Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4.Bölüm: YANILGI

@lidyatalia

“Ben sadece inanmak istemiştim. Payıma düşen ise yanılmak oldu.”

 

 

 

FEVERAN

-

 

 

YANILGI

 

 

🕊️

 

 

ABD, New York, Hudson Yards

 

 

11 Ağustos 2021, 06:18

 

Yazar’dan…

Umut, insan yaşadığı müddetçe filizlenen bir duygudur. Yanlışlarımız, doğrularımız ve geçmişimiz bizleri bugünkü benliğimize kavuşturanlardı. Öfkeyle körelmiş bir yüreği, ancak umudu diri tutan yürek kurtarırdı.

Uluğ Mirza, ayak ayak üstüne atmış zaferin tadını çıkartıyordu. Göz odağı tek yerde hiç hazzetmediği düşmanındaydı. Dediğini yapmış ve ihaleyi kazanmıştı. Karşısındaki adamın nasıl deliye döndüğünü izlemek oldukça hoşuna gidiyordu.

Emir Bektaş, tek isteği güç! Yenilmez denilen o adamı yenmekti. Yıllardır tek aradığı, zayıf bir noktasını bulup onu yere sermekti. Fakat her şeyi yapmasına rağmen taş mıdır? Duvar mıdır? Bilemiyordu, tek bir mimiğini bile oynatamamış bu da onu daha bir delirtmişti. Şimdi ise karşısında zafer kahvesini içiyordu. Fazla dayanamamış ortama aldırış etmeden söze girmişti.

"Bir Türk atasözü vardır bilir misin Köksoy?" Gözlerinin en derinine öfkeyle baktı. Emir, umurunda değil izlenimi vermek için oturduğu koltuğa biraz daha yayıldı.

"Son gülen iyi güler! Hatırlatmak istedim." Uluğ Mirza, bu anı bekliyormuşçasına gülümsemesini daha bir yaydı ama bu gülümseme buzdan daha soğuktu. Kahvesinden son bir yudum aldı ardından fincanı masanın üzerine bıraktı.

"Beni çok eğlendiriyorsun Bektaş, tebrik ederim bunu yapmak öyle kimsenin harcı değil!" dedi alaycı bir sesle.

Duyduğu sözler karşısında sinir küpüne dönmüştü. Karşısındaki adam bile isteye dalga geçiyordu. Öfkesini dizginlemekte oldukça zorlanıyordu. Fakat bu adamın önünde öfkesini belli ederek kendini küçük duruma düşüremezdi. Başını dikleştirdi, ellini masada bağladı. Bir sır vermek istercesine Uluğ Mirza’ya doğru eğildi.

"Ah Köksoy! Vah Köksoy! Bu şekilde dalga geçerek nasıl da acını gizlemeye çalışıyorsun. Gerçekten acınacak haldesin. Acaba beraber bir psikiyatriste falan mı gitsek? Ne dersin? Ne de olsa eski dostumu zor zamanlarında yalnız bırakacak bir adam değilim." dedi Emir. Sonlara doğru sesini yükseltmişti.

Uluğ Mirza duyduğu sözler karşısında sadece adamı izlemekle kaldı. Adam, öyle boş sözlerden sinirlenecek birisi değildi. Herkeste bilirdi bunu, kolay kolay sinirlenmediğini veya öfkelenmediğini fakat öfkelendiği vakit ise cehennem azabından bile daha kavurucu bir acımasızlığının gün yüzüne çıktığını. Herkes bilirdi!

Uluğ Mirza'nın can dostlarından Korcan Kızıltepe ortama aldırış etmeden tükürürcesine Emir Bektaş'a hitaben konuşmaya başladı. "Ulan sen adam bile değilsin piç herif! Adam olsaydın insanların yaralarını ağzına meze yapmazdın!" dedi tiksinircesine.

Emir, yüzünde alaycı bir ifade belirdi. Korcan’ı süzüp konuşmaya başladı. "Ooo... Pembe panterli çocuğumuz galiba sinirlendi!... Bak şimdi bir ürktüm. Galiba altıma kaçırmaya başlıyorum. Aaa bu arada adam demişken o sende neredeydi? Nereye kaçtı? Ama yine de bağışlayın beni, Korcan hazretlerim ben ettim siz etm-" Lafını tamamlayamadan Uluğ Mirza'nın yeri göğü inletecek bağırışı ve masanın kırılmasına sebep olacak vuruşu yankılanmıştı. Yeşil hareleri koyu bir hâl almıştı. Alnındaki damarı gün yüzüne çıkmış kalp gibi atıyordu. Uluğ Mirza'nın ince çizgilerinden birisi de Korcan'dı.

"Benden sana tavsiye Bektaş. Nereye bulaştığına dikkat et! Bazı yerler vardır anlamazsın kendini heba edersin. Uyarımı ciddiye alsan iyi edersin yoksa bunca kişinin önünde ahtım olsun ki gözümü kırpmadan seni öldürürüm!" dedi. Teni, kasılmaktan mora dönmüştü.

Emir, duyduğu kelimeden sonra durulmuştu. Bunca zamandır ölümle tehdit etmemişti. Onca olan şeyde bile savaşmış, silahlarını çıkarmışlardı fakat öldürmek gibi bir düşünceleri olmayı bırak ağızlarından bile çıkmamıştı. Şaşırmıştı.

Korcan'a verdiği değeri biliyordu fakat bu raddede olduğunu bilmiyordu. Bakışları Korcan'a kaydı. Bir evladının babasını seyreder gibi Uluğ Mirza'yı seyrediyordu. Aynı şekilde Uluğ Mirza, Emir'den bakışlarını alıp Korcan'a yöneltince bakışları yumuşamış, hiçbir sorun olmadığını göstermek istercesine gözlerini yummuştu. Emir, aralarındaki bağı çözememişti. Meraklanmıştı. Yine de kendinden taviz vermeden konuşmaya başlayacaktı ki kapı destursuzca açılmıştı.

Toplantı odasındakiler telaşlanmışlardı çünkü adamın olduğu oda çalınmadan girilemezdi. Ve bunu bilmeyen yoktur. Gelenin Uraz Demirhan olduğunu görünce ise hepsi tekrardan arkalarına yaslanmışlardı. Uluğ Mirza'nın yakın dostu. Toplantı odasına telaşlı girmişti.

Hemen söze Mert Köksoy girdi, "Hayırdır Uraz bir sorun mu var kardeşim?" dedi merakla. Uraz derin bir nefes aldı. Odanın içindekilere göz atıp Uluğ Mirza'da bakışlarını sabitledi.

"Odan da bekliyorum... Sizi!" dedi. Öfkeli bakışları can dostlarına oyalandı ve bir an beklemeden arkasına dönüp kapıyı çarparak çıktı.

Haliyle herkes şaşırmıştı, emir kipiyle konuşmasından dolayı. Bütün bakışlar Uluğ Mirza'ya çevrilmişti. Adamın bakışları hâlâ Uraz'ın çarptığı kapıdaydı. Masaya hiç dönüp bakmamıştı. Bakışları hâlâ oradayken, Uluğ Mirza masanın etrafındakilere hitaben, "Anlaştığımıza göre toplantı bitmiştir!" dedi düz bir sesle.

Hiç kimsenin cevabını beklemeden arkasına dönüp odadan çıktı. Arkasından da Mert ve Korcan ilerledi. Bu dört arkadaş, hep birlikte, omuz omuza mücadele etmişlerdi. Hiç ayrılmamış birbirlerine ihanet etmemişlerdi. Can dostuydular. Aralarından birinin kılına zarar gelecek olsa, canları yanar ve bir o kadar da can yakarlardı. Onlar bugünlere bu şekilde gelmişlerdi. Canları o kadar yandı ki en iyi bildikleri şeyde can yakmaktı. Çünkü mecbur bırakılmışlardı.

Oysa hepsi çocuktular. O küçük bedenleri yara bere içinde bırakılmıştı. Birbirlerinden başka kimseleri yoktu. Ev oldular! Yuva yaptılar göğüslerini. Tek sığındıkları yer orasıydı. Sonra onlara vahşice acımasız denildi. Oysa kimse sormadı buraya nasıl geldiniz? Neler yaşadınız diye kimse sormadı. Çünkü insanoğlu, yolu merak etmezdi sonuca odaklanırdı.

Mert, Uluğ'un yanına yaklaştı ve konuşmaya başladı. "İçeride öyle konuşmamalıydın. Yanlış yaptın Uluğ! Daha dikkatli olmalıyız yoksa itibarını kaybedeceksin." dedi uyarı tonunda.

Uluğ Mirza durdu ve Mert'e döndü. Öfkeli bakışlarının durağı bu sefer Mert'ti. "İçeride o herifin Korcan'a söylediklerini duymadın herhalde. Neyi kastettiğini hepimiz biliyoruz Mert. Ne yapsaydım? Susup otursa mıydım?" dedi sonlara doğru bağırarak. Şirkete olduğu aklına gelince bakışlarını etrafa döndürdü, bazı çalışanların durup onları izlediğini görünce gözleriyle emrini vermişti bile.

Mert başını iki yana sallayarak dostunun verdiği bu tavrından hoşnutsuz bir ses çıkardı. "Bak Uluğ, sakin olmalısın kardeşim. Kontrolünü kaybetmeye başlamışsın. Toparla kendini sevindirme şu düşmanları Allah aşkına ya!" dedi yakınırcasına.

"Olmuyor amına koyuyum, olmuyor işte Mert! Dört bir yanım çakallarla çevrili. Yıllardır Tersiyer midir? Primat mıdır? Her ne boksa, sözde peşindeyiz elde var sıfır. Bulalım artık şu adamı! Canım sıkılmaya başladı. Bak Mert uyarı mı yapıyorum bende sabır mabır kalmadı bilesin!" dedi. Bir an beklemeden yürümeye başladı.

Mert, Uluğ'un duyacağı şekilde arkasından bağırmıştı. "Bizde de sabır kalmadı Uluğ Efendi. Ağzımızı açıp tek bir söz söylüyor muyuz?" dedi. Uluğ dönüp bakmamıştı bile. Mert artık bir şeyleri toplamaktan yorulmuştu. Hep sakin olan ve yatıştırandı. Herkesin bir sınırı olduğu gibi Mert'tin de bir sınırı vardı.

Korcan, Uluğ’un arkasından titrek bir nefes bıraktı ve konuşmaya başladı. "Zafer ustaya haber vermeliyiz. Uluğ'un artık sabrı kalmadı! Tek başına o adamı da bulur o adamın soyunu da kurutur ve bunu yapması demek biz başta olmak üzere herkesin infazı demek! Mert? Derhal bir şeyler yapmalıyız!" dedi korkak bir sesle. Mert kolunu Korcan'ın omzuna atıp sıvazladı ve kendine doğru çekip sarılmıştı.

"Halledeceğiz kardeşim sen endişelenme. Aramızdan birinin daha gitmesine müsaade etmeyeceğiz. Bu da sana kardeşlik sözüm olsun." dedi Mert. İkisi de birbirine yorgun tebessüm yollayıp, sarılarak yürümeye başlamışlardı.

Uluğ Mirza'nın odasına girdiklerinde Uraz'ın odada volta atığını, Uluğ'un ise bakışları Uraz'da, kaşları çatık bir şekilde koltuğunda oturduğunu görmüşlerdi. Mert ve Korcan bu havaya aldanmadan, Uluğ'un masasının önündeki iki kişilik deri koltuğa yerleşmişti.

Uluğ koltuğunda Uraz'ın anlatacaklarını sabırla bekliyordu. Hepsinin içine bir kurt düşmüştü. Kötü bir şeyin kapıda olduğunu anlamışlardı ama Uraz bir türlü anlatmıyor sadece odanın içinde volta atıyordu.

Korcan dayanamadan söze girdi, "Duracak mısın artık kara panterim? Başım döndü de. Çakralarım ile ağzından çıkacakları bekliyoruz. Sorun nedir? Hem sen şehir dışında değil miydin?" dedi sempatik ve meraklı bir ses tonuyla.

Uraz durdu ve yüzünü sıvazladı. Yakasını tutup genişletmeye çalışmıştı halbuki boynu açıkta ve gömleğinin düğmeleri de kopmuş vaziyeteydi.

"Evet şehir dışındaydım ama sizler telefonlarınıza baksaydınız bende buraya apar topar gelmezdim!" dedi öfkeli şekilde.

Hepsi aynı anda telefonlarına bakmışlardı, ihaleden dolayı hiç fark edememişlerdi. Geçmiş aramalarda; Faruk Köksoy, Kenan Köksoy, Fehmi Köksoy Uraz Demirhan, Eymen Köksoy, Firuze Saral, Lila Köksoy... Liste böyle uzuyordu.

Uluğ Mirza, "Sorun nedir Uraz? Uzatmadan söyle!" dedi. Canı sıkılmıştı. İçinden bir şeyler koptu, onu geçmişin acılı diyarına götürdü.

"Faruk amcalar sana ulaşmaya çalışmışlar, fakat ulaşamamışlar. Dün gece… Tolga vurulmuş ve durumu kritikmiş!" dedi. Hiç gevelemeden gözlerinin içine bakarak söylemişti. Şayet biraz daha uzatsaydı ağzından o sözcüklerin ebediyen çıkmayacağını bilirdi.

Uluğ duyduğu sözcükler karşısında dumura uğradı. Aynı baş ağrısı tekrardan yerine konmuştu. Fakat hissedemedi, yoksa vücudu bağışıklık mı kazanmıştı? Nedir bu alışagelmiş umursamaz acı? Sadece sarsıldığını hissetti fakat acı yoktu. Hissizleşmişti. Bu sözler çok tanıdıktı, düşünmeye başladı bu kaçıncı alışagelmiş sarsılış? Hayat ondan neyin intikamını alıyordu? Ne aklı ne kalbi artık alamıyordu bu imtihanı! Bu olanların izleyicisi olmak onu daha bir karartıyordu. Düşündü! zaman aktı. Yine düşündü! Hayatı önünden geçti. Tekrar düşündü! Bir türlü kurtulamadığı o kuyunun başına geldi. O kuyu onu içine çekmek ve onu hapsetmek istiyordu. Yine aynı yerdeydi. Hiçbir zaman kaçamadığı o dipsiz kuyuda!

Dün onunla konuşmuştu. Bugün uçağa binecekti. Bilseydi onun gitmesine müsaade eder miydi? "Nasıl olmuş, kim yapmış? " dedi düz bir sesle. Birden bütün bastırdığı öfkesi gün yüzüne çıkmıştı. Uraz kafasını eğip suskunluğunu korudu.

Buraya kadar zor dayanmış ve sadece buraya kadar düşünmüştü bundan sonrası yoktu. Nasıl anlatacağını bilemiyordu. Anlatsa bile anlatacakları bir hikâyeden farksızdı. Çünkü başlı başına saçmalıktı.

Yaşadığı şoktan donmuş vaziyete olan Mert kendine gelip, Uraz'ın yakasına yapışmıştı. "Hangi piç evladı benim kardeşimi vurdu? Çabuk söyle Uraz!" dedi haykırırcasına. Uraz yakasına yapışmış elleri bir çırpıda tutuğu gibi itti.

"Kendine gel Mert, çocuk yok karşında! Zaman verirsen anlatacağım. İlk önce sakin ol ve otur... Aynı şekilde hepiniz!" dedi itiraz kabul etmeyen bir ses tonuyla. Hepsi sıkıntılı sesler çıkarmışlardı. Mert sehpanın üzerindeki cam vazoyu duvara fırlatmıştı. Ağzından acı bir çığlık çıkmıştı. Kimse ona dur demiyor veya sakin olması için yardımda bulunmuyordu. Tek yaptıkları ise yeri izlemekti.

Uluğ'un sert sesi odayı doldurdu. "Anlat!" dedi. Bakışları hâlâ yerdeyken.

Uraz derin bir nefes alıp, olayı baştan sona kadar anlatmıştı. Ecel teri döküyordu. Çünkü bu anlattıkları saçmalıktan ibaretti. Her bir sözde hepsi geriliyorlardı. Oturdukları koltuklar diken halini almış rahatsız ediyordu. Oda da oksijenin kalmadığını hissetmişlerdi. Ya da nefes alamıyorlardı. Yıllar önce yaşadıkları zamana geri dönmüşlerdi. En çok korktukları zamana… Her şeyin tekrardan başladığını anlamışlardı. Yılların sessizliği acımasızca onlardan intikamını alacaktı.

İlk tepkiyi veren Korcan oldu, "Bu tam bir saçmalık, bildiğin tuzağa düşürülmüş. Nasıl olur? Kim yapar?... Benim artık olan ve olacakları aklım almıyor. Ben bu hayatı yaşamak istemiyorum! İstemiyorum işte.” dedi sonlara doğru sesi bir mırıltıdan ibaretti. Gözünden akan sıcak yaşlar ruhuna batıyordu. Gücünü kaybetmişti. Olduğu yerde küçülmüştü. Aralarında en güçsüz olanı Korcan'dı ve yaşça da en küçüğü kendisiydi. Hassas bir yapıya sahipti ve bir o kadar eğlenceliydi. Onların mutluluk kaynakları Korcan'dı. O yüzdende hepsinin ortak zaafıydı.

Odayı bir sessizlik kaplamıştı. Hepsi bu fikirdeydi ama kimin yaptığını düşünüyorlardı. Akıllarına biri geliyordu. Şayet bu seferde bu işin içinden o adam çıkarsa bütün kâinat birleşse de Uluğ Mirza'yı kimse tutamazdı. Bunca yıldır adamı zapt etmeye çalışmışlardır fakat bundan sonrası muammaydı. Uluğ Mirza sesini temizledi soğuk kanlılığını koruyarak,

"Uraz git Tolga'nın son durumunu öğren, Mert sende buradaki işleri halet. Uçağı hazırlamalarını ilet, akşam Türkiye'ye gidiyoruz!" dedi tehlikeli bir tınıyla. Hepsi aynı anda yanıt verdiler.

"Gidiyoruz?" Haliyle şaşırmışlardı. On iki yaşında gözlerinin önünde dedesinin intiharına ve teyzesinin ölümüne tanık olmuş, o toprakları terk etmiş ve bir daha ayak basmamıştı. Adam hepsine öyle bir bakmıştı ki hepsi kendine gelerek, "Ben dediklerini haledeyim!" dedi. Mert kaçarcasına odadan çıkmıştı. Ardında Uraz'da aynı şekilde kaybolmuştu.

Korcan ise oturduğu yerden çocukluk arkadaşına can dostuna baktı. Tolga'ya en çok değer veren oydu. Onu da kaybetmekten endişeliydi. Bu gördüğü adamdan ürkmüştü çünkü o topraklara bunu yapanın bedelini ödetmek için gidiyordu. Ve onun bedel anlayışı acımasızcaydı. Daha fazla oyalanmadan odadan çıkmıştı.

Adam yerden tavana doğru uzanan camın önünde, karınca kadar kalmış insanları seyre dalmıştı. Düşündü adam, acizliğin ve korkaklığın kol gezdiği bu evren de neden susup oturmaz ki insanoğlu? Korktuğu halde neden intihar ederdi ki? Neden yenileceği, zulüm göreceği bir savaş girer ki? Aptal değil de ne? Adam hiçbir zaman zalim olmak istememişti ama hayat onu zalimleştirmişti. Şimdi ise canını bıraktığı o topraklara geri dönecekti. Zordu çok zordu onun için.

Kardeşi bildiği adama kim zarar vermişse celladı olacaktı. Tolga'nın böyle bir şey yapacağına inanmıyordu, onu tanıyordu çok vukuatı olmuştu, deli doluydu biliyordu ama ondan güçsüz kimseye dokunmayacağını da bilirdi. Saatlerce insanları izledi, düşündü. Zaman su gibi aktı gecenin bir karanlığın da uçağın içinde Türkiye'ye doğru yola çıkmışlardı. Araların da Merve ve Açelya da vardı. Hepsi çok endişeliydiler onları ne beklediğini bilmeden. Dokuz saatlik yolculuğun sonunda yetişmişlerdi.

Adam yıllar sonra bu topraklara ayak basmıştı, sabahın ilk ışıkları vuruyordu. Bir anda anılar gözünde canlandı. Halbuki ne çok severdi memleketini, hayat onu bu diyarlardan sürgün etmişti.

Sancılar içinde geçen yıllar, geri gelemeyecek yıllar. İnsanı, İnsan yapan susturamadığı vicdanıdır. Hayat ondan ne almış olursa olsun. Neyin hesabını ödetiyor olursa olsun. Ruhunda barındırdığı o küçük filiz bir gün toprağın yüzüne çıkacaktır.

Günler geçecek, aylar birbirini kovalayacak. Geriye baktığımızda bomboş bir karanlık göreceğiz. Çünkü biz insanoğlu, nefes aldığı müddetçe kirlenecek olan bir varlığız. Bizim elimizde olan bir şey değildi bu. Hayatın kendisi acımasızdı ve bunca acımasızlığın karşısında iyiliğin ve temizliğin pek yeri kalmıyordu.

Daha fazla kafa yormadan havalimanın çıkışına doğru ilerledi. Çıktıkları gibi özel araçları onları bekliyordu. Hepsi araçlarına yerleşip Köksoy Hastanesine doğru yol aldılar. Yol boyunca birbirleriyle göz göze gelmekten kaçınmıştılar. Güçlü durmaları gerekiyordu. O yüzden birbirlerine bakamıyorlardı. Bakarlarsa acıları yüzlerine vuracaktı. Boyunları bükülecekti. Sessizlik arabayı hükmetmişti. Her geçen dakika, oldukları konumda alan daralıyordu. Her birinin sabrı kalmamıştı.

Yolu yarılayıp, hastaneye yetiştiklerinde hepsi yavaş hareket ediyorlardı sanki sonu biliyor gibi davranıyorlardı. Kapısının önünde bekleyen hastane müdürü onları karşılamış ve eşlik etmişti. Merdivenlerden ikinci kata doğru çıkmaya başlamışlardı. Katta adım atmış ve koridor da ilerlemeye başlamışlardı.

Katta tek bir ses yankılanıyordu. Ve bu onların duraksamalarına sebep oldu. Yakarış ve haykırış bütün katı sarmıştı. Bu sesler hepsine çok tanıdık geliyordu. Bu anı çok kez yaşamışlardır. Ölüme alışık bedenleri neler olduğunu anlamıştı. Her bir acıda, bu sondu dediler! Asla son olmadı. Bu durum onları zayıflatması gerekirken daha da güçlendirmişti.

Hani okula gitmek için sabah erken uyanmak zorunda kalırsın da başlarda ağlaya ağlaya uyanırsın, ardından ise erken uyanmaya alışmış bünyen, tatil zamanında bile erken uyanmaya başlar ya işte öyle bir şeydi bu da. Merve'nin ağzından sessiz kelimeler dökülmüştü.

"Yok canım başkalarının sesi bu," dedi titrek bir nefesle.

Tek biri hariç hepsi bu anı yaşamaktan korktular. Aynı yerdelerdi aynı filmin sahnesindelerdi. Ne ileriye gidebilmişlerdi ne de geriye. Tek bir anda hapsolmuşlardı.

Çok kez kayıp vermişlerdi. Fakat son altı yılda kimse ölmemişti. Bunun sebebi ise Uluğ Mirza'nın savunma mekanizmasıydı. Herkesi yaşatmak için kendini feda etti. Herkesi yaşattı kendi infazını gerçekleştirdi.

Şu an düşünüyordu nerede hata yaptı da altı yılda verilmeyen kaybı bugün verilmişti. Halbuki ateşkes yapılmıştı, kim o anlaşmayı bozarsa eceli olacağını bilmiyorlar mıydı? Bunu onlar yapamaz buna cesaret edemezlerdi! Kim o halde? Uyuyan aslanı uyandıran kimdi?

Tüm güçleriyle koşmaya başladılar. Fakat tek biri kişi hariç, çünkü anlamıştı… Onu kaybetmişlerdi. Adam yavaş adımlarla bağırış sesini takip etti. Koridorun sonunda hepsi oradaydı. İşte aile bildiği insanlar, hepsi dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı. Doğru düzgün yıllardır birbirlerini görmemişlerdi. Aile tamamlanmıştı, meğerse tamamlanması için birinin gitmesi gerekiyormuş.

Peki bir olmuşlar mıydı? Hayır olamamışlardı. Olamayacaklardı da! Önemli olan bedenlerin birliği değildi çünkü, ruhların birliğiydi. Ve ruh bir kere kırılmışsa tamiri imkansızdır.

Bir annenin yakarışı yeri göğü inletiyordu, "Oğlum, oğlumm seni vuran eller kırılsın yavrum!" diye haykırıyordu Aylin Köksoy.

Evlatlar, anne ve babalarından önce ölmemeliydi. Bu düzen böyle devam etmeliydi. Ama yaşadığımız bu dünya hiç ummadığımız, düşünmediğimiz yerden vurmayı huy edinmişti.

“Sana doyamadım yavrucağım, toprak mı doyacak şimdi?” Ağıtlarını sıralıyordu Aylin Köksoy.

Fakat bazı evlatlar da hiç doğmaması gerekiyordu. Hayat herkesi kirletiyordu, ama bazıları kir olarak doğuyordu. O kir bulaşıcı bir vebayı beraberinde getiriyordu. O veba insanın vücuduna bulaşıp, ruhuna işliyordu. Körleşmiş bir kalp halini alıyordu. Ne acıdır ki kalbi taş olana!

Uraz, çöktüğü yerden yavaşça ayaklandı, ruhsuz bakışları daha bir kararmıştı. Adama doğru ilerledi, Adam ise hiçbir şey yapmıyordu sadece bu yakarışları beynine kazıyordu. "Ne yapıyoruz?" dedi ruhsuz bir sesle. Bütün nefreti sesine yansımıştı.

Adam yavaş bir şekilde başını çevirdi, bakışlarını kim görse yerinde titrerdi. Yeşilin en koyu halini almış göz bebekleri, içindeki bu ateşi gözlerinden akıtmak istiyordu. Taşmak, yeri, göğü parçalamak istiyor, önüne kim çıkarsa ezmek istiyordu. Acısı yoktu! öfkesi hakimdi. Altı yıl önce var olmuş bu öfke geri gelmişti. O günden de daha ağırdı oysaki. Altı yılın sakinliğini çıkartmak istercesine, bu duygu kendini var etmişti. Fakat bu görünüşünden belli olmuyordu. Sakinliği herkesin ürkmesine sebep oluyordu.

"Hiçbir şey, hiçbir şey yapmıyoruz... Yapan yaptı zaten!" dedi sakin bir tonla.

Anlamışlardı ne yapacaklarını. Zaten onların anlaşma şekilleri sakinlikti. Sakinleştikleri an kıyamet kopardı. Ne bağırır ne de hıçkıra hıçkıra ağlarlardı. Aralarından birilerini kaybetmeye alışmışlardı. Uraz, Mert' e baktı. Aynı şekilde Mert'te ve birlikte çıkışa doğru yürüdüler. Korcan'da adamın tam yanında belirdi ve yapması gerektiğinin onayını bekledi.

"Ne yapacağını biliyorsun." dedi bakışları hâlen yerde diz çökmüş yengesindeydi. Aldığı cevaptan tatmin bir şekilde telefonuna sarıldı ve çıkışa doğru gitti.

Adam, karşısındaki tabloyu kafasına kazıyordu. Amcasının duvarın dibine çöküp sessizce ağlamasını en derinine hapsetti. Babasının kalbini tutup boş boş uzakları izlediğini beynine kazıdı. Yengesinin feryat figan ağıtlarını mıh gibi aklının bir köşesinde bulundurdu. Tolga'nın ablası, Ahu'nun duvar dibinde dizlerini karnına doğru çekip sessiz sessiz ağlayışını kalbinin en uç köşesine sakladı. Tolga’nın kız kardeşi Açelya’nın sinir krizi geçirmesini aklına işledi. Tolga’nın en küçük kardeşi, Mete’nin öfkeyle ameliyathane kapısını yumruklamasını kalbine sakladı.

Ve adam bir yemin içti! O yemini yerine getirmeden ona uyku haramdı. Köksoy'ların acısı suçlu, suçsuz herkesten fitiliyle alınacaktı. Adam suçsuz kimseye bugüne kadar ellememiş, ellemelerine de müsaade etmemişti. Artık adam kim olduklarına bakmadan ezmek istiyordu. Öfkesine hâkim dahi olmak istemiyordu.

Fazla bakmadan arkasına dönüp ilerledi. Arkasında ise yılların özlemiyle, bir kere bile dönüp bakmadığı kadını bırakmıştı. Kadının yüreğine bir ağırlık çöktü. İçinden geçirdi, bir saniye olsa bile göz göze gelseydik diye...

 

🕊️

 

Bakırköy, Florya

11 Ağustos 2021, 09:42

Mihran’dan…

Bir yanılgı, binlerce yenilgiden daha keskin olduğunu gördüğünde eve dönmek isteyeceksin ama ev; duvar olacak ve sen bildiğin karanlıkta yeniden hapsolacaksın. Yalnızlığı şah damarın da hissedeceksin. Sonra geçecek. Her şey geçer, bilirsin.

Annemin bana kitaptan okuduğu sözler kulağıma ilişti ve bir kez daha ona hak verdim. Yanılmıştım, her şeyin düzelip, güzelleşeceğine çok büyük bir yanılgıya düşmüştüm. Hiçbir bokun düzeleceği yoktu. Ben hep düşmeye mahkumdum.

O lanetli gecenin ardından bir gün geçmişti. İkinci günün sabahıydı. Bu dört duvarın arasında sıkışmıştım. Nefes alamaz hâle gelmiştim. Bedenimi parçalara ayırmak istiyorum. Hiç bu kadar kendimden tiksinmemişti. Tek kendimden de değil her şeyden midem bulanmaya başlamıştı. Neden ya neden ben! Bıktım! Duyun artık sesimi. İsyan etmek hadime değil fakat gerçekten de yoruldum. Ben annemin nasıl bir daha yüzüne bakacağım? Tanrı’m bana bir yol göster. Yoksa ben kendi yolumu çizeceğim. Ve bu yol ölüm olacaktı.

İlk kez ölüm için cesaretim vardı. Bunca zulüm, bunca acı yaşanmasına rağmen ölümü düşünmeyen ben, şu an sadece bir an kolluyorum. Kendimi öldürmek için...

Nefes alacak dahi gücüm kalmadı. O geceye dair birçok şeyi hatırlamıyorum. O adamın beni zorladığını, iğrenç laflar ettiğini hatırlıyorum ama sonrası yok. Sadece kafamın içinde dolanan bir silah sesi var. Vurmuş muydum? Bilemiyorum. Polis memurundan öğrenmiştim. Önemli bir iş adamı olduğunu ve durumunun iyi olmadığını. O adamın nasıl iş adamı olduğu kafamı kurcalıyordu. Çünkü hatırlıyorum… Beni odadan çıkartmayışı, bedenimi süzüşü, bacaklarımda dolaşan elleri, vücudumun her yerine dokunan dudakları, hafızamda yerini benimseyen sahneler...

Düşündükçe bedenim kasılıyordu. Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Şayet vurmuşsam hiç pişman olmazdım. Ben bu şehre geldiğimde kendime söz vermiştim. Boyun eğmeyeceğime, kendimi koruyacağıma dair. Yanlış bir yol olsa da kendimi korudum. Vuramadım diyemiyorum çünkü kendimi tanıyorum, bedenimi, ruhumu korumak için her şeyi yapardım. Bu başkasının canı bile olsa!

Nezarethanenin demirlerinde yaslandım ve gözlerimi kapattım. Bir an olsa bile bu sessizlik hoşuma gitmişti. Ben böyle hayal etmemiştim. Bundan sonra ne olacağıma dair kafamda hiçbir şey yoktu. Anneme söz vermiştim başarılı bir hukukçu olacağım diye. Yeniden katil olacağım demedim!

Anne, kızın uslanmaz bir aptal! Kendi ettiğini buldu. Karma gerçekleşti. Hak etmiştim değil mi anne? Üzülmem, ağlamam bile bana günahtı. Çünkü hak ettim değil mi anne? Bir nefes aldım bu dünyadan. Bedeli de ağır olmalıydı değil mi anne?

Anne, ben senin kızın olmayı beceremedim. Senin imtihanın olmak istemezdim. Günahın beden halini almış kızını affetme!

Düşünceler beni çıkmaza sürüklerken, demir kapının açılma sesi kulağıma ilişti. Hemen gözlerimi açtım. "Mihran Uluöz, gerekli evrakları imzaladıktan sonra serbestsiniz." dedi polis memuru, bu nasıl olur kafam allak bulak olmuştu.

"Nasıl olur bu, mahkemeye çıkarılacağım söylenmişti?" dedim meraklı bir sesle. Hiçbir şey anlamıyorum.

"Kusura bakmayın hiçbir bilgim yok, Savcının talimatı bu yönden." dedi düz sesle. Yoksa o adamı ben vurmamış mıydım? Gerçekten kafam çöp olmuştu.

Tekrardan polisin sesini duymamla hareketlendim. "Buyurun bu yönden." dedi nazik bir şekilde. Arkasından ilerlemeye başlamıştım. Koridorun sonundaki bir odaya girdi. Masanın etrafından dolanıp koltuğa yerleşti. Birkaç dosya çıkartıp, aralarından bir tanesini açıp bana döndü.

"Şuralara imza atmanız yeterli." dedi. Hemen gösterdiği yerlere imza attım. Dosyayı kapatıp bana döndü.

"Buyurun serbestsiniz çıkabilirsiniz, bunlar da eşyalarınız." dedi. Masanın üzerinden bana doğru itti. Kol çantam ve İçinde bir miktar param ve telefonum vardı. O lanetli bara giderken yanımda olan eşyalarım. Üstümde ise o gece giydiğim iğrenç elbise yerini koruyordu. Bunca polisin içinde bu beni halice utandırıyordu. Çantamı koluma taktım ve polise döndüm. "Memur Bey, rica etsem o adamın durumunu öğrene bilir miyim?" dedim çekinerek. Uzunca bana baktı ve oturduğu yerden dikleşti.

"Maalesef hayatını kaybetti...!" dedi yüzünü buruşturarak. Duyduğum sözler, dizlerimin bağını çözmüştü. Ne hissedeceğimi bilemiyordum. Daha fazla bu ortamda da bulunmak istemiyordum. Hızlı adımlarla karakoldan uzaklaştım. O adam ölmüştü peki beni neden bırakmışlardı? Az kaldı, kafayı yiyecektim.

Akıllı bir kadındım ve bunun farkındaydım. Bir şeyler dönüyordu. Bu işlerin bir prosedürü vardı. Öyle kimseyi hemencecik salmazlardı. Biliyorum. Salmaları için ise en üst kişiden emir almaları gerekiyordu. Kim niye benim serbest kalmamı istemişti? Amaçları da neydi?

Bu düşüncelerle kapıdan hızlıca çıkmış, sanki biri beni takip ediyormuşçasına etrafa telaşlı bakışlarımı yöneltiyordum. Tedirgin adımlarım oldukça hızlıydı. Tam kaldırımdan sağa dönmüştüm ki sert bir cisme çarpmıştım. Çarpmamın etkisiyle de yeri boylamıştım. "Of, burnum kırıldı, burnum!" diye yakındım. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Burnumun acısını hafifleyeceğini sanarak ovalıyorum. Bir bu eksikti gerçekten! Yürümeyi bile doğru düzgün beceremiyorum.

O sıra iki çift kalite kokan rugan ayakkabı gözüme ilişti. Nasıl yani ben duvara çarpmamış mıydım? O sert şey adam mıydı, yuh be kardeşim. Kafamı kaldır, kaldır, başını sonunda görebilmiştim. Bu boyda neyin nesiydi böyle, yüzünde de bir yara vardı gözleri ise gece kadar karanlık, resmen Azrail gibi tepem de belirmişti.

Ben onu seyrederken o konuşmaya başladı. "Yerin rahat sanırsam!" İstemsizce ağzımdan, "Ha!" diye bir ses çıktı. Oda çok ruhsuzca bir gülümseme bahşetti. Durmadan beni süzüşü ise midemi bulandırıyordu. İstemsizce eteğimi çekiştiriyordum. Kendime gelince hızlıca ayağa kalktım. Boyum 1.68’di bence o kadar kısa değildim ama bu adam uzundu.

"Diyorum ki dikkat et bu dünya kurtlar sofrası her an seni yutabilir ufak-" dedi. Sözünü tamamlamamıştı. Onunla yüz yüze gelince susmuştu. Yüzümün her yanını detaylıca inceliyordu. Bir şey fark etmiş gibi kaşlarını çatmıştı. Uzun bir süre yüzümü inceledi. Tanıdık birine rastlamış gibi davranıyordu.

Benim aklım ise son söylediği o saçma cümlelerdeydi. "Ne diyorsun sen böyle be hem suçlu hem güçlü. Çekil git yolumdan!" Tam önünden geçip gidecekken önümde durdu.

Boğazını temizledi ve yüzüne sahte bir gülümseme kondurdu. "Ah ama seninle bizim çok yolumuz var be güzelim şimdiden böyle yaparsan fazla yaşayamasın, bak uyarıyorum. Öyle de yufka yürekli bir adamımdır!" dedi alaycı bir tınıyla.

Ne yolundan bahsediyordu? Benimle ne derdi vardı? Acaba sarhoş mu? Ama sarhoş olmayacak kadar düzgün. Üstünde ikinci beden gibi saran bir takım elbise vardı, keza konuşması da öyle.

"Ne saçmalıyorsun sen, defol git başımdan!" Deyip var gücümle ters istikamete doğru dönüp konuşacaktım ki ayaklarım yerden kesilmişti. Ne oluyor ya, adam resmen beni sırtına atmış, yürümeye başlamıştı.

Karşıda polisler vardı ve hepsi izliyorlardı. Kafayı yemek üzereydim. Beni serbest bırakan polis memuru da dışarı çıkmış acıyan gözlerle bana bakıyordu. Aklımdan geçen değildir diye kendimi telkinlerde bulunuyorum. Bir ümit, son çırpınışları mı uyguladım.

"Yardım edin yalvarırım, zorla alıkoyuluyorum. " dedim haykırırcasına. Beni sırtına alan adam bir anda kahkaha atmaya başladı.

"Yok canım tecavüz ediyorum. Hadi beni de vursana!" dedi tükürürcesine. Ne, ne diyordu bu böyle. Şimdi anlamıştım o adamla bir alakası vardı. Beni serbest bırakmalarından belliydi. Hayır eğer ben cezamı çekeceksem onu bir tek hukuk verebilirdi. Bir başkasının zulmüne katlanamazdım. Başka bir erkeğin daha ruhuma işkenceler etmesine müsaade etmemem gerekiyordu. Neden bu kadar güçsüzdüm ki? Neden olanlara engel olamıyorum? Dayanamıyorum artık olan ve olacaklara...

Beni bir anda bir araca atmıştı içinde de iki adam daha vardı. Bütün var gücümle bağırıyor çırpınıyorum. Bir başka adam beni kollarımdan tutmuştu. Başını yerden kaldırmıyor, yüzüme bile bakmamıştı.

"Abiye haber veriyorum Uraz Bey." dedi şoför koltuğunda oturan adam, beni buraya getiren adama doğru konuştu. Demek ki ismi Uraz'dı.

"Haber verdim ben Fuat, hadi sen arabayı sür." dedi. Kapılar kapanınca kollarımı serbest bırakmıştı.

"Bakın benden öç mü almak istiyorsunuz? Hiçbir işinize yaramam! Bırakın beni gideyim lütfen." dedim tedirgin bir şekilde. Yanımda duran adama bakarak konuşmuştum çünkü daha bir temiz yüzlü birine benziyordu. O Uraz olacak adam seri katil izlenimi veriyordu.

Hiç bana dönüp bakmamıştı bile telefonla bir şeyle uğraşıyordu. Uraz olacak adamın sesi kulağıma ilişti. “Zekiymişsin de… İyi, iyi canın az yanar bari!" dedi hoşnut bir sesle. Oflayıp camları vurmaya başladım. Dışarıda binlerce insan vardı ama camlar siyah filmli olduğundan içerisi gözükmüyordu. Ama ben faydasız olsa da çırpınmaya devam ettim. Çünkü elimden sadece bu kadarı geliyordu.

En sonunda Uraz denilen adam dayanamamış olacak ki kolumu tutup çevirmişti. "O ellerine sahip çık sabırlı bir adam değilimdir." dedi dişlerini birbirine sürterek. Elimi öyle bir çeviriyordu ki yerim de kıvranmaya başlamıştım. Ama ona asla dur demiyordum.

Abimden az dayak yemedim ben ilk ona baş kaldırmıştım. Dediğine göre de beni dövmesinin sebebi, dik başlı olmammış. Aklıma geldikçe de hep bir gülesim geliyor. Onu az delirtmemiştim. Karşıma geçer, 'Sen daha dik başlı ol ben o başı kesmesini iyi bilirim!' derdi bende karşılık olarak kahkaha atardım. Sonra vuruşlarının ardı arkası kesilmezdi. Ben kahkaha atsam da atmasam da o dayağı yiyecektim. Madem her türlü o dayağı yiyecektim o halde can sıkmakta da bir sorun görmüyorum.

Canım çok yanıyordu fakat sesimi bile çıkartmıyorum. Tek yaptığım gözlerinin içine nefretle bakmak. Benim yalvarmamı bekliyordu. O halde çok beklerdi. Uraz'ın elinin üzerinde bir el dokundu. Başını telefon ve yerden kaldırmayan adamdı. Yine bakışları telefondaydı fakat eli Uraz’a uyarı niteliğinde aramıza girdi. Uraz öfkeyle bana baktı ve elimi var gücüyle iterek bırakmıştı. Ardından arkasına yaslandı o da telefonuna gömüldü.

Canım çok yanmıştı. Ben söz vermiştim artık kimse bana şiddet uygulamayacak diye. Şu dünyada hiç mi yerim yok. Annemi özledim, babam zaten yoktu. Ruhum hayatımdan yorulmuştu. Şimdi neye sürükleniyordum hiçbir fikrim yoktu. Ya şimdi ruhum canımdan çıksın ya da bitsin bu çile.

Nereye gidiyorsak her şeyi görüyordum. Neden gözlerimi bağlamamışlardı. Bu kadar mı eminlerdi ellerinden kaçamayacağımı bu kadar mı imkânsız ya da unutmuşlar mıydı? Tekrar onlara döndüm aynı pozisyondaydılar. Çok korkuyorum. Hele o Abi dedikleri kişiden belli ki benim cezamı o verecekti.

Aradan yarım saat geçmişti orman yoluna girmiştik yüksek bir yere doğru gidiyorduk. Bir ev görülmüştü çok büyük bir ev değil ahşaptan yapılma iki katlı bir evdi. Araba durunca burası olduğunu anladım. Otomatik kapı açılınca ilk inen, temiz yüzlü adamdı. Ben yerimden hiç hareket etmemiştim.

Uraz salağı kolumdan tutuğu gibi dışarı fırlatmıştı. Evet, evet resmen fırlatmıştı. Son anda düşmekten kurtulmuştum.

"Ne yaptığını sanıyorsun şerefsiz herif!" Diye var gücümle bağırdım. Öyle bir bakmış ve üzerime yürütmüştü ki olduğum yerde küçülmüştüm. Bir anda saçıma asılmış yüzünü yüzüme yaklaştırmıştı.

"Az önce dediğini tekrar etsene!" dedi tükürürcesine. En son kelimeyi öyle bastırmıştı ki gören dişleri kırıldı sanır. Hiçbir şey diyemedim çünkü saçıma asılmış kesin koparmıştı, öyle bir çekiyordu ki.

"Uraz bırak! Kendine gel! Abi gelince ne yapması gerektiğini bilir. Çek ellerini kızın üzerinden!" dedi uyarı tonunda. Bunu diyen temiz yüzlü adamdı. Ben böyle nereye düştüm? Daha adam gelmeden bacaklarım titremeye başlamıştı.

Uraz öfkeyle bana baktı. "Merttt!" dedi uyarı tonuyla. Demek adı Mert'ti. Uraz saçlarımı bırakmış ve geriye gitmişti. Saç diplerim feci derecede acıyordu. Başım bedenimden kopmuş gibi hissediyordum.

"Yürü hadi sende!" dedi Mert bitik bir sesle. Mecburen de olsa, yürümüştüm. Evin kapısını Şoför olduğunu tahmin ettiğim adam Fuat açmış ve çekilmişti. İçeri adımladım.

Mert, "Koridorun sonundaki odaya gir." dedi yorgun sesle. Hiçbir şey demeden ilerledim ve odaya girdim. Anladığım kadarıyla bir misafir odasıydı. Oda ben zenginim diye bas bas bağırıyordu resmen, şamdanlar kristal vazolar ile doluydu.

Herhangi bir koltuğa geçip oturdum ve düşünmeye başladım benim buradan kurtulmam gerek. Bir erkeğin elinde tekrardan mahkûm olamazdım. Eğer suçluysam bunun cezasını hukuk vermesi gerekli bir başkası değil. Bu adamlar kimlerdi bilmiyorum ama polisin bile müdahale edemediği kişilerdi ve bunu düşünmek bile beynimin karıncalanmasına sebep oluyordu.

Hep kendi kendime dik durmak zorundayım derdim. Şayet düşersem beni kaldıracak kimsenin olmadığını kendime hatırlatırdım. Gerçekten doğruymuş! Beni tutacak bir Allah’ın kulu bile yoktu. İşte tekim yalnızım etrafımda kim vardı? Kimse! Zaten olmalarında istemem ya, orası ayrı bir konu.

Aradan geçen zaman ıstırap gibiydi. Yirmi, yirmi beş dakika civarında bir süreydi. Dışarıdan bir araba sesi geldi. Biri mi gelmişti ya da gidiyorlar mı? İkinci seçeneği elemiştim. Muhtemelen o söylenen adam gelmişti. Avuç içlerim terlemeye başlamıştı. Kulak kesildim. Hiçbir ses yoktu. Beş dakikanın sonunda ayak sesleri duydum Allah’ım bu kalbimin çırpınışı da neyin nesiydi.

Korktuğumu belli etmemem, onun karşısında dik durmam gerekiyordu. Derin bir nefes aldım. Sırtımı dikleştirip, başımı kaldırdım.

Kapının pervazına gölgesi düştü. Hiç hareket etmedi orada durmaya devam etti. Aynı şekilde bende ayak ayak üstüne atıp karşımdaki şık tablolara bakmaya devam ettim. Bir süre orada öylece durdu, ardından bana doğru adım atmaya başlamıştı. Önümde durana kadar ona bakmamıştım. Onu baştan sona kadar incelemeye koyuldum. Üstünde aynı o Uraz gibi bir takım elbise vardı. Ama bu adam daha bir yapılıydı. Göz göze gelince irkilmiştim. Ölüm kokan bakışları vardı, insanı mahkûm edecek kadar acımasız. Orman yeşili gözler.

Oldukça temiz bir yüzü vardı. Çene yapısı belirgindi. İnsanı kıskandıracak nitelikte bir güzelliğe sahipti. Aynı işlemi bu sefer o yapmıştı. Beni inceleme başlamıştı. Bakışları en çok saçlarımda oyalanmıştı. Saçlarım kıvırcıktı. Acaba ucube gibi mi gözüküyorum. Ama beni bu şekilde detaylıca incelemesi artık canımı sıkmaya başlamıştı. Bakışları rahatsız ediyordu.

"Çek o iğrenç gözlerini üstümden!" dedim elimde olmadan sesim gür çıkmıştı. Bütün öfkem sesime yansımıştı. Bu tepkim sadece kaşlarını çatmasına sebep oldu.

"Neden?" dedi soğuk bir ses tonuyla. Gür ve pürüzsüz bir sese sahipti.

"Rahatsız oluyorum!" dedim aynı onun gibi soğuk bir tınıyla.

"Benim de rahatsız olduğum çok şey var. Ama maalesef ki hayat istediklerimizi yerine getirmede biraz ketum." dedi sesine yansıyan öfkeyle.

"Hayatın sana neyi getirip, getirmediği zerre umurumda değil! Tek odak noktam kendim. Ve senin bana ne getirdiğin şu an ki konumuz!" dedim sesime yansıyan öfkeyle. Gözlerini kıstı. Ellerini cebine soktu. Uzunca beni göz hepsine aldı. Analiz yapıyor gibi bir hali vardı.

"Sen neyi getirmemi İsterdin?” dedi zihnimi okumak istercesine. Sanki bu soru kafasındaki o boşluğu tamamlayacak gibi sormuştu.

"Benim canımı yakmayacak bir şey getirmeni isterdim. Ama zaten şu an karşı karşıya gelmemiz bile benim canımı yakmak için! Yanlış mıyım?" dedim duygudan uzak sesle. Sözlerimin karşılığında kaşları çatılmıştı.

"Yanlışsın küçük hanım! İpler sende, nereye doğru çevirirsen aleyhine işleyecek. Tek yapman gereken mantıklı yöne doğru ilerlemen." dedi emin ve otoriter bir sesle. Ne demekti bu? Kafasında neler dönüyordu? Hiç uzatmadan sormuştum.

"Ne istiyorsun benden? Öldürecek misin beni?" dedim meraklı bir sesle. Dudakları alaycı bir hâl aldı.

"Ölmek insana verilmiş bir ödüldür küçük kız! Sence ben sana bu ödülü verir miyim?" dedi tehlikeli bir tınıyla. Korkmadım desem yalan olurdu. Bu adam kimseye benzemiyordu. Hem de hiç kimseye.

"Bir insanın kendinden daha güçsüz birine eziyet etmesi de güçsüzlüktür! Bunu da bilir misin?" dedim öfkeyle. Yüzünde anlamlandıramadığım bir bakış oluşmuştu.

"Bilirim elbette! O yüzden buradayız ya?" dedi.

"Ne demek o?" dedim. Umursamaz bir bakış atmıştı. "Yakında öğrenirsin!" dedi. Sinirlerim gerçekten de bozulmaya başlamıştı. Yolum belli değil, yönüm belli değil. Bir adam çıkmış bilmece gibi konuşuyor. Sonra da sakin olmam bekleniyor. Kusura bakmayın bu kadar nezih biri değilim.

"Bak bende sabır namına bir şey kalmadı. Abuk sabuk konuşacağına bana ne yapacağını söyle!" dedim haykırırcasına. Bağırır iken ayağa fırlamayı da ihmal etmemiştim. Sesim evin bütün duvarlarına çarpmıştı. Yüzü mor rengini almıştı sinirden alnındaki damarı kalp gibi atmaya başlamıştı. Aramızda sadece bir adımlık mesafe vardı.

"Bir kez uyaracağım! Ses tonuna dikkat etsen iyi olur. Yüksek sese karşı tahammülüm yoktur. Canını yakmak isteyeceğim son şey." dedi öfkeli bir edayla. Bu kadar yakınımda olması beni geriyordu.

Avına odaklanmış bir kurt gibi soluklar veriyordu. Hayatım boyunca böyle bir duygu yoğunluğu yaşamamıştım. Göz bebeklerine hapsolmuş gibi hissediyordum. Ve bu beni çokça rahatsız etmişti.

Yüzümü kendi tarafıma çekip ondan uzaklaştım. Bu hareketim onu eğlendirmişti. O ise bana daha bir yaklaşmış mesafeyi sıfıra indirmişti.

"Ne o küçük hanım, etkileniyor musun?" dedi. Bu ukala tavrı beni çılgına döndürmüştü. Yüzümü buruşturarak "Midemi bulandırmaktan başka yediğin bir halt yok!" dedim tiksinircesine.

Bir anda yüzü korkutucu bir hâl almıştı. Eli birden boynumda durdu ve okşamaya başladı, sıkmıyordu sadece tutuyordu. Bu beni geri kaçmama sebep oldu bu sefer belimden tutuğu gibi kendine çekti. Dudaklarını kulağıma yaklaştırıp bir sır vermek istercesine fısıldadı. "Eğer duygularını belli etmek istemiyorsan kaybolmayı göze almalısın küçük hanım!" dedi Fısıltıyla. Ne saçmalıyordu bu adam böyle. Ondan etkilendiğimi falan mı düşünüyordu ya da kafamı karıştırıp beni korkutmaya mı çalışıyordu.

Bütün var gücümü kullanarak ellerimi göğsüne koyarak ittim. Bir milim bile kıpırdamadı. Bu beni çıldırtırken, sesimin tonunu ayarlayamadım.

"Çek ellerini benden adi pislik!" dedim bağırarak. Bunu dememle nefesiz kalmam bir oldu, boğazımı sıkıyordu. Ellerimle onu ellerini itmeye çalıştım ama faydasız. Bütün gücüyle beni boğuyordu. Aciz bedenim bu güç karşısında çırpınıyordu.

"Seni uyarmıştım. Öfkeliyim ve senden bu öfkeyi çıkarmamak için üstün bir güç sergiledim ama sen anlamadın geri zekalı." dedi öyle bir bağırmıştı ki camların titrediğini hissettim. Bilincim kapanmak üzereydi. Elini çekmesiyle kendimi yere bırakmam bir oldu. Öfkesi hâlâ yerindeydi ve etraftan çıkartıyordu. Kırılmadık eşya bırakmamıştı. Saçlarını yolarcasına çekmişti. Ben hâlâ yerde can çekişiyorum. Öksürüklerim bir an bile durmamıştı.

Durdu ve bana hitaben konuşmaya başladı. "Sadece bugün o dik başını indirseydin canın yanmayacaktı. Aptal kadınların hepsinden nefret ediyorum!" dedi haykırırcasına. Bu haykırış sanki canı yanıyor gibiydi.

Ölüm hiç bu kadar yakınımda olmamıştı. Nefesimi düzene sokmaya çalışıyorum saçlarım yüzümü kapamıştı. Beş dakikanın sonunda ona döndüm. Başımda bir ucubeyi izler gibi izliyordu. Göz göze gelince öfke kokan bakışlarını görmüştüm

Arkasına döndü. “Bu kafayla daha çok acı çekeceksin." dedi. Kapıya doğru yürümeye başladı. Bütün gücümle bağırdım. "Bu yaptığını ödeteceğim sana, köpek gibi pişman olacaksın!" dedim bağırarak.

"Duydun mu beni? Sana bugünü asla unutturmayacağım!" dedim bütün gücümle.

Evet ödetecektim, bana dokunduğu için pişman edecektim, onun yanına bırakmayacaktım. Önüme abim olacak pislik gelmişti. Bedenim zangır zangır titriyordu. Asıl şimdi acı çekiyorum. Yeşil psikopat kapının pervazına yaslanmış bir şekilde kafasını çevirip göz hapsine aldı, öfkeli bakışlarının yerine bana tuhaf bir şekilde bakıyordu. Şaşırmış gibiydi. Daha fazla oyalanmadan gözden kaybolmuştu.

Bir ümidim yok.

Bu benim son çırpınışımdı.

Kaderin pençesine kendimi bırakmanın vakti geldi de geçiyor.

Bittiğini sandığım ömrüm oysa hiç başlamamış.

Meğer her şey yeni başlıyordu!

 

 

 

-BÖLÜM SONU-


Bölüm sonu sözü;

“Küle döndüysen, yeniden güle dönmeyi bekle. Ve geçmişte kaç kere küle dönüştüğünü değil, kaç kere yeniden küllerin arasından doğrulup yeni bir gül olduğunu hatırla.”

(Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî)

 

 

Loading...
0%