Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7. Bölüm “Kanlı Sarmaşık.”

@leylayesilgoz

ÖLÜME SEN KALA

 

7. BÖLÜM

 

"KANLI SARMAŞIK."

 

"Yarınlarla avutulmuştu bugün. Oysa dün'den kalmıştı bu hüzün."

 

🕯️

 

 

Bazı dönüm noktaları olurdu hayata, o dönengeçte takılı kalırdı insan, eskisi gibi devam edemezdi kaldığı yerden. Büyük acılar bırakırdı bazı dönengeçler, dönemezdi bazıları oradan, cesetlerle dolardı oralar.

 

Hayat sınavlarla doluydu ve o sınavlarda acılar vardı insanın boyunu aşan, kör bir mermiyi kalbe saplayıp, derin bir çukura kan akıtan. İhanetler vardı o sınavlarda, şakaklardan ölümün soğuk teri akardı ama en çok kaburgaların üzerine saplanan hançer can yakardı. Yalanlar vardı ateşin bağrına düşerek zihni alaşağı eden, düşünceleri yakarak anıları kirleten, alınan nefesleri zehir eden. Ve binlercesi, saymaktan yorulacağım kadar binlercesi, yaşamak zorunda kaldığım binlerce sınav. Bazen son nefesimi kendi ellerimle verip kurtulmak istiyordum her şeyden, verdiğim kayıpların yanında huzur bulacağımı bildiğim için güzel geliyordu bu düşünce. Fakat kendi nefesini kesenler, giremezdi değil mi cennete?

 

Şimdi karanlıklar çökmüştü zihnimin kurak topraklarına, kalemler kırılmış kurallar baştan sona değişmişti orada. Bambaşka bir saltanat devir almıştı o toprakları, zincirlere vurulan düşleri özgür bırakmış, kara kutuları açmıştı. Bir hüküm vardı zihnimde, asırların gerçeğini yakıp kül ederek hakikati ortaya döken. Şimdi bambaşkaydı her kural, artık eski kurallar uğruna sessiz kalmayacaktı dudaklarım, mührü çoktan kırılmıştı ellerimde. Zincire vurulan o düşünceler artık daha çok sorgulayacaktı geçmişi, en ince detayına kadar merak edecekti her şeyi. Ve en dip kuytulara saklanmak zorunda kalan o kara kutu, çıkmıştı artık küflenmiş kuytusundan, açılmıştı tozlu kapağı dökülmüştü içindeki o sırlar.

 

Sırlar, insanı yiyip bitiren o karanlık sırlar. Bir insanın en fazla kaç sırrı olurdu? Kaç tane sır ölüm kokar, kanayan yaraya gömülürdü? Benim kaç sırrım vardı kendimden bile sakladığım, fısıltısının bile gökleri yere sereceği? Şimdi o sırlar bir bir dökülecekti mührün kırıldığı dudaklarımdan, bulutlardan bir bir damlayacaktı siyah yağmur damlaları, bir sis basacaktı etrafı sessizliğe gömülecekti herkes. Bügün geçmişin kanlı miladı tekerrür edecekti, her bir sırla geçmiş zincirlerinden kurtulacak, vahşi bir hayvan gibi kükreyerek dağları yerinden oynatacaktı. Bugün elimdeki bu siyah kutunun içinden geçmişi çıkarıp Kıraç'a anlatacaktım tüm sırlarımı. Kanayan yaralarım olacaktı, usulca saracaktım onları.

 

Ölümle yaşam arasındaki ince çizgide asacaktım kendimi, ölüm için canlı yaşam için ölü olacaktım.

 

Ağır bir yük sanki yüreğimin ortasına çökerken merdivenlerin ortasında durup derin bir nefes aldım. Kıraç ve diğerleri beni aşağıdaki bahçede bekliyorlardı, eve geldiğimiz zaman diğerleri biraz da olsa kızmıştı bize ama her şeyi anlatacağımı duyduklarında hepsi şaşkınca Kıraç'a bakmıştı. Sanırım benim inadımı nasıl kırabildiğini merak etmişlerdi. Farkındayım onların gözünde çok inatçı biri gibi duruyordum ya da gerçekten öyleydim ama bunun nedeni sebeplerimdi, artık hiçbir işe yaramayan sebeplerim. Bundan dolayı anlatma kararı vermiştim, tabi en büyük nedeni hiçbirini hiçbir şey olmamasıydı.

 

Bakışlarım ellerimle sıkıca tuttuğum kutuyu bulurken, "Sakin ol Kavin," diye fısıldayarak merdivenlerden bir bir inmeye başladım. Adımları bahçeye çıkan cam kapıyı bulurken kalbim sanki yerinden fırlayacak gibiydi, ama buna rağmen yüzümü ifadesiz tutarak balkondaki on iki kişilikli masada oturanlara döndüm. Hepsi kendi arasında konuşuyordu, masanın başında Kıraç sağında ve solunda ise Özgür ve Tugay vardı. Tolga Özgür'ün yanımda Gökçe onun ve Sinan ise kuzeni Gökçe'nin yanında. Tugay'ın yanında ise Yağmur ve Öykü vardı. Titreyen adımlarla onlara ilerlediğimde masanın başındaki adamım kara gözleri anında beni buldu.

 

Sert bir ifade vardı yüzünde, gömleğinin bir düğmesini daha açmış kollarını katlayarak toparlamıştı. Saçları ise alnına dökülmüştü, sanki aralarında geçen konuşma onu yormuş gibi bir ifade vardı buz saçan karalarında. Sandalyeye yaslanmış olsa da, bir kolu sandalyenin kollunda diğeri ise çenesindeydi ve usulca orayı okşuyordu. Kısılı gözleri elimdeki kutuyu bulurken boynundaki damarların belirginleştiğini gördüm, gerilmiş veya sinirlenmişti. Onun bakışları altında masaya ilerlediğimde diğerleri de bana baktı, Öykü'nün yanına oturdum.

 

Tolga kendini masaya doğru eğerek elimdekine bakıp "Bunun içinde ne var?" diye sorduğunda derin bir nefes aldım.

 

"Katilin, yani Hakan Karadağ'ın her 7 Ekim'de gönderdiği kartlar ve mesajlar." Kaşlarını çatarak gizleyemediği öfkesi ile kutuya baktığında bende Kıraç'a baktım, güç verir gibi kafasını hafifçe aşağıya indirip kaldırdı. Bu hareketi dudaklarıma buruk bir tebessüm armağan ederken derin bir nefes alarak diğerlerine dönüp, "Ben cezaevinde doğdum," dedim hepsinin bildiği gerçeği acı içinde söyleyerek. "Yani, annem babamın ölümüne sebep olduğu için orada doğmak zorunda kaldım."

 

Sinan "Annen babanı mı öldürdü?" diye şaşkınlık içinde sorduğunda herkes ona öfkeyle bakarken, Gökçe ayağına vurmuş olmalı ki "Ah! Vurmasana kafirin kızı!" diyerek yüzünü buruşturdu.

 

Onun sorusu sanılanın aksine canımı yakmamıştı, çünkü alışık olduğum bir soruydu bu. Yetimhanede de herkes bunu sorardı bana. Sinan'ın gözlerine bakarak kafamı olumlu anlamda salladım. "Annem bana hamile kaldığında babam istememiş bu gebeliği. Annemi kürtaj için zorlamış, döverek ikna etmeye çalışmış. Ama annem ısrarla istediğini söyleyince bu kez de üzerine bıçakla yürümüş."Yüzümde bir hüzün dolanırken annemin maruz kaldığı acılar yüzünden o adamdan bir kez daha nefret ettim. Bir kez daha onun kızı olmaktan utandım. "O an annem sadece beni korumak istemiş Sinan. Yediği dayağa rağmen babamı itebilmiş." Sol gözümden bir damla yaş düşerken Sinan sertçe yutkundu. "Beni öldürmek istediği bıçağın üzerine düşmüş babam ve annemin gözleri önünde bana olan nefretiyle ölmüş." Yüzümde acı bir tebessüm oluştu. "Biliyor musun, son nefesinde bile annemin karnına nefretle bakmış. Bir baba doğmamış beneğinden nefret eder mi?" Omuz silktim acıyla, "Benim babam etmiş," dedim sadece.

 

Bu hikayeyi ananem anlatmamıştı bana, onun günlüğünde okumuştum ben gerçeği. Babası tarafından sevilen bir kız olmamı istemiş, ama olamamışım. Tıpkı onun gibi.

 

Öykü güç vermek ister gibi elimi tuttuğunda, kafamı kaldırıp birleştirdiği ellerimize baktım. Normal hayatımda elimi tutan herkes onların soğukluğu karşısında beni incitecek tepkiler verirdi ama bu evdekiler hiçbir tepki vermiyordu. Bunu da Duru mu onlara söylemişti? Yoksa o gün derime çip yerleştirilirken Özgür mü anlamıştı elim karşısındaki hassasiyetimi? Bakışlarım onu bulduğunda onun da diğerleri gibi ben ve Öykü'nün ellerine baktığını gördüm, yüzünde sanki onun bile farkında olmadığı bir tebessüm vardı. Ama o kadar silikti ki tebessümü, var mı yok mu anlaşılmıyordu. Ben tarafından izlendiğini fark etmiş olmalı ki kafasını usulca kaldırdığında, bir abi gibi gözlerime sıcacık bir ifadeyle baktı ve buz gibi yüzüne çok yakışacak şekilde hafifçe gülümsedi.

 

Neden bilmiyorum ama onun bu korumacı tavrı omuzlarımdan bir parça yükü alırken, rahatlayarak nefesimi verdim. Böyle zor anlarda birilerinin desteğine gerçektende çok ihtiyaç duyuyordum ve neyse ki Özgür bu desteği benden esirgememişti. Yüzümde küçük bir tebessüm oluşurken devam ettim. "Aslında zaten ben annemin öldürdüğü hafta yetimhane verilecektim. Çünkü cezaevinde çoçuklar sadece belirli bir yaşa kadar anneleri ile kalabilirdi." Oysa ben hep orada, annemin yanında kalmak istiyordum. Hakan Karadağ onu benden neden aldı ki? Gözlerim dolmaya başlarken bunu onlardan gizlemek için masaya diktim bakışlarımı, canım yandı hiç yanmamış gibi.

 

"Benim yetimhaneye verileceğim gün bile belliydi ama 7 Ekim gecesi saat 03:17'de bir anda sirenler çalmaya başladı." Gözlerimi kapattığımda o anı sanki bir kez daha yaşıyordum, gri duvarlarda çığlıklar vardı. Kalbim acıyla kasılırken gözlerimi açarak "Uyandım," dedim sadece, nefesim yetmedi ciğerlerime. Devam etmekte bu kadar güçlük çekeceğimi bilmiyordum. O an aklıma geldikçe zihnim titremeye başlıyor, sanki her şey yeniden yaşanıyormuşçasına üzerime düşüyordu.

 

Kıraç sakince "Sonra ne oldu Kavin?" diye sorduğunda sesindeki yatıştırıcı tın ile ona baktım, dudaklarım titredi. Ne durumda olduğumu fark ettiği için sıkışıp kaldığım o andan kurtarmaya çalışıyordu beni, ama o andan sonrası zaten yıkımdı. Ellerim titrerken gözlerimi ondan kaçırarak yutkunup "Uyandığımda annem yoktu," dedim ve nefesimi vererek devam ettim.

 

"Koğuştaki tüm kadınlar bir yere toplanmıştı." Sol gözümden bir damla yaş düşerken o yaşı boştaki elimle hızlıca sildim. "Merakla oraya gittim Kıraç, annem yerde yatıyordu, hem de kanlar içinde ve karnında bir bıçakla." Tıpkı babam gibi ölmüştü o da. Her birinin yüzünde küçük bir çocuğa bakar gibi merhamet dolu bir ifade oluşurken "Annemin yanına koştum," diyerek Öykü'nün elinden elimi çektim ve ellerimi kucağımda sakladım. Her biri bu hareketimle bana bakakaldıklarında sanırım kendimi suçladığımı anlamışlardı. "Ben sadece bıçağı çıkarmaya çalıştım. Buz gibiydi annem, bıçak da öyle. Onu üşütüyor sandım."

 

O an o kadar çok ağlamıştım ki annem üşüyor diye, ellerim çalmıştı onun soğukluğunu. Kim bilir kaç saat orada öylece kalmıştı da buz tutmuştu bedeni. Titreyen dudaklarımla "Ellerim üşüdü, ama bırakamadım bıçağı," dedim bir çocuk saflığıyla. "Annemin canını yakıyordu zaten, nasıl bırakabilirdim ki?"

 

Kanlar içindeydi, bıçağı çıkarmayı başarabilirsem o kanlar yok olur sanmıştım ama daha çok kanamıştı. Ellerimle oynayarak "Gardiyanlar koğuşu boşaltı ve bir çok kravatlı insan geldi oraya," diyerek tırnak uçlarıma tırnaklarımı geçirdim. "İlk kez görüyordum onları. Yanıma geldiler, beni annemden uzak tutmaya çalıştılar ama başaramadılar." Hepsine bağırıp çağırmıştım o küçücük halimle, anneme yardım etmedikleri için hepsinden nefret etmiştim. "Hiçbiri çıkarmadı o buz gibi bıçağı annemin karnından, ellerim çok üşüdü." Boğazımda büyük bir düğüm oluşurken "Hakan Karadağ geldi sonra," dedim ve bakışlarımı gözlerinin karasının daha çok karardığı adama, Kıraç Keskin'e kaldırdım. Eli yumruk olmuştu sinirden, Hakan Karadağ'ın ismini duymak mı onu bu kadar öfkelendirirmişti yoksa karşısındaki çaresizliğim mi karar veremedim.

 

"Bir tek o çıkaracağını söyledi bıçağı Kıraç. Sarıldı bana, sonra o bana sarılmaya devam ederken annemi aldılar ve götürdüler. En son toprağa beyaz bir kefenle koyduklarını gördüm." Kimse de çıkıp yüzünü göstermedi bana. "Hafızamda hep o kanlı haliyle kaldı," dedim, Kıraç gözlerimdeki acıya bakamıyor gibi gözlerini kaçırdığında ise hafifçe gülümsedim. Bu daha hiçbir şeydi. "Beni yetimhaneye bıraktılar, görevli bir amca bana Hakan seni görmeye gelecek dedi ama Hakan Karadağ gelmedi Kıraç. Nereden bilebilirdim ki bir yıl sonra, 7 Ekim gecesi beni yetimhanenin bodrumuna kilitleyip karanlıkta tutacağını?"

 

Bunu bilemezdim, kimse bilemezdi. Hem nereden bilebilirdim ki hayatımın kahramanı olduğunu sandığım adamın, perdenin arkadasındaki katil olduğunu?Ben bana anlatılan toz pembe masallara inanmıştım, karanlıkla boğuşurken o masalların yalan olduğunu bilemezdim.

 

Kıraç duydukları karşısında şok içinde bana baktığında Tugay öfkeyle masaya vurup "Oropu çoçuğu herif!" diyerek sinirle ellerini yumruk yaptı. Her an ayağa kalkıp Hakan Karadağ'ın yanına gidebilecek kadar öfkeli duruyordu. Gökçe, Yağmur ve Öykü'nün gözleri dolarken Tolga, "Ecrin," dedi acı içinde, bakışlarım kederleri gözlerini buldu. "Sen buna yıllarca nasıl dayandın?" Soru değil , bir isyandı bu. Sanki neden bu zamana kadar sustuğum için kızıyordu bana, sevdiklerim için desem anlar mıydı acaba?

 

Ona ne cevap vereceğimi bilemediğimden dolu gözlerimle Kıraç'a baktım, için acıdı. "Sen beni evinin altındaki karanlık odalardan birine kilitlemekle tehdit ettiğinde altı yaşındaki o kız çocuğunu saatlerce ağlattın Kıraç."

 

Sözlerim bir bomba gibi masaya düştüğünde Kıraç dondu, gözlerinde kıyamet koptu. Sanki nefesini kesmiştim bir anda, öylece bana baktığında gözlerinin derin kuyularındaki pişmanlığı gördüm, kendinden nefret eder gibi baktı bana. Biliyorum, bunu yüzüne vurdukça canını yakacaktım ama benim canım daha iyileşmemişken o bunu bile bile yakmıştı canımı. Beni nasıl yıktığını şimdi daha iyi anlıyor muydu? Katilden korumaya çalışırken katil gibi davrandığını anlamış mıydı? Hakan Karadağ altı yaşındaki çocuğu karanlıkta bırakmıştı, Kıraç Keskin ise yirmi iki yaşındaki beni tehdit etmişti ama canımı katilden daha çok yakmıştı, sadece farkında değildi. Kıraç sertçe yutkunup bakışlarını kaçırdığında, ıslak gözlerimi ondan çekerek cılız bir nefes aldım. Onun canını yakarken bile en çok kendime zarar vermiştim.

 

İçim acıyla sızlarken bakışlarımı önümdeki kara kutuya çevirdim ve usulca kutuyu açıp, içinden birinci yıl dönümümün kartını çıkardım. Ardından sabit bir şekilde Sinan'a çevirdim soluk yeşil gözlerimi. "Sinan, okuyabilir misin bunu?" Sorumla birlikte Sinan şaşkınca elimdeki kağıdıda bakıp kafasını zoraki bir şekilde salladı ve kağıdı alarak boğazını temizledi. "Tik tak tik tak zaman başladı bak. Ellerimle işlenen günahın kefaretini kelebeğin boynuna astım. Ağlaman gereksiz annesinin kızı, bu bedel sana kaldı. 1. Yıl dönümü."

 

Okudukları ile kaşları çatılırken "Allah düşmanın da edebiyat severini vermiş sana," dediğinde, herkes ona bir kez daha öfkeyle bakarken ben istemsizce güldüm. Belki sinirlerim bozuktu belki de başka bir şey bilmiyorum ama Sinan çok garip bir şekilde en kasketli anlarda bile bana iyi geliyordu. Üzerindeki öfkeli bakışlara inat beni gösteren adam "Öyle kötü kötü bakmayın, kız en azından güldü!" diyerek isyan ettiğinde Özgür sabır çekerek bana çevirdi yönünü.

 

"Peki nasıl kurtuldun oradan Ecrin? Ne yaptın o günden sonra?" Merak ettiği soruyla ona dönerek burukça gülümsedim. O günden sonra uyku tutmamıştı beni, gecelere küsmüştüm karanlık diye ama yine ona sığınmıştım belki geçer diye. Oysa geçmemişti ve geceler karanlığıyla benim en büyük düşmanım olmuştu.

 

Yıldızları bile gücü yetmemişti geceye, her biri kaybolmuştu içinde.

 

Gözlerim tekrardan dolarken Özgür'e bakıp "Sabah sesimi anca duydular," dedim acı içinde. "Biliyor musun, oraya yaramazlık için girdiğimi sanıp bana kızdılar, onlara anlatamadım bile derdimi." Burukça omuz silktim. "Kötü kalplilerdi zaten hepsi, anlatsam da dinlemezlerdi beni." Özgür çenesini sıkarak gözlerini kaçırdığında sanki o güne gitmek ister gibi bir ifade dolandı sert yüzünde. O küçük kız çocuğunu korumak ister gibiydi, ama zaten bana olan korumacı tavrı sayesinde o küçük kızı koruyordu sadece farkında değildi. Özgür bir abi gibi o küçük kızın kalbini çoktan feth etmişti.

 

"O geceden sonra karanlıkta uyuyamadım ben." Bakışlarım Kıraç'ı bulurken o bana baktı yapma dercesine, gülümsedim sadece. "Yetimhanede ışıklar belirli bir saatten sonra kapanırdı Kıraç. Bende herkes uyuduktan sonra bir mum yakardım kendime. Sabaha kadar zaten söndüğü için kimse bunu yıllarca yaptığını fark etmemişti. İlk gece yakmak biraz zor olmuştu ama olsun," dedim acı içinde. "O ilk mumu yakmayı başarmıştım ben." Herkes sessizce kafasını öne eğerken Kıraç bana baktı, içimin kan ağladığını bir o gördü. Diğerlerinin aksine kaçmamıştı anlattıklarımdan, belki gözlerine bakarak anlattığın için belki de zaten en çok o merak ettiği için, bunun cevabını asla bilemezdim ama kaçmamasına sevinmiştim. Acılarımı paylaşacak bir omza ihtiyacım vardı.

 

Bu gece geçmiş gün yüzüne çıkacak, yaralar kana bulanacaktı.

 

Sonra belki bir şarkı çalardı, yağmur yağar, koca şehir bana ağlardı.

 

Yüzümde küçük bir tebessüm oluşurken bu kez ikini yıl dönümü kartını çıkardım ve "Özgür," diyerek onun dikkatini çektim. Bakışları beni bulurken elimdeki karta baktı, şaşkınlık içinde kafasını iki yana salladı. "Ecrin, benden bunu isteme."

 

Ağır mı gelecekti ona geçmişim yoksa hiç istemiyor muydu çektiğim acıları okumayı? Oysa sadece okuyacaktı, o okurken anıları bir kez daha yaşayan ben olacaktım, diğerleri ise sadece dinleyecekti. Belki her birinin kalbine ağır bir yük yüklenecekti, zihinleri acıyacaktı, dayanamayacaklardı geçmişime, ağlayacaklardı benim gibi. Ama yardım etmek zorundaydılar bana, madem geçmişimi öğrenmek istiyorlardı o zaman beni o geçmişin içinde bir başına bırakmadan yanımda olmalılardı. Yoksa ben o geçmişte kaybolur, şimdiye bir daha kolaylıkla dönemezdim.

 

Kelebeğin kanadına düşman karanlıklar vardı orada, izin vermezlerdi ruhuma.

 

Gözlerim onun üzerinde gezinirken güldüm. "Benim yaşadığımı okumaya gücün yok mu Özgür?" Sorudan çok bir isyandı sesim. Gözlerime bakıp acımı gördüğünde ne için istediğimi anlamış gibi yutkundu ve kartı ellerimden aldı. Anlamıştı bu yükü yek başıma taşıyamayacağımı. Sanki nefret ettiği bir şey varmış gibi elindeki karta bakıp sinirle yazılanları okumaya başladı. "Tik tak, tik tak, zaman geçiyor bak. Boynunda beyaz kelebek, kelebeğin kanatlarında gizli kefaret. 2. Yıl dönümü." Kaşları yavaşça çatışırken bana baktı, benim elim ise usulca boynumdaki kolyeye gitti. Her birinin bakışları anında oraya kayarken Gökçe hayretler içerisinde "Bu kolyeyi sana o psikopat mı verdi?" diye sordu, titreyen gözlerine bakarak kafamı iki yana salladım.

 

"Hayır, annemden kalma bu bana." Ellerimde tuttuğum kolyeye bakıp yutkunduğunda gülümsedim. Annemin beyaz kelebeği olarak boynuma astığım bu kolyenin, katilin boynuma astığı kefareti temsil edeceğini nereden bilebilirdim ki? Çıkarmak istemiştim kolyeyi, ama sorunun kolyede olmadığını anlamıştım günün sonunda. Boğazımı temizleyerek, "İkinci yıl dönümünde geldi bu kart," dedim basit bir şeyden bahseder gibi sakince. "O gece yetimhanede sirenler çaldı, herkes yangından çıktığını sandığı için aşağı inerken ben de onlar gibi inmeye çalıştım sadece." Ne acı şeyler yaşamıştım ben o çocuk halimle? Nasıl kıymışlardı ki o çocuğa? Hiç mi sızlamamıştı vicdanları? Hakan Karadağ, nasıl kıymıştı gözlerinin içine bakan kız çocuğuna?

 

Acıyla "Bahçedeki kalabalıktan biri çekip aldı beni," dediğimde Kıraç gözlerini kapattı, her biri bana bakakaldı. Bir tek Kıraç anlamıştı ne diyeceğimi, bundan dolayı kapatmıştı değil mi gözlerini? Ama onun bile anlayamayacağı kadar şeyler vardı, zaten en çok bunlar acıtıyordu.

 

Derin bir nefes alarak yorgunca "İki adam beni bir depoya götürdü," dediğimde Gökçe gözlerinden dökülen yaşı hızla sildi, ama yerini dolduranlara mani olamadı. "Yedi yaşındaydım daha. İki tane köpekle bırakıp gittiler beni. Köpekler karanlıkta bulamasın diye sabaha kadar bir köşede öylece bekledim ben." Gözlerimden düşen yaşı umursamadan Kıraç'a baktım. "Çok ağladım Kıraç, sabaha kadar titreyerek ağladım ama köpekler duymasın sesimi diye buz gibi ellerimi ısırdım hep." Kıraç ne yapacağını bilmez gibi etrafına baktı ancak yapacak bir şey bulamayınca çaresizce onu izleyen gözlerime döndü, gerildi. Duymak istemediği şeyleri ben yedi yaşımda saatlerce yaşamıştım. "Sabah olduğunda köpeklerin bağlı olduğunu gördüm Kıraç, meğer bundan dolayı gece saldırmamışlar bana."

 

Yanaklarımdaki yaşı silerek çenemi dik tutup güldüm. "Şimdi hâlâ korkuyorum köpeklerden. Sokakta görsem adımlarım kesiliyor, geri dönüyorum yürüdüğüm onca yolu."

 

Yağmur bir anda hıçkırarak ağlamaya başladığında herkes ona dönerken titreyen omuzlarına baktım. Bebeğini kaybettiği günden beridir sessizlik içindeydi, bir ruhtu sanki, bana görünmek istemeyen. Hayır, beni suçladığı için değil, aksine benim suçlu hissetmemem için kaçmıştı hep benden.

 

Gözlerimden dökülen yaşları silerek derin bir nefes alıp "Her neyse," diye mırıldandım. "Sabah zaten elimde o kartla çıktım oradan. Yetimhaneye geldim, kaçtım diye ceza verdiler bana." Güldüm bir kez daha. "Başka bir çocuk daha kaçmış o gün." Gözlerim doldu, tebessüm ettim. "Adı Egemen." Kıraç bana bakakaldığında ellerimle oynadım yine. Egemen'le yetimhanede tanıştığımızı düşünmemiş olmalıydı, oysa düşünemeyeceği daha çok şey vardı. Ona bakmadan "Cezamız birdi, bir odayı temizledik akşama kadar," dedim ve istemsizce tebessüm ettim. "Sonra arkadaş olduk onunla, hep korudu beni. Bir ona anlattım olanları, inandı bana." O gün onu gördüğümde hayatımın en büyük parçası olacağını asla tahmin etmemiştim. O öldüğünde ben de ölmüştüm, ama sadece onu gömmüşlerdi, sadece onun üzerine kara toprak atmışlardı.

 

Ruhu ölenlerin tabutu olurdu bedenleri.

 

Peki beni neden gömmemişlerdi?

 

Oysa en çok benim hakkımdı kara toprak, annem varken içinde.

 

Herkes sessizce düşüncelere dalarken gözyaşlarımı bir kez daha silip kutudan üçüncü kartı çıkardım. Ne kadar hızlı biterse o kadar az acıtırdı. Her biri tedirgin bir şekilde sıradaki kurbanın kim olacağını beklerken bu kez "Gökçe," dedim usulca, bana baktı ve o an masadaki elleri titredi. Sinan ilk kartı okurken soru soran ilk kişi Özgür olmuştu, bundan dolayı ikinci kartı ona okutmuştum. İkinci kart okunurken ise ilk konuşan Gökçe olmuştu, bundan dolayı şimdiki kurban oydu. Biliyorum, garip bir seçimdi bu ama başka nasıl bir yol izleyebilirdim bilmiyorum. Aklıma gelen sadece buydu ve bu durumda zaten kendiliğinden oluşmuştu.

 

Tugay boğazını temizleyerek "Ecrin, Gökçe'nin yerine ben okurum," dediğinde kafamı usulca ona çevirdim. Herkes okumaktan kaçarken onu okumaya iten şey neydi, anlayamamıştım doğrusu. Gerçekten okumak istediği için mi ben okurum demişti yoksa Gökçe'nin korku dolu halini gördüğü için mi? Buz gibi yüzünde net bir ifade dolanırken Gökçe yutkunarak ona baktı, yüzünde derin bir minnet gördüm. Sanki Tugay'ın bu sözleri onu mahkum edildiği darağacına sürüklenmekten kurtarmıştı. Göz göze geldiklerinde Tugay'ın keskin bakışları onun tedirgin yüzünde usulca gezindi, ardından kararlı bir ifadeyle bana döndü. "İzin ver ben okuyayım."

 

Gözlerinde gördüğüm kararlı ifade ile geri adım atmayacağını anlayarak tebessüm ettim ve "Dördüncüyü okursun," dedim, sadece o değil diğerleri bile afalayarak bana baktı. Sanırım hiçbiri böyle bir tepki vereceğimi düşünmemişti. Doğrusu bende bu şekilde davranmak istemezdim ama zaten masadakilerin sayısından daha fazla kart vardı burada, herkes er ya da geç illaki birini okumak zorunda kalacaktı. Tugay'ın şaşkın gözleri önce benim suratımda bir kaç saniye oyalandı, ardından Gökçe'nin kireç gibi solmuş yüzüne kaydı. Ve o an gözlerine ızdırap dolu bir karartı düştü ama bunu o bile fark edemedi. Onu ilk gördüğüm de sadece soğuk biri olduğunu düşünmüştüm ama şimdi fark ediyordum da o da tıpkı Kıraç ve Özgür gibiydi. Soğuk, korumacı ve birazcık tuhaf. Gerçi hepsi tuhaftı da konumuz bu değildi.

 

Gözlerim Gökçe'yi bulduğunda kıçınılmaz olan ana geldiğini fark ettiği için titreyen elleriyle kartı elimden aldı, ardından usulca yazılanları okudu. "Tik tak, tak tik, zaman geçiyor bak. Hüküm verildi bu gece, zihnimdeki ateşin içinde. Ne fazla olacak ne de eksik, bitecek tam yirmi üçünde, hem de birden bire ve öylece. 3. Yıl dönümü."

 

Kıraç daha bir kaç saat önce söylediklerimi hatırlamış gibi aniden bana döndüğünde soluk yeşil gözlerim zaten onu bekliyordu. Anlamıştı değil mi? Neden yirmi üç diye sormuştu bana ama şimdi neden olduğunu kendisi de tıpkı benim gibi anlamıştı. Kara gözlerinde kelimelerin yetersiz kaldığı ama ruhumu bir kağıt gibi delip geçen bir ifade dolandığında "Kavin?" diye sordu, sol gözümden tutamadığım bir damla yaş akarken kafamı usulca olumlu anlamda salladım.

 

"Yirmi üçümde öldürecek beni Kıraç. O güne kadar bekleyecek ama o günü bir dakika bile geçirmeyecek." Yirmi üçümde yeni yaşımı değil, ölümümü görecektim ben ve bunu yıllar önce katil tarafindan çok güzel bir şekilde öğrenmiştim. Ruhumu çok yormuştu bu durum ama bir şekilde üstesinden gelmeyi başarmıştım. Tabi buna başarmak denirse.

 

Kıraç sinirle "Sikerler böyle işi!" diyerek masaya yumruğunu vurup keskin bakışlarını bana dikti. "Sıkıyorsa denesin o psikopat herif!" Gözleri ateş saçarken hafifçe öne doğru eğilip, "O gün sen bile ölmek için yalvarsan, ölmene asla izin vermeyeceğim!" dediğinde buz gibi sesi karşısında sertçe yutkundum. Sana o gün ölmek yasak diyordu, ama bunu derken beni bile tehdit ediyordu. Bana tuhafsın demişti ama asıl tuhaf olan cidden oydu. Gerçi burada ki herkes tuhaftı da her neyse! Konumuz hâlâ bu değildi.

 

Gözlerim onun bu sert tutumu yüzünden dolarken, kara gözlerine bakarak "Söz mü?" diye sordum, öylece suratıma bakakaldı. İliklerime kadar korktuğumu gördüğü için benden bu yanıtı beklemiyordu değil mi? Ama o henüz beni gerçek anlamda tanımamıştı ki, ben ölümü kabullenmiş biriydim, deli gibi korksam bile lafımı esirgemeden içimdeki her şeyi dökerdim. Bu nefret olsa bile. Sesimdeki derin acı canını yakmış gibi yüzündeki sinir anında dağılırken yerini ağır bir keder aldı, bana kederle baktı. Sanki onu yoruyormuşum dalgalı bir ifade yayıldı sert çehresinde.

 

Ardından gözlerime bakarak derin bir nefes alıp "Söz Kavin," dedi usulca. " Söz veriyorum yirmi üçünde ölmeyeceksin. O yaşın sandığın gibi ölüm yaşın olmayacak." Yıllarca ölüm yaşım olmuştu, Kıraç sözünü tutarak yaşatır mıydı beni yirmi üçümde? O sözlerini tutardı değil mi, öyle söylemişti. Bana verdiği sözü de tutar mıydı? En çokta yirmi üçümde yaşamak istiyordum ben, Hakan Karadağ kaybetsin ben kazanayım istiyordum. Oysa bu kadar kayıpla nasıl kazanılır bende bilmiyordum. Ama yine de yirmi üçü görmek istiyordum. Gözlerimde küçük bir umut ateşi yanarken minnetle baktım ona, yüreğim umutla doldu, ama tam o anda geçmiş o umudu kulağıma Egemen diye fısıldayarak bozdu.

 

Yarınlarla avutulmuştu bugün. Oysa dün'den kalmıştı bu hüzün.

 

Acı bir gerçek vardı ki, o da bu anı yıllarca önce yaşadığım zaman ağır bir bedel ödemek zorunda kaldığımdı. Şimdi yine aynı şey oluyordu ve ben yine olmayacak bir umudun peşinden koşuyordum. Peki bunun sonu da mı aynı olacaktı? Göz bebeklerim titrerken korkuyla başımı öne eğdim, ardından kendimi toparlayarak boğazımı temizleyip önümdeki kutuyu ortaya ittim. "Tugay, bunları ben odaya çıktığım zaman okur musun?" Hayır, daha fazla durmayacaktım burada çünkü bazı kartlarda anlatmam gereken anıların altında daha şimdiden ezilmiştim. On üçüncü kartta Egemen ölüyordu, on dördüncüyü okuduklarında anlayacaklardı. Benim hiçbir şey anlatmama gerek yoktu çünkü kartlarda her şey zaten yazıyordu. Bundan dolayı odaya çıkmamda bir sorun yoktu, zaten her türlü anlayacaklardı.

 

Kıraç "Kavin-" dediğinde kafamı ona çevirip "Kıraç," dedim lafını keserek.

 

"Zaten anlattıklarım gibi hikayelerle dolu her bir yıl dönümü. Okudukça hepsinin hikayesini anlayacaksınız." Gözlerim dolarken bakışlarımı kara gözlerinden kaçırdım. "Kutu sende kalsın. Vermek istediğinde verirsin ama n'olur beni bırak. Uyumak istiyorum." Hayır, uyumak değil kaçmak istiyordum. Çünkü daha fazlasını kaldıramıyordum. Sandığım kadar kolay değildi olanları anlatmak.

 

Kıraç şaşkınca "Saat daha sekiz," dediğinde yorgun gözlerimi ona diktim.

 

"Olsun."

 

Soluk yeşil gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama çatık kaşları düzelirken derin bir nefes alarak kafasını olumlu anlamda salladı. "Pekâlâ, ama önce bir şeyler yemen gerekiyor." Ayağa kalktığında tam itiraz edecektim ki sert bir şekilde "Sakın ağzını açma, itiraz kabul etmiyorum," diyerek yanıma geldi. "Hadi, yediğini göreceğim." Ciddi miydi bu? Bir çocukmuşum gibi benimle mi ilgilenecekti? Sadece ben değil diğer herkes ona şaşkınlık içinde bakarken Kıraç kimsenin bakışlarını kale almadan yavaşça Yağmur'un omzuna eğildi. "Güzelim, kutuyu alıp çalışma odama götürür müsün? Bugünlük bu kadar yeter."

 

Ne demek bu kadar yeter? Kafayı mı yemişti bu herif?! Ben kaçmaya çalışacağım için gerçekleri hızlıca öğrenmesini isterken, o nasıl olurda öğrenmek istediği her şeyi elinin tersi ile sonraya iterdi? Sinirden ellerimi yumruk yaparak derin bir nefes aldım ama içten içe o yumrukları onun yakışıklı suratına geçirmek istiyordum! Çıldırmak üzereydim! Yağmur ona bakarak kafasını olumlu anlamda sallarken Kıraç bana döndüğünde hızla yumruk yaptığım ellerimi açıp ona hafifçe gülümsedim. O her ne kadar bu gülümsemeyi minnet sansa da öyle değildi işte. Sadece şu an için bir şeyler çevirmediğimi anlaması adına duygularımı gizliyordum. Aksi halde ısrarla sakladığım şeyleri bir anda öğrenmesi için ısrar edersem bu kez benden şüphe etmekle kalmaz, gerçekleri öğrenmek için ben konuşana kadar beni rahat bırakmazdı. Onun böyle despot biri olduğunu ne yazık ki beni çalışma odasına kilitlendiğinde öğrenmiştim

 

Kıraç diğerlerine bakıp "Siz de dağılmayan, konuşacaklarımız var," diyerek ciddiyetle Özgür'e döndü. "Deniz'e söyledim ama sana da söyleyim Özgür. Kavin bir daha kaçmayı başarırsa, belindeki kafana daya ve sık. Beni uğraştırma."

 

Açık açık tehdit ettiği kişi sanki onun arkadaşı değilmiş gibi soğuk bir ifade takındığında büyüyen gözlerle Özgür'e baktım. Ama o benim aksime tehdit edildiği halde edilmemiş gibi gayet rahat duruyordu, arkasına yaslanarak kısılı gözlerini bana dikti. "Gitmeyi mi düşünüyorsun hâlâ?" Bunlar nasıl her şeyi böyle anında anlıyorlardı aklım almıyor. Gözlerimi kırpıştırarak suratına bakakaldığımda diğerleri da sessizce bana dönerken gergin bir şekilde boynumu kaşıdım.

 

"Tabii ki hayı-"

 

Kıraç sakince "O her an gidebilecek biri," diyerek benim lafımı kestiğinde, gözlerimi ona çevirdim ve haklı olduğunu bildiğim için hiçbir şey diyemedim. Haklıydı, ben hep gidecek biriydim ve bunu asla gizlemiyordum. Onlarda bunu bildikleri için tedbir alıyorlardı işte. Ama hiç beklemedikleri bir an, çok küçük bir boşlukta yine gidecektim. Belki aptalıktı bu belki de yersiz bir korku, ama Duru'dan sonra artık hiçbir şey beni burada kalmaya ikna edemezdi. Zorla tutulmuyor olsam zaten çoktan şehri bile terk etmiş olacaktım. Derin bir sessizlik ortama düştüğünde herkes bana bakarken kendimi düşürdüğüm durum yüzünden utanarak bakışlarımı yere çevirdim. Şımarık biri gibi göründüğünün farkındaydım ama yapabileceğim bir şey yoktu, ne olursa olsun onların hayatını tehlikeye atmazdım. Her ne kadar tehlikenin ortasına kadar düşmüş olsalar bile.

 

Özgür, "Koruma sayısını üçe çıkardım," dediğinde kalbim sızlarken o devam etti. "Ayrıca sokağa bile fazladan adam diktim, artık ne gelecek yeni bir saldıraya hazırlıksız ne de Ecrin'in kaçmasına. Her şey kontrolüm altında." Kahrestin! Belki de göze batmasaydım bu kadar tedbir almayacaklardı ama zaten ben yapabildiğimi yapmış buna rağmen derimin altındaki lanet olası mikroçip yüzünden, sanki beni koydukları yerde bulur gibi bulmalarına engel olamamıştım. Sanırım kaçmadan önce ilk yapmam gereken şey bu çipten kurtulmaktı. Doğrusu o gün Duru'yu dinlemenin bana bu kadar sıkıntı yaratacağını hiç düşünememiştim. Ben cesedim bulunsun, Duru arkamdan ağlamasın diye çip takmayı kabul ederken, şimdi bu çip ben nereye kaçarsam orada kolaylıkla bulunayım diye kullanılıyordu.

 

Özgür'ün kendinden emin konuşması canımı sıkarken Kıraç bana inat eder gibi "İyi," dedi gayet keyifli bir sesle. Ardından bana baktı. "Duydun mu Kavin?" Gözdağı vermeye çalışıyordu değil mi? Zaten korumaların sayısının artırıldığını biliyordu, sadece benim duymam için bu kısa konuşmayı bilerek burada yapmışlardı.

 

Kafamı kaldırıp ters bir ifadeyle yüzüne bakarak "Duydum," diye homurdandım. Yüzündeki alaylı ifade beni sinir ediyordu.

 

Dudaklarının köşesinde hafif bir kıvrılma oluşurken "Umarım," diyerek beni kısaca süzüp önden yürümeye başladı. "Beni takip et şimdi kaçak kelebek." Kaşlarım hızla çatılırken arkasından öfkeyle baktığımda masadakiler gülerken onlara döndüm. Ancak hepsi saniyesinde gülüşlerini benden saklayıp, benimle gözgöze gelmemek için bakışlarını masaya diktiler. Resmen kedi köpek kavgası gibi onlara keyif zevki veriyorduk. Bu durum sinirlerimi bozarken her birine ters bir ifadeyle baktım, hadi diğerlerini anlıyordum da Özgür ve Tugay o buz gibi ciddiyetlerini nasıl bozma zahmetine girip gülmüşlerdi cidden muamma.

 

Kıraç cam kapıdan içeriye girerken omzunun üzerinden bana bakıp "Kavin!" diye seslendiğinde kısık bir sesle "Geliyorum Allah'ın cezası," diyerek ona doğru ilerledim.

 

O her ne kadar beni duymamış olsa da diğerleri arkamdan gür bir kahkaha patlattıklarında kaşlarını çatarak bir arkamdaki arkadaşlarına bir de karşısında usulca duran bana baktı. "Ne dedin sen az önce?"

 

Omuz silkerek "Hiç," dedim, gözlerini kısarak bana baktı ancak ısrar etmek yerine önüne dönüp yürüdüğünde onu takip ettim. Birlikte evinin mutfağına girdiğimiz an çalışanlar bize bakıp kendilerini toparlarken, kırk yaşlarındaki bir kadın elinde tutuğu tencerenin kapağını kapattı. Ardından nezaketle "Bir isteğiniz var mı Kıraç Bey?" diye sordu. Onlar bu güzel kokuyu alıyorlar mıydı bilmiyorum ama mutfak çok güzel kokuyordu. Acaba ne pişirmişlerdi? Meraklı gözlerle tencerelere baktığımda Kıraç ada tezgahına yönelip, bar sandalyesine oturarak kadına döndü. "Her yemekten ikişer tabak hazırla Hacer Abla." Ardından bakışları beni buldu. "Gelip otur Kavin."

 

Her ne kadar hizmetliler olsa da ben kendi yemeğimi kendim servis etmek istiyordum. Adını daha şimdi öğrendiğim kadın tencereye yönelmişti ki, yanına giderek elini tuttum. "Siz zahmet etmeyin lütfen. Ben servis ederim." Kadın şaşkın bir şekilde bana bakıp "Olur mu öyle şey Ecrin Hanım?" dediğinde tebessüm ederek "Olur olur," dedim. "Ben yapmak istiyorum."

 

O ve diğer hizmetliler şaşkınca bana bakarken Kıraç gözlerini kısarak beni süzdü. Yüzümde nasıl istekli bir ifade gördü bilmiyorum ama tebessüm ederek "Siz çıkabilirsiniz Hacer abla," dedi. "Kavin halleder." Bir az izin vermeyeceğini sanmıştım ama verdiği izinle yüzümde küçük bir tebessüm oluşurken Hacer abla "Hay Allah, yorulacak ama," diyerek kafasını iki yana salladı. "Neyse, hadi kızlar biz çıkalım."

 

Her biri mutfaktan çıktığında bakışlarım yüzünde tuhaf bir ifadeyle beni izleyen adamı buldu. "Servis tabakları nerede?"

 

Sorumla birlikte kaşları çatılırken "En iyisi ben Hacer ablayı çağırayım," demişti ki gülerek "Hayır hayır!" dedim hızlıca. "Şaka yaptım, ben bulurum."

 

Ona arkamı dönerek hızla dolaplara yöneldiğimde arkamdan kuşkuyla "Emin misin?" diye sordu.

 

Ne sanıyordu, iki üç tabağı bulamayacağımı mı? Ortadaki dolabın kapağını açtığımda gördüğüm servis tabaklarını çıkarıp ona döndüm. "Alt tarafı servis yapacağım. Abartma istersen."

 

Gülerek sessiz kaldığında tencereye yöneldim. Kapağını açtığımda gördüğüm mantıyı iki tabağa da servis edip üzerine yoğurt ve sos döktüm. Ardından diğer tencerenin içinde hazırda bekleyen mercimek çorbasınıda iki kaseye koydum. Pilav içinde servis hazırladığımda gözlerim fırındaki karnıyarık ve kıymalı pideyi buldu. Onlardan da belki Kıraç yer diye servis ettiğimde önümdeki tabaklara bakıp "Kıraç?" dedim. Bu kadar yemeği biz ikimiz mi yiyecektik?

 

Alayla "Efendim?" diye sorduğunda kaşlarımı çatarak bakışlarımı ona diktim.

 

"Orada oturup duracağına bunları taşımama yardım et."

 

Hafifçe gülerek bana bakıp kafasını yana eğdi. "Hizmetlilerin gitmesini isteyen sendin. Sen yapacaksın her şeyi."

 

Kaşlarımı çatarak dik dik ona baktım. "Pardon da ben senin kölen miyim? Gelip yardım et dedim sadece."

 

Ben bilmem dercesine bana baktığında kısık bir sesle "Hayvan herif," diyerek homurdanıp tabakları yavaş yavaş masaya taşımaya başladım. Ancak o kadar şey vardı ki en az beş kere gidip gelmek zorunda kalmıştım. En son pideleri de masaya koyduğumda Kıraç'ın karşısına oturacaktım ki, "Kavin?" dedi şaşkınlık içinde. Kafamı kaldırıp ona baktığımda masayı gösterdi. "Elimizle mi yiyeceğiz tüm yemekleri?" Ne?

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken masada çatal ve bıçak olmadığını fark ederek "Unutmuşum, hemen getiriyorum," deyip hızla dolaplara yöneldim. Çekmeceden her ikimiz içinde gerekli olan aparatları alıp tekrardan yerime oturduğumda Kıraç "Bir şey daha unutmadın mı?" diye sordu, sinirle ona baktım.

 

"Ne?"

 

"İçecek. Kuru kuru mu yiyeceğiz?" Buradaki hiçbir yemek kuru değildi! Sinirle elimdeki çatalı tabağa bırakıp "Onu da bir zahmet sen getir," diyerek önüme döndüm ve çorbaya kaşığı batırdım.

 

Kıraç bu tepkim karşısında küçük bir kahkaha attığında ona baktım, inci gibi dişlerini gösterecek kadar gülmüştü, ayrıca onun gamzesi mi vardı? Yüzümde istem dışı bir tebessüm oluşurken "Emrin olur," diyerek ayağa kalktığında ondan bunu beklemediğim için arkasından baktım. Bu cümleyi ikinci kez kullanıyordu ve ben ikisinde de ona sinirliydim. Ya benimle dalga geçiyordu ya da daha fazla sinirlendirmemek için bana ayak uyduruyordu. Kıraç bir dolaba yönelip bizim için iki kadeh aldı ardından omzunun üzerinden bana dönerek "Alkol tüketiyor musun?" diye sordu. Aslında bir kaç kez içmişliğim vardı, bir mesajla kovulduğumu öğrenene kadar da zaten barda çalıyordum ve tüm alkol çeşitlerini tanıyordum.

 

Canım istemese de sırf o getirsin diye "Evet," dedim. Önüne dönerek buzdolabının yanındaki dolabı açtı ve kırmızı şarap şişesini alarak karşıma geçti. İkimiz içinde kadehleri doldurduğunda bana uzattığı kadeh ile tebessüm ederek "Teşekkür ederim," dedim ve kadehe uzandım. O kısacık anda bile parmaklarımız tekrardan birbirine değerken onun sıcaklığı karşısında gözlerine baktım, o ise ilk kez elime bir tepki olarak gözlerime dikti karalarını. Orada beni kıracak herhangi bir ifade geçmedi ama anımsayamadığım bambaşka bir ifade geçtiğinde Kıraç kadehi elime verip geriye çekildi. Ne olmuştu birden bire? Bakışlarını önündeki tabağa diktiğinde yemeğe başlaması ile kaşlarımı çatarak bende önüme döndüm.

 

Acaba az önce söylediklerimi mi hatırlamıştı? Ellerim çok üşüdü demiştim annemin ölümünü anlatırken, kafası buna mı takılmıştı? Sessizce önümdeki yemeğe odaklandığımda ara ara şaraptan da yudumlar aldım. Başta canım istemiyor demiştim ama şimdi bitirmiştim kadehi. Uzun zamandır içmediğim için kafam hafiften dönerken masaki şişeyi alıp kendime bir kadeh daha doldurdum ve bakışlarımı beni izleyen adama çevirdim. "Ne? Bitirmem şarabını korkma."

 

Kaşlarını çatarak "Bünyen alışık değil mi?" diye sorduğunda şaraptan bir yudum daha alıp kafamı iki yana salladım. "Yo, alışık."

 

Gülerek kafasını sallayıp "Belli," dediğinde yüzündeki tebessüm neden bilmiyorum ama çok hoşuma gitmişti. Somurtarak yemek yemesinden daha iyiydi bu hali. Kıymalı pidemden bir ısırık alarak "Biliyor musun, Duru'da pideyi çok severdi," dedim hüzünle lokmamı çiğnerken. "Lahmacunu da, döneri de ama yedikten sonra hep pişman olurdu."

 

Aniden Duru'dan bahsetmem onu germiş olsa da bunu gizlemeye çalışarak "Neden?" diye sordu kaşlarını kaldırarak. Gülüp şaraptan bir yudum daha aldım.

 

"Kilo alıyor diye."

 

Kıraç kafasını iki yana sallayıp "Duru kilolu değildi," dediğinde şarabından bir yudum aldı. "Ama sen zayıfsın."

 

Kaşlarımı çatarak kendime baktım, ben mi zayıftım? Duru'dan sadece üç kilo eksiğim vardı. Kafamı kaldırıp "Saçmalama," diyerek şaraptan bir yudum daha aldım. "Yiyip yiyip dana gibi mi olayım?"

 

Hafiften kayan sesimle gülerek "Aslında sana yakışır," dediğinde kahkaha attım. Zaten tüm erkeklerin klasik yalanıydı bu. Kıraç yüzündeki tebessümle beni izleyip kadehinden bir yudum daha aldığında ona bakarak kafamı bir sağa bir sola hareket ettirdim.

 

"Yalancı."

 

"Ben yalan söylemem."

 

Kaşlarımı çatarak kadehimdeki son yudumu da içip bardağı ona uzattım. "Doldurur musun?" Boş bardağıma bakıp "Hayır," dediğinde şaşkınlık içinde ona baktım.

 

"Neden?"

 

"Sarhoş oldun çünkü."

 

Gözlerimi devirdim. "İki kadehle kim sarhoş olur? Doldur sen."

 

Gülerek kafasını iki yana salladığında "Cimri," diye homurdanarak şişeye uzandım ama şişeyi hızla alıp benden uzaklaştırdı. "Yeter bu kadar Kavin."

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken dik dik ona baktım. Kıraç ayağa kalkıp şişeyi götürdüğünde sinirlerim bozulurken bakışlarım onun kadehine kaydı ve bir saniye bile düşünmeden kadehi aldım. Kıraç "Hâlâ uykun var mı?" diyerek bana döndüğü sırada hızla kadehi kafama diktim ve tüm şarabı içtim.

 

Gözleri şaşkınlık içinde açılan adam olduğu yerde bana bakarken, elimdeki kadehi masaya koyup şirince sırıttım. "Kaçtı."

 

Bir bana bir de bardağına bakarak yanıma gelip, gördüğü halde "Sen benim kadehimi mi içtin?" diye sordu, hafif kalın sesiyle yutkunarak ona döndüm.

 

"Hiç sanmıyorum. Sen bitirmiş olmalısın ama hatırlamıyorsundur." Dudaklarında serseri tarzı bir kıvrılma oluştuğunda "Ama senin önünde kadeh," dedi, bardağa bakıp dudaklarımı dişledim.

 

"Sen koymuşsundur."

 

Kaşları alayla yukarıya kalktığında dibime kadar geldi ve bir elini sandalyenin arkasına diğerini de masaya yaslayarak üzerime eğildi. "Demek o kadar sarhoş olmuşum." Terlemeye başladığımda kafamı hızlıca olumlu anlamda salladım. Yüzünde çapkın bir ifade dolanırken "Madem hiçbir şeyi hatırlamıyorum," dedi ardından dudaklarıma baktı, sertçe yutkundum. "Peki, seni öptüğümü neden hatırlıyorum?"

 

Ne?

 

Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken hızla dudaklarımı parmaklarımla örttüm. Gözlerim büyürken "Beni öptün mü?" diye sorduğumda gülmemek için dudaklarını bastırarak kafasını olumlu anlamda salladı.

 

"Öptüm ve bunu sen istedin diye yaptım." Ben mi istemiştim? Şaşkınlık içinde kafamı iki yana salladım.

 

"Ben öyle bir şey istemedim! Yalan söylüyorsun!" Kaşlarım çatılırken Kıraç bana biraz daha eğildi.

 

"İstedin Kavin, hatırlamıyor musun?"

 

Hatırlamıyordum, gözlerim dolduğunda kafamı iki yana salladım. "Şimdi ben senin ırzına mı geçtim?"

 

Her an ağalayacak gibi söylediklerimle kahkaha attığında kafasını olumlu anlamda salladı. "Evet, mecbur şimdi evlenmemiz gerekiyor."

 

Gözlerimden yaşlar dökülürken ağlayarak "Tamam," diyerek ona baktım. "Evlenelim." Kıraç bu halime bakıp bir kez daha kahkaha attığında geriye çekilerek "Seninde bende gözün varmış," dediğinde burnumu çekip ona baktım.

 

"Başkasında mı olsun?"

 

Kaşları hızla çatılırken dik dik bana bakarak "Öyle bir şey demedim! Lafı çarpıtma," dediğinde ayağa kalkarak düşmemek için masaya tutundum.

 

"Kocam olacaksan gözüm sende olmalı ama değil mi?" Gözlerimden düşen yaşları silerek burnumu çektim. "Başkasına bakamam ki."

 

Ters bir ifadeyle gözyaşlarıma bakıp "Başkasına bakamayacağın için mi ağlıyorsun sen?" diye sorduğunda kafamı bir kez daha iki yana salladım.

 

"Hayır, senin gibi bir kocam olacağı için."

 

Şaşkın bir şekilde bana baktı. "Neyim varmış benim?"

 

Ona bakarak "Çok kızıyorsun bana," dedim üzgünce. "Hep bir şeyler anlat diyerek canımı yakıyorsun." Burnumu çektim. "Bir de beni karanlık odaya kilitlemekle tehdit ettin." Kıraç'ın yüzü kasılırken aklıma gelenlerle gülümsedim. "Ama yakışıklı ve zenginsin." Etrafıma bakarak "Büsürü de çalışanın var," dediğimde gülerek "Öyle mi?" diye sordu, hınzır gözlerine bakarak kafamı olumlu anlamda salladım. "Öyle tabi!"

 

"Peki benimle evli olmanın tek iyi tarafı param ve yakışıklılığım mı?" dediğinde ona doğru bir adım atarak işaret parmağımı sağa sola salladım ve dibine girdim. O an dengemi hafifçe kaybettiğimde elleri hızla belimi kavradı ve beni kendine çekerek göğsüne yasladı. Nefesimi tutup şaşkınca yüzüne baktığımda "Bir de bu," dedim kara gözlerine bakarken. "Düşmeme asla izin vermiyorsun."

 

Kara gözleri bir kaç ton daha karardığında yüzümün her bir zerresine bakıp sertçe yutkundu. Baygın gözlerle onun kirli sakal traşına baktım, acaba ellerimde nasıl bir his bırakırdı sakalları? Yutkunarak ona bakıp sol elimi usulca kaldırdığımda, Kıraç elime bakarken tedirgin bir şekilde gözlerine baktım, korkumu anlar gibi gözleriyle onay verdi. Bu küçücük hareketi ile kalbim göğüs kafesimi parçalarken usulca yanağına dokundum ve ellerime batan sakallarının hissi ile hafifçe gülümsedim. "Çok güzel." Dudaklarım arasından kaçan kelimelerle taş gibi kasıldığında, boğuk bir sesle "Güzel olan ne?" diye sordu, ışıl ışıl gözlerle gözlerine baktım.

 

"Bu his." Sakallarını okşayarak "Çok güzel hissettiriyor," dediğimde bakışları kaçırıp "Ne demezsin," diye homurdandı ama "Efendim?" dediğimde bana bakarak "Yok bir şey," dedi. Neden ters davranıyordu ki şimdi? Karısı olacaktım ben onun. Tavrını umursamadan kafamı omzuna yerleştirdiğimde gerilen her bir kasını yanağımı yaslandığım omzundan bile hissetmiştim. Elim sakallarını okşamaya devam ederken "Rahatla Kıraç," diye mırıldandım yorgunca. "Sonra gidip uyu,"

 

Bir eli sahiplenici bir tutumla belimden hafifçe sırtıma kayarken beni kendine daha çok çekip "Neden uyumamı istiyorsun?" diye sordu kuşkuyla. "Uykusu olan sen değil miydin?" Kıkırdayarak geriye çekilip boşta olan elimi geniş omzuna yerleştirerek kafamı iki yana salladım.

 

"Yok, ben sana yalan söylemiştim."

 

Kaşları hafifçe havalanırken "Bak sen," diyerek yüzüme doğru eğildi, sıcak nefesi yüzüme çarparken sertçe yutkundum. "Neden yalan söyledin?"

 

Bakışlarımı kaçırarak "Kızmayacağına söz ver?" dedim, kaşlarını çatarak dik dik bana baktı.

 

"O kadar yani?"

 

Kızacaktı değil mi? Geriye çekilerek kolları arasından çıkacaktım ki, belimi daha sıkı tutup beni tekrardan kendisine çekti. "Tamam söz lan söz! Kızmayacağım, anlat." Bunu söylerken bile kızıyordu, kaygıyla yüzüne baktığımda çatık kaşlarını gördüm ama ağzımı açmadım. Sabır çekerek "Kavin," dediğinde bu kez daha yumuşak bir ses kullandı. Parmakları çenemi kavrarken hafifçe baskı uygulayıp başımı kaldırdı ve yüzlerimiz arasında çok az bir mesafe bırakacak kadar üzerime eğildi. "Kızmayacağım güzelim, hadi anlat." Kullandığı sahiplik eki kalbimin deli gibi atmasına sebep olurken, gözlerine bakarak sertçe yutkundum. Pekâla, madem kızmayacaktı o zaman anlatabilirdim değil mi?

 

Boğazımı temizleyerek "Şey," dedim. "Siz uyurken ben kaçacaktım. Yani öyle düşünmüştüm ama baksana," diyerek kendimi gösterdim ve güldüm. "Şimdi kollarının arasındayım." Önce kaşları çatıldı ilk söylediklerimle, ardından son sözlerimi duyduğunda kolları arasındaki bedenime baktı ve dudaklarının köşesi usulca kıvrıldı. Serseri tarzı bir gülümsemeydi bu ama ona o kadar çok yaşıyordu ki, dudaklarına bakarak gülümsedim. Şu anda hem terliyor hemde dönen başımdan dolayı ne yaptığımı bilmiyordum, içimde patlamaya hazır bir bomba vardı sanki. Kıraç'ın dudaklarındaki tebessüm midemin kasılmasına sebep olurken, yüzümün her bir zerresinde oyalanan sıcak bakışları ile mest oldum.

 

"Kıraç?" Kara gözleri gözlerimi bulurken yutkunarak "Senden bir şey istesem yapar mısın?" diye sordum, kafasını olumlu anlamda salladı.

 

"Ne istersen."

 

Bu sözleri bana daha çok cesaret verirken "Beni bir kez daha öp," dedim, taş kesildi. Sanki az önce beni öpmemiş gibi kara bakışları dudaklarıma kaydığında sertçe yutkunarak adem elmasının hareket etmesini sağladı. Bu küçük hareketi bile içimdeki ateşi harlamaya yetmişti. Ellerimin altındaki bedeni kasılırken, boynundaki damarlara ve hafiften terleyen alnına baktım. Ancak o beklemediğim bir anda benden uzaklaşıp yüzünü iki eliyle sertçe sıvazladığında, dengede durmak için arkamdaki ada tezgaha yaslandım. Beni öpmeyecek miydi yani? Şaşkın şaşkın ona baktım. Ne olmuştu şimdi birden bire?

 

"Kıraç?" dediğimde bana bakmadan bir küfür savurup arkasına döndü ve tezgahtaki sürahiden kendine su doldurarak onu hızla içti. Şaşkın şaşkın ona bakakaldığımda bana dönerek "Hadi, artık uyu sen," dedi ve yanıma geldi. "Yeter bu kadar sarhoşluk." Kolumu tuttuğu an mızmızlanarak kendimi geriye çekip "Hayır istemiyorum," diyerek elini kolumdan kurtardım. "Uykum yok benim." Kaşlarımı çatarak dik dik ona baktım. "Ayrıca hâlâ öpmedin beni." Küskün bir şekilde söylediklerimle sert bir soluk alarak "Hay ben aklıma sokayım," deyip yine bana baktı.

 

"Kavin?"

 

"Hım?"

 

"Ben sana yalan söyledim. Aslında seni öpmedim ve evlenmek zorunda da değiliz." Gözlerim şaşkınlıkla açılırken gayet ciddi yüzüne bakarak dudaklarımı hızla örttüm. Gözleri yaptığım hareketle birlikte yavaşça kısıldığında utanarak "Ben senin ırzına geçmedim mi yani?" diye sorduğum, sinirleri bozulmuş gibi güldü.

 

"Hayallerini yıkmak istemem ama geçmedin."

 

"Ne demek geçmedim?"

 

Kaşlarını çattı. "Geçmek mi isterdin Kavin?" Sert sorusuyla birlikte hızla kafamı iki yana salladığımda yanıma gelip bir anda beni kucağına aldı. Hayret dolu bir nida dudaklarımda koparken o sabrı taşmış gibi yürümeye başladığında utançtan bir şey diyemediğim için sessiz kaldım. Kıraç öfkeli nefesler alıp vererek mutfaktan çıktığında merdivenlere yöneldi. Beni odama mı götürecekti? İyi de benim uykum gelmiyordu ki. Bakışlarım Kıraç'ın sert yüzünü bulurken sertçe yutkundum. Bu korkunç adama da ne yazık ki bir şey diyecek cesaretim yoktu. Sessiz kalarak beni odama çıkarmasını izlediğimde kapımın önüne geldi, ardından biraz zorlansa da ağırlığımı sol koluna alıp sağ eliyle de kapı kulpuna uzandı ve kapıyı açtı.

 

Odama girip yatağıma yöneldiğinde beni yatağa bırakıp dik dik tepeden baktı. "Uzan." Soğuk emri karşısında kafamı olumlu anlamda sallayıp uzandığımda kaşlarını çatarak ayaklarıma baktı. Ardından beklemediğim bir şekilde eğilerek önce sağ bileğimi tutup ayakkabımı çıkardı ardından aynısı sola yaptı. Nefesimi tutarak onu izlediğimde o ayakkabıları yere bırakıp tekrardan bana baktı ve ayaklarımın ucundaki çarşafı alarak üzerimi örttü. Gerçekten beni zorla uyutacak mıydı? İyi de benim hiç uykum gelmiyordu ki. Üstelik saat yeni dokuz buçuk olmuştu. Kıraç onu masumca izleyen gözlerime bakıp, kaşlarını çatarak komodinin üzerine döndü ve dün bana verdiği mumlardan birini eline aldı. Nefesimi tuttum.

 

Mum mu yakacaktı bana? Üstelik ona söylediklerimden sonra. İçime dolan korkuyla onu izlediğimde o cebinden çıkardığı çakmakla mumu ateşe vererek bana döndü. Gözlerine o an sisli bir kara bulut çökerken "Bu mum sana yeterli mi?" diye sordu, aslında sormak istediği ama soramadığı o soruyu anladım. Yaktığım mum ateşine güvenir misin demek istiyordu, ama o ağır sözlerimden sonra bunu söylemek cesaretini kırmış olmalı ki, bu soruyu sormanın kendince farklı bir yolunu bulmuştu. Oysa aynıydı her şey, farkında değildi. Kalbim ona istediği cevabı vermek için çaresizce çırpınırken, şaraptan dolayı bulanık olsa bile beynim buna izin vermedi ve dilim beynimi seçerek sessiz kaldı. Hayır, o kadar kolay değildi ona bu konuda güvenmek. Öyle acıtmıştı ki beni, kolay kolay affedemezdim onu. Çünkü onu affedersem o küçük kız çocuğuna ihanet etmiş olurdum.

 

Kırgınlıklarım batarken zihnime, izin veremezdim kalbime.

 

Gözlerim yavaşça dolarken kafamı yana eğip bakışlarımı ondan kaçırdığımda sertçe yutkunduğunu duydum. Sanki sessizliğimin altında kalmıştı ruhu, paramparça olmuştu umudu. Ne sanıyordu ki, onu böyle kolay affedeceğimi mi? Evet, belki şu anda iki kadeh şaraptan dolayı kafam ayık değildi, belki yarın tüm bu olanları unutacaktım ama kafam değil ayıkken, yerinde bile olmasa onu bu kadar kolay affedemezdim. Affedilecek bir şey yapsaydı belki ama bu benim için o kadar hafif değildi. Kıraç sessizce mumu komidinin üzerine bıraktığında yanına çakmağınıda bıraktı ve bana dönerek "İyi geceler Kavin," dedi sadece. Ardından hiçbir şey demeden, ışığı dahi kapatmadan odadan çıktı. Onun gidişiyle gözyaşlarım bir bir dökülmeye başlarken çarşafı sıkarak dudaklarımı birbirine bastırdım. Işığı bilerek kapatmamıştı değil mi? Sırf onun mum ateşine güvenmediğim için.

 

Oysa hiçbir şey böyle olmak zorunda değildi ki. Neden böyle olmuştu, neden canımız bu kadar çok yanıyordu? Neden onu affedemiyordum?

 

Dudaklarımdan acı dolu bir inilti dökülürken kafamı iki yana sallayıp doğruldum. Hayır, bu şekilde uyumayacaktım. Gidip onunla konuşmam gerekiyordu. Kararlı bir şekilde ayaklarımı yataktan sarkıtıp yaktığı mum ateşine baktığımda, içim acıdı. Sanki o mumun ateşi kendini değilde zihnimi yakıyordu. Dolan gözlerimle ayağa kalktığımda, sadece saniyeler içinde şakaklarıma art arda keskin darbeler girdi. Sanki görünmeyen bıçak darbeleriydi bunlar. Yer ayağımın altında şiddetle sallanırken gözlerimi kapatarak kendime gelmeye çalışıp derin bir nefes aldım. İki buçuk kadeh şarap beni nasıl bu kadar sarhoş ederdi anlamıyorum? Alkol oranı mı çok yüksekti yoksa benim bünyem mi fazla zayıftı? Yüzümü buruşturarak kendimi toparladığımda küçük adımlarla kapıya doğru yürüdüm.

 

Az önce Kıraç beni taşıdığı için hissetmemiştim ama sanırım fena halde sarhoş olmuştum. Şakaklarımı ovalayarak kapıyı açtığımda yavaşça usulca odadan çıktım. Kıraç bahçede olmalıydı. Kim bilir kalbini kırdığım için ne haldeydi? İçim bu bilinmezlik yüzünden acıyla dolarken, derin nefesler alarak duvardan destek alıp yürümeye başladım. Attığım her adımda midem bulanıyor, gözlerim netliğini kaybediyordu sanki. Ama şimdi pes edemezdim, aşağıya inmeli ve Kıraç'la konuşmalıydım. Gözlerimi ovarak karşımdaki merdivene bakıp hafifçe gülümsedim, neyseki bir sorun çıkmamıştı. Evdeki derin sessizlikle birlikte ağır adımlarla merdivenlere ilerlediğimde trabzana tutundum. Ardından onun desteği ile basamakları bir bir inmeye başladım.

 

Attığım her adımda içim heyecanla dolarken sırtımda iki el hissettiğimde, omzumun üzerinden arkaya bakmaya çalıştım. Ancak ben daha kafamı bile çeviremediğimde o iki el beni aşağıya ittti ve her bir basamak ayağımın altından hızla kaydı.

 

Başta boşlukta süzüldüm ve bir çocuk saflığı içinde bunun bu şekilde devam edeceğini sandım ama o kadar basit olmadı. O boşluk hissi basamakların üzerine düşüp yuvarlanmaya başladığımda paramparça oldu ve zaman uğradığı ihanetin şarabını içti. Kafama art arda aldığım darbeler yüzünden gül kırmızısı kanlar dudaklarımdan koptuğunda meleklerin haykırışlarını duydum kulaklarımda o acı dolu haykırışlara şeytanın kahkahaları karıştı, zihnimde bir ateş yanmaya başladı. Şimdi ihanetin gölgesinde yeşeren bir çiçek vardı kanlı toprağın üzerinde, acıyla beslenen, ihanet ile büyüyen bir çiçek. Usulca büyüdü o çiçek, kanlı bir sarmaşık olup boynuma sarılana kadar büyüdü ve acı her bir hücremi kucaklardan ölüm koktu her yer.

 

Sanki ardı ardına tekmeler atılıyordu aciz bedenime, ucu zehirli mızraklar saplanıyor, ölümle avutuluyordu ruhum. Büyük büyük taşlar düşüyordu, kırılan kemiklerimin sesini duyuyor ve acı içinde o nakaratı dinliyordum. Kollarım, bacaklarım, sırtım ve hatta kafam bile bu nakaratlarla süslenirken bağırıp çağırarak saatlerce ağlamak istedim. Ama yuvarlandığım her saniye ile son olmasını beklediğim basamaklar bir türlü son olmadı. Hani bir vardı bir yoktu? Peki şimdi neden bin vardı, hiç yoktu?

 

Bekledim, bana asırlar gibi gelen o saniyelerin bitmesini acı içinde bekledim ama bitmedi. Ta ki sonunda yere kapaklanıp, başımdan akan sıcak bir sıvı hissettiğim zamana kadar. İşte o zaman bitti ve ben, yine ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide asılı kaldım. Gözlerim yavaşça kararırken son gördüğüm şey yere dökülen kırmızı kanım ve onun üzerine yansıyan ihanetin kara bulutuydu. Sonra o kanlı sarmaşık dolandığı boynumu sardı ve ruhum onun kanlı toprağına gömüldü.

Loading...
0%