Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm: MECRÛH

@lidyatalia

"Bir kadının sevgisi, bir erkeğin nefretinden daha fazla korkulmalıdır."

 

🕊️

 

İstanbul, Beşiktaş, Ulus

9 Ağustos 2021, 23:04

 

Hayat tüm çıplaklığıyla her şeyi bize öğretiyor. Yanlışı da doğruyu da bana öğretmişti. Hiçbir şeye inanmamam gerektiğini, beni en savunmasız anım da öyle bir yakalamıştı ki, elinden kurtulamamıştım. Halbuki herkese göre gençliğimin en güzel çağındaymışım. Ben ise benliğime, yaşadığım çağa amansız bir şekilde feveran ediyordum.

Gökyüzü haykırıyor, belli ki fazlasıyla yeryüzünü hırpalayacaktı. Her bir yağmur damlası bilmediği diyarlara savrulacaktı.

Benim ilk yenilişim, ilk kaybedişim, ilk yok oluşumu tanıklık etmişti. Gökyüzü, benim için ağlıyor, susturulduğum, esir edildiğim her bir günüm için yeryüzü yakarıyordu.

Bütün kâinat bir olmuş durmamı söylüyor, bir adım daha atmamam için yalvarıyordu. Daha ne olabilirdi diyorum? Bütün seslere kulağımı kapatıyordum. Tıpkı gözlerimi kapatmak için can attığım gibi.

Durursam yok olacaktım. Bu sefer bilinçliydim, her ne kadar yer ayağımın altından kayıyor olsa da farkındaydım! Şimdi durursam bir daha asla hareket edemeyecektim. Var olmanın uğruna, yok olacaktım...

Elimde tutuğum metal parçası bedenime ağırlık getiriyor, ruhumu eziyordu. Ne kendimden ne de hayatın bana sunduğu bu kirli oyundan emindim! Adeta kahrolası bu dünyaya hırpalanmak için gelmiştim. Tek amacım yok olmak. Tek hedefim ise küle dönmekti!

Karşımdaki iğrenç mahlukata korkusuzca bakıyor, göz bebeğinin titriyor oluşu içimdeki kötülüğü tatmin etmeye yetmiyordu. Asırlardır acı çekmiş benliğim, intikam şehvetiyle yanıp tutuşuyordu. Yıların vahşetini tek bir kişiye mâl etmek ne kadar saçma olsa da içimdeki canavarı bir türlü durduramıyordum.

Bir elini havaya, bana doğru kaldırmış yapmamam için gözleriyle adeta yalvarıyordu. Daha dakikalar önce ben ona yalvarırken, roller değişmiş şimdi o yalvarmaya başlamıştı. Fakat öfkesi de beraberinde büyümüştü. Beni parçalamak ister gibi bakıyordu. Açık balkonun önünde, dışarıdan gelen soğuk hava çıplak vücuduna çarpıyor ve titremesine neden oluyordu. Gözümde öyle aciz bir konuma düşüyordu ki tiksintiyle onu süzmeden edemiyordum.

Midem bulanıyor, ellerim titriyordu. Derhal buradan çıkmam gerekiyor, yoksa ruhum ele geçirilip, infazım gerçekleştirilecekti. Annemin sesi kafamın içinde yankılanıyor, eğer kendimi kurtaramazsam beni parçalayacağını söylüyordu.

"Tamam bak o elindeki oyuncak değil! İndir onu konuşalım, hadi?" Karşımdaki adamın sesi odaya yayıldı. Korkuyordu demek doğru yoldaydım. Zaten uçurumun dibindeydim ve benim cesur olmaktan başka hiçbir seçeneğim kalmamıştı.

"Oyuncak olmadığının bende farkındayım geri zekalı! Şimdi o kapıyı açacaksın bende defolup gideceğim, anladın mı beni?" dedim, haykırarak. Gözüm hiçbir şeyi görmüyor, bayılmanın eşiğindeydim. Alkolün etkisiyle başım ağrıyor, bedenim sızlıyordu. Karşımda olan iğrenç herifi iki kişi görmeye başlamıştım. Sözlerimden sonra sinirlenmiş, gözü seğirmeye başlamıştı. Bu öfkeyle bana doğru bir adım attı.

"Sakın, Sakın bir adım daha atmaya kalkışma! Hiç acımam gözümü bile kırpmadan seni toprağın yedi katına gömerim!" Öfkeyle solumuştum. Hiçbir sözüm onu etkilememişti. Hatta daha da öfkelenmiş adeta kızgın boğa gibi bir adım daha atmış, gözlerini ise benden bir an olsun çekmemişti. Hayır, hayır lütfen.

"Sana yaklaşma diyorum duymuyor musun? Vururum yoksa!" Duyması için tekrarladım. Oysa faydasızdı.

"Hadi vur, vur o zaman çünkü beni öldürmeden bu odadan çıkamayacaksın! Seni öyle bir becereceğim ki şaşırıp kalacaksın!" dedi, tehditkâr bir tınıyla. Dönmeyecekti! Bu yoldan dönmeye niyeti yoktu. Bilincimin kapandığını hissediyorum, eğer bayılırsam ben hissetmeden ruhuma, vücuduma elleyecekti.

Tetiği çekersem hayatım mahvolacaktı, çekmezsem de ben bitecektim. Hayatımın mahvolmasına alışıktım ama kendimi kaybedemezdim. Kaybetmemeliydim... Bu şehir beni yutmaya başlamıştı bile. Özgürlüğe aç ruhumu doyurmak için çıktığım bu yol, beni perme perişan etmeye başlamıştı.

Hadi yaparsın Mihran, bunu da atlatırsın, elimde olan silahı sıkıca kavradım ve ona doğrulttum. Gözlerinin içine baktım, ellerim titriyor, başımın dönmesinden dolayı ne olduğunu bile kestiremiyorum. Parmağım silahın tetiğine gitti ve üstünde durdu.

Aramızda sadece tek bir adım vardı. Vuracağıma itimat etmiyor, küçümseyici bakışlarını vücudumda dolaştırıyordu. Daha fazla onun bu iğrenç bakışlarına maruz kalmamak için gözlerimi yumdum. O an da bedenim ben düşünmeden kararını vermiş ve tetiği çekmişti. Geceye bir silah sesi yayıldı. Ruhum o an kendini teslim etti. Elimde olan silah yeri boyladı.

Gözlerimi bile açamadım. Vücudum bağımsızlığını ilan etmiş gibiydi. Dizlerim artık beni taşıyamadı ve kendini yere bıraktı. Gözlerimi yavaşça açınca gördüğüm şey beni darmaduman etmeye yetmişti. Az önce ayakta olan adam şu an yerde kanlar içerisindeydi.

 

🕊️

Artvin, Borçka

26 Temmuz 2021, 11:36 (İki hafta önce)

 

Bizim buralar hep yağışlıdır. Halbuki Temmuz'un ortasındaydık ama şaşmamak gerek! Artvin, benim güzel memleketim. Kokusunda huzur bulduğum, sanat eseri şehrim. Oysa buraları da bana dar etmişlerdi. Yalnızlık ve çaresizlik iliklerime kadar işlemişti. Ben Mihran Uluöz dünyaya geleli yirmi yıl oluyordu.

Saat öğlene denk geliyor, dün hava biraz iyiyken bugün ise sanki benim için ağlıyor gibi yaşlarını akıtıyordu. Buranın havası da insanı gibi dengesizdi. Her an değişebiliyordu.

Kalbim ağzımda atıyor, yerimde duramıyorum. İki yıldır çaba sarf ettiğim gecemi gündüzüme kattığım Üniversite sınavı sonuçları bugün açıklanacaktı. Ellerim titrek vaziyete önümdeki laptopa odaklanmıştım.

Yolum bu sonuca bağlı şekillenecekti. Şayet istediğim sonucu elde edemezsem, içimdeki o küçük umut ışığı da küçülecekti. Çünkü sabrım kalmamıştı. Muhtemelen tekrardan hazırlanırdım. Fakat çok sancılı bir dönem ve benim böyle bir ortamda sağlam kafayla çalışmam zor oluyorken, yeniden başa sarmam epey zor olacaktı.

"Mihran yemek hazır kızım!" Annemin sesini duymamla kendime gelmiştim.

"Yok anne aç değilim, size afiyet olsun." Deyişim ile celladımın sesini duymuştum. Belli ki yeni gelmişti.

"Gel lan buraya fahişe bir tek oturmayı biliyorsun. Kalk anneme yardım et!" İğrenç ses tonuyla konuştu.

Şeytan diyor git annemlerin odasına babamın silahını al ve sık kafasına. Yok olmadı en sonunda kendi kafama sıkacaktım. Sabır namına hiçbir şey kalmadı çünkü bende.

Benim kâbusum bir adamdı! Küçük yaşlarda geçirdiğimiz travmalar büyüdüğümüz vakitte peşimizden gelebiliyordu. Herkese baş kaldıra bilirdim. Herkese her türlü güç gösterisini sergileye bilirdim. Zaten çoğunlukta ne kadar dik başlı olduğumdan yakınırdı. Herkese baş kaldıra bilen ben; bir adamın önünde tir tir titriyordu.

Bazen arada bir onu sinirlendirirdim; bile isteye yapardım. Önünde korktuğumu asla belli etmezdim. Hep en alaycı tavırlarımı sergilerdim. Ama mükafatını da alırdım. Fakat içten içe ondan çok korkardım. Onu gördüğümde sanki Azrail'i görüyordum. Küçüklüğümden beri her türlü şiddeti uyguluyordu. Kim olsa korkardı değil mi?

Tekrardan onun sesini duymamla kalkıp gidecekken o çok beklediğim sabrettiğim an geldi. Site bir anda sisteme girdi. Evet gördüm. İnanamıyorum! Bu gerçek mi? Hayalini kurduğum o üniversite şu an kocaman harflerle önümde duruyor, "İSTANBUL BOĞAZİÇİ ÜNVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ" Kurtulmuştum sonunda ondan kurtulmuştum.

Kurtuluşum olduğunu sandığımın asıl beni bataklığa götüren olduğunu bilseydim her şeye boyun eğerdim. Sevincim hava da asılı kalırken birden odamın kapısı açılmıştı. İblisin geldiğini görünce hemen bilgisayarı kapamaya çalıştım, arkasından da annem odaya girmişti.

"Ulan, sen ne saklıyorsun orada!?" dedi, tükürürcesine. Saçları birbirine karışmış. Sakalları epeyce uzamıştı. Göz çevresi halkalarla doluydu. Üstünde bir oduncu gömleği, altında ise kot pantolon vardı. Esmerdi, siyahtı! Baştan sona kadar her şeyi siyahtı.

"H-hiç, hiçbir şey saklamıyorum abi." dedim, titrek bir vaziyete. Kekelemiştim. Tanrı'm lütfen bakmasın. Sana yalvarıyorum. Kalbim korkudan ağzımda atıyordu.

"Çekil şuradan da ver o bilgisayarı, Allah bilir hangi piçle konuşuyordun?" dedi, ve beni kolumdan tutup, sert bir biçimde duvara doğru itti.

Annem hızlıca yanıma gelip saçımı okşamaya başladı. Sessizce göz yaşı döküyordu. Zaten hep öyle oluyordu. Kendimi o yüzden sevmiyorum. Yirmi yıldır annem, benim yüzünden ağlıyordu. Bu yıllarda kendini helak etmişti. Elinden bir şeyin gelememesi onu kahrediyordu. Gücü yetmiyordu artık. Bazen bağırmak istiyordu ama sanki mecali yok gibiydi. Her ne kadar benim için değmeyeceğini ona söylesem de, o bir o kadar da deliriyordu.

Annenim derdi, seni korumalıyım bu kendi öz baban dahi olsa, bu benim asli görevim derdi. Ve sonra hıçkırıklara boğulurdu. Ağlayışlarının arasında konuşmaya çalışırdı; seni alıp gitsem ablan var onu nasıl bırakayım. Yapamam ki olamaz yani... Özür dilerim, çok özür dilerim. Kendimden çok ona üzülüyordum.

Görmüştü işte, şimdi bitmiştim. Ani hızla bana döndü gözleri kan çanağına dönmüştü sağ gözü sinirden seğiriyordu. Bu beni daha bir endişelendirmişti. "Lan oruspu sen evden mi kaçacaksın? Kızım şimdi seni benim elimden kim alacak? Sen bizim namusumuzu iki paralık etmeye mi çalışıyorsun?" dedi, haykırarak. Üstüme geldiği an, annem ayağa kalktı ve önümde durdu.

"Ne oldu sen de hele? Hemen celallenme. Ona bir dokun, hakkımı asla sana helal etmem Civan bilesin!" dedi, öfkeli bir sesle. Anneme hemen çıkışmıştım. "Anne lütfen sen karışma, çekil!" dedim. Sesim mırıltıdan farksızdı. Çünkü hiç gocunmaz elli bile titremez anneme zarar verirdi. Babam da ortalıkta yoktu. Babam etrafta olduğu vakit anneme dokunmak bir kenara bağıramazdı bile. Biliyorum. O yüzden şu an her şeyi yapabilme potansiyeline sahipti.

Annem hemen gözleriyle kenara çekilmemin işaretini verdi. Susmuştum fakat bir şey yapar tedirginliğiyle annemin yanında durmuştum. "Gel bak o çok koruduğun kızın arkandan ne işler çevirmiş?!" dedi, her gün o yatak benim bu yatak benim diye gezen adam. Tabii adam demeye bin şahit ister. Annem bilgisayara baktı, bir beş dakika gözlerini kapattı açtı, tekrar baktı bir süre sonra yavaşça başını bana doğru döndürdü. Şaşkınlığı uzun sürmüştü. Elini nereye koyacağını Şaşırmıştı.

"Üniversiteyi mi kazandın? Hem de en çok istediğin bölüm, Hukuk?" dedi, gözleri parlamaya başlamış ve dolmuştu.

Sadece başımı sallamakla yetindim. İster istemez benim de gözlerim dolmuştu. Verdiğim cevaptan sonra başıma çok ağır bir darbe aldım. Darbenin etkisiyle yatağımın yanındaki sehpaya başımı çarptım. Yerde olan halının üzerine sert bir biçimde düştüm. Ne olduğunu kestiremeden, bir diğer darbeyle olduğum yerde cansız bir şekilde kıvranmıştım. Halının kırmızı desenleri gözüme daha büyük gelmeye başlamıştı. Başımın uyuşmasından ötürü her yer çınlamaya başlamıştı. Vuruşlarının ardı arkası kesilmedi.

Cansız yatmış olmam bile onu durduramadı. Bütün öfkesini, bütün nefretini her darbesinde hissedebiliyordum. Bir sonraki vuruşunun adresi neresi olacağını bildiğimden, teker teker kafamda her adrese çizik atıyordum.

Annemin bağırışları her yere yayılıyordu. Bir anlığına kapının eşiğinde babamı gördüm sanki. Yüzünde bir acı vardı, ama bu imkânsız onun zevk alması gerekirdi. Karnıma yediğim darbeyle nefesim kesilmişti.

Çığlık atamıyorum. Beni sessizliğe mahkûm etmişti. Birinin beni anlamasını umarak, gözlerimden acımı okumasını istiyordum. Çaresizliğimi görmesini ve bana şefkat etmesini diliyordum. Bu dünya bana sağırdı!

 

🕊️

 

ABD, New York, Hudson Yards

26 Temmuz 2021, 00:33

 

Yazar'dan...

Karanlık geceyi örterken Uluğ, New York'un gökdeleninde karanlığın ta kendisi olan yansımasını izliyordu. Gök bir anda kıyametin alâmeti gibi parçalandı ve bu Uluğ'un hoşuna gitmişti. İçinden geçirdi, dünyaya az bile! "Güç insanı yoldan çıkartır; mutlak güç ise insanı tamamen sapıttırır." diyor, Lord Acton. Uluğ'da güçlüydü ama onun gücü öfkesiydi. Öfkesi ise herkesi korkutmaya yetiyordu.

Başarılı bir iş adamı her daim işinde zirvede olan ve daha da yükselmekten gocunmayan bir adam! Oysaki kendisi zirvenin ta kendisiydi. O, finans dünyasının bir numaralı iş adamıydı. Yaptığı her işte tüm Ülkelerin borsalarının, para değerlerinin yükselişine veya düşüşüne sebep olabiliyordu.

Etrafında sadece belli kişileri barındırıyordu. Yıllarca bu kişiler değişmemişti. Hepsi belliydi... Yirmi altı yıllık ömründe, hayatına başka kimse girmemiş girmesine de müsaade etmemişti. Ama adam bu sefer müsaade edecekti çünkü hiç tanıdık olmayan duygular kapısını çalacak ve bu duygular onu bozguna uğratacaktı.

Üstünde geçmişin acı izleri vardı. Onu zırh gibi yenilmez yapan da o geçmişiydi. Hani acı insanı güçlendirirmiş ya, Uluğ'u da güçlü yapmıştı. Fakat o yaraları kapatacak bir şey de bulamamıştı. Oysa aramıyordu da! Yarasını, acısını benimsemişti. Bir annenin evladını koruduğu gibi o da en derinlerinde acısını koruyor. O, Uluğ Mirza Köksoy adını duyanın sağır olmak isteyeceği o adam!

Tanınan adıyla Nam-ı diğer Gölge! Adından da anlaşılacağı üzere, herkesin gölgesi kadar yakınında. Ama Gölge'yi gören çok az sayıda kişi vardı. Herkesin gözü önünde ama Uluğ Mirza'nın Gölge olduğunu bilen, gören sadece masadakilerdi.

Masadakiler? Kamufle adıyla dünyayı yöneten güçler! Siyasetle uğraşanlar, saygı değer ve rütbeli kişiler, dünyayı yöneten Ülkelerin Başbakanları, Milletvekilleri, milyarder insanlar! Hepsi bu masanın etrafında toplanmıştı. Amaçları ne dünyayı kurtarmak ne de barış sağlamaktı! Asıl hedefleri filden büyük fil avcısının olduğunu göstermekti. Hepsi kendi çıkar ve hırslarıyla o masaya oturmuştu. Kendi kurdukları Yeraltı dünyasın da hakimiyetlerini sürdürüyorlardı. Masanın iki lideri vardı. Bu iki lider istemediği takdirde hiçbir şey yapılamazdı!

Altı yıl öncesine kadar Uluğ Mirza Köksoy'da bu masadaydı. Ve masanın baş lideriydi. Genç yaşında o masanın başına geçmeyi başarabilmişti. Bir diğer lider ise Tersiyer'di. Gölge'nin baş düşmanıydı! O masadan çekilmesinin de tek sebebiydi! Onu öyle bir tuzağa düşürmüştü ki pes etmesini sağlamıştı. Çünkü onu zaafından vurmuştu. Başka türlü Gölge'yi alt edemeyeceğinin o da farkındaydı. Uluğ Mirza tam anlamıyla bir stratejik zekaya sahipti. Fiziksel gücüne değil beyin gücüne güveniyordu. Onu yıkılmaz yapanda buydu.

O buralara tek başına gelmişti. Kimseden en ufak bir yardım bile almadan, kendi çabasıyla. Daha on iki yaşında hiç olmayacak bir şey başına gelmişti. Kader ağlarını örmüştü. Geri dönüşü yoktu! O küçük çocuk bunu hak etmiyordu. Sahi hangi çocuk böyle bir muameleyi hak ederdi ki?

Hak etmediklerine rağmen yürüdü. Her durakta sırtına bir yük bindirdi ve ilerledi. Bir ah bile diyemedi. Hayatın ona ödemesi gereken borçlar vardı. Bu öylesine borçlarda değildi. Yeniden onu on iki yaşına geri göndermesi gerekiyordu. İşte ancak o vakit bu hesap kapanırdı.

Hayat, onu en güvendiği yerden vurmuştu. Oysa yaprakta ağacına çok güvenmişti. Ağaç ise sonbaharı bahane etmişti. İnsanı en çok güvendikleri yıkar. Onu da en güvendiği, başını göğsüne yaslayınca huzur bulduğu o çınar yıkmıştı. Dirilişi ise küllerindendi. Artık değil birinin onu yıkması, mimiğini oynatması bile imkânsızdı! Bu dünya onu duygusuz ve ruhsuz biri yapmıştı.

Fakat öyle bir meltem gelecekti ki cansız kalmış ruhunda kasırgalar estirecekti. Anlamayacaktı neler olduğunu, gözünü açtığı an kendisini o kasırgayla birlikte bulacaktı. Belki de bu onların sonu olacaktı lâkin birlikte olacaklardı. Bu onlara yeterdi.

-BÖLÜM SONU-

 

"Bu meltemle birlikte yol almaya hazırsanız kendinizi sıkı tutun çünkü göreceğiniz sadece bir esinti olmayacak!"

 

Bölüm sonu sözü;

"Sabır öyle bir iptir ki; sen kopacak sanırsın, o gittikçe güçlenir. Sen bitecek sanırsın, o gittikçe çoğalır. "

(Mevlânâ Celaleddin-î Rûmî)

 

Loading...
0%