Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5.Bölüm: GÖÇEBE

@lidyatalia

"Zaman bazı kayıpları unutturmuyor!"

(Kartal Tibet)

 

 

FEVERAN

-

 

GÖÇEBE

 

🕊️

 

 

Sarıyer, Kemer

 

14 Ağustos 2021, 5:06

 

Hayatımız bize sunulduğunda tertemizdi. Bir çocuğun en saf haliydi. Küçükken her düştüğümde babamın beni kaldırması için canım çıkana kadar ağlardım babam ise yanıma gelir başımda dikilirdi. Ben ise kollarımı ona doğru uzatırdım. Her defasında, "Kendin kalkabilirsin tatlım, yanında hep ben olamayacağım." Derdi. Biliyordum yanımda olamayacağını ama bir kerede olsa beni kaldırmasını isterdim. Hatta bile isteye kendimi düşürdüğümü dizlerimin yara bere içerisinde kaldığını anımsıyordum. Fakat hiçbir zaman beni kaldırmamıştı.

Belki bunu güçlü olamam için yapıyordu. Fakat bana en büyük kötülüğü yaptığının farkında değildi. Onda görmediğim sevgiyi başkalarında aramaktı benim en büyük çaresizliğim.

Anladım ki uzaklara gidilerek kurtulamıyormuşuz. Kafa doluluğumuz bizimle birlikte hayatımızı rehin alıyormuş. Tek kurtuluş ise rol yapmakmış. Rol yapa yapa ilerliyormuşuz.

Üç gündür tanımadığım bir evde tanımadığım insanlarla beraberdim. O yeşil yaratık çekip gittiğinde birkaç adam kollarımdan tutukları gibi şehrin göbeğinde sarayı anımsatacak bir eve getirmişlerdi. Gözlerimi yine bağlamamışlardı. O yüzden geçtiğimiz her yeri ezberlemeye çalıştım. Eve yetiştiğimizde ise bunun faydasız olduğunu anlamıştım. Binlerce Koruma evin etrafında kaleyi korur gibi koruyorlardı. Yetmemiş evin her odasının önünde de adamlar vardı.

Bu süre zarfında ne o adam ne de Uraz ve Mert olacak adamlar uğramıştı. Yemek yapan yardımcılardan duyduğuma göre, o adi pisliğin cenazesini defnediyorlarmış.

Mezarı bile olmaması gereken bir adam için toplanılıyor. Yetmiyor dualar okunuyor, onun için yas tutuluyordu. İsyan etmek hadime değildi fakat bu kadarı bana bile fazlaydı.

Aşinası olmamak için direndiğim yatakta bir o yana bir bu yana dönüyordum. Gece usanmıştı bu karanlıktan kendini aydınlığa teslim etmek üzereydi ama benim gözüme bir gram bile uyku girmemişti. Oysaki uykusuzdum. Kaç gece oldu sayamadım bile. Aslında şaşırmıyorum! Acıyı, derdi, kederi küçük yaşlardan tatmıştım. Fakat bu olanlara karşı bünyem bile zayıf düşmüştü. Ve ruhum korkuyordu. Olacaklara karşı tetikte bekliyor. Ve uyumamamı sağlıyordu.

Tedirginim! Başıma gelecek her şeyden öylesine korkuyordum ki. Endişeliyim! Kirli olan ellerimi daha da kirletmekten ölesiye korkuyordum ki. Hatırlamaya çalışıyorum ama bir türlü hatırlayamıyordum. Onu ben mi vurdum? Ben mi canını aldım? Hafızam yerinde değil gibiydi. Vuramadım diyemiyorum aynı şekilde vurdum da diyemiyordum.

Beni alıkoyan adamlar gelecek ve benden hesap soracaklardı. O geceye dair benden bilgi almaya çalışacaklardı. Ama benim anlatacağım en ufak bir şey bile yoktu. Ben daha olanları kavrayamamıştım ki. Nasıl olurda onlara hesap verebilirdim! Daha fazla bu huzursuzluğa dayanamadım ve ayaklarımı yataktan sarkıtım. Bir nefes alıp yutkunmamla boğazımda derin bir sızı oluşmuştu.

Suya ihtiyacım vardı. Yatağın yanındaki sürahiye elimi uzatım lakin boş olduğunu fark ettim. Su içmek için ayaklandım ama biraz gergindim çünkü giyinmek için üzerime verdikleri kıyafetlerin hepsi bez parçasından ibaretti. Utana sıkıla kapıya doğru adımladım. Kapıyı açtığım an, koruma hemen önüme geçmişti. Başı önüne eğilmiş bir şekilde.

"Bir isteğiniz varsa bana iletin lütfen." dedi. Bu durumdan da oldukça sıkılmıştım. Evin içindeki adamlar sürekli attığım her adımı takip edip beni sorguya alıyorlardı. Ardından da Arif olacak o adama haber veriyorlardı.

"Müsaade ederseniz, su içmeye ineceğim!" dedim sert bir biçimde. Bir an tereddütte kaldı gibi ama hemen ardından kenara çekilmişti.

Daha fazla bu havayı solmadan merdivenlere doğru ilerledim. Işıkların hepsi açık olduğundan önümü görebiliyordum. Ne kadar da israf yapıyorlardı. -Bu kadar zenginliğin içinde bunu mu düşüneceklerdi sende Mihran- diye içimden söylendim.

Basamaklar bittiğinde kocaman salon beni karşıladı. Zenginim diye resmen bas bas bağırıyordu. Kristal vazolar, tablolar ve en dikkat çekeni ise her şeyin siyah olmasıydı. Belli ki evin sahibi bu şekilde olmasını istemişti. Yoksa bir mimarın bu kadar siyahı bir araya getireceğini düşünmüyordum.

Salonu arkamda bırakıp, mutfağa girdim. Amerikan tarzı bir mutfaktı. Oldukça boğucu bir havası vardı. Her şey siyahla bezendiği gibi burası da siyahtı. Oysa bu evin sahibi olsaydım her yeri beyazlara döşerdim. Kirliliğin kötülüğün olduğu bu dünya ya inat umutla boyalı duvarlar örerdim.

Buz dolabını açtığım gibi sürahiyi aldım. Tezgâha koydum. Ardından raflardan bir bardak alıp onu da tezgâha koydum ve bardağı doldurmaya başladım. Sanki nefessiz kalmış bir balık gibi içmeye başladım. O kadar susamışım ki sürahiyi nasıl bitirdiğimi anlayamadım.

Zamanın nasıl geçtiğini bile anlamamıştım. Sürahiyi tekrardan su doldurmuş, yerine geri koymak için arkamı dönüyordum ki gördüğüm kişi karşısında elimdeki sürahi yeri boylamıştı. Ağzımdan da tiz bir çığlık firar etmişti. Olayın şokuyla bedenim dumura uğramıştı. Üstüme sıçrayan su ve cam parçalarından dolayı çıplak bacaklarım ise titremişti. Gözümü sıkı sıkı kenetlemiştim. Kalbimin atışlarını duyabiliyordum. Adrenalin seviyem yükselmişti. Gözlerimi aydınlığa kavuşturunca derin derin nefesler almaya çalıştım.

Adını bilmediğim yeşil gözlü adam kapının pervazına yaslanmış beni izliyordu. Uzun süredir orada olduğu duruşundan belliydi. "Ödümü kopardın! Senin burada ne işin var?" diye çıkıştım. Sinirden resmen elim ayağım birbirine girmişti. Sürahinin kırılma sesi duyulmuş olacak ki etraftaki korumalar gelmişlerdi.

"Uluğ Bey bir sorun mu var efendim?" dedi telaşlı bir şekilde. İsmi Uluğ'du demek. İsminin hakkını gerçekten veriyordu. Tam anlamıyla hakimiyet onda! Duruşundan bile bu okunuyordu. İsmini yeni öğrendiğim yeşil gözlü Uluğ korumalara kafa işaretiyle gitmelerini emretti. Herkes birden kaybolmuştu. Ve bu beni epeyce germişti.

Beni göz hapsine almıştı. "Kendi evime gelmek için senden izin mi almam gerekiyordu küçük hanım?" dedi kaşları çatık şekilde. Sinir bozucu bir ses tonuna sahipti. Küçük hanım demesi gereğinden fazla canımı sıkıyordu fakat hiçbir tepki vermedim. Vermeyecektim de.

Cevap vermediğimi görünce konuşmaya devam etti. "Evin içinde dolaşabileceğini kim söyledi?" dedi. Uzunca ona baktım ama bir karşılık şöyle dursun cevap dahi vermedim. Ne kadar az muhabbet edersek o kadar iyi. Cevap vermemem onu kızdırmış olacak ki nefes alışverişleri hızlanmıştı.

"Soru soruyorsam cevap vermek zorundasın!" dedi. Öyle bir tonla söylemişti ki resmen yerimde titremiştim ama bu ona boyun eğeceğim anlamına gelmiyordu. Ben kendi ağabeyime boyun eğmemiştim! Ona mı eğecektim?

Hiç cevap vermeden adım atım. Fakat unuttuğum bir şey vardı. O da yerdeki cam parçalarıydı. Ayağımın acısıyla ağzımdan acı bir inleme kaçtı. Uluğ'un ağzından bir hırlama firar etti. Öyle çok büyük bir acı değildi, küçük bir sızı vardı.

"Önünü görmüyor musun? Bu kadar mı aptalsın?" dedi öfkeyle. Bağırışı artık son raddeye gelmişti. Tak etmişti canıma! "Seni ne ilgilendirir ki şu an senden mutlusu olmaması gerekiyordu! " dedim. Aynı şekilde de bende bağırmıştım.

Kaşlarının çatılmasına sebep oldu. Sonra detaylıca beni süzmeye başlamıştı. Gözünün her değdiği yer ateş alıyordu. Tekrardan gözleri yüzüme gelince konuşmaya başladı.

"Evi berbat ettiğin yetmezmiş gibi bir de yaran çıktı başımıza!" dedi. Hafiften sinirlenmeye başladığı sesinden anlaşılır nitelikteydi. Bu tepkiyi vermesi benim de öfkelenmeme sebep olmuştu. Bu adama karşı ufacık bir tahammülüm yoktu. Bir saniye durmak aynı havayı solumak bile zaman kaybı.

Onu hiç kale almadan bakışlarımı ondan çektim. Buradan hemen gitmek istiyordum. Dikkatle camlara basmamaya özen göstererek adım atmaya çalıştım. Fakat yalın ayak olduğum ve her yerde cam olduğundan kıpırdayamıyordum. Tam bir adım atacakken ayaklarım yerden kesilmişti. Kendimi adını anmak istemediğim adamın kucağında buldum. Nasıl buna cüret ettiğini anlayamamıştım.

"Sen ne yaptığını sanıyorsun ya, hemen indiriyorsun beni! Hey kime diyorum be-" Lafımı kesen bacağımdaki acı olmuştu.

Öyle bir çığlık atmıştım ki adeta bütün ev sesimle yankılanmıştı. Bağırmamla Bacağımı sıkması bir oldu. Moraracağına yemin edebilirim. Ona dönmemle burun buruna gelmiştik. Hemen kendimi geri çektim. Yakından daha korkutucu gözüküyordu. Alnında beliren damar, kalp gibi atıyordu.

"O ses tonuna dikkat etsen iyi edersin! Bana, istemeyeceğim şeyler yaptırma!" dedi öfkeli edayla. Ses tonunda beli bir tehdit değil de yaparım mesajı vardı. Bu beni biraz gerdiğinden sessiz kalmıştım.

Öyle derin bakıyordu ki sanki aklımdan geçen her şeyi görüyor gibiydi. Aptalca olacak ama bir şey düşünmemeye çalışıyordum. Belli ki kişilik analizi iyi biriydi. Aslında bakacak olursak dedem de böyle biridir! Onun yanında konuşmana gerek dahi yoktur her halükârda seni anlar ve yapman gerekeni söyler. Beni de anlamış ve duymuştu. Ama bana ne yapmam gerektiğini söylememişti. Soramamıştım da. Şu an istesem de öğrenemezdim! Çünkü hastaydı ve konuşamıyordu.

Yanına her geldiğimde avuç içime anlamadığım şekiller çizerdi. Bir şey anlatmak istiyor ama ben anlayamıyordum. Halam bir keresinde şöyle bir söz kullanmıştı; "Sen yokken hiçbirimize dönüp bakmıyor bile bir sen geldiğinde göz bebekleri büyüyor! İçini kemiren bir şeyler var ama bir türlü sesini duyuramıyor!" Demişti. Aslında merak ediyordum. Dedem bilgili biridir. Ağzından çıkacak her söz anlamlı ve yön göstericidir. Bana her ne anlatacaksa muhakkak önemlidir. Ama artık çok geçti.

Düşüncelere dalmışken salondaki kanepeye yetişmiştik. Beni bırakmamış adeta fırlatmıştı. "Ağ!" Ağzımdan acı bir sitem yayılmıştı. Kindar bakışlarımın hedefi orman gözlü adamdı.

"Dikkat etsene biraz! Hayvan mısın?" dedim. Ona öyle nefretle bakıyordum ki, karşımda kim olsa kendinden tiksinirdi. Çatık kaşları daha bir çatılmış. Dudakları düz bir çizgi halini almış.

"Bilmediğinden ve tanımadığından seni maruz görüyorum. Fakat seni uyarıyorum! Bu gibi düşük tabirli kelimelerden hazzetmem. Söylemeni de tavsiye etmem!" dedi her kelimeyi bastırarak söylemişti. Utanmadım desem yalan olurdu. Ağzım bozuk değildi fakat bu birkaç günde olanlar dengemi bozmuştu.

"Benim de hoşuma gitmeyen sözcükler, fakat takdir edersin ki sinir sistemim altüst durumda ve sen bana bir çöp poşeti muamelesi yaptığından bu tepkiyi vermemi garipsememen gerekir." dedim soğukkanlı bir tavırla. Uzunca bana bakmıştı. Nedense daha fazla sinirlenmişti. Daha ne kadar bir insan öfkelenir dediğim yerde daha bir üstünü görüyordum.

Derin bir nefes aldı ve bakışlarını benden çekti. Ardından sesini temizledi. Ve gür sesi bütün salonu kapladı. “Fazıl!" Diye korumaya seslenmişti.

Öyle korkutucu birine dönüşmüştü ki, ellerini cebine geçirdi çene kasları belirgin hâle gelmiş bir şekilde dikiliyordu karşımda. Fazıl denilen adam başı eğik bir şekilde nefes nefese Uluğ'un önünde durdu. Ne diye bu kadar korkuyorlardı şu adamdan anlamıyordum. Biraz korkutucu evet ama bence o kadar değildi. Ne saçmalıyordum ya besbelli korkutucu bir adamdı. Bu bin kilometreden anlaşılırdı.

"Aysel Hanım’ı çağır ilk yardım çantasını da beraberinde getirsin bir de mutfağı temizlesinler." dedi düz bir sesle. Aldığı emirden sonra koruma ayağıma baktı ve kayboldu. Muhtemelen ne olduğunu anlamak istedi. Ama Uluğ'un nasıl bu şekilde emir verebildiğini anlamış değilim birazcık kibar davransa bir yerleri eksilirdi maazallah. Ama şaşmamak lazım doğduğundan beri böyle yerlerde büyümüş birinin işçi sınıfında olan birine nazik davranması zaten saçma olurdu.

Karşımda ayak ayak üstüne atmış Uluğ Beye bir bakıyım dedim ama o çoktan bana bakıyordu ve oldukça da düşünceliydi. Biraz öfkelenmiş gibiydi yine ne oldu diye düşünmeden edemedim. Benden hazzetmiyordu. Görebiliyordum. Bende aynı duyguları ona karşı hissediyordum. O yüzden de garipsemiyordum. Bakışları benim üzerimde diken etkisi yaratıyordu.

"Neden bu şekilde baktığını ögrenebilir miyim?" dedim imalı tavırla. Kaşlarını çatmıştı.

"Nasıl bakıyormuşum?" dedi düz sesle.

"Öyle işte! İnsan nasıl baktığını bilmez mi?" dedim dalga geçerek.

Yüzünde küçümseyici bir gülümseme belirdi. Bakışları bir an olsun gözlerimden ayrılmıyordu. "İnsanın kusuru kendi yaptığı eylemi bilememesidir küçük hanım! Ve her insanın en az bir kusuru vardır. O yüzden bana nasıl baktığımı söylersen bende senin sorunu cevaplamış olacağım." dedi ciddi bir tavırla.

"Öfkeli bakıyorsun. Beni öldürmek ister gibi. Şayet böyle bir düşüncen varsa, hiç çekinmeden yapabilirsin!" dedim soğuk kanlı tavırla. Başını iki yana salladı. Boğazından anlamadığım sesler çıkardı. Tasvip vermeyen sesler.

"İlk karşılaşmamızda da belirtmiştim. Ve şimdide belirtiyorum; Ölmek, insana verilmiş bir ödüldür. Benim sana böyle bir kıyak geçeceğimi düşünmedin herhalde. Hem senin bu ölmekle alıp veremediğin nedir? Onu söylesene?" dedi meraklı sesle.

"Görünen köy kılavuz istemez. Beni buraya tatil niyetine çağırmadığınıza göre ya zulmedecekseniz ya da öldüreceksiniz! Bunun başka bir açıklaması yok. Ama şunu bilmeni isterim. Asla işkenceler çektirmenize izin vermem. Kimsenin bana el uzatmasına müsaade etmem. Etmeye kalkanın elini keserim!" dedim titreyen sesimle. Bu sözler ağzımdan dökülmüştü fakat her bir kelime ruhuma dokunmuştu. Yüzü donuklaşmıştı. Uzun bir süre sayılacak zaman geçmişti. Gözleri kısık bir biçimde gözlerimden ayrılmıyordu.

"Kendini koruman ve sevmen güzel. Bu süreçte tutunman gereken tavırlar bunlar olacak. Fakat bana geçmeyeceğini bilmeni isterim." dedi düz sesle.

"Kendimi sevdiğimden değil, ne yazık ki sizin gibi adilerin olduğu bu dünya da kendimi korumak zorunda bırakıldığımdan sergilediğim tavırlar. Peh... Ama sen ne anlarsın ki?!" dedim. Sonlarda gülmüştüm.

En iyi bildiğim şeydi benim. Karşımda olan kişinin önünde ağlamamak için gülerdim. Fakat herkeste işe yarayan eylemim bu sefer işe yaramamıştı. Uluğ'un yüzünde acı kendini var etmişti. Bana acıyan gözlerle bakmıştı. Hayır bu olmaması gerekiyordu. En nefret ettiğim o duygu şu an karşımdaydı. Böyle olmamalıydı. Küplere binmesin lazımdı. Öfkelenmesi, yeri göğü parçalayacak derecede bağırması gerekiyordu ama asla bana acımaması lazımdı.

Sessizliğimizi bölen ayak sesleriydi. Karşımda tanımadığım bir kadın belirmişti. Üç gündür hiç görmemiştim bu kadını. Yoksa fark edememiş miydim? Elinde ilk yardım çantasıyla, kırklı yaşlarda olan ama bir o kadar da alımlı olan bir kadındı.

"Uluğ Bey beni çağırmışsınız efendim?" dedi samimi bir tavırla. Galiba Uluğ'un Aysel Hanım diye bahsettiği kişiydi. Bu kadın bir garipti ama diğer adamlar gibi korkuyor değildi. Dikti! Uluğ'a karşı korkudan çok saygı barındırıyordu. Açıkçası şaşırmıştım.

"Evet Aysel Hanım misafirimizin ayağına cam battı, rica etsem ilgilenir misiniz?" dedi kibar sesle.

Bu işte bir tuhaflık vardı. Aysel Hanım’ın ona saygı duyduğu gibi o da ona saygı duyuyordu. Bence ben çok ön yargılıydım. Ruhuma terbiye vermem lazımdı. Çünkü başka bir açıklaması olamazdı. Fakat kafam da deli sorular geziyordu. Kimdi bu kadın? Neyin nesiydi? Muhakkak ki Uluğ'un nezdinde önemli biri olmalı.

"Elbette efendim, hemen ilgileniyorum." dedi. En içten gülümsemesini Uluğ'a bahşetmişti. Ardından hemen yanıma oturdu ve ilk yardım çantasını açtı. Ayağıma dokundu. Ani refleksle kolunu tuttum.

"Lütfen siz durun ben hallederim." dedim mahcup sesle.

"Hiç öyle şey olur mu kızım ben hallederim. Lütfen endişe etme!" dedi şefkatli sesiyle.

Tekrardan kolunu tuttum. Annem yaşındaki kadına ayağımı temizletemezdim. Bunu yapamazdım. Böyle şeyler bana uzaktı. Elim, kolum tutuğu müddetçe kendi işimi görecektim.

"Rica ediyorum siz zahmet etmeyin ben kendi işimi görürüm." dedim ve en mahsun bakışlarımı yollamıştım.

Aysel hanım tam cevap verecek iken Uluğ'un sesi ilişti kulağıma; "Ya Aysel Hanım yapar ya ben seçim senin?" dedi düz bir sesle.

Ne saçmalıyordu bu adam? Ama bu düpedüz tehditti, bu kadarı da olmazdı. Daha fazla bu adamla inatlaşıp canımı sıkmak istemiyordum. Bütün nefretimle ona baktım. O da memnun olmuşçasına arkasına yaslandı. Aysel Hanım’a dönüp tebessüm etmeye çalışarak izni mi verdim o da ayağımla ilgilenmeye başladı. Gözüm ona değmesin diye bütün duvarları taradım resmen. Ama onun bana baktığını hissedebiliyordum.

Evin büyük kapısı birden açıldı. Kim olduğunu anlamak için başımı kapıya çevirdim. Gerçekten de bir bunlar eksikti. Uraz önde onun yanında Mert, arkalarında ise iki kişi daha vardı ama onları tanımıyordum. Bir kadın ve bir erkek. Kadın olanı simsiyah saçları küt kestirilmiş benim boyumdan biraz daha uzun, bence bir kadını kıskandıracak güzelliğe sahipti. Erkek olanı ise beni şaşırtmıştı çünkü Uluğ, Uraz ve Mert oldukça yapılıydılar ama o biraz sönük kalmış gibiydi. Tatlı bir lise öğrencisine benziyordu. Uraz, Uluğ'a hitaben konuştu.

"Hayırdır neler oluyor?" dedi merakla. Gözleriyle beni işaret ederek sormuştu. Ay haspam sanki ben sana çok meraklıydım. Beni kaçırdınız katlanmak zorundasınız diye bağırasım geliyor ama göt korkusu susturuyordu.

"Kendini bilmez bir aptal, kendi başını çekiyor. Mühim bir şey değil." dedi düz sesle. Bu sözleri gözlerimin içine bakarak söylemişti.

Tam cevap vereceğimde Uraz pisliği kendini Uluğ'un oturduğu koltuğa attı ve konuşmaya başladı. "İyi bari uyandırma zahmetine girecektik hep zaman kaybı!" dedi ağzı yayık biçimde. Alay eder gibi konuşuyordu. Herkes benimle alay ediyordu. Ve ben gerçekten kendimi aptal gibi hissediyordum. Dayanamadım konuşmaya başladım.

"Acaba neye zaman kaybı olacakmış?" dedim öfkemi göstermekten kaçınmadım. Bunu Uraz'a bakarak söylemiştim.

"Biraz sohbet ederiz diye düşündük sence iyi akıl etmiş miyiz sinirli ceylan?" dedi ağzı kulaklarında konuşuyordu. Bir cenazeden geliyordu ve belli ki sevdiği birisiydi ve ona rağmen beyefendiden mutlusu yoktu. Hiç kale bile almadan başımı diğer tarafa çevirdim.

Zaten herkes oturmuş her hareketime dikkat ediyordu. Bir de söz polemiğine girmeyecektim. Ne zaman bu azap dolu hayattan kurtulacağıma dair o küçücük ümidimi kaybetmek üzereydim. Sönen kibrit çöpü geri yanar mı? Bilemem.

Düşüncelere dalmışken Aysel Hanım’ın sesi kulağıma ilişti. "Bitti Uluğ Bey başka bir arzunuz var mıdır efendim?" dedi samimi haliyle. İlk önce ayağıma baktı ardından Aysel Hanım’a döndü.

"Mihran'ı odasına götürüp, usturuplu bir şeyler giydirip ardından tekrar indirirseniz memnun kalacağım Aysel Hanım." dedi. Bunu demesiyle refleksle ellerimi bacaklarıma götürdüm popomu zor kapatan şort ve göğüslerimi tam kapamayan bir büstiyerleydim. Bütün kan yanaklarıma toplandı. Bu konu benim tamamıyla aklımdan çıkmıştı. Kesin uzun süredir çok dikkat çekiyordum.

"Tabii efendim hemen!" dedi aceleyle. Aysel Hanım’ın sesini duyup kendime gelmiştim. Başımı kaldırmamla onunla göz göze gelmem bir olmuştu. Yanaklarımı fark etmiş olacak ki sadece yanaklarıma bakıyordu. Utandığımdan dolayı hemen başımı eğdim ve Aysel Hanım’ın kolunu tutum zaten öyle de çok acımıyordu, o yüzden üzerine basabiliyordum.

"Basma üzerine!" dedi öfkeli sesle. Uluğ'un sesini duymamla durdum ve kafamı ona çevirdim.

"İşine bak sen!" dedim çemkirerek. Daha bir öfkelenmiş. Kendini zor tutuyordu. Elleri yumruk halini almıştı. Alnındaki damar belirgin bir hâl almıştı.

"Sana bir uyarı daha, konuşabileceğin bir ağız bırakmam, canın kıymetliyse o çeneni sıkı tutarsın. Şimdi derhal üstünü değiştirmiş bir şekilde yanıma dönüyorsun!" dedi gürleyerek. Öyle bir bağırmıştı ki başkası olsa kesin altına ederdi. Hiç aldırış etmeden ilerlemeye başladım. Aysel Hanım’ın elini de tutmamıştım hızlıca üst katta çıktım koridorun sağ tarafına ilerleyip kaldığım odaya vardım. Kapıyı açtığım gibi sert bir şekilde çarptım. Kilitti olsaydı kilitlerdim ama kilitti almışlardı. Her ne halt yapacaklarsa yapsınlar artık gerçekten yorulmuştum bu psikolojik şiddetten. Ben zaten kavganın içinde büyümüş bir çocuktum, Küçük bir bağırış bile yetiyor içimde fırtınalar estirmesine. Ama kimse benim için üzülmesin demeyi bırakın daha nasıl incinir diye çaba sarf ediyorlardı.

Geçirdiğim tişörtün eteklerini düzelttim. Altıma bir siyah tayt onun üzerine de beyaz bir tişört geçirmiştim. Saçlarımı da örmüştüm. Son defa aynadan kendime baktım. Derin bir nefes aldım. Daha fazla Uluğ Beyimiz sinirlendirmeden inmeliydim. Kapıya yetiştiğim gibi açtım.

Kapının önünde Aysel Hanım bekliyordu. "Aysel Hanım niye içeri girmediniz, öylece kapıda bekliyorsunuz?" dedim şaşkınlıkla. Bana kocaman bir gülüş bahşetmişti. Elini uzattı elimin üzerine koydu.

"Mühim değil tatlım hadi aşağı inelim." dedi şefkatli sesiyle. Bu kadar nazik bir kadının bu evde ne işi olur anlam veremiyordum. Ekmek parası diyeceğim ama yine de bu işkenceye katlanılmazdı.

Aysel Hanım ellimi tutarak merdivenlerden inmeye başlamıştık. Az önce koştuğumdan dolayı ayağımda sızı oluşmaya başlamıştı. Merdiven salona bağlı olduğundan, salona hemen adım atmıştık. Aralarında bir şey konuşuyorlardı benim geldiğimi gördükleri gibi de susmuşlardı.

Uluğ' a dönüp baktığım da beni incelediğini fark ettim. Artık bakışları beni rahatsız ediyordu. Dikkatli bir şekilde her hareketime ve her yerime bakması sinirlerimi bozuyordu.

Aysel Hanım beni tekrardan aynı yere bırakmasıyla ona en içten tebessümümü bahşettim. O da tebessüm edip Uluğ'a baktı. Uluğ'da başıyla gidebilirsin işaretini verdi. Resmen diken üstünde oturuyordum. Hepsi pür dikkat bana bakıyorlardı. Küçük bir hareketim delil niteliği taşır gibi inceliyorlardı.

Lafa, Uluğ girdi. "Anlat?" dedi. En acımasız bakışları ve buzdan daha soğuk sesi beni oldukça germeye yetmişti. Öyle bir söylemişti ki anlatmaktan başka bir çaren yok der gibi.

"Ben söyleyeceklerimi zaten polislere söyledim, sizin de onları okuduğunuzu farz ediyorum." dedim emin biçimde. Yaslandığı yerden dikleşti ve bana doğru eğildi.

"Ama ben senden dinlemek istiyorum. O geceyi en çıplak şekilde anlat!" dedi. Ellerini dizlerime yasladı ve bana doğru eğildi. Gözleri gözlerimi delmek istercesine tutunmuşlardı.

"Anlatacak hiçbir şeyim yok! Tek anlatacağım kişiler ise polis ve hukukçular olacak. Bunu bilerek hareket edin!" dedim soğuk sesle. Hepsine hitaben konuşmuştum. Uraz bir an kolluyor gibiydi. Beni öldürmek için. Korcan ve yanındaki kız şaşkın biçimde bana bakıyorlardı.

Uluğ'un tepkisini anlamak için bakışlarımı ona yöneltim. Bunları diyeceğimi biliyor gibi rahat bir pozisyon da arkasına yaslanmıştı. Derin bir nefes aldı ve boğazını temizledi. Ardından konuşmaya başladı.

"Peki anladım ben seni, o halde senin anlayacağın dilden konuşacağım. Benim ise hiç tasvip etmediğim bir dil olacak." dedi. Her ne söyleyecekse kendisini bile rahatsız etmişti.

Ama emindi kendinden her şeye rağmen kendine oldukça güveniyor gibi gözüküyordu. Bu emin duruşu beni geriyordu. Uraz ayağa kalktı keyfi yerinde gibiydi. Duvara yaslanıp ellerini göğsünün altında bağladı. Uluğ'un konuşmasıyla ona döndüm.

"Misal abinden başlayalım… Yıllarca sana şiddet uygulamasının sebebi neydi?" dedi. Yüzüne hırs ve öfke yansımıştı. Şimdi belli olmuştu neden bu kadar emin durduklarından keyiflerinin iyi olduğu, acı geçmişimi ögrenmişlerdi ve dalga geçiyorlardı. Dik dur Mihran dik dur kızım.

"Sana ne?!" dedim düz sesle. Daha derin gözlerime baktı sanki evrende tek biz varmışız gibi.

"Baban seni neden evlendirmek istedi?" dedi kendi rahatsız olmuş gibi yerinde hareketlendi.

O güne gitti aklım abimin beni öldüresiye dövmesi, annemin çaresizliği, babamın bitmek bilmeyen öfkesi ve benim kaçıp bambaşka bir cehenneme sürüklenmem. Sanki bütün yükler üstüme binmiş gibiydi. Birinin bir şey sorması gerekiyormuş ta benim kötü olmama yetermiş gibi.

Derin bir nefes aldım ve Uluğ'a baktım. "SANA NE?!" dedim çığlık atarcasına. Bütün öfkemi çıkarmak istercesine haykırdım. Gözlerim buğulanmıştı. Doğru yoldaymış gibi ayağa kalktı ve önümde dolaşmaya başladı.

"Evden neden kaçtın?" dedi. Sesinden bile yansıyan bir hoşnutsuzluk vardı. Ama durmuyordu.

Çünkü çaresiz bırakıldım. Yoksa annemi orada bırakır mıydım? O benim her şeyimdi. Deli gibi onu özlüyorum, Öyle hasretim ki ona kelimeler kifayetsiz kalır. Ama hiçbirini söyleyemem, neyi söyleyebilmiştim ki? Şu ana kadar hep susmaya mahkûm bırakılmıştım. Yüreğimdeki acı kemik parçasına dönüşmüş, yerini benimsemişti. Öyle kolay kolay yakamı bırakmaya niyeti yoktu.

"Uluğ!" dedi Mert. Uyarı tonunda. Hiç onu duymadan devam ettim.

Rol yap kızım en iyi bildiğini hadi. Derin bir nefes aldım.

"Sa-na ne?!" dedim bastırarak. Bu sefer heceleyerek söylemiştim anlaması için. Uzunca gözlerime baktı, parmağını şıklattı ve sehpanın etrafında dolaşmaya başladı.

"Uraz?!" diye seslendi.

Bedenim zangır zangır titriyordu. Geçmişi hatırlamak bile bana acı veriyordu. Ağlamak en basit olanıydı. Çaresizlikten yanan ruhum acısını gözlerimden akıtmak istiyordu. Ama yapamazdım, şu an olamazdı. En azından karşımdaki adamın önünde güçlü durmam gerekiyordu.

"Efendim abi?" dedi keyifli bir tınıyla. Zaman öyle yavaş ilerliyordu ki! Bir ucubeye bakar gibi bana bakıyordu. Erkeksi sesi kulağıma ilişti. O soruyu duyacağıma sağır olmayı dilerdim.

"Bir çocuk katili ne kadar ileri gider?" dedi yılların ağırlığını dudaklarından dökmek istercesine konuşmuştu.

Yaşam ve ölüm arasındaki o çizgi bizleri kendisine hapsediyordu. Çocukluğumuzdaki hayal kırıkları, travmalar bugünkü alacağımız kararları belirliyordu. Halbuki çocuktuk, daha ne olduğumuzu ne yaptığımızı bilmiyorduk. Bedeli bu kadar ağır olmamalıydı.

Daha sekiz yaşında o kirli kaderim çizilmişti. Yeni doğan yedi aylık erkek kardeşim Asilhan annem onu evde uyutup komşulara gitmişti. Bende çocuk aklımla onun yanına kıvrılmıştım. Babamın haykırışıyla uyanmıştım. Kardeşimin başı karın boşluğumda cansız bir şekilde yatıyordu. Sadece ayakları dışarıda başı altımda kalmıştı. Babamın beni kenara fırlatması, Asilhan'ı kucağına alıp bütün gücüyle bağırışı hiçbir zaman aklımdan gitmemişti.

Bu hayata bir- sıfır yenik başlamıştım. Oysa öyle savunmasızdım ki elimden tutulmasına o kadar ihtiyacım vardı ki. Kolumu kanadımı kırmışlardı. Belki de insan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu. Sevgi diye adlandırdığımız duygu bizim sonumuz olabiliyordu. Anlaşılmak insan olduğumuzun kanıtıydı.

 

 

-BÖLÜM SONU-

 

Bölüm sonu sözü...

“Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.”

(Mevlânâ Celaleddîn-î Rûmî)

 

Loading...
0%