Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6.BÖLÜM: FIRTINA

@lidyatalia

"Dalından şüphe ettiğin ağacın, gölgesinde soluklanmayacaksın"

(PAULO COELHO)

 

 

 

 

FEVERAN

-

 

 

 

FIRTINA

 

 

 

🕊️

Güven, bir çınar ağacının savrulan dalları gibiydi. Her esinti bir yaprağını döküyor, zamanı geldiğinde ise kendini rüzgârın ahengine teslim ediyordu. Bizlerin teslim ettiği gibi! Güven insanda öyle bir anda sarsılmazdı. Yavaş yavaş, anlamadan benliğimizden kayıp gidiyordu. En olmaz dediklerimizi bile yıkandı. Bizi bozguna çeviren, inançsız olmamızı sağlayan en büyük etkendi.

Birine olan güvenin kırılınca, artık inanmaktan vazgeçiyorsun. İnanmayı reddediyorsun! Bu senin elinde olan bir şeyde değildi. Seni o raddeye getiren, seni o karaktere büründürenlerin suçuydu.

Geçmişin kirli elinde tutsak olduğumuz takdirde ömrümüz cayır cayır yanmaya mahkûm olacaktı. Yanacaksın ve susacaksın. Susarken de yanacaksın. Bir olamayacaksın kendinle. Heba edeceksin ömrünü. Geçmişten kurtulamadan yaşayamayacaksın!

Bedenime kilit vurulmuşçasına tepki veremiyordum. Kardeşimin cansız bedeni önümde durmuş vaziyeteydi. Nefes almak bir insana nasıl acı çektirirdi, ben çekiyordum. Ondan çaldığım yıllar boğazıma yapışmış hesap soruyordu. Benim verebildiğim tek cevap ise gözümden akan sıcak yaşlardan başka hiçbir şey olamıyordu. Çünkü verebileceğim hiçbir cevabım yoktu.

Kafamın içinde dolaşan sözcükler ruhuma pranga vurmuş, "Bir çocuk katili ne kadar ileri gider...?" Sorusunu ruhuma bağlamıştı. Bu soru hayatım boyunca aklımdaydı. Daha kötü bir şey yapabilir miyim diye hep benimle olmuştu. Cevabını bende bulamamıştım.

Aslında bana cevabını hayat vermişti. Dört gün önce elime silahı aldığımda, aslında katili içimde barındırdığımı anladım. Nasıl o silahı elime alıp ateşlediğimi halen kavramış değildim fakat içimdeki kötülüğün bas bas bana yaptığımı söylüyordu.

Herkes benden bir tepki bekliyor fakat ben tepki vermek bir kenara dursun yaşama yetimi kaybetmek üzereydim. Kendime ağlamayacağıma dair söz vermiştim. Evden kaçtığım, tir tir titrediğim o soğuk havaya meydan okurmuşçasına kendime söz vermiştim. Yine tutamamıştım. Yine kaybetmiştim. Aslında bu baştan kaybedilmiş bir savaştı.

Kafamın içindeki düşünceler birbirleriyle boğuşurken adını bilmediğim kızın sesi kulağıma ilişti. "Bugünlük bence yeterli, Mihran odaya çıksın." dedi. Güçlü bir ses tonuna sahipti. İtiraz kabul etmeyen bir ses tonu. Bana farklı bakıyordu. Tanıdıkmışım gibi. Halime acır gibi değil de şefkatli davranıyordu ama neden şu an benden nefret etmesi gerekmez miydi?

Uluğ yaslandığı duvardan dikleşti. Gözlerini bir an bile benden çekmeyerek söze girdi. "Daha konuşmamız bitmedi!" dedi. Kıza da sinirlenmiş gözüküyordu. Anlaşılan bana merhamet etmesi hoşuna gitmemişti. Öyle öfkeyle bakıyordu ki boğazıma yapışmamak için kendini zor tutuyor gibiydi. Onun kindar bakışları biraz da olsa kendime getirmişti. Düşen omuzlarımı dikleştirdim. Her zamanki soğukkanlı tavrımı sergilemeye çalıştım. Başarabildim mi bilemiyorum ama bu Uluğ'un kaşının kalkmasına sebep olmuştu.

Kendini hiç bozmadan başını yana çevirerek derin nefes bıraktı. Uraz'a doğru konuşmaya devam etti. "Evet Uraz, sence ne kadar ileri gider?!" dedi. Devam edecekti. Canıma tak edene kadar. Zayıf noktamı bulmuştu ve bırakmaya hiç niyeti yoktu. Benden itiraf etmemi bekliyordu. Halbuki ona anlatabilecek hiçbir şeyim yoktu. Bilse bunların birer zaman kaybı olduğunu. Sadece bir bilse...

Uraz, en az Uluğ kadar öfkeyle bana hitaben konuşmaya başladı. "Bir sınırı olmaması gerek, ona yakışacağı gibi!" dedi Uraz.

Sahi bana yakışan neydi? Güzel olanı bile kirletirken, yakışacak olanı da anca kirletmez miydim? Kirletirdim elbet!

Hiçbir söze aldırış etmiyordum. Yıllarca aynı düşünceler ruhuma esir olmuştu. Yıldıramazlardı! Benim kendime merhametim yoktu. Bir başkasından bunu istemek aptallık olmaz da ne olurdu?

Ruhsuz bakışlarımı hepsinde gezdirdim. Yeni tanıdığım çocuk Korcan sanki halime acımış gibiydi. Bu sinirimi daha bir artırdı. En nefret ettiğim duygu buydu! Kimsenin acımasına ihtiyacım yoktu. Yüzüme gelen asi bukleyi kulağımın arkasına sıkıştırdım ve derin bir nefes aldım. Onun bana baktığı gibi bakmaya başladım. Sıkılmış olacak ki direk konuya girdi.

"Ne oldu dilini mi yutun?" dedi Uluğ. Öfkesine hâkim olmak için kendini zor tutuyor gibiydi. Bu çokça hoşuma gitti. Madem herkes dalga geçip aşağılaya bilme haddini kendilerinde bulabiliyordu, o halde benim de yapmam da bir sakınca olamazdı.

"Ağzım kuruduğu içindir, soğuk bir şeyler olsa keyfim yerine gelecek!" dedim. Alay kokan bir ses tonuyla konuşmuştum. Ben bile şaşırmıştım. Oysa hiç yapacağım bir hareket değildi.

Bu saatten sonra benden başka kimsenin bana şiddet uygulamasına izin vermeyecektim. Eğer öleceksem de bu sadece kendi elimden olacaktı. Hiçbir insan evladı bana dokunamayacaktı. Varlığıma tek bir sözüm vardı… Babamın hiçbir zaman kaldırmadığı o küçük kızı kaldıracak ve yaşatacaktım.

Karşımda göz renginin en koyu haline tanık oluyordum. Anlaşılan söylediklerim onu halice öfkelendirmişti. Ne olduğunu kavrayamadan ani hızla saçlarıma asılmıştı. Öyle bir çekiyordu ki saçlarımın çoğu elinde kalacağından hiç şüphem yoktu.

"Kadına yönelik şiddete meyilli bir adam değilimdir ama sen beni halice zorluyorsun! “dedi. Tükürürcesine kulağıma doğru konuşmuştu. Nefes alışverişleri boynuma çarpıyordu. Gözlerim dolmuştu. Başım bedenimi terk etmiş gibiydi.

Canım yanıyordu ama beni bırakması için hiçbir şey yapmıyordum. Yapmayacaktım da o ne kadar zalimse bende bir o kadar tepkisiz olacaktım. Yani en iyi bildiğim yoldan gidecektim.

Onun öfke kokan bakışlarına korkusuzca karşılık veriyordum. Sanki asırlık bir bakışmaydı. Benim bakışlarıma karşılık o daha da öfkeleniyordu. Acıdan gözlerim dolmuştu, gözümden bir yaş damla düşmüş, onun saçıma asıldığı koluna damlamıştı. Bir an irkilmiş gibi olmuştu. Ama ağzımdan hiçbir sitem dökülmedi. Aramıza giren yabancı bir sesti.

"Ulan madem şiddete karşısın ne diye kızın saçına çekiyorsun? Allah aşkına bir kendinize gelin artık!" Mert'in sesi bütün evin duvarlarını inletmişti.

Hâlen saçımı çekerken Mert'te hitaben bağırdı. "Mert!" Uyarı tonunda ağzının içinde yuvarladı.

"Kız lan, karşındaki küçük bir kız çocuğu kendine gel artık Uluğ! Eski halini falan mı özledin sen, ne bu hareketler? Aklın götüne mi kaçtı ulan senin? Zafer Usta bu halini görse yüzüne tükürür, utanırdı senden!" dedi tiksinircesine. Uluğ duyduğu sözler karşısında, saçımı var gücüyle geriye doğru iterek serbest bırakmıştı. Saç diplerim feci derecede acıyordu. Başımın içi uyuşmuş bir şekilde zonkluyordu. Adeta boynumu dik tutmakta zorlanıyordum. Acımın hafifleyeceğini umaraktan saç diplerimi ovalıyordum.

Bağırış seslerine kulak vermeye çalıştım. Neler döndüğünü anlamaya çalışıyordum. "Asıl sen nasıl bu kızı korursun benim aklım almıyor!" Diye var gücüyle bağırdı Uraz.

"Ben hiç kimseyi korumuyorum. Aynı şeyleri yaşıyoruz farkında mısınız? Hem de üçünüz daha tehlikeli bir hâl alıyorsunuz! Biz bu değiliz başkasının zaaflarıyla oynayacak veya bir kadına şiddet uygulayacak adamlar değiliz. Anlıyor musunuz?" dedi yakınırcasına. Uluğ, Uraz ve yeni tanıdığım kıza hitaben bu sözleri söylemişti.

Uluğ, Mert'tin karşına geçmiş, omzundan onu itmişti. Parçalara ayırmak istercesine üstüne doğru yürüyordu. "Tam altı yıldır hiçbir kayıp vermedim. Ve bu kaybı vermemek için türlü türlü işlere bulaştım! Birine daha zarar gelmesin diye kendi infazımı verdim. Ben infaz edilirken de kimse önüme atlamadı. Dur denmedi! Bir anlaşma yapıldı. Sözde onun doğrultusunda ilerletilecekti! Bunca şey yaptılar, bunca olan oldu yine de biri daha zarar görmesin diye, Zafer Usta'nın isteğiyle yerime oturdum. Bir kayıp yaşandı ve bende ki mühür kırıldı. Şimdi sana soruyorum Mert, beni kim durdurabilir?" Öyle sakin ve tehlikeli bir tınıyla söylemişti ki acımı her şeyi mi unutmuştum.

Neyden bahsettiklerini anlamıyorum. Birileriyle ateşkes yapılmış ve şu an o birileri bu anlaşmayı bozmuş gibi. Bunu anladım fakat anlamadığım benim bununla olan ilişkim neydi? Mert'tin sesiyle daldığım dipsiz kuyudan çıkmıştım.

"Anlıyorum seni fakat öfkeni bu kızdan çıkarmamalısın! O geceye dair bir şey hatırlamıyor. O yapmamış olabilir. Böyle bir ihtimalde var." dedi yorgun sesle.

"Ne belli?" dedi düz sesle. Mert sesli bir nefes bıraktı. Saçlarını yolarcasına çekmeye başladı. Bıkmış sesle Uluğ'un yüzüne karşı bağırdı. "Yapma Uluğ! Yapma kardeşim, insan sarrafı bir adamsın… Bu kız mı yaptı? Peh güldürme beni!" dedi kahkaha atarak.

"Sen..." dedi ve sustu. Sırtını gördüğüm için yüz şeklini göremiyordum. Fakat sesinden aklından geçenin olmaması için dua ettiği belliydi.

"Yapma Mert! Bana bunu yapma... Sak-" Devamını getiremedi. Bir an odayı sessizlik kaplamıştı. Herkes Uluğ'un ne dediğini anlamış gibi kendilerini kapalı bir kutuya hapsetmişlerdi. Tek biri hariç.

"Evet? Devamını getirsene! Çekinme, çekinme söyle! Söylesene!" dedi Mert, haykırırcasına. Uluğ hiçbir harekete bulunmadı. Sanki olduğu yerde mıhlanmıştı.

"Tamam, biraz sakin olur musunuz? Zor zamanlardan geçiyoruz ve yönümüzü şaşırmamız kadar doğal bir şey yok! Uluğ hadi biraz hava almaya çıkalım." dedi Korcan. Sesi titriyordu. Korkmuş gözüküyordu. Uluğ ile Mert hâlen bakışlarını birbirlerinden koparmamışlardı. Bir süre daha bu sessizlik bu şekilde devam etmişti. Ardından Uluğ bir adım geriye gitti ve bir an beklemeden arkasına dönmüştü.

Yüz ifadesinden anladığım acı çektiğiydi. Ürkek bakışlarım onun orman yeşili gözlerine buluştuğunda kalp atışlarım korkudan titrediğini hissettim. Uzunca bana baktı. Öfkeli nefes alışverişler almaya başlamıştı. Bende ona aynı şekilde karşılık vermeye çalıştım. Bakışlarının durağı boynum olmuştu. Bir önceki yaptığı eserine. Uzun sayılacak bir süre bakışları boynumda gezindi.

“Bu burada bitmedi, kendini hazırlasan iyi edersin!” dedi öfkeyle. Tam yürüyeceğinde dilime hâkim olamadan konuştum. “Senden korkan senin gibi olsun! Zavallı olduğun bana el kaldırmandan belli. Zaaflarımdan mı vuracaksın vur, durma hadi ama sana boyun eğeceğime bu kelemi koparır, köpeklere atarım!” Tüm kinimle bağırdım. Yüzü daha bir morardı. Eli ayağı titriyordu. Benim üzerime doğru bir adım attı. Aramıza adını bilmediğim kız girmişti. Uluğ’un göğsüne elini koydu.

“Uluğ lütfen sakin ol… Sana yalvarıyorum!” dedi. “Seni öldürmekten beter ederim. Anladın mı beni? Dizlerime kapanır, ölmek için yalvarırsın! Tüm sülaleni bir ekmeğe muhtaç ederim! Sakın… Mihran Uluöz sakın beni karşına almaya kalkma! Bu sadece senin değil, seni dünyaya getiren ailenin de sonu olur!” Öfkesi bir volkana dönüşmüştü.

Titrek bir nefes havaya bıraktım. Dilim sanki lal olmuştu. Ailemi bu işe karıştırması bende felç etkisi yaratmıştı. Donuk bir yüzle ona bakakalmıştım. Aramıza giren siyah saçlı kızı elinin tersiyle kenara itmişti. Mert hemen o kızı tutup göğsüne çekip, sarılmıştı. Uluğ yüzünü yüzeme yaklaştırınca kendimi geri çekmek istedim ama izin vermedi. Çenemi sıkıca tutup kendine doğru çekmişti. Yine canımı yakıyordu.

“Anladın mı beni?” Oldukça sakin bir ses tonuyla sormuştu. Az önceki çıldırmış halinden eser yoktu. Dilimi yutmuş gibiydim. Cevap vermek bir kenara tepki dahi veremiyordum. Korkuyordum! Bu dışarıdan anlaşılmasa da içten içe korkuyordum. Karşımda abim varmışçasına sessizleşmiştim. Bana vurmasını, bana dokunmasını istemiyordum. Kendimi ağlamamak için zor tutuyordum. Annemi istiyordum. Bir keresinde abimde çenemi böyle tutmuştu. Acısını günlerce çekmiştim…

“Anladın mı beni geri zekalı?” Ani bağırmasından ötürü, olduğum yerden sıçramıştım. Vücudum bu isteğine istemsizce yerine getirdi. “A-anladım.” dedim mırıltıyla. Tiksinircesine bana bir bakış attı. Ardından ise çenemi var gücüyle geriye doğru itti. Bu eylemi karşısında koltukta geriye doğru düşmüştüm. Ve gözümde biriken tüm yaşlar musluktan boşalırcasına kendilerini bırakmışlardı. Başımı yavaşça ona doğru döndürdüm. Son kez bana bakmış ve sesli bir şekilde yutkunup, kapıya doğru ilerlemeye başladı.

Arkasından Uraz ucubeye bakar gibi bana bakarak çıkmıştı. Ardından ise Mert çaresiz ve utançla başını eğmiş bir şekilde evden çıkmış yanında da yeni tanıdığım çocuk Korcan da vardı.

En son adını bilmediğim siyah saçlı kız yanımda durdu. Üzgünce bakıp elini kaldırdı. Refleksle kendimi geri çektim bir an durur gibi oldu. Sonra ruhsuz bir tebessüm bahşetti. Uluğ'un saçımı çektiği yere koyup hafif bir okşadı ardından o da kaybolmuştu. Tepki veremiyordum. Bu neydi şimdi?

Öyle bir bozguna dönmüştüm ki işin içinden çıkamamıştım. Annem ve ablam aklıma gelmişti. Onlardan başka kimse okşamadı saçımı, özlemiştim hem de çok özlemiştim. Dört gündür benden haber alamıyorlardı. Kesin çıldırmışlardır. Biraz daha haber alamasalar, eminim ablam İstanbul'a gelirdi.

Hani çok ağır gelirde yazsan kifayetsiz, anlatsan ise anlaşılmaz anlatamadığından ise öylece sessiz sessiz saatlerce oturursun, şu anda tam o haldeyim.

Bu hayattan alacağım vardı; çocukluğumu elimden alan, bana zulmeden, korkularımın sebebi olan herkesten alacaklarım vardı.

Adım sesine kulak kesildim. Gelen kim diye kafamı kaldırdım. Bir korumaydı, yanıma yetiştiğinde konuşmaya başlamıştı. "Uluğ Beyin emriyle odanıza çıkmanız gerekiyor. Lütfen zorluk çıkartmayın!" dedi bariton bir sesle.

Hayatım boyunca hep mahkumdum. Bir erkeğin esiriydim kişiler değişiyordu ama cinsiyetleri hep aynıydı ve bu benim çok zoruma gidiyordu. Bu kadar zayıf olduğum içinde kendimi sevemiyordum. Hatta nefret ediyordum. Öyle karmaşıktı ki yolum, nereye gideceğimi kestiremiyorum.

Hiç cevap verme gereksiniminde bulunmadan kaldığım odaya doğru adımladım. Ayağımın acısından yavaş yürüyordum. Çenem de halice ağrıyordu. Korumada arkamdan beni takip ediyordu, bu durum da çokça sinirlerim bozuluyordu. Sanki kaçabilirmişim gibi hep arkamdalardı. Merdivenleri aştıktan sonra koridora adımımı atmıştım. Birkaç adımdan sonra odaya yetişmiştim. İçeri girip kapıyı korumanın yüzüne çarpmıştım. Arkamı dönmek üzereydim ki kilit sesini duyar duymaz durmuştum. Bu ne demek oluyordu?

"Bu da nedir? Sen ne yaptığını sanıyorsun?" Sesim oldukça gür çıkmıştı.

"Uluğ Beyin emri bu yönden, bundan sonra dışarı çıkamayacaksınız!" dedi. Kapının ardındaki koruma.

Gerçekten artık dayanacak gücüm kalmamıştı. Kalan gücümü de tüketmiştim. Özgürlüğe aç ruhumu doyurmak için çıktığım bu yolda kanatlarımı kırmışlardı. Susturulan ruhum artık can çekişiyordu.

Sessiz adımlarla yatağa doğru ilerledim. Boyluca uzandım, uykusuz kaldığım geceden dolayı belki uyurum ümidiyle.

Beni uykusuz gecelere mahkûm eden hayat sizleri güldürür mü sandınız? Elbet bir gün… Elbet.

Hani olur da bir gün güzel günler gelir, olmaz da diyelim ki oldu. İşte o gün bütün acımı atarcasına kahkaha atacaktım. Ağlaya ağlaya gülecektim. Ben uzun zamandır hiç doya doya gülmemiştim. Bu duyguya o kadar ihtiyacım vardı ki anlatsam da anlayamazdınız. Bedenim kendini bırakmıştı. Göz kapaklarımda kapanmak üzereydiler. Annemi yanımda hissetmek istercesine yastığa sarılmıştım.

 

 

 

🕊️

Nefes nefese yataktan fırlamıştım. Her yer karanlıktı. Önümü göremiyordum, bu da daha çok korkmama sebep oluyordu. Kâbusun etkisindendir diye kendimi telkin etmeye çalışıyordum. Sadece bir kabustu kendine gel Mihran... Derin derin nefes al, sakinleş. Canın yandı biliyorum ama şimdi olmaz kızım, sırası değil. Akıtma gözyaşlarını yukarı bak, dik dur, gülümse acıyı içinde yaşat, üzüntünü unut, yapabilirsin sen güçlüsün. Hayır lanet olsun sakinleşemiyordum. Uzun süredir bu rüyayı görmüyordum yine musallat olmuştu. Eski günlere dönmekten ölesiye korkuyordum.

Kardeşim, canlı bir şekilde, kanlı kıyafetleriyle bana, "Katil!" diyordu. Canım yanıyordu. Bu yük bana fazlaydı. Bedenim isyan bayraklarını kaldırmış durumundaydı. Bütün gücümle hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

Bu vicdan denilen şey benim nefes almama engel oluyordu. Nefes alışverişlerim hızlanmıştı. Boğuluyor gibiydim. Bir şey göğsümün üzerine oturuyor da nefes almama engel oluyor gibiydi. Canım yanıyordu. Ölüme hiç bu kadar yakın hissetmemiştim.

Tokat yemişçesine irkildim. Kardeşimin küçük bedeni böyle mi can çekişmişti? Yüzümde dermansız bir gülümseme belirdi. Acı çekmem hoşuma gitmişti tıpkı kardeşimin acı çektiği gibi. Ondan çaldığım her saniyenin bir hesabı olmalıydı. Belki de bunca yaşadıklarım adaleti sağlıyordu. Deliriyordum! Hayır çıldırıyordum! Sesli bir şekilde kahkaha atmaya başladım. Ve kendimi durduramıyordum.

Bu his çok garipti, kan revan içindesin fakat hissetmiyorsun...

Kurtarın beni diye haykırmak istiyorum. Oysaki defalarca içimden yakarmıştım da duyan olmamıştı. Yılların tükenmişliği Azrail gibi üzerime çökmüştü. Çaresizliğim ve umutsuzluğuma karşı kahkaha atıyordum.

Kahkahalarımın kesilmesine sebep olan kapımın telaşlı biçimde hızlıca açılmasıydı. Korcan gözlerini belirtircesine bakıyordu. "What?" İlk tepkisi bu olmuştu. Ellerini neler oluyor diye salamadan edememişti. Ürkek bakışları etrafa çevirmişti. Teker teker her yeri incelemişti. Ardından banyoya gitmiş oraya da bakınmıştı. Emin olmak istermiş gibi balkonu da kontrol etmişti. Bana doğru adımlayıp elini alnıma götürmüştü. Şoktayım galiba çünkü film izler gibi onu izliyordum.

"Neler oluyor? Ne arıyorsun?" dedim yorgun sesle.

"Ateşinde yok! Allah Allah!" dedi hayretler içerisinde.

"Anlamıyorum seni!" dedim yorgun sesle. Üstümde hem fiziksel hem ruhsal bir acı vardı. Ve bu acı başka şeylere kafa yormama engel oluyordu.

"Mihran bana doğruyu söyle! Üç harflilerle bir ahbaplığın mı var? Eğer öyle bir şey varsa yemin ederim ki şu an buradan kurtulmana yardımcı olmak için varımı yoğumu önüne sererim." dedi. Öyle bir ciddiyetle bunu söylemişti ki ister istemez bende ciddi olmuştum.

"Yok öyle bir şey! Yorgunum izin verirsen uyuyacağım." dedim. Tekrardan ağlama krizine gireceğimi anlamıştım. Ve hemencecik Korcan'ın buradan gitmesi gerekiyor.

"Herhalde kendi kendine ağlayıp, gülmüyordun?" dedi dalga geçerek. Hiçbir tepki vermedim. Boş boş ona bakıyordum. Öyle yorgunum ki yüzümden anlaşılır nitelikteydi. Korcan bir süre sessiz kalmış ve yeni bir şeyi fark etmiş gibi yatağa doğru adım atıp, oturmuştu.

"Sen, kâbus mu gördün?... Az önce sinir krizi falan mı geçirdin? O yüzden mi bu haldesin?" dedi. Yeni bir şeyi keşfetmiş gibi. Sessiz kaldım. Her zaman olduğu gibi yine sessiz kaldım.

"Bugün olanlar yüzünden değil mi? Çok üzerine geldiler. Bir insan, bir insanın üzerine o kadar gitmemeli! Ama Uluğ içinde zordu, bak valla! Hani senin çocukluğundan vurdu ya, aslında kendini de vurdu. Ama sen anlamadın! Ben onu tanıyorum diye bunu sana söylüyorum. Her bir sözde kendini parçalara ayırmak ist-" Lafını tamamlanmasına müsaade etmeden konuşmuştum.

"Ne anlatıyorsun sen? Kimi savunuyorsun ya? Lütfen buradan gider misin?" dedim öfkeyle. Ben bu haldeyken nasıl olurda hâlen onu savunma cüretinde bulunuyordu. Anlamış değilim.

"Ben kimseyi savunmuyorum. Sadece bizi de anlamanı bekliyorum. Sonuçta acımız büyük. Bir kaybımız var. Sadece empati kur." dedi sakin tonda.

"Empati öyle mi? Benden sizi anlamamı istiyorsun. Öyle mi? Ya ben...Beni kim anlayacak söyler misin? Her türlü şiddeti yaşayan benim, siz değilsiniz! O geceye dair kafamın içinde yer edinmiş sahneler bedenime pranga vurmuş, ruhumu esir etmiş! Yetmezmiş gibi ardından suçlu konumuna girmişim, yetmemiş bunca hayatım boyunca şiddete maruz kalmamışım gibi tekrardan şiddetle iç içe kalıyorum. Ve beni anlamalarını beklerken benden anlayış isteniyor. Sence de bu bencilce değil mi?" dedim yakınarak.

Gözümden akan yaşlar kaçtığım geceyi bana hatırlatıyordu. Canım çok yanıyordu. Tükeniyordum! Dayanılmaz bir acı. Yıllardır kardeşimin cansız bedeni hep karşımdaydı. Şimdi o adamında kanlar içerisindeki hali karşıma geliyordu. Nasıl kurtulacaktım. Ya da kurtulacak mıydım? Birgün her şey gerçekten biter miydi?

"Özür dilerim! Çok bencilce bir istekti. Ağlama ama lütfen, senin için ne yapabilirim? Kendimi nasıl affettirebilirim? Söyle hemen yapayım." dedi çaresizce. Ne söylersem yapacakmış gibi istekle bakıyordu.

"G-itmek istiyorum. İnsanlıktan uzak neresi olursa olsun, oraya gitmek istiyorum. Bunu yapabilir misin? Olabilirliği varsa, yap! Lütfen Korcan! Yalvarırım bunu yap!!" dedim hıçkırıklarımın arasında. Ayaklarımı karnıma doğru çektim ve kollarımı bacaklarımın etrafına doladım.

Annemi yanımda hissetmek istercesine kendime sıkı sıkı sarıldım. Yalnızım! Hiç olmayacak biçimde çok yalnızım. Çocuk gibi annemin göğsünde hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum.

"İnsanlıktan uzak bir yer yok ama insanlığı etkisiz hâle getiren bir yer biliyorum. Ama oraya gitmen için çok erken Mihran! Hem de çok erken. Bu isteğini maalesef yerine getiremeyeceğim." dedi kısık bir sesle. Bakışlarım yerdeydi. Dönüp ona bakmadım.

"Seni de rahatsız ettim! Kusura bakma. Ama lütfen bir sorun olduğun da her daim yanıma gelebileceğin bil." dedi içten bir şekilde.

"Neden?" dedim merakla. Gözümdeki yaş kurumuştu. Kuruyan yerler gerilmişti.

"Anlamadım! Ne, neden?" dedi anlamsız bir sesle.

"Yanına neden geleyim?" dedim hiçbir duygu barındırmayan sesle. Bu soru tuhafına gitmişti. Bir an sessiz kaldı.

"Yani, bir sorun veya herhangi bir şey olursa yanıma gelebilirsin. Sana yardımcı olurum, demek istedim." dedi açıklamak istercesine.

"Neden Korcan?" dedim tekrardan. Kafası allak bulak olmuştu.

"Ben galiba geri zekâlıyım! Çünkü hiçbir bok anlamıyorum. Mihran biraz açıklar mısın?" dedi.

"Diyorum ki bu iyiliğin neden? Arkadaşın mı? Kardeşin mi? Başka biri mi? Bilemem ama yakınında olan birinin ölüm sebebiyim ve sen bana yardım etmek istediğini söylüyorsun. Neden Korcan?" dedim merakla.

"Birincisi Tolga benim Arkadaşım, dostum olur. İkincisi ise ben hiçbir kadının ağlamasına, acı çekmesine dayanamam! Nedenini bilemiyorum fakat senin acı çekişin beni üzüyor. Belki hayat hikayeni öğrendikten sonra bu oldu. Gerçekten bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa, suçlu olduğun kadar suçsuzsun da! En azından benim nezdimde bütün deliller, bütün şüpheler ve senin yaptığına dair kesinleşmiş belgeler önüme gelir ve senin olduğun ortaya çıkarsa, işte o zaman seninle yüzleşeceğim. Onun haricinde benim için şu an suçsuzsun!" dedi emin şekilde. Söylediği her bir söz aklımın ücra köşelerine yerleşmişlerdi. Bir şey diyemedim. Susup kalmıştım. Odayı dolduran telefon sesiydi. Korcan'ın telefon sesiydi. Korcan ayağa kalkmış ve telefonu cevaplamıştı.

"Efendim kara panterim?" dedi.

"Hıı... Geldi demek ki! Tamam aşağıya geliyorum." dedi hızlıca. Her ne duyduysa heyecanlanmıştı. Telefonu kapattı ve cebine koydu.

"Ben müsaadeni isteyim. Bir ara tekrar konuşuruz ama bu odada değil! Zaten daha da gelmem bu odaya, bilesin!" dedi. Tiksinircesine odaya bakmayı ihmal etmemişti.

"Tabii nasıl istersen." dedim yorgun bir tebessümle. O da başını salladı ve odadan çıkmıştı. Derin bir nefes aldım. Oda adeta beni boğmaya çalışıyordu. Hava almam gerekiyordu.

Kendimi güçlükle yataktan kaldırmıştım cansız bir şekilde açık olan balkona doğru ilerledim. Elimin tersiyle de kurumaya yüz tutmuş göz yaşlarını sildim. Asi rüzgâr beni karşılamıştı. Bütün hakimiyetiyle istediği bir yaprağı savuruyor istediğini de paramparça edebiliyordu. Aslında haksızlıktı. Güç rüzgârda, teslimiyet ise yapraktaydı. Dolunay, tüm ihtişamıyla göremeyen gözlere ışık oluyordu.

Balkonun demirliklerine tutundum ve derin bir nefes aldım. Göz kapaklarımı sonsuzluğa kapatmak istercesine kapattım. Rüzgârın etkisiyle saçlarım yüzüme geliyor ve bu beni huzura kavuşturuyordu. Sessizlik bir melodi eşliğinde dans ediyordu. Doğayla olan uyumu ahenk gibiydi. Bu beni epeyce mutlu hissettirmişti. Dışarıdan gören biri kesin deli mi ne diye bakıyordur.

Gözlerimi açtığım an etrafa göz atmak istemiştim. Fakat ani gördüğüm kişi yüzünden ağzımdan tiz bir çığlık kaçmıştı. Karanlıkta bile beli olan orman vadisi gözleriyle bana bakıyordu. Dik duruşuyla bir ellini cebine atmış diğerinde ise yanan sigarasını tutmuş bir şekilde arkasındaki ağaca yaslanmıştı. Ne zamandır oradaydı bilmiyordum fakat uzun zamandır oradaymış izlenimi veriyordu. Sinirime hâkim olamadan konuşmaya başlamıştım.

"Ne işin var orada, beni mi dikizliyorsun?" dedim. Korkum hâlâ yerini koruyordu. Burnumdan soluyordum. Benim sinirlenmem ve korkmam onun hoşuna gitmiş olacak ki rahat bir pozisyon alarak elindeki sigarayı yere atarak ayağıyla ezdi diğer elini de cebinden çıkartıp ellerini göğüs altında bağladı.

"Bu iki oldu küçük, kendi evim de istediğim şekilde, istediğim yerde olurum." dedi Uluğ. Alay barındırmayan ciddi bir ses tonuyla konuşmuştu. Orasını anlamıştım zaten ama bu bir an da önüme çıkmasını gerektirmiyordu.

Derin bir nefes bıraktım. Bütün öfkemle ona bakarken. Bahçenin tüm ışıkları kapalıydı sadece alt kattan yansıyan ışık vuruyordu ve ona rağmen tüm yüz hatlarını görebiliyordum onun gördüğünden emin değildim fakat çok derin bakıyordu.

"Bu arada kendini çok önemseme, kafanda kurma diye söylüyorum dikizlemek falan hiç huyum değildir." dedi. İyice sinirlerimi bozuyordu. Kendisini ne sanıyordu ki, bulunmaz Hint kumaşı falan mı?

"Bence kafanda kuran sensin, dillendirdiğine göre epeyce aklında yer etmişim demektir!" dedim. En az onun kadar ciddiyet kokan sesimle konuşmuştum. Uzun bir süre gözlerimi esir aldı. Bu bakışlarından pek bir şey anlamamıştım. Yaslandığı yerden dikleşti.

"Sen öyle, ne çok şey biliyorsun? Anlaşılan ağzın iyi laf yapıyor. Ama bil diye söylüyorum, ben senin muhabbet edebileceğin arkadaşlarına benzemem." dedi yine aynı iğrenç ses tonuyla.

"Peki sence ben seninle muhabbet eder miyim? Hem şimdi senin sohbetin de sarmaz! Yok istemem, eksik kalsın." dedim düşünür gibi. Kaşlarını çatı. Alt dudağını büktü.

"Allah Allah! Ne varmış acaba benim sohbetimde?" dedi alay edercesine.

"Yok işte onu diyorum!" dedim alaycı şekilde.

"Sinirimi bozuyorsun. Bak uyarıyorum b-" Lafını tamamlanmasına müsaade etmeden konuşmuştum.

"Bak uyarıyorum bu kafayla daha çok canın yanar!" dedim. Lafını devamını getirmiştim. Onu taklit ederek bunu yapmıştım.

Uluğ'un bir kaşı havaya kalkmıştı. Göz bebekleri yeşilin en koyu halini almıştı. "Birinin haddin ne demek olduğunu sana öğretmesi gerek." dedi sessine yansıyan uyarıyla.

"Sen misin o?" dedim alaycı tavırla. Kaşlarını olabilecek derecede daha bir çatmıştı.

"Ne o beğenemedin mi?" dedi sinir bozucu bir sesle.

"Beğenemedim! Çünkü sen daha haddin ne demek olduğunu bilmiyorsun. Bana nasıl öğretmeyi düşünüyorsun ki?" dedim öfkemi ona kusarak. Göğsünün kabardığını inip kalktığına şahit oldum. Kendini dizginlemekte güçlük çekiyordu.

"Galiba ters tarafından kalkmışsın. Yoksa bunun başka bir izahı olamaz. Bu cüreti kimden aldığını hayretle merak ediyorum?" dedi, sinirini kusarak. Nefretini her kelimeden hissedebiliyordum. Neyse ki duygularımız karşılıklı.

"Mesela… Bu gücü senden aldığımı söylesem," dedim net biçimde. Anlamamış bir yüz ifadesine bürünmüştü.

"Benden?" dedi, duyduğu şeyi teyit etmek istercesine.

"Aynen senden!" dedim dudaklarımı bükerek söylemiştim.

"O ne demek, bir açıkla?" dedi merakla.

"Bana bir ucube ve tutsakmışım gibi davrandığından bende sana istediğimi söyleyebilme ve yapabilme hakkını kendime tanıdım!" dedim öfkemi kusarak. Bir anda gülmeye başladı. Tuhaf bir şekilde ona bakmaya başladım. Bir süre daha gülmeye devam etti ardından bana doğru döndü.

"Ben kimseye hak etmediği bir şeyi vermem! Karşımdaki ucubeyse, ucubeymiş gibi davranırım. Karşımdaki suçlu olduğu halde dışarıdaysa ona tutsak hayatı yaşatırım. Adilimdir kimse benim hükmüme itiraz etmez. Çünkü bilirler yanlış bir karar vermeyeceğimi!" dedi eğlenen bir sesle. Bu sözleri beni çileden çıkartmıştı.

"Ama bir yanlışın var sen ne hukuk bekçisisin ne de hüküm verecek bir hakimsin! O yüzden herkes kendi çöplüğünde ötsün. Tutsak olmamı mı istiyorsun? O halde beni Türkiye Cumhuriyeti’nin adaletine bırakırsın. Onlar gerekeni yapar! Senin haddine değil. Şayet senden güçsüz birini ezecek kadar alçak bir adamsan, işte o zaman istediğini yapabilirsin!" dedim kin duygum bütün bahçeye yayılmıştı. Karşımdaki adam durulmuştu. Her bir sözümü detaylıca dinlemişti. Kafasında bir şeyleri oturtma peşindeydi. Sesli bir şekilde yutkunduğuna şahit oldum.

Orman vadisi esintisi yüzüme çarpmıştı. Onda kalmıştım! Bende kalmıştı! Ne olduğunu anlayamamıştım. Neler olacağını da kestiremiyordum. Bu tuhaf hava bana da bulaşmıştı. Derin bakışlarının arasında kasılıyordum. Yutkunmayı bile unutmuştum.

O dipsiz kuyudan beni Mert çıkartmıştı. “Uluğ hadi gel, bir şeyler atıştır kardeşim." dedi.

Uluğ hareketlenmiş, birkaç adım attıktan sonra aklına bir şey gelmiş olacak ki durmuş ve başını durduğum balkona çevirmişti. "Gir içeri!" dedi. Son kez bir bakış atmış ve içeri girmişti.

Hepsinden ayrı ayrı nefret ediyordum. Bu hapishane, başımdaki gardiyan mahlukatlarının arasında kafayı yemek üzereydim. Kendimi daha yormak istemediğimden içeri girmiştim. Sıkılıyordum. Aynı şekilde daralıyordum. Yeni uyandığım için bedenimde aklımda uyuşmuş durumdaydı. Kâbusun etkisi ile de yorgundum. Mesela ağlamak istiyordum. Sanki hiç ağlamamışım gibi.

Bu iç sıkıntısı beni bitap düşürmüştü. Zihnimden uzakta bir yerde yaşamayı ne çok isterdim. Zaten beni benden daha fazla yoran kimseyi tanımadım. Evet ne babam ne de abim, beni böyle yormuş ve bunaltmıştı. En çok tek kaldığım zamanlar dayanılmaz bir vaziyete düşüyordum. Mesela bu oda şu an benim için muhakeme alanına dönüşmüştü. Yaptıklarım ve yapamadıklarım benden hesap soruyordu. Bana yapılanlar ise beni suçluyordu. Her zamanki gibi…

Yatağın üzerinde sırt üstü uzanmış tavanı seyre dalmıştım. Öylece kaç saatin geçtiğinin farkında bile değildim. Bir saattir aşağı katan yüksek sesle konuşma sesleri geliyordu. Belki de kavga ediliyordu. İnanın ki zere umurumda değildiler. Yeter ki bana ellemesinler. Sesler daha da şiddetleniyor ve bir şeyler kırılmaya başlanmıştı. Bu beni biraz gerdiğinden ayağa kalkmış tedirginlikle etrafımda dönmeye başlamıştım. En çok Uraz’ın sesi geliyordu. Arada bir de Uluğ’un sesi yükseliyordu.

Çok uzun süredir bir tartışmanın içerisindelerdi. Ve artık bitirsinler istiyordum. Aklıma çocukluğum geliyordu. Her an kapım açılacak ve tüm hınçlarını benden alacaklar hissi beni bitiriyordu. Tırnaklarımı avuç içime saplamış kalbimin atışlarını dinliyordum. Daha bu sabah yaşanılanları atlatamamışken, bir yenilerini yaşamaktan ölesiye korkuyordum.

Bağırış seslerini daha da yakından gelmeye başladığında ellerimi saçlarıma daldırmıştım. Ve adım sesleri gelmeye başladı. Merdivenden çıkıyorlardı. “Açın lan şu kapıyı!” Uraz’ın bağırışından dolayı yerimde sıçradım. Sinirliydiler… Her zamanki gibi. Kapı duvara çarpılarak açılmıştı. Kapının önünde duran korumalar kenara geçmiş ve başlarını eğmişlerdi. Önde Uluğ vardı ve gözlerinden resmen alev taşıyordu. Üzerine yapışan siyah gömleğinin üst düğmeleri göğsüne kadar açılmış, kollarını da dirseğine kadar kıvırmıştı. İçimden lütfen demekten başka bir şey gelemiyordu. Dev gibi bir adamdı, karşısında ise savunmasızdım.

“Dinlendiğini varsayıyoruz. Başlayalım mı?” dedi üzerime doğru yürürken. İstemsizce geriye doğru birkaç adım atmıştım. Ayağımın sehpaya çarpması ile duraksamıştım. Yeni tanıdığım kız kapıyı kapatmış ve ketum bir yüzle bana odaklanmıştı. Korcan ile Mert ise yoktu. Tek üçü zebani gibi karşıma dikilmişti.

“Yeniden söylüyorum, anlat!” Demişti. Göz bebeğimi esiri altına almıştı. “Ne duymak istiyorsunuz? Anlayamıyorum sizi, aklım bile yerinde değilken size neyi anlatabilirim.” dedim aynı onun bana baktığı gibi. Yanıma daha fazla yaklaşmıştı.

“Tersiyer’i tanıyor musun? Veya Brando Davis’i.” Söylediği kelimelerden dolayı kaşlarım çatılmıştı. Hemen cevap vermiştim.

“Benim bildiğim bir Tersiyer var, o da kimya dersinde olan… Diğer isme gelecek olursam da hayatım da bir yabancı ile hiç tanışmadım.” dedim düşünceli biçimde. Uzunca beni inceledi.

“Silah eğitimin var mı?” dedi ciddi yüzünden bir an olsun taviz vermiyordu. “Yok tabii ki! Beni araştırmışsınız, ben Artvin de yaşayan alelade bir kızdım. Evden bile kolay kolay çıkmazdım. Nasıl böylesi bir eğitimi alırım ki, hem neden alayım?” Kendimi açıklama ihtiyacı duyuyordum. Kafalarındaki soruları az da olsa giderebilirsem beni biraz da olsa rahat bırakabilirlerdi.

“Korku insanın bilinçsizce hareket etmesini sağlar. Tolga planlı bir şekilde iki kurşunla gözlerini yummuş. Sen eğer ki korkmuş olsaydın titreye titreye tek kurşun sıkardın. O kurşunun da ölümcül olma olasılığı çok düşüktü. Şimdi bana o gece ne yaşandıysa detaylı bir şekilde anlatıyorsun!” dedi patlamak üzere olduğu her halinden belli oluyordu. Ben daha iki el ateş ettiğimi bile hatırlamıyordum. Kafamın içinde tek bir silah sesi yankılanıyordu.

“Az kaldı kafayı yiyeceğim… Galiba ben kendimi sana anlatamıyorum. Diyorum ki hafızam yok gibi, bomboş. O adamın sadece vücuduma değen dudakları var… Diğer her şey karanlık, lütfen anla artık!” Gözümden istemsizce yaşlar akmıştı. Sözlerim biter bitmez beni kolumdan tutuğu gibi kendine çekmişti. Belinde olduğunu fark etmediğim silahı çekmiş ve çenemin altına dayamış, başımı yukarı doğru kaldırmıştı. O gece hissettiğim korku yeniden var etmişti kendini. Göz bebeğinden vücuduma yayılan bir nefret vardı. Babamdan daha fazla nefret ediyordu benden.

“O mide bulandırıcı zihnine benim dostumu dahil etmeye kalkma bile! Ailen bile sana saygı duymazken ben sana konuşma fırsatı tanıyorum… İyi değerlendir yoksa her şey senin için çok geç olacak!” Silahı çeneme daha da bastırmış, varlığını hatırlatmaya çalışmıştı. Sözleri ağlama isteğimi tetiklemişti. Canım yanmıştı. İnsanın ailesi arkasında olmadığı vakit ne kadar da savunmasız ve çaresiz olabiliyordu. Mesela hayır deyip onları savunmak isterdim lakin bu acı bir gerçekti. Öfkelenmiştim. İçimdeki acı öfkeye dönmüştü.

“Öldürsene beni! Durma, hadi neyi bekliyorsun? Benden istediğin cevapları hiçbir zaman alamayacaksın. O yüzden vaktini benimle öldürme, sık kafama sende kurtul bende!” Çeneme dayadığı silahı kavramış ve daha da baskı uygulamıştım kendime. Burnundan öfkeyle solumuş, sakinleşmek ister gibi gözlerini kapamıştı. Ne olduğunu anlayamadan dibimizde duran yatağa beni savurmuştu. Sertçe yatağın üzerine düşmüştüm, saçlarım yüzümü kapatmış, ne yaptığını anlamak için ona doğru dönmüştüm ki silahı yeniden beline yerleştirmiş ve beni öldürmek ister gibi bakmıştı. Tedirginlikle geriye doğru gitmek istemiştim ama o zebani gibi buna fırsat tanımadan boğazıma yapışmıştı.

Ellerim kolunu kavramış ve onu itmeye çalışmıştı. Ama bu mümkün olmamıştı. Bu bana ikinci yapışıydı. Nefes alamıyordum. Boğuluyordum. Çırpınmak bile artık yorucu gelmeye başlamıştı. “İtaat edeceksin! Ben istediğim her şeyi elde ederim Mihran Uluöz… Ve sen boyun eğmeyi öğrenecek, istediğim tüm cevapları bana vereceksin! Hatırlamıyorsan gideceksin başını duvara sürte sürte hatırlamaya çalışacaksın. Yoksa ben onu zevkle yaparım!” Bulanık görmeye başlamıştım. Ölüm yanı başımda beni bekliyordu. Sıcaklığına mest olmuştum. Tatlı gelmişti. Bu beni halice mutlu etmişti. Her şey bitiyordu. Sonunda...

Karanlığa alışan vücudum bir anda neye uğradığını şaşırmıştı. Bedenimde hüküm süren o karartı cisim uzaklaşmıştı. Saniyeler öncesine kadar nefes alamamaya alışan benliğim şimdi de nefesin varlığına alışmaya çabalıyordu.

Öksürüklerim art arda sıralanıyordu. Öfke, kin ve nefret… Hiç bu kadar bedenimde var olmamıştı. Kendime gelmeye çalışırken daha da nefesiz kalıyordum. Bana bu yapılanlar ağrıma gidiyordu. Gençliğim dağlanıyordu. Gençliğim değil göz göre göre varoluş biçimim yok oluyordu ve benim elimden hiçbir şey gelmiyordu. Bir kurtarıcı beklemek anca acizlerin işiydi lakin kendi hikayemin bile baş rol kahramanı ben değilken kurtarıcısı nasıl olunur bilmiyordum…

Kendimdeki gücün farkına vardığımda tüm öfkemle yatağın üzerinde ayağa kalkmış, zebanin üzerine atlamıştım. Onun ne olduğunu anlamasına fırsat tanımadan dişlerimi sağ kulağına geçirmiştim. “Gebertirim seni! Ne yapıyorsun, deli misin kızım sen?” diye bağırmaya başlamıştı. Sesini duymam daha da öfkelendirmiş ve daha sertçe ısırmama sebep olmuştu. Ağzından hırlama gibi sesler çıkarmış ve beni belimden tutup öfkeyle çekmişti. Tüm hıncını çıkarmak istercesine beni yatağa geri fırlatmıştı. Ağzıma kan tadı gelmişti. Farkında olmadan kulağını kanatmıştım. Elini kulağına götürüp kontrol etmiş ve öfkeyle bana dönmüştü. Bir adım atacağında elimi kaldırmıştım.

“Sakın, sakın bir hamlede bulunma! Ben sana bu sabahta söylemiştim beni öldürmek istiyorsan gebert umurumda bile değil ama acı çektiremezsin! İşkence edemezsin, ha diyelim ki yaptın geriye bir ben bırakmam!” Öyle bir bağırmıştım ki boğazım acımıştı. Yatağa yaklaşmış ve yüz hizama gelecek şekilde eğilmişti.

“Acı çekeceksin! Kabul etsen de etmesen de… Ben istediğim cevapları elde edene kadar sen yaşayacak ve acı çekmeye devam edeceksin. Ölmene asla izin vermeyeceğim…” demişti tehlikeli bir sesle. Sessiz ve yorgun bir nefes bırakmıştım. Yüzüne karşı kısık bir sesle öfkemi dillendirdim. “Senden nefret ediyorum! Düştüğüm bu duruma düşmen dileğiyle…” Gözümden acı bir göz yaşı dökülmüştü. Gözünü kısmış ve akan yaşımı takip etmişti. Ruhsuzca bakışlarını yüzüme gelen asi buklelere çevirmiş elinin tersi ile kulağımın arkasına almaya yeltenince yüzümü geri çekmiştim. Bu hareketime karşı yeniden çenemi tutmuş ve kendine doğru çekmişti.

“Ağlama! Ağlamanı yasaklıyorum…” Öfkesi sesinden anlaşılabiliyordu. Kaşlarımı çatmış, anlamsız bir yüze bürünmüştüm. “Buna da karışamazsın! Bu kadar da ileri gidemezsin…” Sözlerimde öfkeyle karışık bir çaresizlik vardı. Konuşurken de yaşlarım durmuyordu. Karşımda olan adamın zerre merhameti yoktu. Bunu gözlerinden okuyabiliyordum.

“Daha hiçbir şey yapmadım. Sadece masum olma ihtimalini göz önünde bulundurduğum için bu yavaş ve temkinli ilerleyişim…” dedi sakince. “Madem böyle bir ihtimal aklında dolaşıyor, neden bana şiddet uyguluyorsun? Bu tutumun ne kadar da acizce olduğunun farkında mısın?” dedim dur durak bilmeyen yaşlarımla. Çenemi yavaşça bırakmıştı. Ama halen aynı yakınlıktaydı. “Sen buna şiddet mi diyorsun?” Alay eden ses tonu ile konuşmuştu. Bu davranışı yeniden sinirlendirmişti. “Küçükken çok mu dayak yedin sen? Böylesi davranışlar sana sadece temas olarak mı geliyor? Hadi söylesene vücudun bağışıklık mı kazandı?” dedim tüm kinimle. Öfkesi gitmiş, yüzü donuklaşmıştı. Gözleri bendeydi fakat aklı başka yere gitmiş gibiydi.

Birinin canını yakmadan önce insan kendi canının ne durumda olduğuna bakması gerekiyordu. Bir kelime bile kırabilir, darmadağın edebilirdi insanı. Hani insan olduğumuzun kanıtı da buydu ya zaten! Hissedebiliyor olmamız, üzülmemiz veyahut sevinebilmemiz… Bazen canımız yanıyor diye yakıp yok etmek isteyebiliriz. Bu bizim en doğal hakkımızdı… Lakin etrafımızı dağıtığımız zaman yine bizim toparlamamız gerektiğini de bilmemiz gerekiyordu. Aslında tüm olay buydu. Dağıt ve topla. Hayatlarımız tıpkı yapboz oyunu gibiydi…

 

 

 

 

-BÖLÜM SONU-

Bölüm sonu sözü...

“Bütün çabam kimseye muhtaç olmadan yaşamak. Ve bütün umudumda kendimde.”

(Montaigne)

 

Loading...
0%