan bağırma Kavin." Sözleri üzerine kızaran yanaklarımla kafamı öne eğdim. "Bende geleceğim."

 

Kısık ama inatçı sesim karşısında sinirle "Onu öldüreceğim ve eğer bu senin travman olursa kesinlikle senin sorunun!" dedi, hayretler içinde ona baktım. Bir bilse nasıl travmalarımın olduğunu, yine de beni bu kadar korkar görür müydü?

 

Canım yanarken buruk bir şekilde gülümsedim. "Daha dün sabah Duru gözlerimin önünde vuruldu Kıraç. Onu yıkayıp gömdüm ben. İnan bana bunun sorumlusunun cesedini görmek bende travma yaratmaz. Ama ona böyle kolay bir ölüm olsun istemiyorum." Hayır kesinlikle şimdi öyle ölmemeliydi. Ben yirmi üç yaşına girene kadar değil. Onun en büyük büyük hayaliydi beni yirmi üç yaşımda öldürmek. Ben o yaşta yaşamak istiyordum, onun gözlerine bakmak ve başaramadın demek. Eğer Kıraç onu öldürürse bu hayalimi elimden almış olurdu. Ölmemeliydi, ben yirmi üç olmadan değil.

 

Sözlerim Kıraç'ta bir hançer yarası açmış gibi bakışları kaçırarak sessiz kaldığında sertçe yutkundum. Tıpkı o gün mezarlıkta bana bakamadığı gibi şimdi yine bakamıyordu. Çünkü kendisini suçluyordu. Sol gözümden bir damla yaş düştüğünde ona doğru bir adam yaklaşarak elimi havaya kaldırdım, sakallarının süslediği yanağına dokundum. Tam bu anda bir elektrik çarptı, ikimizde bunu hissettik. "Senin bir suçun yok Kıraç. O gün inat etmeyip yanında kalsaydım, Duru hâlâ hayatta olurdu." Öncesinde böyle düşünmemiştim, yine kendimi suçlamıştım ama Kıraç'ın evinden erken çıkamadığım için. Şimdiyse çıktığım için suçluyordum kendimi. Saçma sapan bir çelişkinin içindeydim yime, keşkelerim vardı, keşkelerim.

 

Kıraç yine bir anda solup giden yüzüme bakarak kaşlarını çattığında, "Hemen şimdi bitirebiliriz Kavin," dedi, kafamı iki yana salladım.

 

"Anladı Kıraç, onun katil olduğunu anladığımı anladı." Geç gelen itirafım karşısında kaşlarını çattı, ardından şaşkınlık içinde eve bakarak bir küfür savurup bana döndü.

 

"Kavin, sen beni oyaladın mı?!" Velhasıl zeki adamdı.

 

Gözlerimi istemsizce kaçırdığımda hızla benden uzaklaşıp "Sana inanamıyorum aptal kız!" diye bağırdı. Sesindeki hiddet tüylerimi diken diken ederken bize şaşkınlık içinde bakan adamlarını umursamadan bir küfür savurup "Nasıl yaparsın lan!" diyerek kolumu tutup yüzüme baktı. "Annenin, Duru'nun üstelik benim kız kardeşimin bebeğinin katili o!" Çenemi tutup hoyratça kaldırdığında karalarınındaki anlamsız ifadeyle gözlerimi deldi. "Onun kaçmasını nasıl sağlarsın Kavin sen?!" Her şeyi anlamıştı, ama tek bir şeyi hariç.

 

Kendimi savunacak bir şeyim olmadığında Deniz şaşkınlık içinde "Kaçmış mı?" diye sordu, yanındaki adam fısıltıyla "Ecrin Hanım'da kaçması için zaman yaratmış," dedi. İşin aslı bu gibi görünsede değildi, gözlerim dolduğunda Kıraç öfkeyle elini geriye çekip adamlarına döndü.

 

"Açın şu kapıyı!" Eve girecekti. Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken Deniz hızla kapının önünde durarak kapıya iki el ateş etti ve kapı yavaşça aralandı. Neyse ki karşı taraftan bir ses yoktu, hepsi başka bir taraftan çoktan kaçmış olmalıydı. Kıraç bana öfkeyle bakıp kapıya doğru ilerlediğinde nefesimi tutarak onu izledim. Deniz kapıya tekme atıp kapıyı tamamıyla açtığında tam da tahmin ettiğim gibi bahçede hiç kimse yoktu. Biliyorum, yanlış gibi geliyordu ama katilin gerçek yüzü ortaya çıktıktan sonra savaş daha tehlikeli bir hal alacaktı, Kıraç'ı bu savaştan uzak tutmak zorundaydım.

 

Kıraç öfkeyle boş bahçeye bakıp ellerini yumruk yaparak eve doğru ilerlediğinde hızla peşinden koşmaya başladım. Hakan Karadağ maalesef ki her şeyi yapacak kadar kuralsız bir adamdı, ona gitmesi için sağladığım süreyi kullanmış olsa da içeride bir adamı olabilirdi. Kıraç eve girdiğinde hızla kolunu tutup karşısına geçtim, çatık kaşlarının altındaki öfke saçan gözleri benim üzerimdeydi. "Çekil önümden Kavin!" Yana kayıp geçmeye çalıştığında dolan gözlerimle önüne geçtim ve bir kez daha engel oldum ona.

 

"Kıraç sen Hakan Karadağ'ı tanıyorsun! Katili değil! Gitme n'olur." Egemen'e yaptıklarını Kıraç'a da yapmasına dayanamazdım, o katilin hiçbir sınırı yoktu. Doğmamış bir bebeği bile annesinden almıştı, öfkesi ile hareket etmesine izin veremezdim.

 

Kıraç öfkeyle yüzünü sıkıp "Çekil, yoksa kalbini kırarım," dediğinde sol gözümden düşen yaşı umursamadı, koluma çarparak yanımdan geçip gitti. Gözlerinde nefreti görmüştüm, ona ihanet ettiğimi mi düşünüyordu? Omzumun üzerinden sırtına bakarak derin bir nefes aldım, sanırım bizzat öyle düşünmesini sağlamıştım, hepsi benim suçumdu.

 

Yine de onu takip ettiğimde az önceki odaya girmesi ile derin bir nefes alıp arkasından ilerleyerek bende odaya girdim. Ancak Kıraç başta olmak üzere tüm adamları odanın girişinde durmuş bir yere bakıyorlardı, kaşlarım istemsizce çatılırken hepsinin uzun boylu olması yüzünden bir şey göremediğim için Kıraç ve Deniz'in arasından küçük bir boşluk yaratıp karşıma baktım, nefesim kesildi.

 

Az önce ben ve Kıraç'ın oturduğu koltukların üzerinde iki iskambil kağıtı vardı. Hakan Karadağ buraya geri geleceğimizi bildiği için bize bir mesaj bırakmıştı, değil mi? Oyunu başlatmıştı. Kafamı kaldırıp Kıraç'a baktığımda o bana bakmadan az önce oturduğu koltuğa gitti ve oradaki iskambil kağıdını aldı. Omuzları her ne gördüyse öfkeden kasılırken titrek bir nefes alarak bende kendi oturduğum koltuğa gittim ve kağıdı elime alarak ne olduğuna baktım. Bu özel olarak tasarlanmış bir iskambil kağıdıydı. Karşılıklı iki köşesinde A harfi vardı ve hemen altında Sinek, bu iskambil oyunun üç yapraklı yoncaya benzeyen sembolüydü. (♣️)

 

Ama sorun bu değildi. Sorun, kaığıdın ortasındaki kelebekti. Evet, bu iskambil kağıdının tam ortasında beni sembol eden bir kelebek vardı. Gözlerim yavaşça dolarken kağıdın arkasına baktım ve benim için yazılmış o cümleyi okudum.

 

Tik tak, tik tak.

 

Kartlar yeniden dağıtıldı, ölüm kelebeğe asıldı.

 

Hazır ol annesinin kızı, oyun şimdi başladı.

 

Anlamadığım o kadar şey vardı ki, artık hiçbir şeyi kavrayamıyordum. Ben kelebektim bu oyunda, peki Kıraç? Ona neden bir kart vermişti? O bir şey değildi ki, Egemen'e bile bir kurban dışında bir şey olmamıştı. Peki Kıraç, o neydi de neyi temsil ediyordu? Titreyen göz bebeklerimle Kıraç'a döndüğümde onun zaten beni izlediğini fark ettim, gözlerim elindeki karta kaydığında sanki havaya ağır bir yük düştü, yüreğim acıdı. Benden bir şey saklamıyordu, öyle demişti. Peki gösterir miydi bana kartını, Hakan Karadağ'ın gözünde neyi sembol ettiğini bana gösterir miydi?

 

Kıraç kara gözleriyle sadece beni izlerken ağır bir sesle "Bizi yalnız bırakın," dedi, Deniz ve diğer adamlar beklemeden dışarıya çıktı. Şimdi ikimiz kalmıştık bu odada.

 

Köprüsü olmayan bir uçurum vardı aramızda, anlaması lazımdı.

 

"Kavin, sana güvenebilir miyim?" Bu sorusu canımı deli gibi yaksa da, asıl canımı yakan şey; kalbimi paramparça eden gözlerindeki bana olan sarsılmış güveniydi. Az önce Hakan Karadağ'ın kaçmış olmasına izin vermiş, gözyaşlarım ile Kıraç'ı durdurmuştum. Ama o gözyaşları sahte değildi ki, gerçekten ağlamıştım ben, gerçekten sığınmıştım göğsüne.

 

Sözlerimin fayda etmeyeceğini bildiğim için sessiz kalarak elimdeki kartı uzattım ona, kara gözleri oraya çarparken rahat bir nefes aldı, anladı. Ne olursa olsun onun yanındaydım ben, gitmem gerektiğinde bile. Buz gibi parmaklarımdan usulca aldığı kart ile kaşları çatıldı, gördüklerini ve okuduğunu sindirememiş gibi "Geberteceğim o herifi!" diye hırladı dişleri arasından.

 

Aniden bana dönen karaları kalbime bir ok gibi saplanırken "Bu kez sen bile engel olamayacaksın bana," dedi, bakışlarımı kaçırarak sessiz kaldım. Ne zaman yüzüme vurmayı kesecekti bu durumu?

 

Dudaklarım titrerken "Anlamıyorsun," diye mırıldandım.

 

"Anlasam, anlamamamı isterdin," dedi, bu kez anlamayan ben oldum.

 

Neden bilmiyorum ama içimden bir ses Kıraç'ın zaten bir çok şeyi anladığını ama anlamamış gibi davrandığını söylüyordu. Sanki her şeyi biliyormuşum bana zaman veriyormuş gibi. Anlamamıştım, gerçekten hiçbir şey anlamamıştım.

 

Bu karmaşa karşısında kafam allak bullak olurken, Kıraç'ın elindeki kartta baktım. "Bakabilir miyim?" Gözleriyle işaret ettiğim elini gördüğünde kasılsada bunu ustaca gizleyip iskambil kağıdını bana uzattı. Onun kartı benimkinin aksine çok daha farklıydı. İki çapraz köşede benimkinin aksine K harfi vardı. Altında ise Karo sembolü. (♦️) Ama asıl dikkatimi çeken şey ortadaki maske oldu. Bu ne anlama geliyordu? Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken hızla arkasına baktım ve gördüğüm boşluk karşısında Kıraç'a baktım.

 

"Ne demek bu?"

 

"Açık değil mi?" diyerek çatık kaşlarla karta baktı. "Benim bir yalancı olduğumu söylüyor ama elinde bir kanıt olmadığı için bununla ilgili hiçbir şey yazmamış."

 

Ne? Şaşkınca kaşlarımı çatarak "Bana yardım ettiğin için sana tuzak kurmaya çalışıyor," dedim Kıraç anlamaz gözlerle gözlerime baktı. "Senin bir yalancı olduğunu söyleyip beni senden uzak tutacak Kıraç. Bu sayede ben senden ayrılıp tek başıma duracağım ve o beni yirmi üçümde kolaylıkla öldürecek."

 

Kıraç'ın kaşları çatılırken "Yirmi üç derken?" dedi, ağzımdan kaçırdığım şeyle donup kaldım. Kahretsin, bunu söylememeliydim! Kıraç sinirle "Asıl maske senin suratında Kavin," dediğinde ona bakmam için çenemi tutup kafamı kaldırdı. "Neden ısrarla bir şeyleri saklama peşindesin?" Gözlerinden kalbime kadar sızan öfkesi ellerimi titretirken bu kez dürüst olarak "Ölmeni istemiyorum çünkü," diye mırıldandım, sol gözümden bir damla yaş aktı.

 

"Kıraç, onu tanımıyorsun." Kafamı iki yana sallayıp çenemdeki ellini tuttum, gözleri oraya takıldı. "Kelebeğin kanadına asılan ölüm seni benden alacak. Annemi aldı, Duru'yu, Yağmur'un bebeğini ve hatta..." Kesik bir nefes aldım, Kıraç gözlerime bakarken "...Egemen'i de," dedim, sesim titredi.

 

Asla söylemem sandığım bir sırdı Egemen, ama artık tüm maskeler düşmüşken ve oyun daha tehlikeli bir hal alacakken Kıraç'ın bilmesi lazımdı bunları. Hakan Karadağ'ı tanıyordu belki ama katili değil. Ona anlatmalıydım, madem durmayacaktı en azından karşısındaki adamı tanımalıydı. Tabi ki savaşmaması için elimden geleni yapacaktım ama biliyorum ki onu durduramayacaktım. En azından bunları bilmeliydi. Belki ben bir gün başarır ve ansızın hayatından çekip giderdim, işte o zaman hâlâ Yağmur için Hakan Karadağ'dan intikam almak istiyorsa bilmeliydi tüm bunları. Çünkü karşısındaki adam onun gibi değildi, düşmanının canımı yakmak için onun zaaflarını öldürürdü. Benim artık hiçbir zaafım kalmamışken, her şeyin son bulmasını sağlayabilirdim. Ama Kıraç'ın sevdikleri vardı, o bir intikam uğruna bu ateşe girmemeliydi.

 

Biliyorum, çok zor olacaktı ama kimsesiz bir veda gerçekleşecekti bir kez daha. Giden artık ben olacaktım, çünkü ben olmalıydım, savaş sadece böyle biterdi. Aksi taktirde Kıraç elimi tutup Hakan Karadağ'a meydan okuduğu için ilk hedef o olurdu. Evet, katilin ilk hedefi yine ben değildim, Kıraç Keskin'di. Onu o kadar iyi tanıyordum ki, Kıraç elimi tutup 'onun istediği bende' dediğinde Hakan Karadağ'ın gözlerinde büyük bir ateş yanmıştı, o ateşi sadece ben görmüştüm. Onun istediği şey hiçbir zaman benim canım olmamıştı, o her zaman benim canımı yakıp, etrafımdaki herkesi benden uzak tutarak beni yalnız bırakmak istemişti. Ve şimdi bir kez daha başarmıştı, ona gidecektim, bunu biliyordu. Bundan dolayı bekliyordu, beklemeseydi Kıraç belki de şu anda kollarım arasında çoktan ölmüş olurdu. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım, çok kızacaktı bana ama onun için yapmak zorundaydım.

 

Anlar mıydı acaba beni gittiğimde? Yoksa ona yalan söylediğimi mi düşünürdü? Zihnime saplanan acıyla burukça gülümsedim. Anlamak zorundaydı, onun için her şeyi bitireceğimi anlamak zorundaydı. Bu odada, Hakan Karadağ'a söylediğim ama kendisinin anlamadığı o sözleri hatırlayıp beni anlamak zorundaydı. Buz gibi ellerimdeki eli yavaşça elimden ayrıldı ama çekilmedi, bu kez o tuttu elimi. Islanan soluk yeşillerim, titreyen elimi tutan sıcacık ellerini bulduğunda boğazımda bir düğüm oluştu, yutkunamadım bile. Ben bu adamım nefretini kazanmak istemiyordum, bana merhametle bakan gözleri ihanette uğramış gibi baksın istemiyordum, şefkat dolu sesinde kırgınlıklar olsun istemiyordum. Gidecektim ondan, ama arkamda onu korktuğum gibi bırakmak istemiyordum.

 

Çok ağırdı vebali, taşısın istemiyordum.

 

Kıraç bana doğru bir adım attığında kafamı usulca kaldırdım, beklemediğim bir anda alnını alnıma yaslayarak "Kavin," dedi, acı içinde gözlerimi kapattım. Bir eli elimde diğeri de usulca yüzüme çıktığında saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı, göğüs kafesim kalbime dar geldi. Keskin bakışlarının yüzümde dolandığını hissettiğimde "Anlatamaz mısın bana her şeyini?" dedi, parmaklarının tersi bu kez yanaklarımdan sürünerek yakıcı bir şekilde boynuma düştü. Dokunduğu her bir hücrem karıncalanırken boynumu parmaklarının tersi ile okşayarak "Bu boynumdaki ipi çıkarıp alamama izin veremez misin?" diye sordu, geçmiş ağladı.

 

Boynumdaki ip günahın kefaretiydi, ellerimle işlenmeyen günahın kefareti.

 

Onu söküp almaya kimsenin gücü yetmezdi. Yine de başımı geriye çekerek gözlerine baktım, öyle bir baktı ki bana, sanki bağrını açıp beni orada saklamak ister gibi. Boynumu okşayıp "Böyle bakma," dediğinde yüzlerimiz arasındaki mesafeden dolayı sıcak nefesi yüzümde dolandı, anlamayarak ona baktım.

 

"Nasıl?"

 

"Bu kadar masum."

 

Gözlerim istemsizce kırpışırken bakışlarımı kaçırarak karşımdaki göğsüne baktım. Gömleğinin ilk iki düğmesindeki açık tenine takıldı gözlerim. "Kıraç, sana her şeyi anlatacağım. Ama önce evine gidelim, olur mu?"

 

Bir adım geriye çekilip aramızdaki mesafeyi açtığında eli boynumdan uzaklaştı, tenim sanki sahipsiz kaldı. Kelimelerin yetmediği bir bağ vardı aramızda, yeniydi ama bizden bile güçlüydü. Kıraç sinirle "Anlatıp kaçarsan yine?" dediğinde istemsizce gülerek bileğimi gösterdim.

 

"Mikroçip taktınız ya. Bulursun illaki."

 

Bakışları bileğimi bulurken sinirle homurdandı. "Ben bulurum da, sanki bu kaçmana engelmiş gibi konuşma. Sen yine kaçacak bir zaman bulursun." Bana hiç güvenmiyordu değil mi? Gülerek kafamı iki yana salladığımda onun dudaklarının köşesinde beli belirsiz bir kıvrıldı, ardından ikimizde bu odadan çıktık.

 

Farkında değildi ama gidemememin en büyük sebebi bu mikroçipti. Beni İstanbul sınırında yakaladığından beri bundan nasıl kurtulacağımı düşünüp duruyordum. İğne ile derimi kazımak güzel bir fikirdi ama bunu yapacak kadar delirmemiştim henüz. Ya hastaneye gidip bir doktor kontrolünde yapacaktım ya da Kıraç'ın çıkartmasını sağlayacaktım. Gerçi o bunu asla yapmazdı. Duru'nun derisindeki çipi bile morga götürülmeden önce çıkartmışlardı, benimkini de artık bana hiç güvenmediği için öldüğümde çıkartırdı. Ama onun da dediği gibi, bu mikroçip kaçmama engel olamazdı, ben her türlü gitmenin bir yolunu bulurdum. Tabi o da her türlü beni bulurdu. Ama sanırım yine gece kaçmam gerekiyordu, çünkü evinde uyuyor olduğumu düşündüğü için beni aramıyor olacaktı ve bu durum bana fazladan vakit kazandıracaktı.

 

Arabalara bindiğimizde bakışlarım yanımdaki adamı buldu, gözlerimin ardı sızladı. Gerçekleri anlatıp gittiğimde kim bilir bu kez ne yapacaktı. Bunu düşünmek yerine kafamı cama yaslayıp derin bir nefes aldım. Ona ihanet etmiyordum, onun hayatı için bu oyunu sonlandırıyordum. Beni anlamak zorundaydı. Çünkü yaşaması için, son nefesimi verecektim.

 

İhanet değildi bu gidiş, onca gidiş varken.

Bir veda saymalıydı bunu, ölüm kapıdayken.

Loading...
0%