Yeni Üyelik
10.
Bölüm

9. Bölüm “Yıkılmış Umutlar Çöplüğü.”

@leylayesilgoz

ÖLÜME SEN KALA

 

9. BÖLÜM

 

"YIKILMIŞ UMUTLAR ÇÖPLÜĞÜ."

 

"Burası tan yeri, al ruhundan sökülenleri. Ki bulutlara dökülmesin, kırık hüzünleri."

 

🕯️

 

05.09.2020

 

Işıkların aydınlatamadığı karanlıklar vardı yeryüzünün üzerinde, bazı kirli zihinlerin kuytu köşelerinde duruyordu o karanlıklar. Mühürsüz kapılar arkasında saklanıyor, sanrılarla birlikte bir felaketi bekliyorlardı. Ucuz mutlulukları vardı o karanlıkların, acı intikamları, soğuk savaşları ve korkunç oyunları. İnsan neden korkardı karanlıktan? İçinde gizlediklerinden mi, yoksa bilinmezliğinden mi?

 

Bu soruyu aydınlıkta cevaplayanlar çoğunlukla bilinmezlikten derdi, çünkü kimse karanlıkta neyin var olup neyin yok olduğunu bilemezdi. Lakin karanlıkta olanların cevabı tam tersi olurdu, göremeselerde karanlığın sakladıklarını hisseder ve o sanrılardan delicesine korkarlardı. Çünkü bazen göremediğiniz şeyleri zihniniz var ederek, onu en büyük korkunuza çevirirdi ve mekanizmasının nasıl çalıştığı hâlâ açıklanamayan beyin, bunu öyle algılayarak karanlıkta onu var ederdi.

 

Aslında karanlık içinde bir şeyleri gizlemezdi, sadece zihin basit bir kandırmacayla karanlıkta korkularınızı var ederdi ve kötü olan yine karanlık olurdu. Oysa insanın aydınlatması gereken karanlık değil, zihniydi. Tıpkı Ecrin Kavin Ulusoy'un olduğu gibi. Karanlıkta çok acı şeyler yaşamıştı, karanlık en büyük korkusu ve düşmanı olmuştu ama bazen en çok karanlık onu korumuştu. Şimdi ise karanlığın en koyu tonunda duruyordu, yanında sevgilisi Egemen'de vardı ve ikisi de bu gece karanlığın en büyük düşmanı olacaklardı. Çünkü bu gece karanlıkta onlara ihanet edecekti, bu gece karanlıkta kötülüğü seçecekti. Bu gece hiçbir şey onlardan yana olmayacaktı, ölüm bile.

 

Kavin'in sessiz hıçkırıkları karanlık odada yankılanırken, Egemen sıkıntılı bir nefes alarak karşısındaki karanlığa baktı. Oda da tek bir ışık bile olamadığı için sevgilisinin güzel yüzünü göremiyordu ama sessiz haykırışlarından dolayı nerede olduğunu biliyordu. Tam karşısındaki duvarda, o da tıpkı Egemen gibi sandalyeye bağlıydı. Kafasını öne eğmiş ve sessizce ağlıyordu.

 

Egemen "Güzelim," diyerek yumuşak bir sesle ona seslendiğinde, Kavin başını hafifçe kaldırıp karşısındaki karanlığa ıslak gözlerle baktı. Sevgilisini görememek karanlıktan nefret etmesi için yeterli bir sebepti. Egemen "Ağlama artık," dediğinde dudaklarını birbirine bastırarak "Korkuyorum ama," diye mırıldandı bir çocuk masumiyetiyle. "Egemen ben çok korkuyorum."

 

İki gündür buradaydılar ve nasıl kaçacakları konusunda en ufak fikirleri yoktu. Nerede olduklarını bile bilmiyorlardı ki. Egemen sevgilisinin sözleri üzerine bağlı olduğu sandalyeye küfürler savurarak "Korkma, ben yanındayken saçının teline zarar gelmez," dedi ama içten içe o da korkuyordu. Onu koruyamamaktan korkuyordu, ona bir şey olmasından korkuyordu.

 

Bu olanların hepsi katili bulmak için anlaştığı mafyatik tipli adamların oyunuydu. Sözde Ecrin'in katilini bulmak için anlaşmışlardı ama iki gün önce Egemen ve Ecrin'i arayarak onları bu tuzağa çekmişlerdi. İkisi de katil hakkında bilgi toplayacaklarını düşünmüşlerdi, ama buraya geldiklerinde hiçbir şey umdukları gibi olmamıştı. Adamlar onları zorla bu odaya koyup gitmişlerdi ve iki gündür hiç kimse buraya uğramıyordu. Oysa bir ay iki gün sonra Hale Güngör'ün on üçüncü yıl dönümü olacaktı, katil Kavin'i bulamazsa bu kez ne olur kimse bilmiyordu.

 

Kavin cılız bir nefes alarak korkusunu bastırmaya çalışıp "Çok karanlık Egemen," diye mırıldandı sessizce. "Çok karanlık ve çok soğuk." Gözlerinden bir kaç damla yaş düştü. "Öldürecekler bizi."

 

Bir anda içli içli ağlamaya başladığında Egemen bağlı olduğu ipleri çekiştirerek "Sevgilim," dedi sıcacık bir sesle. "Sence biz evlenmeden kolay kolay ölür müyüz?" Güldü. "Torunlarımız olacak bizim daha. Ne ölümünden bahsediyorsun sen?" Kurulan hayaller vardı, adı gibi kalacaklardı.

 

Kavin onun sözleri üzerine istemsizce gülerek dudaklarını ıslattı. "Altı tane çocuğumuz olmayacak Egemen. Çıkar şu fikri aklından." Egemen'in altı çocuk istiyor olması Kavin'i deli ediyordu.

 

Egemen gülerek sevdiği kızın güzel sesine odaklandı. "Yavrum çok değil ki. Altı tanecik alt tarafı."

 

"Cik eki getirerek az olduğuna inanmamı bekleme." Karanlıkta göremediği sevgilisinin gülüşünü dinleyip huzurla gülümsedi. "Ayrıca bırak şimdi bunları. Biz buradan nasıl çıkacağız?"

 

Bu soru karşısında Egemen ne diyeceğini bilemezken dudaklarını ıslatarak "Özür dilerim Ecrin," diye mırıldandı suçluluk duygusu içerisinde. "Başında zaten bir psikopat varken üstüne mafyayı da eklediğim için çok özür dilerim." Pişmanlığı üzerine düşen bir enkaz gibiydi, ne altından kalkabiliyordu ne de üzerinden atabiliyordu. Sadece öylece duruyordu, ne yapacağını bilemeden ve acı içinde.

 

Kavin sevgilisinin sözleri üzerine zoraki bir şekilde gülümseyip, "Sen korursun ki beni," dedi neşeyle konuşarak. "Hep korudun Egemen, şimdi de korursun." Sevgilisinin olduğu tarafa bakıp şirince "Kahramanımsın ya, işin beni korumak," dediğinde Egemen istemsizce güldü. Bu kızın bu sıcak halleri ona fazla iyi geliyordu. Ne zaman kötü hissetse Kavin ona sıcacık davranıyor ve Egemen saniyeler içinde gülümsüyordu. Kavin Egemen'in ilacıydı.

 

Kafasını hafifçe geriye atıp "Sen nasıl bir şeysin," diyerek usulca gülümsedi. "İyi ki benim sevgilimsin Ecrin. Sen olmasan ben nasıl bir adam olurdum inan bilmiyorum." Yolunu Ecrin ile bulmuştu, Ecrin onun hem çocukluk aşkı hem de sonsuz aşkıydı.

 

Kavin kaşlarını çatarak "Tabi ki iyi bir adam olurdun Egemen!" diyerek kafasını yana eğdi. "Ayrıca ben varım ve hep olacağım. Yani benden kurtuluşun yok Egemen Kara."

 

Genç adamın yüzünde küçük bir tebessüm oluşurken "Başımın belası," diye mırıldandı ama içten içe onunla olduğu için şükürler ediyordu.

 

Kavin az da olsa sevgilisinin suçluluk duygusunu parçaladığını fark ederek hafifçe tebessüm ettiğinde, bir kaç ses duydu. Kilitli oldukları odanın dışından geliyordu bu sesler, üç veya dört adam vardı salonda. Egemen hızla doğrulduğunda korkularını uyandıran bir kaç kilit sesi duyuldu ve ikisi de nefesini tutup sessin geldiği yere odaklanırken kapı açıldı. O an odaya günlerdir görmedikleri o ışık huzmeleri daldı ve onlar, ışığa karşı yabancılık duysalarda sızlayan göz bebeklerine rağmen hızla bakışlarını birbirlerine diktiler.

 

Kavin'in üzerinde siyah bir pantolon ve beyaz trikosu vardı. Ceketini buraya gelirken düşürdüğü için üşüyordu ama bu şu an için umurunda değildi. Işığa rağmen sızlayan yeşil gözleri ile sevdiği adama baktığında nihayet derin bir nefes alabildi. Neyseki onda da bir hasar yoktu. Şimdilik.

 

Egemen'de Ecrin'i baştan aşağıya süzerek iyi olduğunu anlayıp sinirle adamlara döndü. "Derdiniz ne lan sizin! Bırakın bizi!" İmkanı olsa bağlı olduğu sandalyeden kalkar ve adamlara saldırırdı ama sakin olması gerekiyordu, sevdiği kız için sakin olması gerekiyordu.

 

Otuzlu yaşlarındaki adam gülerek odanın ortasına geçip ona baktı. "Aptal olma genç adam. Birazdan öleceksin, sevgiline veda etmek yararına olur." Kavin duydukları sözler üzerine korkuyla yutkunup "Ne saçmalıyorsunuz siz?!" diye bağırdı bulunduğu yerde çaresizce debelenerek. "Böyle anlaşmamıştık! Egemen'e dokunmayacaksınız!"

 

Oysa en başından beri hiç anlaşamadıklarını bilmiyordu.

 

Egemen bir küfür savurarak "Bana bak Fuat!" diyerek bileklerindeki halatı zorladı. "Bu kadar oyun yeter! Bırak bizi."

 

Fuat sırıtarak kafasını iki yana sallayıp kapının önündeki üç adama baktı, Kavin'in de bakışları adamları bulurken gözleri şaşkınlık içinde açıldı çünkü adamların elinde demir sopalar vardı. Kalbi korkudan göğüs kafesini parçalarken, Fuat cebinden bir telefon çıkartarak usulca Kavin'e döndü. "Katilinin sana bir mesajı var küçük kelebek."

 

Tuzak.

 

En başından beridir olan her şey aslında bir tuzaktı, öyle değil mi?

 

Katil onların gerçeği aramak için bir çok yere başvurduğu öğrenmişti. Onlara bir tuzak hazırlayarak bu adamları bulmasını sağlamıştı şimdi de bedel ödetecekti. Aslında bunu anlamak zor değildi, çünkü Kavin'e sadece katil kelebek derdi. Yeşil gözleri şaşkınlık içinde açıldığında Egemen bir küfür savurarak "Ecrin sakın!" diye bağırdı hırsla. "Sakın okuma güzelim!" Biliyordu çünkü yazılanları, sevgilisinin kalbi kırılsın istemiyordu. "O şerefsiz herifin seni korkutmasına izin verme!" Oysa Kavin daha okumadan korkmaya başlamıştı. Göz bebeklerine kadar titrediğinde sevdiği adama baktı, yutkunamadı bile.

 

Ona veda mı edecekti?

 

Onu da mı ondan alacaklardı?

 

Yapamazdı ki, onsuz yapamazdı.

 

Yüreğine dökülen acı kezzabıyla gözleri dolduğunda, Fuat sırıtarak "Neyse, ben okuyayım," dedi ve telefonu kendisine çevirdi. "Küçük kelebek, karanlığını aydınlatan mum ateşi bu gece kanatlarını yakacak. Dokunma demiştim gerçeğe, dinlemedin beni. Şimdi göm sevdiğini ve unutma bu geceyi." Kavin'in gözlerinden bir damla yaş düşerken Fuat sırıtarak son cümleyi büyük bir keyifle okudu. "Annesinin kızı, bir sır gibi sakla bu acıyı. Mühür vur dudaklarına, bedeller asılmasın masumların boynuna."

 

Son sözler okundu ve karanlık düşmanın koynuna usulca sokuldu.

 

Şimdi kırık umutlarınızdan bir bardak yapın ve insanlığın şarabından yudumlayın. Acıyı hissedin ve sessizce ağlayın.

 

Bugün günlerden 5 Eylül'dü ve hiçbir Eylül bu kadar acı olmamıştı. Tıpkı 7 Ekim'ler gibi.

 

Fuat küçük bir işaret verdiğinde üç adamda usulca Egemen'in etrafını sardı. Kavin korkuyla "Hayır hayır!" diye bağırarak ayağa kalmaya çalıştığında Egemen sevdiği kıza bakarak sertçe yutkundu. Onu korkutan ölüm değildi, sevdiği kızın buna şahit olacak olmasıydı. Etrafındaki adamları umursamadan ağlayarak ayağa kalmaya çalışan sevgilisine bakıp "Seni çok seviyorum Ecrin," dedi tebessüm ederek. "Ölsem bile değişmeyecek bu."

 

Kavi hıçkırarak "Hayır Egemen hayır sus!" diye haykırdı acı içinde. "Sus sana bir şey olmayacak!" Ona veda ediyor olmasını kaldıramıyordu. Nasıl bu kadar kolay pes ederdi ki? Sevdiği adamdı o, ölemezdi.

 

Egemen bulunduğu durumdan kurtulamayacağını bildiği için "Sakın ölme Ecrin," dedi ve sırtına şiddetli bir darbe yedi. O an sanki meleklerin kanatları koptu ve yeryüzüne düştüler. Koca gök titredi, okyanuslar kurudu ve gökyüzündeki yıldızlar bir bir sönerken Egemen sevdiği kız için gülümsemeye çalıştı. Bunu yapmak gerçekten zordu ama sevdiği kız onu her zaman güzel hatırlamalıydı. Son nefesini verirken bile Kavin'in anılarında onu seven Egemen olmalıydı.

 

Şiddetli bir darbe daha aldığında dudakları arasından acılı bir inilti koparken, dişlerini sıkarak acıyı unutmaya çalıştı ve sevdiği kıza bakarak zorlukla gülümsedi. "Yirmi üçü bitir sevgilim." Ve bir darbe daha aldı, gözlerini sıkıca kapatıp bu kez karşı koyamadığı acı yüzünden dişlerini sıktı ama dudaklarından küçük bir inilti firar etti.

 

Egemen Kara'nın canı yanıyordu ama o sevdiği kız için dayanmaya çalışıyordu.

 

Egemen Kara öldürülüyordu ama o sevdiği kızın gözlerine bakarak gülümsüyordu.

 

Kavin'in gözlerinden iri damlalar dökülürken, boğazını kanatırcasına "Yapmayın! Yalvarırım yapmayın!" diye haykırdı küçük odayı inleten sesiyle. "Yapmayın n'olur yapmayın! Dokunmayın ona! Yalvarırım dokunmayın!" Bileklerindeki halatı zorlayarak sevdiği adama baktı, hıçkırarak ağladı. "Egemen bırakma beni sevgilim! Ne olur bırakma!" Dudaklarından bir hıçkırık daha koparken adamlardan biri bir kez daha Egemen'in sırtına vurdu ve o an Kavin acıyla "Durun!" diye bağırdı. "Durun ölecek! Egemen! Egemen ne olur sevgilim! Ne olur dayan!"

 

Acıyı hissediyor muydunuz?

 

Egemen Kara öldürülüyordu, hissediyor muydunuz?

 

Gözlerinden dökülen yaşlar yüzünden sevdiği adamı görmekte zorlanırken, korkuyla Fuat'a bakıp "Ne olur durmalarını söyle!" diye yalvardı. "İstediğiniz her şeyi yaparım ama yalvarırım onlara durmalarını söyle!"

 

Fuat aldığı emiri yerine getirmeden durmayacaktı, ama buna rağmen Kavin'i baştan aşağıya süzerek "Neler yaparsın mesela?" diye sorduğunda Egemen aldığı darbelere rağmen "Çek lan bakışlarını onun üzerinden!" diye haykırdı ayağa kalmaya çalışarak. "Sikerim gözlerini!"

 

Kavin hıçkırarak ağlarken Fuat kahkaha atarak ona baktı. Ardından sırıtıp "Kafasına da vurun," dedi ve o an Kavin şiddetle bağırırken Egemen kafasına aldığı sert darbeyle yere yığıldı. Başından dökülen kan usulca zemini kaplarken Kavin'in nefesi kesildi, zihni durdu. Egemen ölüyordu, Egemen Kara bu gece ölüyordu.

 

Hayır hayır, Egemen Kara öldürülüyordu.

 

Gördüğü kan dondurucu manzara karşısında kalbi kasıldığında Egemen öksürerek "Sevgilim," diye fısıldadı usulca. "Ne olursa olsun yaşamaya çalış. Benim için yaşa Ecrin." Kan kusarak hafifçe gülümsedi, içi acıdı aşklarına. "Ellerini ısıtacak birini de bul." Başı yavaşça dönmeye başlarken sevdiği kızın yeşil gözlerine bakıp burukça gülümsedi. "Ama beni unutma olur mu? Ben seni çok seviyorum Ecrin. Ne olur beni unutma."

 

Kavin donuk gözlerle ona baktığında adamlar ardı ardına Egemen'e vurdular. Kan şimdi her yerdeydi. Kavin'in gözlerinden dökülen yaşlar ruhunu söküp alırken bileklerindeki halatı zorlayıp "Egemen!" diye haykırdı, koca dağlar titredi. Sesindeki acıyı ölümün yolcusu olan sevdiği adamda duymuştu, ama cevap verememişti. Kavin hıçkırarak "Ölme Egemen! Ölme!" diye haykırdı. "Sensiz yaşayamam ben Egemen!" Hıçkırarak haykırdı. "Seni çok seviyorum! Yalvarırım bırakma beni! Ne olur bırakma!"

 

Egemen ona son kez tebessüm ettiğinde başına bir darbe daha aldı ve o an son nefesini verirken Kavin'in gözlerinin içine baktı.

 

Zaman durdu.

 

Kavin'in gözleri şok içinde açıldı, Egemen'in gözleri usulca kapandı ve onların hikayesi burada yarım kaldı.

 

Siz hiç sevdiğiniz birini gömdünüz mü?

 

Hayır hayır, siz hiç sevdiğiniz biri gömülürken, sessizce ve hatta ağlamadan onu izlemek zorunda kaldınız mı?

 

Ecrin Kavin Ulusoy kaldı. Egemen'i kimsesizler mezarlığına gömdüklerinde Ecrin Kavin Ulusoy usulca izledi ama ağlayamadı bile. Çünkü yasaktı ağlaması.

 

Peki siz, hiç sevdiğiniz birinin ölümünü izlediniz mi?

 

Hayır hayır, siz hiç sevdiğiniz birinin sizin yüzünüzden gerçekleşen ölümünü izlediniz mi?

 

Ecrin Kavin Ulusoy izledi, Egemen'i döverek öldürdüklerinde Ecrin Kavin Ulusoy her anını izledi. İzlemek zorunda kaldı.

 

Peki siz, siz hiç sevdiğiniz insanla birlikte öldünüz mü?

 

Hayır, baştan alıyorum. Sevdiğiniz insan öldürülürken, sizde onunla öldünüz mü?

 

Ecrin Kavin Ulusoy öldü, ama gömülmedi. Egemen Kara toprağa gömülürken o toprağın üzerinde unutuldu.

 

Peki siz, siz hiç ölmek istediniz mi?

 

Ecrin Kavin Ulusoy istedi. Sevdiği adam gözleri önünde öldürülüp ardından gömülürken o da ölmek istedi.

 

Son kez soruyorum.

 

Peki siz, siz neden ölmek istediniz?

 

🕯️

 

Günümüz

 

İnsan, ölümü kabul edince intihar etmiş sayılıyor muydu? Yoksa kendisini düşüncelerinde dahi öldürünce intihar etmiş mi oluyordu? İntihar, ne demekti? O kelimenin altında yatan kaç ceset, kaç umut vardı da ismi bile insanı kötü hissettiriyordu? Ne demekti intihar? İnsanın kendi elleri, kendi düşünceleri ve kendi iradesiyle son nefesi yok etmesi mi yoksa çok daha fazlası mı? Bilmiyordum, bilmiyordum ama bende intihar ediyordum. İnsan bilmediği bir şeyi yaşar mıydı? Ben yaşıyordum, çünkü yıllar önce yaşamak zorunda bırakılmıştım. Sevdiğim adamın ölümüyle bende ölmüş ve düşüncelerimde kendimi de onunla birlikte öldürmüştüm. Bu da bir çeşit intihar sayılır mıydı bilmem ama sayılmalıydı. Çünkü insanın ölümü kabul etmesi, intiharın ilk aşamasıydı ve ben o ilk aşamayı çoktan geçmiş sona yaklaşmaya başlamıştım. Ben önce düşüncelerimde ölümü kabul ederek intihar etmiştim. Şimdi ise ölüme bile bile giderken intihar ediyordum.

 

Bazı intiharlar zorunluluktan olurdu, tıpkı benim intiharım gibi. İnsan hiç istemeyerek intihar edebilir miydi? Belki, çünkü bende başta hiç istememiştim ama zamanla kabullenmiş ve verdiğim kayıpları bulmak için taşımıştım bu cesetlerle dolu yükü. Önce kendimi öleceğim güne inandırmış, ondan kurtuluşum olmayacağını bilerek kanlı düşüncelerimde benliğimi öldürmüştüm, ardından tüm umutlarımı bir bir asarak onları da öldürmüştüm hiç acımadan.

 

Zamanla ruhum ölmüştü ve bedenim ruhumun nefes alan tabuttu olmuştu. Şimdi bakıyordum da, yaşamak için hiç bir amacım, hevesim, umudum ve hatta isteğim dahi kalmamıştı. Ben kendimi yıllar önce öldürmüş ama bedenimin öleceği o günde, hayatımın da son bulacağına inandırmıştım. Oysa benim hayatım çoktan son bulmuştu ve ben bunu şimdi, ölüme giderken daha iyi anlıyordum. Korkuyor muydum? Garip bir şekilde hayır, ben ölümden hiç korkmuyordum. Zaten ruhunu öldürmüş insanlar ölümden korkmazdı. Belki de bundan dolayı korkmuyordum ama içimde, kalbimin derinliklerinde garip bir his vardı. Ölüm bana çok yakışacaktı.

 

Işıklar söndüğünde ay güneşe tutulacak ve ölüm, koca bir şehrin göğsünde kelebeğin ömrünü kül edecekti.

 

Çok garipti belki ama ben arafta yıllarca kaldığım için ölüm bana ödül olarak görünüyordu. Oysa bu ölüm değildi, bu bir intihardı ve sorumlusu sadece ben değildim. İçimdeki tarafsız savaş bitmez bilmezken karşımdaki kimsesizler mezarlığına bakarak derin bir nefes almaya çalıştım, ama o nefes genzimi yakan bir kezzaba dönüştü, tüm organlarımı eritti. Kendimi çok garip hissediyordum, bir yanımda huzur vardı diğer yanımda ise bilinmezliğin açtığı bir kapı. Hakan Karadağ ile burada buluşacaktık, Egemen Kara'nın mezarlığında. Sözlerimi anlayacağını biliyordum, beni burada bekleyeceğini de ama bu şekilde değil, elinde üç masum insan varken değil. Eğer o gece sarhoş olmadan kaçabilseydim belki de kızlar şu an güvende olacaktı. Üstelik ben de merdivenlerden itilip bu halde olmayacaktım.

 

Ama beni beklediği o gece yanına gidememiştim, dün gece de öyle. Beni beklediği her gece biraz daha intikam alıyordu benden. İlk gece benim üzerimden ikinci gece ise kızların. Artık onu durdurmak zorundaydım, çünkü bir gece daha olursa, onları öldürürdü. Tıpkı Egemen'i de üçüncü gece öldürdüğü gibi. İki gün üç gece kalmıştık biz Egemen'le o karanlık odada. Nereden bilebilirdik ki son günlerimizi orada geçireceğimizi? Ölüm ansızın çökmüştü üzerimize, küçük bir veda öpücüğü bile sığmamıştı ömürüne. Veda edememiştim ona. Vedalar sığmamıştı ömürümüze.

 

"Ecrin, burada olduğuna emin misin?" Hemen yan koltukta oturan Sinan'ın sesiyle düşüncelerimden arınarak ona döndüm ve kafamı usulca olumlu anlamda salladım. Sinan'ın beni evden çıkarması zor olacak sanmıştım ama mutfağa giden yolda kilere benzeyen küçük bir oda vardı ve o oda aslında arka bahçeye uzanan bir geçidi içinde bulunduruyordu. Doğrusu Kıraç'ın tuhaf biri olduğunu anlamıştım, garip işlerle ilgilendiğini de ama bu kadarını beklemiyordum. Mafya gibiydi ama bir mafyanın arkadaşı kolluk kuvvetleri ile kızları aramazdı ki. Üstelik Öykü'nün avukat olduğunu da biliyordum, hiçbir mafyanın yanında devlet insanı bulunmazdı. Bulunan da zaten devlete çalışmazdı. Peki onlar aslında kimdi?

 

Sinan "Ne, neden öyle bakıyorsun?" diye sorduğunda bakışlarımı ondan kaçırıp boğazımı temizledim. Onu rahatsız etmek istememiştim.

 

"Bana mezarlığa kadar yardımcı olabilir misin?" Kısık sesimle derin bir nefes alarak kafasını olumlu anlamda salladı ve arabadan inip benim kapıma geldi. Yaşadığı pişmanlığı gizlemeye çalışıyor, mantığıyla hareket ettiği için kendini haklı görmek istiyordu ama aslında içten içe ne kadar kahrolduğunu görebiliyordum. Kendini bana karşı ihanet etmiş gibi hissediyordu değil mi? Aslında beni buraya getirmek istemiyordu, ama başka seçeneğinin de olmadığının farkındaydı. Maalesef ki düşünmek için bile vaktimiz yoktu, Hakan Karadağ kızları öldürmeden önce teslim olmam gerekiyordu. Çünkü geçen her saniye onların zararınaydı.

 

Sinan kapımı açtığında kemerimi çözerek uzattığı kolundan destek aldım, ardından sargılı bacağıma basmadan yavaşça aşağıya indim. Gelmeden önce ilaçlarımı alamamıştım, çünkü hepsi Kıraç'ın arabasında kalmıştı ve bundan dolayı az da olda ağrım vardı. Aslında dayanabilirdim ama iyileşmem için zorlamamam gerekiyordu. Bakışlarım bacağıma kaydığında derin bir nefes aldım. Bu şartlarda zorlamamak imkansızdı.

 

Sinan sertçe yutkunup "Ecrin ben vazgeçtim," diyerek telaşla etrafına bakıp bana döndü. "Seni bu halde buraya bırakamam. O herif kim bilir sana neler yapacak!" Gözleri doldu. "Hadi, gidelim buradan." Sol gözünden akan yaş ve titreyen elleri gökyüzünü hüzne boğarken "Yalvarırım gidelim," dedi titreyen sesiyle. Koca cüssesi ve sert yüz hatlarına bu tavrı o kadar ters düşüyordu ki, şaşkınlık içinde ona baktım. Karşımda ağlıyordu, dayanamamıştı değil mi?

 

Benimde gözlerim dolarken, sıcacık ellerini tutarak tebessüm edip "Vazgeçemem Sinan," diye mırıldandım acıyla. "Vazgeçemem çünkü Hakan Karadağ'ı en iyi ben tanıyorum." Hayır, ben Hakan Karadağ'ı değil, katili iyi tanıyordun ve Hakan Karadağ katildi. Yapabileceklerini bir tek ben biliyordum, blöf yapmazdı o. "Sinan," dedim onu ikna etmeye çalışarak. "Kızları öldürürse çektiğin acının kat ve daha fazlasını yaşayacağım. N'olur anla beni."

 

Gözlerinden dökülen yaşları silerek "Ecrin," diye yakındığında gülümseyerek ona sarıldım. Pişmanlığı bir anda ortaya çıkmış ve onu tepetaklak etmişti. Sadece Gökçe için değil, Yağmur ve Öykü içinde deli gibi endişe ettiğini çok iyi biliyordum. Küçücük bir çocuk gibi kafasını boynuma gömüp ağlamaya başladığında usulca sırtını okşayıp "Bana bir şey olmaz," diye mırıldandım sakince. Oysa bana çok şey olacaktı. "Hem, sen beni kurtarmaya gelirsin." Güldüm, ama bu acı bir gülüştü, anlamadı. "Yirmi üçten önce öldürmez beni Sinan. Ağlama artık." O sessizce ağlarken derin bir nefes aldım ve usulca karşımdaki mezarlığa baktım. Bu kaybettiğim kaçıncı savaştı bilmiyorum, ama her kaybedişimde buraya geliyor ve Egemen'e sığınıyordum. Annemin ölüm yıl dönümleri, Egemen'in ölüm yıl dönümleri ve hatta artık Duru'nun yıl dönümlerinde bile buraya gelecektim. Güldüm. Beş ay sonra ölecekken Duru'nun yıl dönümüne yetişemezdim ki.

 

Acıydı. Hani derlerdi ya, insan öleceği günü bilse yaşayamaz diye. Aslında yaşardı, yaşardı ama acıyla yaşardı. Sadece nefes alarak yaşardı, yaşamadan yaşardı. Öylece yaşardı ve her defasında yaşadığını sanırdı.

 

Ömür derlerdi ölümle yaşayan ömre. Oysa kül olurdu, gül olurdu, ama ömür olmazdı.

 

Bak anne, kızın için süslendi güz matemi.

 

Şimdi bir bir yıkılmıştı tüm umutlarım. Kıraç Keskin'in kalbime ektiği o umutlar bir kez daha bir bir sökülmüştü toprağından. Söz vermişti bana, yirmi üçüncü yaşımın ölüm yaşım olmayacağına dair söz vermişti ama o, Kıraç Keskin ilk kez sözünü tutamayacaktı. Tutamayacaktı çünkü söz konusu katil olunca kimse sözlerini tutamazdı. Tıpkı ben ve verdiğim kayıplar gibi.

 

Çöp kovasıydı artık kalbim, içinde yıkılmış umutlarım vardı, Kıraç Keskin'in ektiği o tohumlar vardı çöplüğün içinde. Bana umutlanma diyen katil, gerçek ismi ile Hakan Karadağ bir kez daha umutlanmamın cezasını vermişti. Şimdi bir kibrit çöpü ile yıkılmış umutlarımın çöplüğü alev alev yanıyordu. Onlardan geriye sadece küller kalacaktı, bir avuç kül...

 

Kendimi toparlayarak geriye çekilip Sinan'ın ıslak gözlerine baktım. "Lütfen, beni mezarlığa kadar götür."

 

"Ecrin, gi-"

 

"Sinan, hadi."

 

Onu sertçe böldüğümde gözlerime bakarak yutkundu, geri adım atmayacağımı anlamıştı. Eli kolu bağlanırken mecburen koluma girdiğinde ondan destek alarak küçük adımlarla mezarlığa girdik. Buradan sonrasında ne olurdu bilmiyorum ama bakışlarım ilerideki mezarlığı bulurken istemsizce durdum, gözlerim yaşardı. Burası tan yeriydi, ruhumdan sökülen umutlar vardı. Her biri bulutlara dökülüyor ve külleri düşüyordu yeryüzüne. Ama şimdi olmazdı, ruhumdan sökülen kırık hüzünleri toparlamak zorundaydım çünkü bulutlardan küller düşmemeliydi. Bulutlardan küller düştüğünde sevdiklerim ölüyordu. Duru... Bulutlardan küller düşünce Duru ölmüştü. Duru'yu öldürmüştü.

 

Egemen, sevgilim, Duru'ya iyi bakar mısın?

 

O her zaman neşe dolu olsa da aslında büyük korkuları olan biriydi, korkardı yalnız kalmaktan, korkardı abisinden. Ama şimdi ne o vardı, ne de korkuları. İçimdeki vicdan mahkemesi bitmez bilmezken, Sinan'ın yardımıyla akasya ağacının altındaki mezarlığın önünde durdum. Yaklaşık dört yıl önce Egemen bu mezarlığa gömülürken, yanı başında akasya ağacının altında ağlamıştım. Ona dokunmama bile izin vermemişler ve gözlerimin önünde gömmüşlerdi. Daha sonrada bayılmıştım ve gözlerimi açtığımda kendimi bir hastane odasında bulmuştum. İki hafta boyunca o hastanede ağladığımı biliyordum, durmaksızın sürekli ağlamıştım. Ne doktorlarla konuşmuştum ne de polislerle. Hastanenin önünde beni bulduklarını söylemişlerdi, adamların bıraktığını anlamış ama hiçbir şey dememiştim. Taburcu olduğum zaman ise yine mezarlığa gelmiştim ve mezar taşı olmayan bu mezarlığı akasya ağacından tanımıştım.

 

Akasyalar temiz ve saf sevgileri simgelerdi, tıpkı bizim aşkımız, yarım kalan hikayemiz gibi. Hani bazı hikayeler yarım kalmaya mahkumdu ya, bizim ki de öyleydi işte. Bir akasya ağacının altında son kez görmüştüm onu, bir karanlık oda da son kez görmüştü beni. Sinan'ın kolundan ayrılarak, daha sonradan yaptırdığım mezar taşının üzerindeki isme bakıp gülümsedim. Egemen Kara, Ecrin Kavin Ulusoy'un ilk aşkı. Oturduğum mezarlığın toprağını hafifçe temizleyip etrafa baktım. "Hakan Karadağ birazdan gelir Sinan. Sen araba bekle istersen."

 

Aniden kaşlarını çatarak etrafa bakıp bana döndü. "Saçlama Ecrin, bekleyeceğim. Kızla-"

 

Çalan telefonuyla susmak zorunda kalırken sertçe yutkunup "Ya Kıraç'sa?" diye sordu korkuyla. Bu da bir ihtimaldi ama ben kimin aradığını biliyordum. Hakan Karadağ arıyordu çünkü burada olduğumuzu biliyordu. Telaşa giren adama bakarak "Hoparlöre al," dedim sakince Egemen'in toprağını temizlerken. "Sana kızları verecek."

 

Bir bana bir de cebinden çıkardığı telefona baktığında şaşkınlık içinde "Nasıl anladın?" diye sordu, gülümseyerek toprağı temizlemeye devam ettim. Ben düşmanımı iyi tanıyordum, evet belki Hakan Karadağ olduğuna inanmakta güçlük çekmiştim ama katili en iyi ben tanıyordum. Şu anda bizi izliyor ve bir yandan da zaferini kutluyor olmalıydı. Kuru toprakta gezinen soğuk elim tüm kiri temizlerken Sinan telefonu açarak yanıma oturdu. "Kızlar nerede?"

 

Ekranda görünen yabancı numaraya kısa bir bakış attığımda Hakan Karadağ'ın alay dolu sesini duydum. "On dakika içinde atacağım konumda ol. Aksi taktirde kuzenin başta olmak üzere üçü de acı içinde ölecek." Ve telefonu kapattı. Sözleri içimdeki acıyı körüklerken, Sinan şok içinde "Ne diyor lan bu!" diye bağırıp sinirle saçlarını geriye taradı. "Pazarlık yaptığı yetmiyormuş gibi bir de şart mı koşuyor!" Sinirle ayağa kalkıp ellerini yumruk yaptığında dudaklarımı kemirerek ona baktım ve o an telefonuna gelen bildirim sesiyle "Sinan hemen git," dedim gizleyemediğim korkumla. "Gidip kızları kurtar." Ekrana bakıp bir küfür savurarak "Arabayla bile yarım saat uzaklıkta Ecrin!" dediğinde dolan gözlerimi usulca yumdum. Evet, bir zorluk yaşatacağını biliyordum ama bu şekilde olacağını hiç düşünmemiştim. Kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu bizimle. Aslında biliyorum, kızları öldürmezdi, çünkü bana vicdan azabı çektirmek için bunu daha çok benim gözlerimin önünde yapmayı tercih ederdi ama yine de korkuyordum. Evet, öldürmezdi belki ama Sinan geç kalırsa dediğini de yapabilirdi.

 

Egemen, Yağmur'un bebeği ve Duru'yu nasıl gözlerimin önünde öldürdüyse onlara da öyle yapardı ama neyse ki bu kez yapmayacaktı. Çünkü bu kez tek derdi ceza vermek değildi. Sinan bana bakıp "Ecrin," dediğinde titreyen sesiyle ona bakarak "Git, beni düşünme ve git," dedim usulca ayağa kalkarak. "Kızlara benim burada olduğumu da söyleme. Kıraç bunu öğrenmesin." Pişmanlık içinde bana bakıp kafasını olumlu anlamda salladığında etrafa bakarak iç çekip "Dikkat et," dedi ve arkasını dönerek hızlı adımlarla burayı terk etti.

 

Alışkanlık mıydı yalnızlık, yoksa kaderin bir oyunu muydu kimsesizlik? Anne, Egemen, Duru...

 

Bakın, uçurumlar var önümde. Yanık kanatlarım taşır mı beni sizlere?

 

Aniden mezarlığa çöken sessizlik bir yılan gibi boynuma dolanırken, Sinan'ın arabası burayı hızla terk etti ve ben, kurdun inindeki yaralı bir ceylan misali korkuyla etrafıma baktım. Ağaçların arasında dolanan sert rüzgarın uğultusu, kara toprağın altında yatan ölülerin sessizliği ve gökyüzündeki meleklerin duaları bir fısıltı gibi ulaşıyordu kulaklarıma. Sanki kış birden gelmişti, birden kararmıştı gece, birden son bulmuştu her şey. Son muydu bu yoksa sona atılan adımlardan biri daha mıydı hâlâ? İnsanın hiç bitmesini istediği bir hikayesi olur muydu? Benim vardı, benim kendi hayatım bitmesini istediğim acı dolu bir hikayeydi. Yaralar vardı, ölümler, karanlıklar, mumlar, kefaretler ve kimsenin acımadan üzerine basıp geçtiği, kanatları yanık bir kelebek. Kelebeğin ömrü kısa olmaz mıydı? Olurdu, peki neden hâlâ yaşıyordu? Üstelik bunca yaradan sonra?

 

Yarayı kelebeğe sevdiremezdim, yanık kanatlarında ölüler varken ona yaşa diyemezdim.

 

Oysa bir hançer, kelebeğin kanatlarına saplanacak tek bir hançer yeterdi bu hikayeyi bitirmeye. Belki de bir kurşun, tam kalbine...

 

Biliyorum, bu düşüncelerim normal değildi ama hayatı normal olmayan birinin düşüncelerinin de normal olması zaten beklenmemeliydi. Hem ölümü istemem psikolojimin bozuk olduğunu değil, hayatımın çoktan bittiğini anlatıyordu. Ama kimse beni anlamıyordu ve sanırım asla da anlamayacaklardı. Sargılı bacağımdan dolayı olduğum yerde hareket etmekte zorlandığımda, bakışlarım bana doğru gelen takım elbiseli iki adamı buldu ve o an koca güneş bir kez daha söndü. Tüm bedenim korkudan olsa gerek taş kesilirken, sertçe yutkunup onlara bakmak dışında hiçbir şey yapamadım. Hem zaten ne yapabilirdim ki? Bu sargılı bacak ve kafayla yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

 

Daha önceden Kıraç'la Hakan'ı ziyaret etttiğimizde bize kapıyı açan Kemal ve Sabri karşımda durduklarında, tırnaklarımı avuç içlerime sapladım. Korkumu bastırmam gerekiyordu, acıyla ya da başka bir şeyle bilmiyorum ama korkumu bastırmam gerekiyordu. Sabri beni baştan ayağı süzerek alayla güldü. "Yıllardır patronun esiriydin, bir kez olsun burnun kanamadı. Ama iki hafta Kıraç Keskin'in evinde kaldın ve şu haline bak." Yüzünü buruşturup kafamdaki sargıya da baktığında başımı dik tutarak gülümsedim.

 

"Casus koyup yaptırdığınız bir şey bu. Kıraç'ı kötülemek isterken bir kez daha düşünün." Onu savunuyor olmam karşısında bakışları beni bulurken Kemal alayla güldü. "Seni daha bir casustan koruyamayan adamı mı savunuyorsun sen?"

 

Üzerime oynamalarını umursamadan omuz silktim. "Neyin tartışmasını yapmak istiyorsunuz? Bana kimin daha çok zarar verdiğinin mi?" Soluk yeşillerim öfkeyle dolarken ikisine de sertçe baktım. "Doğru, yıllardır burnum bile kanamamış olabilir ama siz benim ruhumu öldürdünüz. Sevdiklerimi gözlerimin önünde öldürdünüz." Egemen'in mezarlığını gösterdim, içim acıdı. "Masum birini döverek öldürdünüz. Bir kadından bebeğini aldınız. Duru ya Duru." Gözlerim doldu, sesimi yükseltim. "Duru'yu öldürdünüz siz! Hem de bir hiç uğruna! Eve gelmiştik zaten biz! Eve gelmiştik! Ama siz onu da aldınız benden!" Sakinliğimi koruyamamıştım, sanki bana hiç zararları dokunmamış gibi konuşmaları karşısında zaten sakin de olamazdım ki.

 

Sabri kaşlarını çatarken ona bakıp "Gerçekten bana hiçbir şey yapmadığınızı mı düşünüyorsunuz ?" diye sordum kısılan sesimle. "Bir kız çocuğunu karanlıkta kilitlediniz, karanlıkta korkuttunuz. Bir köpekle bir depoya bıraktınız, o kız çocuğu büyüdü ve hâlâ korkuyor köpeklerden." Buz gibi bir ifadeyle bana baktığında hafifçe gülümsedim. "Ormanda bıraktınız beni, uçurumda bir sandalyeye bağladınız, yıkık bir avcı kulübesinde zorla tuttunuz. Karanlıktan deli gibi korktuğumu bildiğiniz halde bir mum bile vermediniz." Göğsümden gözyaşlarıyla dolu bir nehir aktı, gülümsemeye çalıştım. "Sevdiğim adamı gözlerimin önünde öldürüp, gömdünüz. Ona veda etmeme bile izin vermediniz." İkisi de çatık kaşlara sessiz kalırken, yorgunluğun bataklığına düşerek "Daha saymam gerekiyor mu?" diye sordum, fısıltım yeri titretti. Anlatmak istemiyordum daha fazla çünkü artık kaldıramıyordum. Omuzlarım çökerken pes ederek ikisine de soluk yeşillerimle öylece baktım. "Siz insanlığınızı öldürdünüz ruhumu öldürürken. Bundan büyük cinayet var mı?"

 

Vicdan bile taşımasını bilene yakışırdı.

 

Vicdan, insanın en büyük ahı ve cezasıydı.

 

Ve onlarda vicdan yoktu, şayet olsaydı bu durumda bile benimle dalga geçmez, tüm suçları masumların boynuna asmazlardı. Sabri umursamaz bir tavırla gülümseyip, "Bizde emir kulluyuz," dediğinde aslında öyle olmadığını ve hatta bana bunları yaşatmaktan zevk aldığını alay dolu sesiyle fazlasıyla beli ediyordu. Bazı insanların kalbinde merhametin kırıntısı bile olmazdı ya, buda onlardan biriydi işte. Merhametin yeşermediği kalplerde insanlık olmazdı. Kendimi onlarla yormak yerine derin bir nefes alarak "Gidelim mi artık?" diye sorduğumda Kemal kolunu uzatıp "Hızlı ol diye," dedi, ifadesizce ona bakıp koluna girdim. Doğrusu ondan destek almak istemiyordum ama ağrım şiddetlendiği için gurur yapacak durumda değildim. Yavaş adımlarımla birlikte mezarlıktan çıktığımızda bakışlarım art arda dizilmiş üç siyah arabayı buldu. Her birinin önünde ikişer koruma vardı ve en öndeki adamda sırt çantası şeklinde bir jammer.

 

Adımlarım istemsizce dururken bakışlarım bileğime kaydı ve bir anda içimdeki camlar bir bir kırıldı. Biliyorum, tüm umutlarım ölmeye mahkumdu ama sanırım kendimi hiçbir zaman onların ölümüne alıştıramayacaktım. Derimin altındaki mikroçip sayesinde belki bir umut Kıraç beni bulur diye düşünüyordum, ta ki jammeri görene kadar. Peki derimin altında bir mikroçip olduğunu Hakan Karadağ nereden biliyordu? Hain mi söylemişti ona? Bundan dolayı mı sinyal kesici ile yanıma gelmişlerdi? Sabri ortadaki aracın kapısını açarak "Bin," dediğinde jammere son bir bakış atarak Kemal'in kolundan çıkıp usulca araca bindim. Sabri sağıma Kemal'de öne bindiğinde diğer korumalar da araçlara bindi ve usulca mezarlığı terk edip ölümüme doğru yol aldık.

 

Her defasında daha beteri olmaz dediğim şeylerin daha ağrını yaşıyor olmaktan ruhumu tüketmiştim. Gözlerim bile ışığını kaybetmeye başlamıştı. Tedaviye ihtiyacım olduğunu biliyordum, ama zaten öleceğim için gerek duymuyordum. Duru benim için zamanında bir psikolog ayarlamıştı ve majör depresyon tanısı konulmuş bir kaç ay tedavi görmek zorunda kalmıştım. Ama kullandığım ağır antidepresanlar yüzünden tedaviyi red ederek kendimi kendimle baş başa bırakmayı tercih etmiştim. Belki de bundan dolayı ölecek olmak beni korkutmuyordu çünkü zaten istediğim şey buydu. Evet, bu düşüncem de hastalıklıydı ama hiç şansımın olmadığını bildiğim için artık umursamıyordum.

 

Araçtaki ağır sessizlik ruhumu sıkarken bakışlarımı girdiğimiz ormanlık alana çevirip soluk gözlerimle ağaçlara baktım. Bir ağaç olarak yaşamayı çok isterdim, çünkü bu dünyada insan olarak yaşamak yaşamların en zoruydu. Üstelik kimsesiz bir insan olarak yaşamak daha da zordu. Oysa herkesten uzak bir ağaç olsam kıştan başka derdim olmazdı. Doğrusu annemin anlattığı beyaz kelebek olmak, bana verilen en büyük acılardan biriydi. Annem bilseydi bunları yaşayacağımı yine de bana beyaz kelebek der miydi?Kelebeğin üzerine basıp geçmişler, kanatlarını yakmışlardı, bilseydi bana kelebek der miydi?

 

Ölüm ağlarını kelebek için örmüşken ona uç der miydi?

 

Ben o ağlara yıllar önce takılmıştım ve artık kurtulmamın mümkünatı yoktu. Üstelik dayanacak gücüm de kalmamıştı. Soluk yeşil gözlerimi araba sağa döndüğünde ağaçlardan çekip karşımdaki manzaraya çevirdim. Bir uçuruma gelmiştik. İyi de neden? Ne yapacaktı bana? Kaşlarım istemsizce çatılırken en az on arabanın bulunduğu büyük uçuruma bakarak Sabri'ye döndüm. "Burada mı?" Gerçekten benimle bir uçurumda mı buluşmayı seçmişti?

 

Sabri sırıtarak "Buradalar," dediğinde ima ettiği şeyi anlamayarak tekrardan araçlara baktım. Araçların önünde bizi bekleyen büyük bir kalabalık vardı ve onlar yüzünden ne Hakan Karadağ'ı görebiliyordum ne de ima ettiği şeyi anlayabiliyordum. Araba durduğu an kapımı açtığımda diğer adamlarda araçtan inip ellerindeki uzun namlulu silahlarla yanıma geldiler. Her biri bana buz gibi bakışlar atarken sertçe yutkundum. Neler oluyordu? Sabri ve Kemal arabadan indiğinde Kemal bana bakıp "İn," dedi. Zaten bende dediği şeyi yapacaktım ama adamların sert bakışları yüzünden durmak zorunda kalmıştım. Bana öyle şeyler yaşatmışlardı ki, artık onların yanında nefes alırken bile tedirgin oluyordum.

 

Korumalara kısa bir bakış atıp dudaklarımı ıslatarak önce alçılı bacağı sonrada diğerini çıkardım. Koltuktan destek alıp ayağa kalktığımda Kemal "Yürü," dedi arkama geçip beni belimden iterek. Bu tavrının nedenini anlayabiliyordum, bana karşı acımasız olması gerektiğini katil ona söylemişti. Katil ise zamanında saçımın teline dahi zarar gelmesini istemeyen adamdı. Ya da ben her zaman öyle sanmış ve yanılmıştım...

 

Kemal'in nasırlı eli yüzünden hızlı yürümek zorunda kaldığımda, yüzümü buruşturarak bacağımdaki sızıyı görmezden gelmeye çalıştım. Ondan insaf beklemiyordum ama her an düşebilirdim. Yine de gıkımı çıkarmadan kafamı dik tutup yürüdüğümde, arabaları geçip bize yol veren kalabalık ile karşıma baktım. O an yer titredi, gök üzerimize çöktü ve içimde büyük bir deprem meydana geldi. Bazı insanların ne kadar aşağılık olabileceğini her geçen gün daha iyi anlıyordum. Gözlerim dolarken kafamı iki yana sallayıp "Hayır," diye mırıldandım, sesimi kimse duymadı.

 

Kızları bırakacağını söylemişti ama üçü de buradaydı. Gökçe dudaklarından akan kanla diz çökmüş ve bastıramadığı öfkesiyle, kafasına silah dayayan adam yüzünden hareket edemez hale gelmişti. Gözleri öfke ateşi saçarken, kafasını hafifçe çevirip bana baktığında dondu ve tüm çırpınışları durdu. İşte o an gözlerinden bir korku geçti ve o korkunun sebebi benim buradaki varlığım oldu. Bu durumda bile benim burada olmamı istemiyordu değil mi? Çünkü beni buradan kurturamayacağını çok iyi biliyordu. Gözleri korkuyla üzerimde gezinirken kısık bir sesle "Nasıl kaçtın?" diye sordu, bakışlarımı kaçırdım. Kıraç'ın beni bırakmayacağını çok iyi biliyordu bundan dolayı kaçtığımı anlaması zor değildi.

 

Ona cevap vermek yerine bakışlarımı Yağmur'a çevirdim. Sarı saçları dağılmış, alnından akan kana karışmıştı. O da tıpkı Gökçe gibi diz çöktürülmüştü ve başına dayalı bir silah vardı. Üzerindeki yeşil elbisenin tül kolu ise çok büyük bir ihtimalle kendini korumaya çalışırken yırtılmıştı. Gözleri telaşla üzerimde gezindiğinde Hakan Karadağ'a bakıp "Bu kadar adi olamazsın!" diye haykırdı öfkeyle. "Onun ne halde olduğunu görmüyor musun?!" Beni zaten bu hale o getirmişti. Hakan Karadağ ona cevap vermek yerine zafer kazanmış gibi bana baktığında Yağmur bozulan sinirleriyle bana döndü. "Ecrin, yalvarırım ona teslim olma! Bizim için asla pes etme!" Ben yıllar önce pes etmiştim.

 

Soluk yeşil gözlerim bu kez Öykü'yü bulduğunda sertçe yutkundum. Burnundan, dudaklarından ve alnından akan kanlar vardı ve o da kızlar gibi dizlerinin üzerindeydi. Ama farklı olan başındaki adamında tıpkı onun gibi burnunun kanıyor olmasıydı. Sanırım Öykü onu bu hale getirmişti. Tutulması zor bir yırtıcı gibi başına silah dayamak yerine boynuna bir zincir bağlamışlardı. Ve sırf bu yüzden ince, beyaz boynu fazlasıyla kızarmış durumdaydı. Gözlerim öfkeyle dolduğunda o bana bakıp gülümseyerek "En azından saçlarım düzgün," dedi, ben şaşkınlık içinde ona bakarken Gökçe ve Yağmur ise istemsizce güldü. Her birinin sinirleri bozulduğu için güldüklerini bilsem de bu tavırları karşısında gözümde fazlasıyla güçlü görünmüşlerdi. Bulundukları duruma rağmen boyun eğmiyor, Hakan Karadağ'a istediğini vermiyorlardı.

 

Yağmur "Ben çirkin mi görünüyorum yani şimdi?" diye sorduğunda Öykü ona bakıp gülümsedi.

 

"Hayır tabi ki! Sen her halinle güzelsin." Alnından akan kana bakıp yüzünü buruşturdu. "Tabi şu kan olmasa daha güzel olabilirdin."

 

Yağmur alnına dokunup "Haklısın," diyerek ellerindeki kana baktı. Ardından bakışlarını onları şaşkınlık içinde izleyen adamlara çevirip tatlı tatlı gülümsedi. "Ayna var mı acaba?"

 

Cidden mi? Ben şaşkınlık içinde onlara bakarken Gökçe gözlerini devirerek "Ayna olsa verirler mi sence?" diye sordu başlarındaki adamlara memnuniyetsiz bir bakış atarak. "Sabahtan beridir dudağım için krem istiyorum ama vermiyorlar." Dudağını elleyip yüzünü acıyla buruşturdu. "Sanırım botoks yapacağım."

 

Öykü gülerek "Acaba bende burnumu mu yapsam?" dediğinde herkes gibi bende onlara şaşkınlık içinde baktım.

 

Yağmur kafasını iki yana salladı. "Saçmalama! Zaten fındık kadar burnun var." Yüzünü buruşturup Öykü'nün burnundan kana baktı. "Gerçi kırılmışsa yap. Acıyor mu?"

 

Öykü kafasını iki yana salladığında zincirin sesini umursamadan "Acımıyor, kırılmamış galiba," dedi ciddi ciddi teşhis koyarak. Ardından bakışları Hakan Karadağ'ı buldu. "Yine de yapacağım ve tüm masraflar sana ait ihtiyar."

 

Hemen arkamdaki Kemal şaşkınlık içinde "Bunlar nasıl bir manyak," diye mırıldandığında istemsizce ona hak verdim. Bu kadarını bende beklemiyordum. Hakan Karadağ kaşlarını çatarken Öykü'ye doğru ilerleyerek yüzüne bakıp sırıttı. "Merak etme, öyle bir masrafa gerek kalmayacak." Kaşlarım istemsizce çatılırken bana baktı, gerçekleri öğrendiğim andan itibaren ilk kez ona bakmak zorunda kaldım. "Birazdan üçü de gözlerinin önünde ölecek annesinin kızı." Tüylerim diken diken olurken o bana bakıp arkasındaki uçurumu işaret etti ve sinsice sırıttı. "Cesetleri bu uçurumdan düşecek. Böylelikle mezarlık masrafları ile de uğraşmayacağız."

 

Yağmur gözlerini devirdi. "Tam bir cimri." Öykü ve Gökçe bu sözler üzerine gülerken Hakan onları umursamadan yanıma gelip karşımda durdu ve gözlerime bakarak kafasını yana eğdi. "Her birini senden alacağım küçük kelebek." Bakışları hafifçe açıkta kalan boynumdaki kolyeye kaydığında, kaşlarını çatarak boynuma uzandı ve kolyeyi hızla koparıp çekerek boynumdan ayırdı. O an ince bir çizgi boynumda keskin bir acı bırakırken dolan gözlerimle ellerindeki kolyeye baktım ama o öfkeyle kolyeyi yere atıp bana baktı. "Beni dinlemeliydin!"

 

Adeta ateş saçan gözleriyle bana bakıp üzerime doğru büyük bir adım attı. Yaşı büyük olduğu halde kocaman bir bedeni vardı ve ben bu halde onun karşısında hâlâ o cezaevinde doğan kız çocuğu gibi duruyordum. Savunmasız ve acınası...

 

"Anneni, sevgilini ve arkadaşını aldığım gibi onları da hayatından alacağım!" Kara gözlerle gözlerime bakıp kaşlarını çattı. "Sevgilinin ölümünü aratacak ölümleri göreceksin şimdi." Sol gözümden bir damla yaş düştüğünde o yaşa bakıp sırıtarak parmağını çeneme koydu ve yüzümü daha çok kaldırdı. Zafer kazanmış gibiydi. "Ama işin içine biraz eğlence katalım." Geriye çekilip Sabri'ye baktı. "Jammeri kapatın ve Kıraç Keskin'e korumasız buraya gelmesini söyleyin!"

 

Sabri aldığı emirle geriye çekilirken telaşla Hakan Karadağ'a bakıp "Yapma!" diye yakındım. "Yapma! Bırak kızları gidelim!" Sızlayan bacağıma rağmen ona doğru bir adım atıp "Yalvarırım yapma," diye yakındım sessizce. Gözleri ruhsuzca yüzümde gezinirken kafasını hafifçe yana eğip "Gideceğiz ama öncesinde bir temizlik yapalım, değil mi?" diye sorduğunda bana arkasını dönerek Gökçe'nin yanına ilerledi. Kahretsin! Öldürecekti hepsini! Kıraç'ı da buraya bilerek çağırıyordu çünkü asıl hedef oydu!

 

Gözlerim dolarken o Gökçe'nin yanı başında durarak "Kimse sandığın kişi değil Ecrin," diyerek cebinden bir bıçak çıkarıp usulca keskin tarafına baktı ve sırıttı. "Ben bile sandığın kişi değildim." Bana bakıp alayla baştan ayağa bedenimi süzdü. "Hayatına giren tek gerçekleri senden aldım." Gökçe'nin saçlarını tutup bıçakla bir tutamını kestiğinde Gökçe yutkunurken, Hakan o tutamı uçuruma doğru üfledi ve bana döndü. "Ama endişe etme. Şimdi sahteleri de alacağım." Neyden bahsediyordu hâlâ? Ne zaman bitecekti bu imaları? Ne zaman anlatacaktı bana gerçekleri? Ona inanmalı mıydım? Hayır, ona asla inanmamalıydım.

 

Sinirle ellerimi yumruk yapıp "Tek sahte sendin!" dediğimde gülerek kafasını iki yana salladı.

 

"Pekâla. Söyle bakalım, Kıraç Keskin kim?"

 

Bu sorunun bende net bir cevabı yoktu. Ona bakarak "Ne demek istiyorsan açık ol Karadağ," dediğimde Gökçe sinirle homurdandı. "Bakalım ne anlatacak." Gözleri sinirle Hakan'ı buldu. "Seni dinliyoruz psikopat herif?"

 

Hakan ona bakıp "Mesela sen ağ ve siber güvenlik uzmanısın, değil mi Gökçe Atalay," dediğinde benim gözlerim şok içinde açılırken Gökçe umursamazca "Ee?" diye sordu. "Bu sakladığım bir şey değil ki." Hacker olduğunu anlamıştım, ama bir devlet insanı olduğunu hiç düşünmemiştim. Hakan Karadağ onun tavrı karşısında kaşlarını çatarken "Fazla özgüvenlisin, neden?" dediğinde bu kez Gökçe sırıtarak gülümsedi.

 

"Evet. Bil bakalım elimde nasıl bir bilgi var." Düşünür gibi yaparak alnını ovdu ve ardından hatırlamış gibi parmağını şıklatarak "Hah! Buldum," deyip ona üstün bir tavırla bakıp gülümsedi. "Bağlı olduğu zincire ihanet eden bir adam. Ve ortaya çıkarsa infaz edileceği harika bilgiler." Bahsettiği adam Hakan Karadağ olsa da tam olarak nasıl bir zincirden bahsettiğini anlayamamıştım. Kaşlarım istemsizce çatılırken Karadağ ellerini yumruk yaparak ona baktı, Gökçe ise onu umursamadan gülümsedi. "Ama hakkını yemeyeceğim. Zeki adamsın." Bakışları kısa bir an beni bulduğunda tekrardan Karadağ'a döndü. "Konuşmadan önce ağzımı yoklayıp kendini güvenceye aldın. Ve evet, bize karşı tehlikedesin ihtiyar. Ona göre davran."

 

Neler oluyordu. Öykü gülümseyerek "Hiç kibar davranmadın bize ama olsun," deyip dudağındaki kanı sildi. "Karşılığını veririz olur biter."

 

Kızlar üstünlüğü ellerine alırken Hakan öfkeyle derin bir nefes aldı. Geniş göğsü şişerken, "Bakalım Kıraç ölünce de böyle konuşabilecek misiniz?" diye sordu ardından alayla Yağmur'a baktı. "Sevgili abinin ölümüne hazır ol sarı kız." Yağmur'un karnına bakarak adice sırıttı. "Bebeğin gibi abin de tek kurşunla ölecek."

 

Sol gözümden bir damla yaş düşerken ortama yeri inleten derin bir sessizlik çöktü, rüzgar siyah saçlarımı yüzüme savurdu. Sanki çektiğim vicdan azabını kimseye göstermemem içindi bu, sanki bu kez rüzgarda benden taraftı. Kulaklarımda sağır edici bir sessizlik çınlarken zihnimdeki duvarların kanadığını hissettim. İçimdeki ağaçlar yanıyor, nehirler kuruyordu. Günahın bedeli ödeniyor, melekler koca semada ağlıyordu. Oysa cehennem, ateşini kimin için hazırladığını çok iyi biliyordu. Asıl kefaret ateşte en acı şekilde ödenecekti. Ama o güne kadar bu kefareti ödeyen sadece ben ve masumlar olacaktık. Oysa hak edilen kefareti günahkar ödemeliydi.

 

Adalet terazisi günahı ölçtüğünde, cehennem kapılarını sadece hak edene açacak.

 

Hakan Karadağ büyük bir günahkardı. Anne rahminden koparıp aldığı bir bebeği annesine adice anlatacak kadar büyük bir günahkar. Gözlerimden dökülen bir kaç damla yaşla saçlarımı yüzümden çektiğimde suçlu bir çocuk gibi Yağmur'a baktım. Asıl suçlu Hakan olsa da çektiğim vicdan azabı gözlerimden okunuyordu. Yağmur şaşkınlık içinde Hakan'a bakarak sertçe yutkunduğunda bakışları beni buldu ve hızla yere baktı. Sanki içinde kıyamet vardı da, sesi çıksa asla susmazdı.

 

Öykü şaşkınlık içinde Karadağ'a bakarken Gökçe gözlerini sıkıca kapatıp "Kahretsin!" diye mırıldandı. "Kes artık sesini!"

 

Hakan kafasını iki yana sallayıp "Kader işte," diyerek güldüğünde bana döndü. "Ne bebekler öldü de hiçbiri bu kadar güzel ölüm görmedi." Acımasızlığı karşısında dilim tutulurken Öykü şaşkınlık içinde "Sen, sen onun ha-hamile olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu, gözleri Gökçe'ye takıldı. Haklıydı, onlar bile sonradan öğrenmişti. Öykü o gün hastanede olmasa da o da öğrenmişti peki Hakan Karadağ Yağmur'un hamile olduğunu kimse bilmiyorken nasıl öğrenmişti? Nasıl olurda kimsenin bilmediği bir bebeği hedef alırdı. Hem de annesinin tam karnından?

 

Hakan uçuruma doğru bir kaç adım atarak üzerindeki siyah ceketi çıkarıp bir korumaya verdi ve bize dönerek "Bunu da siz bulun," dedi umursamazca. Acaba amacı Yağmur'u öldürmekti de bebeği mi öldürmüştü? Ve bunu evdeki hain sayesinde öğrenmiş olabilir miydi? Çünkü Yağmur'un hamile olduğunu, boşanıp boşanmadığını henüz bilmediğim kocası bile bilmiyordu. Gökçe ile göz göze geldiğimizde ikimiz de aynı şeyi düşünmüş olmalıyız ki, sessiz kalarak Hakan'a baktık. Hayır, bir hainden şüphe duyduğumuzu ona söylemeyecektik çünkü Kıraç kimseye söylemememiz gerektiğini çok net bir şekilde ifade etmişti. Eğer şimdi söylersek belki de o hain ortaya çıkma korkusuyla başımıza çok daha büyük felaketler açabilirdi. İçimizde her an bizi öldürecek biri varken bu tehlikeyi göze alamazdık.

 

Hakan Karadağ hainden haberimizin olmadığını sanarak, rahatlıkla uçuruma bakıp Yağmur'a baktı. "Sence bu uçurum abinin cesedine yakışır mı Yağmur Keskin?" Boşanmış mıydı? Öykü sinirle "Hiçbir bok anlamıyorum ben!" diye yakındığında öfkeyle Karadağ'a baktı. "Sır küpü olmayı bırak manyak herif! Açıkça söyle, ne istiyorsun bizden?!"

 

Yağmur hâlâ yere bakarken Hakan kafasını yana eğip bakışlarını bana çevirdi. "Benim ne istediğim ortada. Asıl siz ne istiyorsunuz?"

 

Öykü öfkeyle "Tam şu an gebermeni!" dediğinde Hakan şuh bir kahkaha atarak kafasını iki yana sallayıp ona doğru yürüdü. "Ah aptal avukat." Onun yanımda durup boynundaki zincire baktı. "Elinize yüzlerce fırsat versemde bunu yapamazsınız." Öykü ellerini yumruk yaparken sırıttı. "Ama ben sizin gibi oynamıyorum bu oyunu. Elime geçen ilk fırsatta hepinizi öldüreceğim." Üçüne de alayla bakıp gülümsedi. "Bugün bu fırsatı değerlendirmek boynumun borcu."

 

Gökçe sinirle "Gücün yeterse yaparsın," dediğinde arkasındaki adam silahı kafasına daha çok bastırdı. Telaşla Hakan'a bakıp "Kes artık şunu!" diyerek Yağmur'a doğru bir kaç adım attım. Yavaşça eğilip onu kaldırmaya çalıştığımda onun arkasında duran adam bu kez silahı benim kafama doğrultup "Tek bir emirle onu öldürmemi istemiyorsan geri çekil," dedi buz gibi bir sesle. O an ellerimi hızla geriye çektiğimde Yağmur bana bakarak "Korkma," diyerek acıyla tebessüm etti. Ardından öfkeyle Karadağ'a bakıp "O psikopat bizi çiğnemeden senin saçının teline dahi zarar veremez!" dediğinde Karadağ kafasını iki yana sallayıp yanımıza geldi ve beni kolumdan tutarak sertçe kaldırdı.

 

"Hâlâ şov, hâlâ şov." Beni çekiştirerek uçurumum dibine kadar getirip "Bak buraya," dedi sakin denizi göstererek. "Birazdan hepsini çiğneyip buraya atacağım." Gözlerimden bir damla yaş düştüğünde bana bakıp gülümsedi. "Ardından seni burada bir başına bırakacağım Ecrin. Tıpkı eski günlerdeki gibi."

 

Omuzlarım titrerken ona bakarak "Yirmi üçüme kadar sakla beni," dedim yalvararak. "Sakla ama onlara zarar verme. Yalvarırım yapma Karadağ. Onların bir suçu yok." İçim parçalanıyordu. Bir rüzgar esip elbisemin eteğine dokunurken onun acımasız kara gözlerine bakarak "Kelebeğin kanatlarına daha fazla ceset gömme," diye mırıldandım çaresizce. "Ömrü vaktinden daha erken bitmesin."

 

O an gözlerinde bir fırtına koparken kolumu sertçe tutup "İntihar etmeye kalkışırsan neler olacağını çok iyi biliyorsun!" dediğinde gözlerimi sıkıca kapatıp içten içe ağladım. Biliyordum, öyle bir şey yaparsam bana yaptıklarını bu kez sevdiklerime yapardı. İki yıl önce intihar edecektim ama Duru'nun başına bela olacağını söylediği an bu düşünceden vazgeçmiştim. İşin ilginç tarafı o günde intihar etmek için bir uçuruma gitmiştim ve bugün bir kez daha uçurumdaydım.

 

Uçurumlar kelebeğin mezarı mı olacaktı?

 

Zihnimdeki düşünceye tutunarak gözlerimi açıp uçuruma baktığımda Karadağ sinirle bana baktı. "Kaderine boyun eğmekten başka çaren yok küçük kelebek. Bu ömrüne sığacak tüm cenazeler söz dinlememenin cezası." Hayır, gerçekten dayanacak gücüm kalmamıştı artık. Bir damla gözyaşım uçuruma düşerken "Onları öldürürsen kaybedersin Karadağ," diye mırıldandım, kaşlarını çattı. "İnan bana onlara zarar verirsen hiçbir şey umurumda olmaz." Acıyla gülümseyip omuz silktim. "Benim kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı ki. Senden korkmuyorum."

 

Yüzüme bakarak sessizce beni izlediğinde ne kadar ciddi olduğumu anladı. Evet, bu kez sondu. Bu kez tek bir ölüm hemen ardından benim ölümümü getirecekti. Hayır, geride bıraktıklarımı düşünecek durumda değildim şu anda. Onlar kendilerini bir şekilde korurdu ya da Gökçe bahsettiği belgeleri ortaya çıkarıp Karadağ'ın infaz edilmesine sebep olabilirdi. Ama ben artık daha fazla yaşamayacaktım, tek bir ölüm yeterdi son nefesimi vermeme. Ben sanılanın aksine sakin biri değildim, zihnimde sürekli tekrarlanan bir kıyamet, infaz edilen düşünceler vardı. Hastalıklı bir zihnim vardı benim, ağır bir depresyon sonucu çöken bir psikolojinin esiriydim. Duru dışında henüz kimse bunu fark etmemişti ama ben ölmüş bir ruhu taşıyan aciz bir bedendim. Ölüm benim tek kurtuluşum olacaktı.

 

Karadağ gözlerime bakıp bir şeyler düşündüğünde yorgunluk içinde bakışlarımı ellerime indirdim. Gözlerimdeki mezarlığı görmüş müydü? Beni ne hale getirdiğini anlamış mıydı? Ben Ecrin Kavin Ulusoy, ölümün gölgesinde yaşayan beyaz bir kelebek. Hakan Karadağ o beyaz kelebeğe neler yaptığını, onu ne hale getirdiğini görüyor muydu? Sessizlik uçurumda nefes almadan dururken, duyduğum araba sesiyle bakışlarımı hafiften dalgalanmaya başlayan denizden alıp herkes gibi arkama çevirdim. İki araba yoldan sapıp hızla uçurumun girişinde durduklarında ortaya çıkan toz dumanıyla sıkıntılı bir nefes aldım. Kıraç gelmişti.

 

Karadağ'ın adamları anında konum alarak uzun namlulu silahlarını iki arabaya da doğrultuğunda, ön arabadan önce Kıraç sonra Özgür ve Tolga çıktı. Diğer araçtan da Tugay ve telaşlı bir şekilde Sinan çıktığında bakışlarım kısa bir an onu buldu, korkulu gözlerinde sırımızı kimsenin bilmediğini anladım. Her birinin yüzümde öfke karışımı bir korku vardı. Çaresizlik ayaklarına dolanan bir bağ olmuştu. Yorgun bakışlarım onun buz kadar soğuk karalarını bulduğunda, o önce yerde diz çöken kızlara daha sonradan usulca bana baktı. Zaten çatık olan kaşları daha da çatılırken sinirden kasılan yüzüyle beni baştan ayağa süzdü, ardından hemen arkamdaki uçuruma bakarak karalarını soluk yeşillerime dikti. Gözlerinde garip bir ifade vardı, sanki uçuruma bu kadar yakın durmam hoşuna gitmemiş gibiydi. Yutkunarak arkamdaki uçuruma baktım, tek bir adım yeterdi düşmeme.

 

"Hoş geldiniz Beyler!" Karadağ'ın alaylı sesiyle Tolga bir küfür savurup "Kes lan sesini!" diyerek sinirle bize doğru yürüdüğünde, saniyesinde onu hedef alan kırk adam yüzünden öfkeyle durmak zorunda kaldı. "Gücün kadınlara mı yetiyor piç kurusu?! Bırak onları!"

 

Öfkeli bir aslan gibi olduğu yerde Hakan'a baktığında, yanımdaki adam onu ciddiye almadan yüzünü buruşturarak alayla güldü. "Bu kadar fevri olma Tolga Karayel, sonun ellerimde olur."

 

Sözleri omuzlarımı titretirken Tolga alayla güldü. "Sen benim kılıma dokunamazsın Karadağ." Kendinden emin tavrı her ne kadar üstünmüş gibi görünmesini sağlasa da, ona doğrultulmuş silahlar durumun böyle olmadığını göstermeye yetiyordu. İçimi kaplayan telaş giderek büyürken bu kez Özgür bir küfür savurup "Öykü!" diye bağırarak ona doğru yürümeye başladı.

 

Adamlar bu kez onu hedefe alırken o hiçbirini umursamadan arabaların arasından sızıp, önüne geçen adamlara öfkeyle baktı. "Çıkın lan önümden!" Öfke dolu bakışları Öykü'nün boynuna kaydı, sinirle önünü kesen silahlı adamlar döndü. "Belanızı sikerim lan sizin! Boynuna o zinciri nasıl dolarsınız!"

 

Öykü'nün yavaştan morarmaya başlayan boynu herkesin dikkatini çektiğinde, o sanki hiç acı çekmiyor gibi saçlarını savurup gülümsedi. "İtiraf edin, güzelliğimi bu zincir bile bozamadı." Alayla aldığı sözler üzerine gözlerimden bir damla yaş düşerken Yağmur sinirle ona baktı.

 

"Acını saklama artık! Mosmor olmuş boynun Öykü."

 

Gerçekten nasıl sıkmışlarsa boynu fazlasıyla morarmaya başlamıştı. Aslında haklıydı, bu zincir bile onun güzelliğini bozamamıştı ama yine de ona hiç yakışmamıştı. İlk gördüğüm zaman peri gibi güzel olduğunu düşündüğüm kız şimdi benim yüzümden ne hallerdeydi. Öykü Yağmur'a bakarak sessiz kaldığında Kıraç'ın sert sesini duydum.

 

"Silahları beş saniye içinde indirip kızları bırakmazsan, önce adamlarını öldürür, sonra da seni cezaevlerinde süründürürüm Karadağ." Sesi soğuk havayı kontrole alıp tenimizde dolandırdığında ürperdiğimi hissettim. Sanki ensemden omurgalarıma kadar bir ürperti geçmişti. Sözleri etkisiz olur sanmıştım ama Karadağ ona öyle bir baktı ki, sanki gerçekten dediğini yapabileceğini bilir gibi elini havaya kaldırdı ve küçük bir parmak işareti verdi. Yere doğru inen işaret parmağı ile tüm adamları silahlarını usulca indirdiğinde bu durum karşısında nefesimi tuttum. Kim kimden üstündü? Ve Kıraç onu tehdit ederken nasıl bir bilgiye sahipti de Hakan Karadağ ona boyun eğmek zorunda kalmıştı?

 

Kahretsin! Burada tam olarak ne olduğunu anlayamıyordum ve bu kafamın daha çok karışmasına neden oluyordu. Kıraç, Hakan Karadağ'ı benden önce de tanıyordu, elinde onu yok edecek bilgiler vardı, katilin o olduğunu da öğrenmişti ama bu kadar tesadüf nasıl bir araya gelebilirdi ki? Üstelik Hakan Karadağ'ın katil olduğundan şüphe duyduğunda bana onu tanıdığını söylememiş, daha sonradan söyleme gereksiniminde bulunmuştu. Peki aslında her ikisi de gerçekte kimdi? Birbirleriyle tanışma nedenleri ben değilsem, neden benim üzerimden birbirlerine düşmanlık taslıyorlardı? Öncesi olan bir hikayeyinin ortasındayken neden başındaymış gibi davranıyorlardı?

 

Sakladıkları sırları vardı ama yalancının mumu sadece yatsıya kadar yanardı. Peki iki tarafta birbirine düşmanken neden sırlarını bana söylemiyorlardı? Oysa ilk konuşan kazanacaktı, onlar neden kaybetmeği göze alıyordu? Bakışlarım Kıraç'ı bulduğunda sertçe yutkundum. Ona verilen iskambil kağıdında maske vardı. O aslında tanıdığım kişi değildi değil mi? Maske vardı yüzünde, bana karşı yalan söylüyor ya da gerçekleri saklıyordu. O aslında asla güvenmemen gereken bir yalancıydı.

 

O, geceyi aydınlatacağını söyleyerek kelebeği kandıran bir yalancıydı.

 

Maskelenmiş yüzler arasında en masum görünümlü yüz onundu ama aslında en büyük oyuncuda ta kendisiydi. Gözlerim yavaşça dolarken o bana bakmadan hızla Yağmur'un yanına gitti. Onun yüzünü avuçlayarak alnından akan kurumuş kana bakıp "İyi misin güzelim?" diye sorduğunda yüzünü buruşturarak alnına baktı. "Acıyor mu?" Sert yüzündeki şefkat Yağmur'un hafifçe tebessüm etmesini sağlarken, kafasını olumlu anlamda sallayıp "İyiyim abi," diyen kızla onu göğsüne çekip sıkıca sarıldı. Aralarındaki bağ fazlasıyla güçlüydü, ona olan şefkatinin yüzde birini bana duymamıştı. Gerçi ben onun için sadece bir yabancıydım, bana karşı duygu beslenmesini beklemek aptallık olurdu. Ama yine de özenmiştim, ben aile sevgisi nedir bilmiyordum.

 

Bakışlarımı onlardan çektiğimde gözlerim Özgür'e takıldı. Hızla Öykü'nün yanına gidip boynundaki zinciri çözdüğünde, öfkeliyle zinciri az önce sıkıca tutan adamın göğsüne fırlattı. Ardından kafasını hareket ettirmekte zorlanan kızın önünde diz çökerek onun boynunu tutup morarmış tenine gözlerini kısarak baktı. "Kafanı oynatabiliyor musun?" Öykü boğazındaki ellere kısa bir bakış atarak kafasını sağa çevirmeye çalıştı ancak o an dudaklarından küçük bir inilti kaçarken hızla Özgür'ün kolunu tutup "Çok acıyor," diye mırıldandı. "Zincirin etkisi hâlâ devam ediyor olmalı. Ama birazdan düzelir."

 

Özgür sert bir nefes alarak yanı başlarındaki adama bakıp "O zincirle boynunu kırmamı istemiyorsan geri bas," diyerek dişleri arasından öfkeyle konuştu. Adam onun korkusuyla bir adım geriye çekilirken, Özgür kırmaktan korkar gibi Öykü'nün boynunu hafifçe tutup "Hastaneye gitmeliyiz," dedi memnuniyetsiz bir tavırla. "İncecik boynunun kırılmadığına şükretmelisin Öykü."

 

Öykü gülerek çenesini dik tutup ona baktı. "Yalnız ben çıt kırıldım biri değilim."

 

Özgür gülerek boynunu incelerken kafasını olumlu anlamda salladı. "Orasını anladık zaten."

 

Öykü'de gülümsediğinde Özgür onu kollarından tutarak yavaşça ayağa kaldırıp "Arabaya geç sen," dedi ancak Öykü kendini zorlayarak kafasını hafifçe iki yana sallayıp "Bir dakika," dedi ve az önce boynuna zinciri dolayan adama baktı. "Bir gelsene sen."

 

Adam kafasını dik tutup ona doğru bir adım attığında Özgür kaşlarını çatarak "Neden onu çağırıyorsun yanına?" diye sordu sertçe. Sesindeki garip ton kıskançlık mıydı yoksa bana mı öyle geliyordu?

 

Öykü "Şimdi anlarsın," dedi ve yanına gelen adamın elindeki zinciri alıp sinsice sırttı. "Saçlarımı bozdun."

 

"Ne?"

 

Öykü güldü. "Evet, saçlarımı zinciri boynuma takarken bozdun ama ben düzelttiğim için fark etmedin." Bu kız ciddi miydi? Boynunun ne hale geldiğini takmıyorken saçlarının bozulmuş olmasına mı takıyordu gerçekten? Herkes gibi bende ona şaşkınlık içinde baktığımda o zinciri ellerine doladı ve ardından hiç beklemediğim bir anda adamın kasıklarına sert bir tekme attı. Acıdan iki büklüm olup inleyen adam kafasını dahi kaldıramadığında Öykü zinciri onun boynuna doladı ve hiç acımadan, gözlerimizin önünde zinciri sertçe çekerek adamın boynunu kırdı.

 

Dehşete düşmüş bir halde ona bakakaldığımda ayaklarının dibine düşen adamı umursamadan kendisine şaşkınca bakan Özgür'e döndü. "Bundan dolayı yanıma çağırdım." Saçlarını savurup sanki az önce birini öldürmemiş gibi şirince gülümsedi. "Saçlarım kırmızı çizgim Özgür. Bozanı da çekeni de gebertirim."

 

Özgür ona şaşkınlık içinde bir şey diyemezken Tolga hafifçe güldü. "İlk okulda dövdüğün çocuklar sana aşık olup saçlarını çektikleri için hâlâ pişmanlık duyuyorlardır." Tanışıklıkları o kadar eskiye mi dayalıydı?

 

Öykü Tolga'ya göz kırparak "Şiddetle sevgisi gösterene şiddetle karşılık verilir," dediğinde ikisi de gülerken Özgür sinirle homurdandı.

 

"Çıtı pıtı kıza bak sen. İçinde hâlâ bir manyak taşıyor."

 

Öykü boynunu tutarak ona doğru bir adım atıp "Beğenemedin mi?" diye sorduğunda, Özgür dibine giren kıza üsten bakarak kaşlarını çatıp gözlerine baktı. İkisi de birbirlerine olan yakınlıklarını fark etmezken Özgür soğuk bir sesle "Beğenmemi mi isterdin?" diye sordu, Öykü ona bakarak yutkunup bir adım geriye çekildi ve yüzünü buruşturdu.

 

"Boynum acıyor. Konuşturma beni." Kaçamak verdiği cevapla Özgür onu sessizce izlerken Öykü bakışlarını kaçırıp kollarını göğsünde topladı. Onların ilk kez gördüğüm bu yakınlıkları karşısında bir kaç düşünce zihnimde filizlendiğinde, kafamı iki yana sallayıp Gökçe'ye baktım. Onun da önünde Sinan ve Tugay vardı ama kuzeni olduğu halde Sinan değilde Tugay ona destekçi oluyordu. Arka planda kalan Sinan'ın gözlerindeki pişmanlık yaşları içini yakarken Gökçe Tugay'ın kolundan destek alıp ayağa kalkarak "Teşekkür ederim Tugay," diye mırıldandı yorgunluk içinde. Ardından gözleri Sinan'ı buldu ve kaşlarını çatarak "Kuzen?" dedi alayla. "Bu kadar duygusal mıydın sen?"

 

Sinan ona bakıp burnunu çekerek "Koruyamadım sizi," dediğinde Gökçe gülerek kollarını ona açıp "Gel buraya," dedi ve Sinan kolları arasına bir çocuk gibi girdiğinde hafifçe tebessüm etti. "Senin suçun değildi. Kendini suçlama sakın." İki kuzen birbirlerine sarılırken Tugay onlara bakıp gülümsedi, arasıra Sinan'a laf atsa da onu bu halde görmek istemediği gözlerinden belliydi. Hepsi birbirlerini aslında çok seviyorlardı değil mi? Dudaklarımdaki buruk tebessümle onları izlediğimde hemen yanımda, kulağımın dibinde Hakan Karadağ'ın fısıltısını duydum. "Bak, aralarından biri bile sana bakmadı Ecrin. Öncelikleri asla sen değilsin."

 

Şeytanın vesvesesi gibi kulağıma fısıldadığı sözler, zihnimdeki aydınlığa karanlık olurken sertçe yutkundum. Haklıydı, onlar sadece birbirlerini önemsiyorlar beni ise ikinci plana atıyorlardı. Aslında böyle olması gerektiğinde çok iyi biliyordum ama Hakan Karadağ bunu yüzüme vurunca garip bir şekilde bu durum beni incitmişti. Oysa ben onlar için bir yabancıydım, beni birinci sıraya koymalarını beklememeliydim. Üstelik onların hayatını tehlikeye atan bendim, kalkıp da ilk bana bakmaları beklemek fazla bencilce olurdu. Ama ya şimdi neden bakmıyorlardı? Yaşlı gözlerim Kıraç'ı bulduğunda kalbimde bir çukur açıldı ve o çukurun içine kırgınlıklarım döküldü. Bakışları Yağmur, Gökçe ve Öykü arasında gidip geliyor ama bir türlü beni bulmuyordu. Ben gerçekten de onun için bir hiçtim. Sevdikleri iyi olduğu sürece ben hep onları uzaktan izleyecek bir figüran olarak kalacaktım.

 

Oysa bir hafta önce beni bıraksaydı ne sevdiklerinin hayatını tehlikeye atardı, ne de Duru ölmüş olurdu. Peki şimdi ne yapacaktı, intikam almaya devam mı edecek yoksa beni hayatından çıkaracak mıydı? Hakan Karadağ sırıtarak kederli yüzümü izledi, ardından bir kez daha iğrenç nefesini kulağıma üfleyerek konuştu. "Sen hep bir fazlalık olarak kalacaksın Ecrin. Baban içinde öyleydin, annen içinde." Sol gözümden bir damla gözyaşı aktığında Kıraç ve diğerlerini gösterdi. "Onlar içinde fazlalıksın sen Ecrin. Kıraç Keskin için fazlalıksın. Baban bile seni öldürmek isterken Kıraç Keskin neden yaşaman için uğraşasın ki?" Kalbim kasıldığında alayla güldü. "Babasının öldürmeye çalıştığı bir kızsın sen, yaşamaya ne hakkın var?" Hıçkırarak ağlamak istiyordum, ama kimse sesimi duymamalıydı.

 

Karadağ alayla "Yazık sana," diyerek güldü. "Ölüp gittiğinde bile arkandan ağlayacak kimsen kalmadı. Baban seni nefretle karşılayacak Ecrin. Senin yüzünden ölen annen suratına bakmayacak. Egemen seni suçlayacak, Duru yüzüne bakmayacak. O tarafta da kimsesiz kalacaksın Ecrin sen. Yalnızlık senin tek dostun olacak." Gözlerimden dökülen sessiz yaşlarla ona baktığımda alayla güldü. "Ölüm sana ödül olmayacak Ecrin. Ölüm sana yakışan bir ceza olacak."

 

Eğer öyleyse, neden duruyordum?

 

Gözlerimdeki yaşları silerek ona donuk gözlerle bakıp "Madem kazanacak bir şeyim yok, o zaman bende kimsenin kazanmasına izin vermem," dediğimde ne dediğimi anlamayarak kaşlarını çatıp bana baktı.

 

"Ne demek istiyorsun?"

 

Gülümsedim. Acı bir gülüştü bu.

 

"Birazdan anlarsın. Bu kez beni anlarsın Karadağ."

 

Kimse hiçbir zaman anlamamıştı beni ama şimdi anlayacaklardı. Bakışlarım Kıraç'ı bulduğunda o da bakışlarını ayağa kaldırdığı kız kardeşinden bana çevirdi ve soğuk bir ifadeyle "Buraya gel Kavin," dedi uçuruma çatık kaşlarla bakarken. "Senin saçının teline dahi zarar veremez." Soluk gözlerime güven vermek ister gibi bakıp kafasını hafifçe salladı. "Korkma küçük kelebek. Yanıma gel."

 

Gelemem, ben sana gelemem.

 

Yüreğimde bir çatlak oluşurken hafifçe tebessüm ettim. Yara en çok ruhta sızlar, yürekte kanardı. Bende ise her bir zerremde yanıyor, kanıyor ve acı verip duruyordu. Sayamadığım kadar yara vardı bende, kelebeğin yanık kanatlarında. Saramazdım ne kendimi ne de kelebeği. Şimdi ne ben bu yaralarla devam etmek zorundaydım ne de kelebek. Herkes sessizce bizi izlerken "Kıraç," dedim fısıltıyla tebessüm ederken. Bakışları dudağımdaki yarım yamalak tebessümü bulduğu an kaşlarını çattı ve bir şeylerin içimde ters gittiğini anladı. Gözleri hızla ıslak gözlerimi bulurken pes etmemem için kafasını iki yana salladı ama ne bu hareketi ne de gözlerindeki tarif edemeyeceğimi hisler umurumda olmadı. Artık duygularımı da hissedemiyordum, sanırım artık gerçekten ölmüştüm.

 

Yorgunluk içinde "Sana 'Kelebeğin ömrü kısadır, bana kelebek deme' dediğimi hatırlıyor musun?" diye sorduğumda gözleri kısılırken hafifçe omuz silktim. "Bana kelebek derken iyi düşün demiştim sana Kıraç," Hatırladıkları ile sertçe yutkunduğunda burukça tebessüm ettim. "Çünkü kelebeğin ömrü üç günlüktür. Bana neden kelebek diyorsun ki Kıraç?" Sol gözümden bir damla yaş düştüğünde o, o yaşa mahkum kaldı ben ise onun mahkumluğuna esir. Daha fazla tutamadım ve acıyla ağladım.

 

"Dayanacak gücüm kalmadı Kıraç. Artık savaşmak istemiyorum!" Omuzlarım sarsılırken Kıraç sertçe yutkunup "Kavin, ben yanındayım," dedi ama aslında ne o ne de diğerleri asla yanımda olamazdı. Oysa yanımda olacaklarına söz vermişlerdi ama ben her zaman arka planda kalan o figüran olarak kalacaktım hayatlarında. Hıçkırarak kafamı iki yana salladım. "Olamazsın. Nasıl ben senin önceliğin olamazsam sen de benim yanımda olamazsın Kıraç."

 

Gökçe dolan gözleriyle "Hakan Karadağ'a boyun mu eğeceksin?" diye sorduğunda ona baktım. Cevap veremedim.

 

Tugay şefkatle bana baktı. "Ecrin, şu anda sağlıklı düşünemiyorsun." Haklıydı, ama aynı zamanda bende haklıydım.

 

Yağmur ıslak gözlerle gözlerime bakıp "Onunla gitmene izin veremeyiz," dedi Hakan Karadağ'ı kast ederek. "Ecrin, seni ona vermeyiz." Dudaklarından bir feryat gibi dökülen sözleri üzerine bu kez Özgür bana baktı çatık kaşlarla.

 

"Bu kadar kolay pes edemezsin. Kendine gel Ecrin." Kendime gelmem imkansızdı, bu saatten sonra kendimi bulmam bile mümkün değildi. Ben kaybolmuştum, belki bir boşlukta belki de bir kuyuda. Neredeydim bilmiyorum ama bulamazdım kendimi, bulamazdım hiçbir yerde. Kayıplarım arasına benliğimde girmişti artık.

 

Öykü gözlerime bakarak "Ecrin," dedi titreyen sesiyle. "Yapma." Bakışlarım onu bulurken gözyaşlarımı silmeden gözlerine baktım. Daha önceden yapmam gereken şeyi yapmak için fazla geç kalmıştım. Bu saatten sonra hiçbir şey beni kararımdan vazgeçiremezdi.

 

Kıraç gözlerime bakarak "Kavin," dediğinde soluk yeşillerim titreyerek onu buldu, karaları beni en güzel şekilde karşıladı. Sert yüzünde bana özel bir tebessüm oluşurken "Kimse sana zarar veremez artık," dedi beni ikna etmeye çalışarak. "Kimse seni incitemez, Kavin. Sen dik durdukça hiçbir güç canını yakamaz."

 

Hakan Karadağ'ın dudaklarında alay dolu bir tebessüm oluşurken ona kısa bir bakış atarak Kıraç'ın karalarına baktım ve "Haklısın," dedim usulca tebessüm ederken. Sözlerim üzerine rahat bir nefes dudaklarından firar ederken Hakan Karadağ onunla gitmeyeceğimi düşünerek bana çatık kaşlarla baktı ama ben ona bakmadan Kıraç'ı izlemeye devam ettim. "Artık kimse bana zarar veremez Kıraç." Diğerleri de sözlerim üzerine rahat bir nefes alırken Hakan Karadağ'a döndüm ve gülümsedim. "Sen artık beni incitemezsin Karadağ." Gözlerimden dökülen yaşlarla öfke dolu yüzüne bakıp burukça gülümsedim. "Artık kimse bana zarar veremez."

 

Acıyla güldüm. "Çünkü artık hiç kimse bana erişemez." Kıraç'ın kaşları çatılırken kollarımı iki yana açıp sertçe esen rüzgarı hissederek huzurla gülümsedim. "Artık bana hiç kimse dokunamaz." Bedenim sallanmaya başlarken Kıraç'ın korku dolu yüzüne baktım. "Bir ölüye kimse acı hissettiremez." Kıraç şaşkınlığına karışan korkusuyla bana baktığında gözlerinin içine bakarak "Ben artık bir ölüyüm Kıraç," dedim ve kimse daha ilk adımı atamadan kendimi geriye doğru usulca bıraktım. Rüzgar belime dolanıp beni uçuruma doğru sürüklerken son duyduğum haykırışları ölüm senfonisi saydım ve huzurla gülümsedim.

 

İntihar ne demekti, şimdi daha iyi anlıyordum.

 

Öğrendim anne, intihar ne demek onu da öğrendim.

 

Sırtım denizin sert yüzeyini çarpıp dibe doğru battığında, gözlerim son kez denizi gördü. Acı sinsi bir yılan gibi bedenime sarılıp beni en dibe çekerken ağzımdan çıkan baloncuklara baygın gözlerle baktım. Uçurum kelebeğin mezarlığı, deniz ise tabuttu olmuştu ve bu ölüm, kelebeğe düşündüğümden daha çok yakışmıştı. Bitmesi gereken bir hikayeydi bu ve şimdi nihayet bitmişti. Ama beklendiği gibi katil kazanırken değil, herkes kaybederken bitmişti. Çünkü savaşlarda hiç kimse kazanamaz, aksine herkes kaybederdi.

 

Lakin bazı savaşlarda sadece masumlar kaybeder, zalimler ise kazandığını sanırdı.

 

Benimki de öyle bitecek bir savaştı, ta ki ben intihar nedir gerçek anlamda öğrenene kadar. Son kez gördüğüm maviliğe bakıp burukça gülümsedim ve hissettiğim ağır acıya yenik düşerek gözlerimi hasretini çektiğim ölüm için kapattım. Ölüm bana çok yakışmıştı.

Loading...
0%