Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. Bölüm “Yıldızlara Dökülen Hüzün.”

@leylayesilgoz

ÖLÜME SEN KALA

 

8. BÖLÜM

 

"YILDIZLARA DÖKÜLEN HÜZÜN."

 

"Vuslat lazım bize, yarım kalan hikayemize.

Kavuşur muyuz seninle, ölüm kapıma geldiğinde?"

 

🕯️

 

Kalbime giden yeni bir damar keşfetmiştim bu gece, gri bir damardı bu. Ruhumdan aldığı acıyı götürüyordu kalbime, yaraları, anıları, geçmişin karanlığını ve hatta yalanlarla avutulan umutları taşıyordu oraya. Kalp hiç çürür müydü bir gece de? Onu kurutup yok eder miydi ihanetin kanlı elleri ya da zamanın ansızın verdiği keder? Bedenim için atmaya devam etse de, kalbim çoktan çürümüştü gri damardan aldıklarıyla. Zaten daha ne kadar dayanabilirdi ki acıya? Daha ne kadar savaşabilirdi? Ruhum gibi o da solup gidecekti sadece ruhumun aksine olanlara karşı biraz daha dayanıklı kalmıştı. Ama o da pes etmişti bu gece, kalbinde yeşeren çiçeği sökmüştü kanlı eller, anlamıştı çaresizlik içinde, toprağında umudun yeri asla olmayacaktı, olamayacaktı. O ya da bir başkası koysa yine kanlı eller gelecek ve o çiçeği oradan söküp alacaklardı. Tıpkı dün gece olduğu gibi.

 

Parça parça anılar vardı zihnimin kayıp bir odasında, bana fısıldamak istediği gerçekler dolanıyordu dilinde ama ben o odayı bulamadıkça ses ulaşamıyordu kulaklarıma, anlayamıyordum onu. Çok kötü şeyler olmuştu, ama eller dışında bir şey hatırlayamıyordum. Eller, eller bana ne yapmıştı da unutamıyordum? Son hatırladığım şey bedenimin merdivenlerden yuvarlanıp düştüğüydü, peki kalanında neler olmuştu? Ellerle ne ilgisi vardı bunun? Kapalı gözlerimden bir damla yaş usulca düştü, sol şakağıma aktı. İçimde acı vardı, gri damar ruhumdaki tüm acıyı alıp kalbime akıtıyordu. Birazda sen çek der gibiydi ama zaten en ağrını çekmişti kalbim, daha ne kadar çekecekti? Daha kaç çiçek solacaktı toprağında, kan ne zaman çekilecekti üzerinden? Düşündüm. O evde hangi eller bana ihanet edebilirdi ki? Kıraç'ın kalbime ektiği o çiçeği kim söküp alabilirdi? Kim kıymıştı o çiçeğe? Kim itmişti beni?

 

İhanetin kanlı eldivenini kim giydirmişti ellerine?

 

Şakağımdaki yaşa bir parmak usulca dokunduğunda, nefesimi tuttum, o sıcacık parmak yaşı usulca silip "Kavin," dedi garip bir serzenişle. "Aç gözlerini." İstemiyordum, içime bir ateş düşmüştü ve Kıraç'ın o ateşi görmesini istemiyordum. Hayır, öfke değildi bu aksine küle dönen umudun ateşiydi, onun ektiği çiçeğin ateşiydi. Çiçeğine neler olduğunu görsün istemiyordum. Şakağımdaki parmağı usulca saçlarıma gittiğinde onları özenle okşamaya başladı. Sanki hoyrat davranmaktan korkuyordu, bunun için insanüstü bir çabayla okşamaya çalışıyordu saçlarımı, kırmaktan korkar gibi. Oysa dokunuşunu hissetmek istiyordum, şefkati saçlarıma dökülsün, kafamdaki o yarayı iyileştirsin istiyordum. Parmakları yavaşça saçlarımda gezinirken "Ne yaptın sen kendine?" diyerek yorgunca nefesini verdi. "Benim dokunmaya kıyamadığım saçlarının arasına o yarayı nasıl verdin Kavin?"

 

İçim titrerken bu sözler karşısında gözlerimi açamaya çalıştım, başta zorlansam da nihayet başarabildiğimde kafamı yana çevirip ona baktım. Islak gözlerimin gördüğü en acı şeydi bu, Kıraç'ın yüzünde her zaman duran o soğuk ifade yoktu şimdi, onun yerine ağır bir keder vardı yüzünde. Anlamlandıramadığım bir pişmanlıktı bu. Beni benden bile korumaya çalıştığını söylemişti ama beni benden bile koruyamamanın acısını yaşıyordu şimdi. Oysa yanılıyordu, ben kendime yapmamıştım bunu. Gözlerimden bir damla yaş döküldüğünde dudaklarımı ısırarak kafamı iki yana salladım. "Kıraç, be-"

 

Kapı aniden açıldığında Gökçe "Kıraç? Uyuyor mu hâlâ?" diyerek içeriye girince sözlerim yarım kaldı. Odaya giren kız beni gördüğü an acıyla gülümserken Kıraç geriye çekilince Gökçe hızla yanıma gelip yatağın köşesine oturarak elimi tuttu. "İyi misin Ecrin? Ağrın var mı?" Ayağa kalkıp telaşla kapıyı gösterdi. "Hemşireleri çağırmamı ister misin?" Hafif ağrım olsa da gözlerindeki telaşı harlamak yerine kafamı iki yana sallayıp tebessüm ettim. "Hayır, ağrım yok." Başta bana inanmasa da Kıraç ona bakıp gözlerini açıp kapatarak güven verdiğinde cılız bir nefes alıp tekrardan yanıma oturdu. Ardından serumun takılı olduğu buz gibi elimi avuçları arasına alarak kederle yüzüme baktı. "Çok korkuttun bizi Ecrin. Neden uyumadın ki? Sarhoşken merdivenleri inmeye çalışmakta ne demek?"

 

Onu her zaman sakin bir yapıda görüyordum ama benim yüzümden gerçekten korkmuş olmalı ki ilk kez sinirli ve telaşlıydı. Yüzündeki ifadenin dağılması için elini sıkıp "Sen söylüyorsun işte," dedim gülerek. "Sarhoş birinden aklı başında hareketler beklenmez." Kaşları anında çatılırken ters bir ifadeyle yüzüme baktı.

 

"Sarhoş insanlar genelde merdivenlerden düşüp kafalarını ve bacaklarını da kırmazlar!" Ne? Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken çarşafın altındaki bacaklarıma bakıp yutkundum. Sağ bacağıma ne olmuştu? Gökçe pot kırmış gibi alnına vurarak "Hay aksi!" dediğinde boşta olan elimle çarşafı itip bacaklarıma baktım. Sağ bacağım alçının içindeydi, üstelik ayağımdan diz kapağımın altına kadar. Kafamdan akan kanı görmüştüm ama bu kadarını beklemiyordum. Gözlerim yavaşça dolarken Gökçe utanarak yanımdan kalktığında, Kıraç boşta kalan elimi tutup sıcacık bir ifadeyle "Sadece bir çatlak," dedi sakinleştirici ses tonuyla. "Dört hafta sonra kendini toparlarsın." Bana diyordu ama en büyük keder onun gözlerindeydi. Belki de bana alkol verdiği için pişmanlık duyuyordu, o vermişti değil mi bana şarabı? Peki kaç bardak içmiştim ben? Alkole dayanıklı değildim ki, bir kadehten sonrasında kendimi kaybederdim, üstelik alkol oranı yüksekse hiçbir şey hatırlayamazdım.

 

Tıpkı şimdi olduğu gibi düne dair hiçbir şey hatırlayamıyordum, tek hatırladığım birinin beni ittiğiydi. Peki benim merdivendenlerin başında ne işim vardı? Birini arıyordum ama kimi? Kendimi zorlasam da bir şey hatırlayamadığımda Kıraç'ın gözlerine bakarak "Eve gitmek istiyorum," dedim ağlamak üzereyken. "Lütfen beni evime götür. Lütfen!" Aniden gözlerimden dökülen yaşlarla buz kestiğinde öylece bana bakakaldı. Ben ise sarsılan omuzlarımla daha fazla dayanamadım ve ağladım. O evde biri vardı ve ben onun yüzünden güvende değildim. O bulunmayana kadar o eve gidemezdim, kendime bu kötülüğü yapamazdım. Bakışlarım sargılı bacağımı bulurken hıçkırarak "Kıraç lütfen," dedim elini tutarak. "Lütfen evime götür!"

 

Sanki yüzüne bir tokat yemiş gibi bana bakıp sertçe yutkunduğunda, oturduğu koltuktan kalkıp yatağın köşesine oturdu ve yüzümü avuçlayarak "Şşştt, tamam," diyerek gözyaşlarımı sildi. "Sakin ol." Şefkat dolu sesiyle her ne kadar içim ısınsada kalbimdeki korkuyu söküp atmaya yetmiyordu gözleri. Hafifçe tebessüm edip "Merdivenlerden mi korkuyorsun? Bunun için mi evine gitmek istiyorsun?" diye sorduğunda anladım ki ben onun gözünde henüz bir çocuktum. Merdivenlerden düştüğüm için tabi ki onun evinden korkmuyordum, kafamı iki yana sallayıp acıyla gözlerine baktım. Söylemek her ne kadar zor olsa da onun inatçı tavrı yüzünden bu durumu hemen şimdi söylemek zorundaydım, aksi halde daha sonradan söylesem bana inanmayacak kadar gidişime şahit olduğu için bununda bahane olduğunu düşünecekti.

 

Yutkunarak "Kıraç," dedim acıyla gözlerine bakıp. "Ben merdivenlerden düşmedim. Biri beni itti."

 

Sessizlik çöktü odaya, benim dışımda ikisi de lâl olurken birbirlerine baktılar. İnanmakta zorlanıyorlardı ama benim yalan söylemeyeceğimi de, kimseye böyle bir iftira atmayacağımı da çok iyi biliyorlardı. Gökçe yutkunarak az önce Kıraç'ın oturduğu koltuğa kendini bırakıp, söyleyecek bir söz bulamıyor gibi çaresizce bana baktı. Evlerinde beni korumaya çalışırken büyük bir hasar aldığım için zaten söyleyecek bir sözü kimse bulamazdı. Islak gözlerimle karşımdaki adama baktım, o da en az Gökçe kadar bu durum karşısında ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Sanki söylenecek tüm kelimeler anlamını yitirmişti de gözleri konuşuyordu onların yerine. İkisi de şok olmuştu, benden böyle bir yanıt beklemiyorlardı değil mi? Oysa ben de o evde birinin beni sırtımdan iteceğini beklememiştim. Bunun için ihanet demiştim adına. Beklemediğim yerden geldiği için.

 

Sırtımda duruyordu ihanetin hançeri, üzerinde var mıydı parmak izleri?

 

Kıraç yutkunarak bana bakıp "Kavin, emin misin?" diye sorduğunda kafamı olumlu anlamda salladım. Bu bile yüzünün kasılmasına yetmişti, sert bir nefes alarak sakallarını sıvazlayıp ayağa kalktı. "Kim lan kim?! Kim yapar bunu?!" Öfkeden siyah gömleğinin düğmeleri genişlerken bana döndü tekrardan. Yüzümdeki korkuya neden olduğunu bilse de "Göremedin mi onu?" diye sordu görmüş olmam için yalvarır gibi. Ama istediği bende yoktu, zaten olsaydı söylerdim hemen. Bunu fark ederek bir küfür savurduğunda cılız bir nefes aldım.

 

Gökçe yanıma gelip elimi tutarak "Peki ellerinden kız mı erkek mi olduğunu anladın mı?" diye sorduğunda bir an düşündüm. Kıraç merakla bana bakarken Gökçe'nin gözlerine bakıp kafamı iki yana salladım. "Düşmemek için trabzanlara tutunduğumu hatırlıyorum, başım dönüyordu zaten. O an birinin ellerini hissettim ama ben daha arkama dönmeden beni itti. Anlayamadım ki ne olduğunu." Elleri büyük müydü küçük mü anlayamamıştım.

 

Gökçe "Pekâla, yorma kendini," diyerek Kıraç'a baktı. "Ne yapacağız şimdi? O saatte herkes ayrı ayrı yerlerdeydi. Yağmur buldu zaten Ecrin'i."

 

Kıraç derin bir nefes alarak bize bakıp "Sadece üçümüz arasında kalacak bu durum," dedi kararlı bir şekilde. "Gökçe ne olursa olsun Kavin'in yanından ayrılmayacaksın. Hatta gerekirse onu Yağmur'la bile baş başa bırakmayacaksın," dediğinde şaşkınlık içinde ona baktım. Bahsettiği kişi kız kardeşiydi, ondan böyle bir şeyi nasıl beklerdi? Kaşlarım istemsizce çatılırken Gökçe yutkunarak kafasını olumlu anlamda salladığında daha şimdiden korumak ister gibi ellerimi sıkıca tuttu. Sanki ben onun küçük kız kardeşiydim de beni tüm kötülüklerden korumak onun göreviydi. Gözleri gözlerime değdiğinde güç verir gibi gülümsedi, ancak bu güçlü duruşunun altında korkuyla dolu küçük bir kız çocuğu vardı. Bana bir şey olmasından deli korkuyordu ve bunu gizlemek için korkusunu gözlerinin ardına kadar itmişti. Gerçek şu ki; başarılı olamamıştı.

 

Gökçe o görünüşünün altında aslında çok kırılgan bir kalp taşıyordu ve onu korumak zekasının göreviydi. Onda gördüğüm bu durum beni afallatırken tebessümüne karşılık verdim. Farkında değildi ama o da tıpkı Kıraç gibi bu koruma içgüdüsü ile doluydu. Kendi kalbini güçlü duruşuyla, zekasıyla koruyordu. Arkadaşlarının üzerinde ise belirli bir otoritesi vardı ve bu otorite sayesinde herbirini ayrı ayrı koruyordu. Hatta beni bile, belki bunu başta sadece derime mikroçip koyarak yapmıştı ama başından beridir üzerimde gölgesi vardı. Her birimizi korumak aslında Özgür'ün görevi gibi görünse de Gökçe'de bu işin içindeydi değil mi? Özgür dışarıdan gelen tehlikelerden sorumluydu Gökçe ise her durumda bizi koruyordu. Tıpkı Kıraç gibi onunda gölgesi üzerimizdeydi.

 

Boğazımı temizleyerek Kıraç'a döndüm. "Kıraç, ben senin evine gelmek istemiyorum." Hayır, bu bahane değildi, canım gerçekten yanmıştı ve daha fazla yansın istemiyordum.

 

Kıraç sıkıntı dolu bir ifadeyle gözlerime bakarak "Olmaz, Kavin," dedi ne bir ifadeyle. "Eğer evde bir hain varsa senin eve gelmek istememen dikkat çeker." Ne yani, hain bulunana kadar orada kalmaya devam mı edecektim? Üstelik bu haldeyken? Kıraç gözlerimdeki korkuyu görmüş olmalı ki yatağın başucundan bana bakıp "Gökçe yanından ayrılmayacak," dedi ikna etmek ister gibi. "Sende hiçbir şeyi hatırlamayacaksın. Sarhoş olduğunu ve sadece düştüğünü söyle yeter." Gözleri kararırken "Hain yine sana saldırmanın peşine düşecektir. Onu iş üstünde yakalamamız gerekiyor," dediğinde korkuyla yutkundum. Beni böyle ikna edeceğini sanıyorsa yanılıyordu. Kafayı mı yemişti Allah aşkına! Hainin tekrardan bana zarar vereceğini söylüyordu! Ben nasıl kalırdım o evde?

 

Gökçe ona ters bir ifadeyle bakıp "Kıraç, bu böyle mi söylenir?" diyerek homurdandığında bana döndü ve hafifçe gülümsedi. "Şöyle yapalım, biz de orada kalıyoruz zaten. Odalarımız yan yana, kimse yokken ben senin odana gelirim. Olmaz mı? Hem tek başına kalmazsın hem de kim gelirse gelsin beni bulur." Aslında oldukça mantıklıydı ama yine de korkularım vardı.

 

"Ya bulamazsanız onu? Ya yine bana zarar verirse?" Bakışlarım sargılı bacağıma kaydığında sertçe yutkundum. "Amacını bile bilmiyoruz ki Gökçe. Hakan Karadağ'a çalışıyorsa beni asla öldürmez ama canımı her defasında yakmanın bir yolunu bulur." Kahretsin ki en kötüsü de buydu, her defasında ölüme yaklaştırıp öldürmemeleri.

 

Kıraç "Bu saatten sonra o biraz sıkar," dediğinde yanıma gelerek çenemi tutup kafamı hafifçe kaldırdı. Gözlerimde ıslaklık onu kahretmiş olmalı ki geniş göğsü aldığı nefesle şişerken siyah saçlarımı parmak uçlarıyla yüzümden çekti. "Kavin, korkma artık. Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğiz." Elbette ki ona güveniyordum ama korkularıma öyle kolay engel olamazdım. Kafamı yana çevirip cılız bir nefes aldığımda ikisi de sessizce birbirine bakarken kapı açıldı.

 

İçeriye elinde torbalarla girenlere baktığımda yüzümde istem dışı bir tebessüm oluştu. Yağmur hızla yanına gelip "Sonunda uyanmışsın!" dediğinde kollarını bedenime sardı. "Bizi çok korkuttun Ecrin! Seni o halde görünce aklımı kaçıracaktım!" Ona böyle bir an yaşatmak istesemzdim ama elimde olsaydı zaten yaşamamak için her şeyi yapardım. Yağmur geriye çekildiğinde Öykü yanıma gelerek elimi tuttu. "İyi misin? Ağrın var mı?" Aslında birazcık başımda vardı ama çok önemli bir ağrı değildi bu. Kafamı iki yana salladığımda Tolga elindeki torbaları koltuğa koyup yanıma geldi ve beni süzerek bıyık altından güldü. "Hastane önlüğünün içinde bile bu kader güzel olmak bence şova kaçıyor." Garip iltifatı karşısında yanaklarım kızarırken o bana doğru eğilerek saçlarımın tepesine bir öpücük kondurdu. "Bizi çok korkuttun Ecrin."

 

Bunu tahmin edebiliyordum. Tolga geriye çekilirken bakışlarım beni sessizce izleyen Tugay'ı buldu. Yanıma gelerek kafamdaki sargıya ve bacağıma bakarak "Canın acıyor mu?" dediğinde kafamı iki yana salladım ama bana inanmıyor olacak ki yüzünü buruşturdu. "Berbat bir yalancısın." Derin bir nefes alarak o da eğildi ve saçlarıma küçük bir öpücük kondurdu. "Ecrin, bir daha bize böyle bir şey yaşatma." Ölüm sürekli kapımda dururken bu nasıl olacaktı bilmiyorum ama kafamı olumlu anlamda salladığımda tebessüm ederek Tolga'nın oturduğu koltuğa oturdu. Sinan ise elindeki bir demet çiçekle yanıma gelerek "Duygusalım kızım ben," deyip çiçeği kucağıma koydu. "Ağlarım sana bir şey olursa."

 

Bu çocuksu tavrı karşısında gülerek çiçeklere bakıp "Ben şakayık sevemem ama," dedim, şaşkınca ellerimdeki bukete baktı.

 

"Ne seversin?"

 

"Kırmızı karanfil."

 

Kıraç sinirle "Mezarlıklara bırakılan bir çiçeğin, neden en sevdiğin çiçek olmasına hiç şaşırmıyorum Kavin?" dediğinde, iğneler gibi kullandığı kelimeler ile omuz silktim.

 

"Kırmızı karanfil aşk ve romantizmi temsil eder."

 

Alayla güldü. "Aynı zamanda masumların dökülen kanını da temsil eder." Kalbim teklerken ona baktım, bunu bildiğini düşünmemiştim. Genelde herkes sadece mezarlık çiçeği diye bilirdi karanfilleri ama belirli bir kesim sadece masum insanların dökülen kanını temsil ettiğini bilirdi. Kıraç nereden biliyordu bunu? Gözlerimi omdan kaçırdığımda buketi komidinin üzerine koydum. Sinan ayağa kalkarken "Ben hiçbir şey anlamadım," diye mırıldanarak Tugay'ın yanına oturdu.

 

Odada garip bir sesizlik oluşurken Özgür elindeki torbaları masaya koyup bana doğru geldi. Önce baştan aşağıya bedenimi süzdü, ardından yüzüme bakarak kafasını iki yana salladı. "Bir daha alkol tüketirsen sadece otur, olur mu?" Bir çocuk azarlar gibi beni azarlaması karışısında sessizce kafamı olumlu anlamda salladığımda üzerime doğru eğilerek saçlarıma küçük bir öpücük kondurdu. "Yirmi üçü görmeden öldürme kendini." Geriye çekilip saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Seni buruş buruş görmemiz gerekiyor." İstemsizce güldüğümde geriye çekilerek Kıraç'a baktı. "Çıkıyor mu bu akşam?"

 

Kıraç bana bakıp "Doktor iç kanamaya karşı dün geceden bu yana takibe tuttu ama yine de bu gece kalması daha iyi olacak," dediğinde hızla ona baktım.

 

"Hayır! Çok iyiyim ben! Burada kalmama gerek yok ki." Bedenime bakarak ters bir ifadeyle "Buna doktor karar verecek," dediğinde arkama yaslanarak sessiz kaldım. Eminim elinde olsa ben iyileşene kadar çıkarmazdı beni buradan. Yağmur bozulan suratımı fark etmiş gibi güldüğünde, ayağa kalkıp "Sana sağlıklı yemekler getirdim," diyerek bir torbadan yemek kabını çıkardı. Ardından yanıma gelerek onu kucağıma bıraktı. "Hacer ablanın gönlü hastane yemeklerini yemene el vermedi. Bende sağlıklı şeyler hazırlamasını istedim." Kabı açarak güldü. "Umarım brokoli seviyorsundur." Yüzümde istem dışı bir tebessüm oluşurken kafamı olumlu anlamda salladım.

 

"Garip gelecek ama en sevdiğim yemek bu." Diğer insanların aksine sebze yemeklerini daha çok seviyordum.

 

Sinan yüzünü buruşturdu. "Kıraç'ın kadın versiyonu mu bu?" Ellime aldığım yemek kabıyla şaşkınca Sinan'ın sözlerine takıldığımda Yağmur güldü.

 

"Kıraç'da genelde sebze yer. Biz evindeyiz diye farklı yemekler pişiyor ama genelde sebze yer o." Kıraç koltuğa oturarak "Et yemiyormuşum gibi konuşmayın," dediğinde Yağmur omzunun üzerinden ona döndü. "Yani, haftada bir iki yiyorsun." Kıraç kaşlarını çatarak "Ben senin aksine gayet sağlıklı besleniyorum Yağmur," dediğinde brokoliye çatal batırıp tadına baktım. Gerçekten çok güzel olmuştu. Yağmur tebessüm etti. "Beğendin mi?"

 

Kafamı olumlu anlamda sallayarak "Çok güzel olmuş," dedim ve bir ısırık daha aldım. O sırada kapı açıldığında içeriye doktor ve bir hemşire girdi. Elili yaşlarının başındaki adam kaşlarını çatarak odadaki kalabalığa bakıp Kıraç'a döndü. "Hastane senin diye odayı meclis kuruluna çevirmişsin." Hastane Kıraç'ın mıydı? Kaşlarım istemsizce havalanırken Kıraç adamı umursamadan "Annemin mirasını çöpe mi atsaydım?" diye sordu, adam kafasını iki yana sallayıp bana döndü.

 

"Ağrınız var mı küçük Hanım?"

 

"Sadece bacağımda küçük bir sızı var," dediğimde Kıraç kaşlarını çatarak oraya bakarken doktor hemşireye döndü. "Seruma düşük dozda ağrı kesici enjekte edelim." Hemşire kafasını olumlu anlamda sallayıp elindeki tepsinden bir iğne alıp onu seruma enjekte ettiğinde doktor bana döndü. "Başından darbe aldığın için iç kanama riskin yüksekti ama korktuğumuz gibi olmadı Ecrin. Yine de mide bulantın olursa bunu mutlaka söyle." Onu onaylayıp kafamı olumlu sanlamda salladığımda doktor Kıraç'a döndü. "Bacağında çok ciddi bir çatlak yok ama ilk iki hafta üstüne çok basmamaya çalışasın. Eğer ona iyi bakarsanız bir aydan önce kendine gelir. Başındaki dikişler için on gün sonra kontrole gelin. Ayrıca yirmi dört saat boyunca dikişlerine su değmesin." Kıraç onu dikkatle dinleyip onaylarken "Taburcu olabilir mi?" diye sordu, doktor "Serumu bitikten sonra evet," dediğinde rahat bir nefes aldım. Neyse ki öyle çokta abartılacak bir durum yoktu ortada.

 

Doktor bana döndü. "Serumunuz bitince hemşire arkadaşlarımız sizinle ilgilenecektir. Tekrardan geçmiş olsun Ecrin Hanım."

 

Ona minnetle bakıp "Teşekkür ederim," dediğimde tebessüm ederek hemşire ile odadan çıktı. Tolga "Çok şükür korktuğumuz gibi olmadı," deyince Özgür bana döndü.

 

"Mide bulantın var mı?" Yoktu. Kafamı olumsuz anlamda salladığımda Öykü yataktan kalkarak Kıraç'ın yanına oturdu. "Şimdi yoksa bile daha sonradan olabilir Ecrin. Kendini yoracak hiçbir şey yapmamalısın." Yatakta otururken kendimi nasıl yorabilirdim ki?

 

Kafamı olumlu anlamda sallayarak "Aslında kendi evimde kalmak istiyorum bu gece," dediğimde Kıraç sinirle alnını sıvazlayıp bana baktı.

 

"Unut bunu. Bu halinle seni yalnız bırakmayacağım."

 

Kara gözlerindeki ifadeye bakarak "Tamam o zaman yalnız bırakma," dedim inat ederek. "Sen de gel." Biliyorum, bana içten içe çok kızıyordu ama gerçekten o eve gitmek istemiyordum. Gökçe tedirgin bir şekilde ikimize bakarken Kıraç gözlerini kısarak yeşillerime baktı. Sanırım inadımdan geri dönmeyeceğimi anlamıştı, bıkkın bir nefes vererek "Pekâla," dedi pes eder gibi. "Gideriz."

 

Özgür gülerek "Ben şimdiden orayı güvene alayım," dediğinde ayağa kalkarak odadan çıktı. Tugay ise çatık kaşlarla bana baktı. "Gerçekten inatçısın." Asıl inatçı olan onlardı, tamam bende de biraz vardı ama benimki haklı sebeplerdendi. Kalkıpta birini zorla evimde tutmuyordum, sadece kimseye zarar gelmesin diye her defasında o evden uzak durmak istiyordum o kadar. Ama bu kez tek nedeni onlarda değildi, artık ben bile o evde güvende değildim. Bügün hain sadece bana saldırmış olabilirdi ama yarın Hakan Karadağ bir başkasına saldırmasını emrederse ben bu vicdan azabının altından kalkamazdım. Biliyorum, Kıraç varken çok zor olacaktı ama dün akşam yapamadığım şeyi bu akşam yapmak zorundaydım. Kaçacaktım. Evet, hâlâ pes etmemiştim. Ölüm çarkı dönerken nasıl pes edebilirdim ki zaten? Hakan Karadağ açık açık bir savaş başlatmıştı.

 

Bu savaşta kaybeden olabilirdim ama kayıpları olan değil.

 

Yaklaşık bir buçuk saat sonra hastaneden taburcu edilmeye başladığımda Gökçe hâlâ söyleniyordu. "Yani dağ başındaki eve gitseniz daha iyiydi! Ya Hakan Karadağ oturduğun evin çevresine adam dikmişse?" Kıraç bıkkın bir nefes alırken Özgür alnını sıvazladı.

 

"Mahalleyi adamlarla doldurdum kızım! Yeter artık!"

 

Gökçe sinirle kollarını göğsünde topladı. "Bir şey olursa görürüm ben sizi." Biliyorum, asıl korkusunun sebebi haindi çünkü benim aksime korumalara bile güvenmiyordu. Doğrusu bende pek emin değildim ama yanımda Kıraç olacağı için bunu pekte taktığım söylenemezdi. Üzerimdeki elbiseyi düzelterek derin bir nefes aldım. Sargılı bacağım yüzünden pantolon giyemeyeceğim için bir elbise giymiştim ama Ekim ayı için bu pekte iyi bir karar değil gibi görünüyordu. Yağmur "Her şey tamamsa çıkalım mı artık?" dediğinde Kıraç oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi. Hafifçe eğilip beni kucağına aldığında, burnuma dolan sandal ağacı kokusuyla nefesimi tutarak ona baktım. Bu adamın bu karmaşık kokusu ciğerlerime iyi gelse de kendim için aynı şeyi söyleyemezdim.

 

Elim istemsizce geniş omzuna kayarken o beni tekerlekli sandalyeye koymak yerine Tugay'a döndü. "Bagaja koyun şunu. Şimdilik bize lazım değil." Ne? Kucağında mı taşıyacaktı beni her defasında? Tugay bıyık altından gülerek "Tamam," dediğinde Sinan sırıtarak Kıraç'a baktı.

 

"Yani, boşuna yapmadın o kasları." Îmâsı herbirinin sırıtmasına sebep olurken, kızaran yanaklarımla utançla kafamı eğmek istedim ama ne yazık ki önümde bir kum yoktu. Kıraç sert bir şekilde "Zevzeklik etme aç şu kapıyı," dediğinde Sinan sırıtarak odanın kapısını açtı. Gerçekten beni taşıyacak mıydı? Yüzüm utançtan kıpkırmızı olurken Kıraç odadan kucağındaki benle çıktı. Kattın neredeyse her bir yerinde olan korumalar anında bize bakarken Deniz sırıtarak "Abi, tekerlekli sandalye getirmiştim ben odaya ama," dediğinde sırıtarak bizi süzdü. "Sen en iyisini yapmışsın."

 

Resmen herkesin diline düşmüştük! Kıraç ona cevap vermek yerine kapısı açık olan asansöre doğru yönelip "Merdivenlerden in Deniz," dedi sakince. "Benden önce aşağıda olmazsan eğer, olacakları senin hayal gücüne bırakıyorum."

 

Deniz şok içinde "Altı kat abi?" dediğinde Kıraç asansöre bindi ve düğmeye bastı. Kapanan kapının ardından Deniz'in oflayan sesi duyulurken istemsizce kıpırdanıp "Kıraç," dedim rahatsızca. Bakışları kucağında hareket eden beni bulduğunda, biçimli kaşlarını çatarak "Rahat dur," dedi ters bir ifadeyle.

 

Rahat değildim ki! Kollarımı utangaç bir şekilde boynuna dolayarak "Beni yere indirebilirsin," dedim sakince. "Yürüyebilirim."

 

Kafasını eğerek kara gözleriyle bana baktığında yüzlerimiz arasındaki mesafeyi umursamadan "Kollarını boynuma sardıktan sonra mı söylüyorsun bunu?" diye sordu, dudaklarıma çarpan nefesi kalp atışlarımı hızlandırırken sözleri ise aklımı dondurmuştu. Kor bir ateş anında tenime düştüğünde hızla kollarımı geriye çekip "Şey," diye mırıldandım utanarak. "Özür dilerim. Kollarım yorulduğu için-"

 

Aniden yüzüme doğru eğilip "Kavin," diyerek beni susturduğunda, yeşil gözlerime bakıp dudaklarının köşesini hafifçe kıvırdı. "Kollarını boynuma dola."

 

"Ama-"

 

"Dediğimi yap," dediğinde bir kaç saniye gözlerine baktım ve utanarak kollarımı tekrardan boynuna sardım. O an gözlerim aynadaki yansımamıza kayarken istemsizce bizi izledim. Onun yapılı bedeni arasında fazla naif duruyordum. Sanki her an kırılacak bir vazoyu tutar gibiydi belimde ve bacaklarımın altında duran elleri. Kaslı ve geniş göğsü tamamıyla kafayı gömüp uyumalık gibi olsa da bunu asla yapamayacağım için sadece izledim onu. Bakışlarım istemsizce gömleğinin açık düğmelerine kayarken tenine baktım, midem kasıldı. Ne oluyordu bana böyle? Ondan etkilenmiyordum değil mi? Asansör fazla sıcak gelmeye başladığında neyse ki kapılar açıldı ve karşımızda nefes nefese Deniz belirdi. Şaşkın bakışlarım onu bulurken o doğrularak "Ara-arabayı ben mi kullana-cağım abi?" diye sordu.

 

Soluklanmaya bile fırsatı olmamıştı değil mi? Kıraç ona bakarak "Arkadan gel," dediğinde benimle birlikte çıkışa doğru yürümeye başladı. Bir çok bakış bize kayarken insalar hem bacağımdaki sargıya hemde kafamdakine bakarak bize yol veriyorlardı. Ayrıca arkamızda bizi takip eden beş tane nefes nefese kalmış adamda vardı. Rahatsız olduğum bakışlar altında hastaneden çıktığımızda kapının önündeki yedi arabaya bakarak gözlerimi açtım. Kıraç mafya olmasa da öyle gezdiğinin farkında mıydı acaba? Neden bu kadar araç vardı ki? Üstelik bunlar sadede bizimle gelecek olanlardı. Gerek var mıydı bu kadarına?

 

Kıraç'ın arabasına ilerlediğimizde bir adam ön kapıyı bizim için açtı. Kıraç hafifçe eğilip beni koltuğa yerleştirirken bende kollarımı boynundan çektim. Ancak Kıraç geriye çekildiği an elbisemin ucu kolunun üstünde takılı kaldı ve bacaklarım baldırlarıma kadar tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Gözlerim şaşkınlık içinde açılırken ateş basan boynumla hızla eteği tutacaktım ki, Kıraç benden önce davranarak eteğin ucunu tuttu ve indirebildiği kadar aşağıya indirdi. Bu hareketi kasılmama neden olurken o gözlerime bakmadan "Kemerini tak," dedi ve geriye çekilerek kapımı kapattı. Ne olmuştu şimdi?

 

Yüzüm utançtan kıpkırmızı olurken kemeri takarak "Bakmadı Kavin, bakmadı," diye mırıldanarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Gerçektende beni rahatsız edecek saniyelik bir bakışı bile olmamıştı. Aksine, benden hızlı davranıp örtmüştü bacaklarımı. Kıraç kendi yerine otururken bakışlarımı ondan kaçırıp arkama yaslandım ve sesiz kaldım. Başta öndeki iki araç yolla koyulurken Kıraç'ta onları takibe aldı ve geriye kalanlarda bizi. Resmen konvoy halinde hastaneden ayrılıyorduk. Hava hafiften kararmaya başlarken yaklaşık yarım saat sonra tanıdığım sokaklara girdiğimizde etrafa baktım. Kıraç'ın gizli saklı evinden sonra benim tehlikeli bir semtteki evim fazla garip gelmişti.

 

Gecekondular arasından geçerken evimin olduğu sokağa girdiğimizde bir grup genç şaşkınca birbirlerini itip arabalara baktı. Haklılardı, böyle lüks ve art arda dizilmiş arabaları evimin sokağında görsem bende şaşırırdım ama hayat bana her defasında şaşıracak daha farklı şeyler veriyordu. Boğazımı temizlediğim sırada arabalar yavaşça evimin önünde durdu. Bahçede tanımadığım adamlar vardı, sanırım Özgür'ün işiydi bu. Derin bir nefes aldım ya da alabildiğimi sandım. Buradan kaçarken bir daha bu eve gelmek istemediğimi söylemiştim kendime ama başımın üstüne yıkılsada burası benim evimdi. İnsanın evinden başka gidecek neresi vardı ki? Dönüp dolaşacağım yer her zaman burası olacaktı. Biliyorum, biraz acıtıyordu ama ev tüm acıların ve mutlulukların yaşandığı yer değil miydi? Acım kadar mutluluklarımda vardı bu evde. Kıraç bana döndüğünde yüzümü izleyerek "Girmek zorunda değilsin Kavin," dedi sakince konuşarak. "İstersen başka bir yere de gidebiliriz."

 

İçime dolan hüzünle derin bir nefes alarak "Girmek istiyorum," dedim kararlı bir şekilde. "Burası benim evim." Hava kararmış, gökyüzündeki yıldızlara hüzün dökülmüştü.

 

Bak anne, kızın özgürlüğünün bittiği evde.

 

Kıraç derin bir nefes alarak "Kavin," dediğinde ona bakarak tebessüm ettim.

 

"Biliyor musun? Annem gelin olarak geldiği bu evi çok seviyordu Kıraç." Evin bahçesine bakıp gülümsedim, gözüm adamlara takıldı. "Buradan ellerinde kelepçelerle çıktı ama buna rağmen hayali cezaevinden çıkıp bu evi bir yuva yapmaktı." Annem bu evi her zaman ve her şeye rağmen sevmişti, bende sevecektim. O kaçmamıştı acılarından, bende kaçmayacaktım. Kıraç, bakışlarını benden kaçırarak sessiz kalırken arabadaki adamları da bahçeye girip konum aldığında onları izledim. Deniz durduğu köşeden sert bir ifadeyle bahçedeki otuzlu yaşlarında duran adama baktı, adam ona kafasını sallayınca o da Kıraç'a bakıp başını hafifçe eğerek işaret verdi. Güvenli demekti bu.

 

Neredeyse uçan kuştan haberdar olan adamlar bu işi fazla ciddiye alıyorlardı. Peki ben bu kadar adamın arasından nasıl kurtulacaktım? Kaçmam gerekiyordu.

 

Kıraç arabadan indiğinde gözüm ona ilişti, önce etrafa kısa bir bakış attı ardından benim olduğum kapıya doğru çatık kaşlarla ilerledi. Sanki aldığı güvenlik önlemlerine rağmen onu rahatsız eden şeyler vardı. Burada olmaktan memnun değildi. Yavaşça kapımı açtığı sırada emniyet kemerime uzanmasıyla nefesimi tutarak ona baktım. Yüzü bana fazla yakındı, ayrıca bakış açımda olan boynu gerilmeme sebep oluyordu. Kemeri açıp yüzünü bana çevirdiği an aramızdaki mesafe azaldı, kara gözleri usulca dudaklarıma kaydı. Sanki bir ateş düşmüştü ortamıza ve biz bizi yakmasına rağmen uzaklaşamamıştık ondan. Çok tuhaf bir şeydi bu, aramızda ne olduğunu bilmediğim çok tuhaf bir bağ gelişiyordu ve bu fazla tehlike kokuyordu. Kıraç dudaklarıma bakarak sertçe yutkunduğunda kaşlarını çattı ve boğazını temizleyip geriye çekildi.

 

Sanki kendini bu andan korumak ister gibiydi, bakışlarımı kaçırarak cılız bir nefes aldım. Sevmemişti bana yakın olmayı. Bende sevmemeliydim, zaten sevmemiştim ama nefret de edememiştim. Neydi bu göğsümden açılan yara? Dikenleri olan bir gül mü yoksa eskiden kalma bir acı mı?

 

Kıraç soğuk bir sesle "Gidelim," dediğinde üzerime eğilerek beni kucağına aldı. İkimizin de üzerinde çok garip bir bulut dolanıyordu ve biz ıslanmak istemiyorduk. Ellerimi istemsizce geniş omuzlarına koyduğumda geriye çekildi ve bahçeye doğru yürümeye başladı. Babamda annemi kucağında taşımıştı bu eve. Peki neden hiç istememişti beni? Neden yarım kalan bir aşktı onlarınkisi. Evet, babam beni hiç istememişti ama annemi çok sevmişti. Bunu biliyordum çünkü annemin günlüğünde yazıyordu. 'Beni seven adam bizden olanı sevemedi' diyordu. Babam beni sevememişti. Sevmek için uğraşmamıştı bile. Neden? Gözlerim dolarken gökyüzündeki yıldızlara baktım, içim acıdı. Sevgisiz büyüyen çocuklar için gece yıldızlarla süslenmişti. Ama yıldızların üzerine de kimsesiz çocukların hüznü dökülmüştü.

 

Bakın bazı yalnızlıklar, karanlıktan daha karanlık.

 

Kıraç sessiz adımlara evimin önüne geldiğinde "Anahtar paspasın altında," dedim, kaşlarımı çatarak bana döndü.

 

"Aldığın güvenlik önlemleri muhteşemmiş aptal kelebek."

 

Gayet ciddiyetle söylediği sözler karşısında istemsizce güldüğümde o arkasındaki adama döndü. "Anahtarı al şu paspasın altından." Aslında bu anahtar yedek anahtardı, genelde bunu kullanmazdık ama Duru sürekli anahtarlarını unutup kapıda kaldığı için bu çözümü bulmuştum. Tabi artık bu anahtarın paspasın altında olmasına gerek yoktu. Çünkü artık Duru yoktu.

 

Koruma paspasın altından anahtarı alıp kapıyı açtığında Kıraç yavaşça içeriye girdi. Gözlerim eve girdiğimiz an istemsizce buğulanırken o beni Duru'nun vurulduğu oturma odasına kadar götürdü ve kapının önünde kesilen adımlarıyla aniden durdu. İkimizde sessizce, hiçbir şey demeden yerdeki kan lekelerine baktık. Bu gece buna ağlamayacaktım, çünkü hakım yoktu.

 

"Tamam, adamlar buraya temizlerken bizde birer kahve içelim." Ben sessiz kalırken o arkasına dönüp etrafa baktı ve açık kapısıyla görünen mutfağa doğru ilerledi. Beni yavaşça sandalyeye bıraktığında "Geliyorum birazdan. Ayağa kalkma," dedi ve mutfaktan çıktı. İçimde ağır bir hüzün vardı, sanki yüreğimdeki matem hiç bitmemişti. Kafamı iki yana sallayıp ayağa kalktım, neyseki çok şiddetli bir ağrım yoktu. Dolaba yönelip iki fincan çıkardım ardından cezveye kahve ekleyerek ikimiz içinde sade kahve hazırlamaya başladım. Ben orta şekerli içerdim ama bundan sonra kahvemi Duru gibi şekersiz içecektim, acısı her zaman damağımda kalsın diye.

 

Islak gözlerle kahveyi tüpün üstüne koyduğumda elindeki eczane poşeti ile Kıraç girdi mutfağa. Çatık kaşlarla bana ve bacağıma baktığında "Kime söylüyorsam," diye homurdanarak poşeti masaya koydu ve yanıma gelerek kendini tezgaha yasladı. "Hep böyle misin Kavin sen?"

 

"Nasıl?"

 

"Sessiz."

 

Kahvedeki bakışlarım onu bulduğunda güldüm. "Bence ben sessiz biri değilim."

 

Dudaklarının köşesinde beli belirsiz bir kıvrılma oluştuğunda hatırladıkları ile güldü. "Doğru, bağırıp çağırdığında o güzel sesini kısmak istiyorum ama, gel gör ki sen böyle sessiz kaldığında da sessizliğinden nefret ediyorum."

 

Elimdeki kaşık havada kalırken bakışlarımı ondan kaçırdım. "Normalde bağırmam ama sen beni biraz deli ediyorsun."

 

"İyi ki ediyormuşum o zaman," dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım, ama o beni umursamadan ceketini çıkarıp sandalyeye bıraktı ve tekrardan yerine geçti. Gömleğinin kollarını kıvırarak bana bakıp "Olmadı mı daha?" diye sorduğunda kahveye bakarak kafamı iki yana salladım.

 

"Isınır birazdan." Kısık ateşte yaptığım için biraz sürecekti. Kıraç memnuniyetsiz bir şekilde bana baktı. "Çok yoruyorsun kendini."

 

Hayır ben değil, bu olanlar beni yoruyordu. Kahvenin üzerindeki köpükleri fincanlara koyarak "Kafam dağılıyor," dedim usulca. "Duru'nun acısı daha çok taze Kıraç. Kafamı dağıtmam gerek." Ona baktığımda yüzü kasıldı. "Ayrıca yıllardır yollarını beklediğim adamın sevdiklerimin katili olduğunu öğrendim. Bu sandığın kadar basit değil. Hâlâ kabullenmekte zorlanıyorum." Farkında değildi ama ben içten içe çoktan ölmüştüm, kurtarabileceği tek şey bedenimdi. Ruh ölünce kalp sadece beden için atmaya devam ederdi. Benimki de bu hesaptı işte.

 

Ben ölü bir ruhu içinde saklayan, cılız bir beden.

 

Kıraç yutkunarak "Canını çok yakmışlar Kavin," dediğinde dolan gözlerimle gözlerine baktım. Keder vardı karalarında. "Sevdiklerini almışlar senden, mum ateşine muhtaç etmişler seni." Sol gözümden bir damla yaş aktığında bana doğru bir adım attı be sıcacık parmaklarıyla o yaşı sildi. "Önce gerçekleri saklamışlar senden, bilinmezliğe atmışlar seni." Okumuştu, tüm kartları okumuştu. "O bilinmezlikte kabul etmişsin her şeyi. Tüm acıları kucaklamışsın, onlarda başka şeyin olmadığı için." Gözlerimden bir damla yaş daha düştüğünde elini yanağıma koydu, gözlerime baktı. "Kabul etmişsin sen Kavin, işlemediğin bir günahın kefaretini ödemeyi kabul etmişsin."

 

Dudaklarımdan bir hıçkırık döküldüğünde susmadı, önüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırarak devam etti. "Gerçekleri öğrenmek istediğin zaman sevdiğini almışlar senden." Kalbim acıyla kasılırken Kıraç çenemi tutup havaya kaldırdı ve kederle gözlerime baktı. "Egemen'i öldürmüşler Kavin. Kelebeğin kanadı yanmış mum ateşinde, ama karanlık acımamış kelebeğe." Gözlerimden akan yaşlara bakarak alnını alnıma dayağında sessizce ağlamamdan nefret ediyormuş gibi "Bağır Kavin," dedi sakince. "Kanatların muhtaç olduğun mum ateşinde yanarken nasıl bağırdıysan şimde de öyle bağır." Parmakları usulca yüzü okşadı. "Kavin, seni yaktığı halde hâlâ nasıl aşıksın mum ateşine?" Boğazımdan bir hıçkırık koparken elini belime koydu, orayı okşadı. "Çok mu acımasız davrandı sana karanlık?" Yutkundu. "Sevgilini orada kaybettiğin için mi bu korkun?" Boynumu okşadı. "Kavin, Egemen'i senden aldı diye mi karanlığa olan nefretin?"

 

Sevgilim...

 

Egemen...

 

Ölümün benden acımasızca aldığı kişiydi o. Asla geçmeyecek yaram, kalbimin en büyük acısı ve zihnimin en büyük sancısıydı. Onunla yarım kalmış bir hikayemiz vardı ve o hikaye asla tamamlanmayacak, bize o mutlu sonu yaşatmayacaktı. Oysa hayallerimiz vardı, Egemen'le birlikte toprağın altına giren hayallerimiz. Onları asla yaşayamayacaktık. Gözlerimden bir damla yaş daha düştüğünde o an göğüs kafesimin paramparça olduğunu hissettim. Acı, kalbimi avuçladı. Hayır hayır, acı kalbimi avuçları arasında parçaladı. Bir buz kristali düştü sanki yüreğime, her tarafa dağıldı anılar, bir yıkıntı oluştu orada ve ben o yıkıntının altında kaldım. Bu nasıl bir acıydı böyle? Ne zaman dinecekti sızısı? Ne zaman son bulacaktı?

 

Egemen...

 

Onu benden karanlıkta almışlardı. Hayır hayır, onu benden karanlıkta çalmışlardı. Dudaklarımdan kaçan cansız bir hıçkırık Kıraç'ın göğsüne çarpıp yok olurken, gücümün bedenimden çekildiğini hissettim ve bir anda içimi dökercesine ağlamaya başladım. Sanki uzun zaman sonra cümlelere dökülen geçmişim zihnimde büyük bir ateş yakmıştı. Tüm güzel anılar da yanıyordu o ateşte, kalbim duruyordu, kelebek ölüyordu. Kıraç dizlerimin üzerine düşeceğin an beni hızla belimden kavrayıp kendine çekerken yüzümü göğsüne saklayarak ağladım. Ruh acır mı? Hayır, bunu ruhsal olarak söylemiyorum. Ruh fiziksel bir acı çekebilir mi? Benim ruhum çekiyor, üzerindeki yaralara hançer saplanıyor, üzerine asit dökülüyor. Benim ruhum acıyor, benim ruhum çok acıyor.

 

Sanki bir deprem oluyordu zihnimde, her şey birbirine girmişti. Üzerime yıkılmıştı tüm binalar, enkazın altında kalmış ve yaralı bir halde yaşamaya devam ediyordum ama bunun çok uzun sürmeyeceğini de çok iyi biliyordum. Öyle acıyordu ki canım, sadece acıyı hissediyordum. Saf bir acı vardı, çok saftı ve çok acıtıyordu. Bazen tarif edemezdi ya insan kendini, içindeki ateşi. İşte öyle bir andı bu, tüm kelimeler yetersiz kalıyor, kanayan içimi anlatamıyordu. Kıraç sıkıntılı bir nefes vererek belimi okşayıp, "Ağla Kavin," diye fısıldadı usulca. "Ağla. Ben yanındayım." Bir eli saçlarıma gitti, onları özenle okşadı. "Sessiz feryatlarını duyur bana. Acını hissettir, kendini bende iyileştir." Dudaklarımdan bir hıçkırık kaçarken belimdeki tutuşu sıklaştı. "Karanlığın içinde kaybolma Kavin, kendini bana göster."

 

İçinden çıkamadığım bir acıydı bu, yorgun, kırık ve döküktüm bir ev gibi. Yıkılmadan toparlanamazdım, bundan dolayı ağladım. Kıraç Keskin haklıydı, iyileşmem için ağlamam gerekiyordu. Acımı akıtmam için ağlamam gerekiyordu, belki o zaman toparlayabilirdim. Belki o zaman yıkık bir ev olmaktan kurtulurdum. Kıraç'ın gömleği avuçlarım arasında kırışırken, o derin bir nefes alarak çenesini başımın sargılı olmayan kısmına yasladı ve sessizce "İşte böyle," diye fısıldadı sakince. "Olmayan hayallerle dolu gözyaşlarını dök Kavin, melekler yeryüzüne inip, tüm renkleri sana versin." O an sözleri dudaklarından dökülmedi, sözleri kalbime sığındı ve kalbimi okşadı.

 

Gökyüzüne astığım acılar yere düşüyordu.

 

Kıraç Keskin o acılırı yok ediyordu. Artık durulmaya başlayan gözyaşlarımdan dolayı bedenim yorgunluktan kırılırken, Kıraç tüpü kapatıp "Hadi," dedi geriye çekilip beni kucaklayarak. "Uyku vakti yaralı kelebek." Başım göğsüne düştüğünde kokusuna ve sessizliğe sığınarak ve ona ayak uydurdum. Ne hareket edecek gücüm vardı ne de konuşacak. Kıraç, kolaylıkla bulduğu odama girdiğinde beni yatağıma bırakıp geriye çekildi. Ardından sargılı bacağımı düzelterek üzerimi örttüğünde bakışları komidinin üzerinde duran mumları buldu, sertçe yutkundu. Anlıyordum onu, sözlerimden sonra mum yakmak onun için çok zordu. Ama benim o mum ateşine muhtaç olduğumu bilir gibi derin bir nefes aldı ve cebinden çıkardığı çakmak ile bir mumu usulca yaktı. Odanın ışığı kapalıydı, yaktığı mum ateşine güvenebilir miydim?Bakışlarım yaktığı mumu bulurken o bana bakmadan "İyi geceler," dedi ve arkasını dönüp kapıya doğru ilerledi.

 

Gözlerim korkuyla açılırken daha attığı ilk adımda hızla elini tuttum ve onun adımlarını önüne bir duvar koyar gibi kestim. Sanki kötü bir şey diyecekmişim de, buna dayanamıyormuş gibi sırt kasları kasılırken, titreyen sesimle "Gitme," diye fısıldadım acı çeker gibi. "Kıraç gitme. Yanımda kal." Sandığı gibi mum ateşine güvenmiyorum dememiştim, çünkü sorun sadece onun yaktığı mum ateşi değildi. Ben, bu gece kendi yaktığım mum ateşine bile güvenmezdim. Sessizlik bana Kıraç'ın sert yutkunuşunu duyurmaya yeterken ıslak gözlerle sırtına baktım. "Bu gece geçmişimden koru beni. N'olur yanımda kal." Bunu söylemek zordu ama kalsın istiyordum. Çünkü o giderse ben geçmişin kuyusunda kaybolurdum.

 

Kıraç bana döndüğünde bakışları ellerimize kaydı, hızla elimi çektim. "Be-ben, özür dilerim." Tepki vermiyorlar diye kimseyi elleyerek onlara bu rahatsızlığı vermeye hakkım yoktu.

 

Kucağımdaki ellerimi saklayacak bir yer bulamadığım sırada Kıraç bana bakıp sıkıntılı bir nefes alarak göğsünü şişirip yatağa oturdu. Sert yüzündeki soğuk rüzgarların arasına keder karışmıştı. Burda mı kalacaktı? Yüzümde küçük bir tebessüm oluşurken elini bana uzatarak, "Kavin," dedi dudaklarına saatlerce izleyebileceğim kadar güzel bir tebessüm kondurarak. "Bu geceyi benimle dans ederek sonlandırmak ister misin?"

 

Böyle anlar yalnız kitaplarda veya dizilerde olur sanıyordum. Çünkü böyle anlar iki kişi için fazla özeldi. Ama şimdi aynısını ve hatta benim için daha anlamlısını yaşıyordum. Sanki o karakterler gibi benimde kalbim yerinden çıkarken, aklım beni terk etmiş gibi hissettim. Ne demişti o? Bakışlarım havadaki eline kaydığında hafifçe yutkundum. Benimle dans mı etmek istiyordu? Hem de şimdi? Aval aval yüzüne baktığım sırada ifadem hoşuna gitmiş olmalı ki, dudaklarını kıvırarak "Cevap vermeyecek misin?" diye sordu kaşlarını havalandırırken. Böyle bir gecede dans etmek mi istiyordu gerçekten?

 

Gergin bir şekilde dudaklarımı ıslattım. "Ama bacağımda alçı var."

 

Gerçekten mi Kavin? Tek sorun bu mu?

 

Kıraç bacağıma bakıp gülerek "Hallederiz," dediğinde, istemsizce gülümseyip buz gibi elimi sıcacık avucu arasına bıraktım ve ona baktım. "Edelim."

 

Bana tuhaf demişti ama asıl tuhaf olan oydu. Kıraç ayağa kalkarak üzerimden örtüyü kaldırıp beni kucağına aldığında, odanın ortasına geldi ve bedenimi yavaşça yere indirdi. Onun yaktığı mumun yanında salondan ve de sokaktan gelen ışık birbirimizi daha net görmemizi sağlıyordu. Karşı karşıya durduğumuzda nefesim kesildi, sanırım bu anı asla unutmayacaktım. Kıraç bana doğru bir adım atarak sağ elini uzattığında, göğüs kafesimden kaçmayı başarabilen kuşlar eşliğinde titreyen elimi sıcacık avucunun içine bıraktım. O an sessiz bir şarkı bizim için çaldı ve biz, bir mum ateşinde dans etmeye başladık.

 

 

🕯️

 

 

"Ne demek kızlar elinde lan?! Kafa mı buluyorsunuz siz benimle?!"

 

Gökgürültüsü, fırtına veya deprem. Duyduğum sesin bana hissettirdikleri tam olarak bunlar belki de çok daha fazlasıydı. Sanki bir ateş yakıyordu koca gökkubeyi, bulutlardan kanlar damlıyor, denizler kuruyordu son damlasına kadar. Yer kabuğu çatlıyordu içimde, o çatlaktan ölüm süzülüyordu toprağa ve hayat usulca fısıldıyordu kulağıma. Kalk Kavin, kalk ve boynundaki kefaretin kurbanlarına bak.

 

Kaç ölüm bedeldi bu günaha? Daha kaç can yanacaktı bir masumun ahında?

 

"Bilmiyordum lan! Böyle olacağını biliyordum! Ecrin'e kafayı bu kadar taktığını bilmiyordum Kıraç!" Ses tonunda yatan acı, kalbin en ağır ritmiydi. Sanki dünyanın en hüzünlü şarkısı çalıyordu kulaklarımda, dayanamıyordum.

 

"Tugay! Al şunu gözümün önünden! Yoksa kafasına sıkacağım!"

 

"Geç otur şuraya Sinan! Siktirme belanı!"

 

Göz kapaklarım duyduğum seslerle yavaşça aralanırken etrafıma baktım. İçeriden hâlâ onların sesi geliyordu, ne yani, duyduklarım bir kabus değil miydi?

 

"Ne yapacağız şimdi Kıraç? Ecrin'i ona veremeyiz." Özgür'ün sesiyle doğrulup bulunduğum yatağa baktım. Dün gece olanlardan sonra yatakta huzurla uyumuştum ve şimdi bu olanlarla mı uyanmak zorundaydım? Neden hiçbir şey yolunda gitmiyordu ki? Kalbime çöken sıkıntıyla sargılı bacağımı yavaşça indirip ayağa kalktım, konuyu daha net anlayabilmek için yanlarına gitmem gerekiyordu. Yavaşça kapıya doğru yürüdüğümde başımdaki ağrıyı görmezden gelerek salona girdim. Tam da tahmin ettiğim gibi hepsi salonun ortasında duruyordu. Kıraç'ın sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremiyordum ama beyaz gömleğinin altında kasılan kaslarından dolayı ne kadar gerildiğini anlamıştım. Koca bedeni sanki her an bir savaşa katılacakmış gibi heybetliydi, bir doksanlarda olduğunu düşündüğüm boyu ile zaten bir asker gibi görünmeyi başarıyordu ama hissediyordum, onda çok daha farklı şeyler vardı. Belki bir mafya belki de karanlık dünyadan bir parça. Ya da karanlık dünyanın ta kendisi. Bilmiyordum, zaten bilemezdim de.

 

Kıraç, Özgür'ün sorusuyla sertçe "Kavin'i o piç kurusuna asla vermem!" dediğinde adımlarım kapının önünde aniden kesildi. Beni istiyordu ve alamadığı her saniye acısını masum insanlardan çıkaracaktı. Kıraç bunun farkında olduğu halde neden zorluyordu ki? Anlamıyor muydu, ben onlara sadece ölüm getiriyordum, neden hâlâ ısrarla beni yanında tutuyordu ki? Boğazım düğüm düğüm olurken Tugay beni fark etmiş olmalı ki "Ecrin," dediğinde Kıraç dışında herkesin bakışları beni buldu. Tugay'ın yüzünde ifade edemediğim bir öfke vardı, sanki elinde olsa ortalığı ateşe verip kızları kurtaracaktı. Özgür onun aksine daha soğukkanlı dursa da o da gözlerindeki öfkeyi gizleyemiyordu. Her biri ayrı ayrı bir savaşçı gibi görünüyordu ve bu, fazlasıyla tehlike kokuyordu. Savaş şimdi gerçek anlamda başlamıştı.

 

Özgür sakin bir sesle "Ecrin, ayakta durma," dediğinde bacağıma bakarak yüzünü sıkıntıyla buruşturdu. "Geç otur, yorma kendini." Bir abi gibi davrandığının farkında mıydı bilmiyorum ama hissettirdiği bu duygu benim için fazlasıyla değerliydi. Boğazım düğüm düğüm olurken sessizce kafamı olumlu anlamda sallayıp koltuğa doğru ilerledim. Sargımı çıkartmak istiyordum ama ne yazık ki çatlak yüzünden bir süre böyle dolaşmak zorundaydım. Yavaşça Sinan'ın yanına oturduğumda bakışlarım onu buldu. Kafasını elleri arasına almış dolan gözlerle halıya bakıyordu, o kadar stresliydi ki, sağ bacağı sallanıp duruyordu. Kendisini suçluyordu değil mi? Oysa asıl suçlu bendim.

 

Derin bir nefes alarak bakışlarımı Kıraç'a çevirdiğimde onunda gözleri beni buldu. Boynundaki damarlar ortaya çıkmıştı, çatık kaşlarının altındaki keskin gözleri ise ölümü korkutacak cinstendi. Biliyorum, şu anda ne söylesem kabul etmeyecekti ama o da farkındaydı her şeyin. Beni yanında tutukça kaybetmeye devam edecekti. Bakışlarımı ondan kaçırdığımda Özgür'e döndüm. "Kızları nasıl kaçırdı?" Kısa ve basit bir soruydu bu ama bir anda ortamı germeye yetmişti. Sinan dolu gözlerle kafasını kaldırıp bana bakarken Tugay sinirle "İnanabiliyor musun, alış verişe gitmişler!" diyerek ters bir ifadeyle Sinan'a baktı. "Kızlar otoparka inerken Sinan'a bir telefon gelmiş. O sırada da kızları kaçırıp arabanın üzerine not bırakmış." Bu tamda Hakan Karadağ'ın yapacağı bir işti.

 

Yorgun bir ifadeyle "Notta ne yazıyor?" diye sordum ama içten içe ne yazdığını biliyordum. Takas.

 

Özgür yüzünü sıvazlayarak "Seni istiyor," diye homurdandığında, acı bir tebessüm kondu dudaklarıma. Bunu bile bile hâlâ beni korumaya çalışıyorlardı ve benim onlara yaptığım şey haksızlık gibi geliyordu. Kendi canım için başkalarının canını tehlikeye atamazdım, vicdan azabı kaldıracak gücüm kalmamıştı.

 

Ağır bir yük kalbime otururken "Kıraç-" dedim usulca ona bakarak.

 

Önce çatılı olan kaşlarını daha çok çattı ve sert bir ifadeyle bana bakarak "Çıkar aklından Kavin," dedi dişleri arasından. "Seni ona asla vermeyeceğim." Biliyorum, asla ikna edemeyecektim onu ama pes etmekte istemiyordum. Eğer pes edersem kabullenmiş gibi hissederdim ve bu zaten bana en büyük vicdan azabı olurdu. Gözlerim dolarken yavaşça ayağa kalkıp dudaklarımı ıslattım. Tugay, Özgür ve Sinan'ın bakışları altında Kıraç'a doğru bir adım atarak "Hepsinin ölümüne sebep olacağız," diye fısıldadım. "İnadı bırak artık Kıraç Keskin. Tüm sevdiklerini benim daha fazla yaşamam için kaybedemezsin. Bana baktıkça onların ölümünü hatırlamak istemezsin."

 

Bir kurşun dudaklarımdan çıkıp onun aklına saplandığında kaşlarını hafifçe kaldırarak bakışlarını kaçırdı. Gerçekliğin acı tohumlarını ekmiştim zihnine, artık beni daha iyi anlamalıydı. Ellerini yumruk yaparak sıktığında bir kaç adım daha zorladım kendimi ve karşısında durarak "Kıraç," diye fısıldadım sesimi duyması için ona adeta yalvararak. "Yapma, ikimizin de kaldıramayacağı kadar ağır şeyleri bize yaşatma." Bizde insandık, yaşamak istesekte bu vicdan azabını kaldıramazdık. "Kıraç, ben senin için sadece bir yabancıyım. Ama onlar değil. Beni onlara tercih edemezsin." Yağmur kardeşi, Gökçe kuzeni Öykü ise arkadaşıydı, onlar için beni tercih etmesi en büyük hatası olurdu.

 

Özgür sertçe "Ecrin, her biri kendini koruyacak kadar eğitimli," dediğinde yanıma gelerek bana baktı. "Sen onları dert etmeyi bırak. Yakında nerede olduklarını bulacağız ve her biri kurtulacak." Beni ikna etmek ister gibi değilde gerçekleri söyler gibi konuşuyordu ama içim yine de rahat olamazdı. Hakan Karadağ gibi bir katilin ne kadar psikopatça şeyler yapabileceğini bir ben biliyordum. Bundan dolayı kızları gözlerimle görsem bile endişelenmekten kendimi alıkoyamazdım.

 

Kafamı iki yana salladım. "Anlamıyorsunuz..."

 

Tugay derin bir nefes alıp "Özgür haklı," diyerek yanıma geldi ve yüzümü avuçlayarak hafifçe gülümsedi. "Onları bulacağız ufaklık." Aklına bir şey gelmiş gibi dudaklarını usulca kıvırdı. "Ayrıca Gökçe, Hakan piçinin hakkından çoktan gelmiştir."

 

Özgür güldü. "Öykü'nün de çıtı pıtı göründüğüne bakma. Kaç leşi olduğunu duysan dilini yutarsın."

 

Bunlar ciddi miydi? Şaşkın bir şekilde onlara baktığımda Kıraç sert bir sesle "Toparlanın, gidiyoruz," diyerek bize sırtını dönüp büyük adımlarla odadan çıktı. Onun arkasından öylece bakakaldığımda kendimi bir serapta hissettim. Hayır, bu adam beni kesinlikle anlamayacaktı. Ne dersem diyeyim onu bu inadından vazgeçiremeyecektim.

 

Tugay onun arkasından sıkıntılı bir nefes alarak geriye çekilip, sert bakışlarını Sinan'a dikti. "İyi bok yedin Sinan. Çık çıkabilirsen işin içinden." Tüm sorumluluğu ona atmaları yanlıştı, çünkü ya bugün ya da yarın zaten böyle bir durumun gerçekleşeceği açıkça ortadaydı. En başından beridir dediğim her şey bir bir gerçekleşiyordu ve onlar hâlâ beni anlamıyorlardı. Zaten beni Egemen dışında kimse anlamamıştı ki.

 

Sinan bakışlarını kaçırarak "Böyle olsun istemezdim ki," dediğinde masumluğu boynuma dolanıp içimi yakmaya yetmişti. Oysa çektiği vicdan azabından ben sorumluydum, o değil. Gözlerim bu suçluluk duygusu yüzünden tekrardan dolarken "Senin suçun değil," diye mırıldandım usulca ona dönerek. "Başından beridir bu durumun gerçekleşeceğini söyleyip duruyorum ama Kıraç beni anlamıyor." Sinan'ın gözleri dolarken "Özür dilerim," diye fısıldadım başımı öne eğerek. "Sizlere bunu yaşattığım için özür dilerim." Tam şu anda saatlerce ağlamak istiyordum, ama ne kadar istesem de yapamazdım. Kızların ne durumda olduğunu bilmiyorken ağlayarak bu durumu daha da zorlaştıramazdım.

 

Özgür sıkıntıyla "Ecrin, bunların sorumlusu sen değilsin," diyerek bana bakıp hafifçe gülümsedi. "Hadi, gidelim artık." Ne dersem diyeyim hiçbiri gerçeği kabul etmeyecekti. Sessizce kafamı olumlu anlamda salladığımda Tugay yanıma gelerek kolunu uzattı. Bu ufacık hareketi bile içimi ısıtırken koluna girerek ondan destek alıp odadan çıktım. Eğer onlar olmasaydı Kıraç'ın yanında tek başıma ne yaparım cidden bilmiyordum. Tamam, Kıraç'ta fazlasıyla ilgiliydi bana karşı ama onum soğuk kalbi karşısında her zaman dik duramazdım ki. Özgür anahtarları alırken bizde evden çıkıp bahçedeki adamlarla konuşan Kıraç'ın yanına doğru ilerledik. Öyle sinirli görünüyodu ki, ondan korktuğumu yeni yeni fark ediyordum. Bazen içimi üşütüyordu, ama bazen de öyle sıcacık hissettiriyordu ki sanki yalnız değilmişim hissi veriyordu. Ve bu gerçekten de fazlasıyla tuhaf bir histi, tıpkı ikimiz gibi.

 

Benim küçük adımlarım eşliğinde ona doğru yaklaştığımız zaman, başını hafifçe bize çevirdi ve o an gözlerindeki öfke hızla kaybolup gitti. Oysa az önce çok sinirli görünüyordu. Kırılma tehlikesi yaşayan değerleri bir vazoya bakar gibi bana baktığında, baştan aşağıya bedenimi süzdü, kara gözleri en çok başımda ve bacağımda duran sargıda oyalandı. Neden bilmiyorum ama bakışlarının üzerimde çok büyük etkisi vardı. Üstelik bana karşı fazlasıyla dikkatli davranıyordu. Adımlarım istemsizce durduğunda onun kara gözleri kapıyı kilitleyen Özgür'e döndü ve ardından soğuk bir sesle, "Mutfakta ilaçları var, onları da alın," dedi bana doğru ilerleyerek. Böyle bir durumda bile benimle ilgili hiçbir şeyi atlamıyordu.

 

Gerginlikten bedenim kasılırken karşımda durarak bir bana bir de Tugay'ın kolundaki koluma baktı, ardından kara gözlerini soluk yeşillerime sabitleyerek "Ağrın var mı?" diye sordu buz gibi bir sesle. Aslında biraz vardı ama katlanabileceğim bir ağrıydı bu. Üstelik gözlerinde nazlı bir çocuk gibi durmak istemiyordum. Ben daha çocukken bile daha kötü şeyler yaşamış ama hiçbirine şikayet etmemiştim, şimdi bu halimden dolayı şikayet edecek halim de yoktu. Dudaklarımdan tek bir kelime dökülmezken sadece uslu bir çocuk gibi kafamı iki yana salladım. Uslu çoçuklar şikayet etmezdi çünkü, böyle öğretilmişti bize.

 

Kıraç'ın kara gözlerinde anlamlandıramadığım bir ifade dolanırken utanarak bakışlarımı kaçırdım. Yalan söylediğimi mi anlamıştı acaba? Derin bir nefes alarak "Tugay, Kavin'i arabaya yerleştir," dediğinde ben sessiz kalırken Tugay onu onaylayarak bana destek verdi. İkimizde sessizce onu bahçede bırakıp arabasına doğru ilerlediğimizde Tugay bıyık altından güldü. "Fazla tuhaf olduğunuzun farkında mısınız Ecrin?" Ne?

 

Şaşkın bir şekilde yanımdaki adama baktım. "Anlamadım? Hangi anlamda?"

 

Dudaklarında küçük bir sırıtış oluşurken, "Birbirinize karşı bazen düşman, bazen arkadaş, bazen ise fazlasıyla dost canlısı oluyorsunuz," dediğinde, hafifçe yutkunarak ona baktım. Haklıydı, ama ne demek istediğini tam olarak anlamamıştım.

 

Arabanın kapısını benim için açtığında, kısaca "Tuhaf olan senin arkadaşın," diye homurdandım. Gerçekten de öyleydi. Kim kime bu zamanda böylesine yardım ederdi ki? Kıraç Keksin kesinlikle kafayı yemiş tuhaf bir adamdı.

 

Tugay kafasını hafifçe iki yana sallayıp gülerek "Sende öylesin ama," dediğinde gözlerimi devirdim. Cidden mi? O da Kıraç gibi beni tuhaf mı buluyordu?

 

Ona ters bir bakış atarak arabaya oturduğumda sargılı bacağımı içeriye çekip "Sağ ol," diye mırıldandım sinirle. "Ayrıca ben tuhaf falan değilim. Öyleysem bile bu tamamıyla senin tuhaf olan arkadaşın yüzünden." Bu kelime neden üzerimize yapışmıştı ki?

 

Tugay kahkaha atarak "Pekâla, tartışmayacağım," deyip geriye çekilirken usulca kapımı kapattı. Kendisine olan sert bakışlarımı umursamadan bana göz kırparak diğer arabaya ilerlediğinde kafamı iki yana sallayıp arkama yaslandım. Onunla uğraşamayacaktım, en azından şu an için. Sessizce etrafa baktığımda bakışlarım arabalara doğru gelenleri buldu, sanırım artık gitme vakti gelmişti. Kıraç, Özgür'ün elindeki eczane torbasını alarak, bakışlarım eşliğinde yanımdaki yerini aldığında torbayı torpidoya koydu. Ardından diğer adamlarda arabalara bindiğinde sırasıyla hareket eden araçlarla sokaktan ayrıldık. Sessizlik ilk kez olmadığı gibi son kez de beni bu kadar rahatsız etmeyecekti sanırım. Gergin bir şekilde ensemi kaşırken "Kıraç," dedim ona yandan bakarak.

 

Sağ eliyle direksiyonu tutuyor sol eliyle ise çenesini ovuyordu. Dirseğini cama yaslandığı için rahat görünsede aslında öyle olmadığı yüzünden okuyabiliyordum. Sesimin tonundan ne diyeceğimi anlar gibi sıkıntılı bir nefes verdiğinde "Söyle," dedi bana bir kez bile bakmadan. Biliyorum, sıkılmıştı bu tavrımdan ama birbirimizi anlamadığımız sürece bu hep devam edecekti.

 

Parmaklarımla oynayarak "Hayatına tesadüfen giren bir yabancı için bunu yapma," dedim adeta yalvarır gibi. "Kardeşinin, kuzeninin ve arkadaşının hayatını tehlikeye atıyorsun. Beni bırakmadığın sürece bu hep böyle deva-"

 

"Kavin, kendini boşa yorma."

 

Kaşlarımı çatarak ona baktım. "Kıraç, bizim bir ilişkimiz yok. Biz iki yabancıyız ve sen bir yabancı için yakınlarını ölüme itiyorsun!"

 

Bana yandan bir bakış atıp "Kimseyi ölüme ittiğim falan yok," diyerek sıkıntıyla nefesini verdi. "Ayrıca ölüme gitmek isteyen sensin ve ben sadece buna engel oluyorum. Sandığın gibi kimseyi ölüme itmiyorum Kavin."

 

Kafamı iki yana sallayıp "Anlamıyorsun," diye mırıldandım yorgunluk içinde. "Beni anlamıyorsun Kıraç."

 

Serzenişime karşı sadece kafasını olumlu anlamda sallamakla yetindi. "Biz birbirimizi anlayamıyoruz, Kavin."

 

Ona baktım, anlamak ister gibi baktım ama yine olmadı, yine anlayamadım onu. Çok tuhaf bir adamdı. Boğazımı temizleyerek, kısık bir sesle "Nasıl anlayabiliriz?" diye sordum, sesimdeki çaresizliği duydu ama tepki vermedi. Anlaması lazımdı, beni kendisi içim anlaması lazımdı.

 

Sıkıntıyla nefesini verdiğinde bana bakmadı bile. "Anlamayalım Kavin. Biz birbirimizi anlamayalım."

 

Onun neden böyle davrandığını ve neden böyle konuştuğunuz zaten anlayamıyordum. Çatık kaşlarına, kara gözlerine ve de sert yüzüne bakarak kafamı iki yana sallayıp "Çok pişman olacaksın," diye mırıldandım sessizce. "Çok pişman olacaksın Kıraç ama bunu çok geç fark edeceksin." Sessiz kaldı, hiçbir şey demedi ve sessiz kaldı. İçimdeki acı uğultularla pes ederek önüme döndüğümde bende yol boyu sessiz kalmayı tercih ettim. Ona kendimi anlatamıyordum, zaten o da beni anlamak içim hiç uğraşmıyordu. Sanki tek hedefi Hakan Karadağ'ı yakalamak olan bir robot gibi davranıyordu, bu doğrultuda kayıpları veya kaybedecekleri umurunda dahi değildi. Durmuyordu ve durmayacaktı da. Bu savaşın sonunda bize nasıl bir zarar vereceğini bilmiyordu, oysa bilmesi gerekirdi.

 

Ölüm aldığını geri vermezdi, tüm pişmanlıklara rağmen.

 

Kıraç Keskin kazandığını zannederken en büyük kayıpları verecekti. Çünkü savaşın sonunda ölenler sadece masumlar olurdu. İçimi kaplayan gri bulutlar eşliğinde yaklaşık yarım saat sonra koca malikaneye geldiğimizde, tüm araçlar sırasıyla bahçeye girdi. Normalde kapının önünde bizi karşılayan kızlar olurdu ama bu kez hiç kimse yoktu. Gözlerim yavaşça dolarken derin bir nefes almaya çalıştım ama olmadı. İnsanların hayatını mahvetmiştim, Egemen ve Duru'dan sonra onların da hayatını mahvediyordum ve kahretsin ki bunu durduramıyordum. Kim bilir ne durumdaydılar. Korkuyorlardı değil mi? Eminim ki korkuyorlardı, ne de olsa Hakan Karadağ'ın esirindeydiler. O canavarın esiri olmak ne demek, bir ben bir de Egemen bilirdik. Şimdi kızlarında öğreniyor olması canımı yakıyordu.

 

Vicdan, insanın en büyük imtihanıydı.

 

Ve ben bunu beş yaşından beridir yaşıyordum. Ağırdı, çok ağırdı. Kıraç arabayı durdurup bana baktığında sessizlik içinde parmaklarımla oynadım. Daha fazla konuşup tartışmayacaktım çünkü onunla inatlaşmaktan çok yorulmuştum. Kıraç derin bir nefes alarak araçtan indiğinde kapımı açarak üzerime doğru eğildi ve eteğime dikkat ederek beni kucağına aldı. Sıcacık göğsünden yayılan sandal ağacı kokusu ciğerlerime sızarken, ismini bilmediğim bir hizmetli tekerlekli sandalyemi getirip önümüzde durdurdu. Aslında buna ihtiyacım yoktu, çünkü yavaş olsa da yürüyebiliyordum ama sanırım hemen iyileşmem için ne yazık ki bir süre bağlı kalacaktım. Kıraç yavaşça eğilip beni sandalyeye yerleştirdiğinde yanımıza Özgür, Tugay ve Sinan geldi. Her birininin bakışları bizim üzerimizde gezinirken sanırım aramızdaki gerginliği az çok anlamışlardı.

 

Özgür derin bir nefes alarak "İyi misin?" dediğinde kafamı olumlu anlamda sallayıp "Biraz bahçede durabilir miyim?" diye sordum çekingen bir şekilde. "Şu çiçeklerle dolu tarafta." Yağmur'un vurulduğu yerden bahsettiğimi fark ettiği an bahçenin köşesine baktığında ortama derin bir sessizlik çöktü. Biliyorum, bunu beklemiyorlardı ama bu evde huzur bulduğum tek yer orasıydı. Özgür kararsızca bana ve diğerlerine baktığında Kıraç derin bir nefes alarak ceketini çıkarıp omuzlarıma yerleştirdiğinde şaşkın bakışlarım onu buldu. "Sinan, üşütmeden getir onu." Benden mi bahsediyordu? Sinan kafasını olumlu anlamda sallarken Kıraç diğerlerine küçük bir baş işareti verip onlarla birlikte eve doğru ilerledi ben ise arkalarından şaşkın bir şekilde baktım. İsteğimi yerine çok tuhaf bir şekilde getirmişti. Ceketini verip kibarlık mı yapmıştı yoksa benden onu diye bahsederek kabalık mı, anlayamamıştım. Diyordum ya, asıl tuhaf olan oydu diye, gerçekten de haklıydım.

 

Sinan arkama geçerek sandalyeyi itmeye başladığında hafifçe gülümsedi. "Sana değer veriyor." Bu şekilde mi? Kaşlarım istemsizce çatılırken ellerimle oynadım.

 

"Sanmıyorum. İnsan değer verdiği birini dinler. Kıraç beni değil dinlemek duymuyor bile."

 

"O biraz farklıdır."

 

İstemsizce güldüm. "Tuhaf desene şuna."

 

Sinan gülerek "Haklısın sanırım," dediğinde beni çiçeklerle dolu bahçeye kadar getirip karşıma geçti. Yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı, her zamanki neşesi bügün kaybolup gitmişti. Önümde diz çöküp oturduğunda "Sinan," dedim omzuna dokunarak. Gözlerim dolmuştu, onun gibi neşe dolu bir insanı bu hale getirdiğim için kendimden nefret ediyordum. Kaygı dolu bakışları beni bulurken "Özür dilerim," diye mırıldandım suçluluk içinde. "Biliyorum, endişe içindesin ama-"

 

"Korkuyorum Ecrin," diyerek sözlerimi kestiğinde utanarak bakışlarımı kaçırdım. "Gökçe beli etmez ama korkar ki. Küçükken de öyleydi o. Cesur davranırdı hep ama sonra babasının kucağında saatlerce ağlardı."Gözlerinden bir damla yaş düştüğünde burukça gülümsedi ama Gökçenin yokluğunu hatırlar gibi o gülümsemesi anında paramparça oldu. Çektiği vicdan azabı benim omuzlarıma yüklenmişti, onun bu durumu karşısında içim acırken sertçe yutkundum. Gökçe ve diğerleri bir bilinmezin içinde savaşırken gülmek bile ona haksızlık gibi geliyordu değil mi? Bu duyguyu biliyordun çünkü yıllarca ben de yaşamıştım. şimdi ona yaşatıyor olmak acı veriyordu. Sinan gözyaşını silip ellerimi sıkıca tuttuğumda bahçedeki adamlara kısa bir bakış atarak bana döndü. Yüzünde endişe tohumları vardı. "Ecrin, benim sana söylemem gereken bir şey var."

 

Kimse duymasın diye sessizce söyledikleri ile kaşlarım çatılırken acı çeken yüzüne merakla bakıp "Ne oldu?" diye sordum. Benden gizledikleri bir şey vardı değil mi? Kıraç Keskin'in bilmemi istemediği çok önemli bir şey vardı. Sinan kararsız bir şekilde ensesini kaşıyarak "Şey," dedi kısık bir sesle. "Hakan Karadağ'ın gönderdiği notta bir şey daha yazıyordu." Ne?

 

"Sinan, ne yazıyordu?"

 

Bakışlarını benden kaçırıp gergin bir şekilde dudaklarını ısırdı. "Ecrin, onları sadece sen kurtarabilirsin." Bunu zaten biliyordum, ama düşündüğüm şeyi mi kastediyordu? Onun kendinden utanan haline bakarak sertçe yutkundum.

 

"Sinan, Hakan Karadağ beni mi bekliyor?"

 

Buydu değil mi? Gerçek buydu. Peki Kıraç benden neden saklıyordu bunu? Sinan'ın gözleri dolarken kafasını olumlu anlamda salladı. "Özür dilerim Ecrin, çok özür dilerim ama bunu sadece sen yapabilirsin." Ağlayarak ellerimi tuttu. "Gökçe ölürse ben yaşayamam Ecrin. Zaten o psikopat seni yirmi üç yaşında öldürmeyi düşünmüyor mu? Seni kurtarmak için vaktimiz olur ama diğerlerinin vakti yok." Sözleri bir kurşun gibi kalbime saplanırken çaresizce bana baktı. "Tolga saatlerdir kolu kuvvetleriyle bütün İstanbul'u aradı, ama hâlâ sonuç yok." Gözünden düşen bir damla yaşı silip yalvarır gibi bana baktı. "Seni beklediği bir yer varmış Ecrin. Eğer kabul edersen, kızları kurtarabiliriz."

 

Kıraç'tan yalvar yakar istediğim şeyleri Sinan'ın bana verecek olmasını beklemiyordum. Doğrusu şaşırmıştım, ama en başından beridir olması gereken bu değil miydi? Gözlerim yavaşça dolarken ellerimi geriye çekerek "Tamam," diye mırıldandım sessizce. Hakan'ın beni nerede beklediğini biliyordum, çünkü ona oraya gelmesini ben söylemiştim. Kıraç anlamamıştı ama Hakan Karadağ ile yüzleşirken ben ona anlayacağı bilgiyi vermiştim. Ona 'Karadağ, hâlâ seni bekleyen bir çocuk var karanlıkta. Olurda konuşmak istersen onunla, bekliyor seni bir mum ışığıyla.' demiştim ve o beni anlamıştı. Buluşacağımız yer Egemen'in mezarlığıydı.

 

Sinan şaşkın bir şekilde "Gerçekten mi?" diye sorduğunda kafamı olumlu anlamda salladım.

 

"Beni buradan çıkar Sinan. Kızlar kurtulacak."

 

Sözlerim üzerine bakışları bahçedeki adamlara kaydı, ardından kararlı beş şekilde bana dönerek kafasını olumlu anlamda salladı. Neden bilmiyorum ama ona kırgın hissediyordum, hayır, bu beni takas ettiği için değil, Hakan Karadağ'ın beni öldürmeyeceğini sanmasından dolayıydı. Evet, bir gerçek vardı ki Hakan Karadağ beni şimdi öldürmeyecekti ama öldürmeyeceği acı çektirmeyeceği anlamına gelmiyordu ki. Bana öyle şeyler yaşatmıştı ki, ölüm onların yanında az kalırdı. İşte, tüm kırgınlığımın nedeni buydu, biliyorum hakkım yoktu ama kırgındım işte. Gözlerimdeki acıyı hiç görmüyormuş gibiydi, sanki önemli olan sadece nefes alıp vermemiş gibi davranıyordu. Oysa ben onlara bir şey olmasın diye kabul etmiştim bunu, çünkü Hakan Karadağ benim en büyük korkumdu.

 

Şimdi bir kez daha karanlıkla yüzleşecektim ve bu kez orada beni bekleyen acı gerçekler vardı. Onlarla yüzleşmek en zoru olacaktı, ama kızlar için bunu yapmak zorundaydım.

 

Bu kez günahın kefaretini ben ödeyecektim, bir başkası değil.

Loading...
0%