@lilalila
|
1.bölüm
28.06.2024
Mendilimin yeşili Ben kaybettim eşimi Mendilimin yeşili aman aman Ben kaybettim eşimi Al bu mendil sende sende kalsın Sil gözünün yâşını Al bu mendil sende sende kalsın Sil gözünün yâşını
Aman doktor canım gülüm doktor Derdime bir çare Çaresiz dertlere düştüm Doktor bana bir çare
Ağlayan bir kadın, ona eşlik eden ince iniltilere sahip bir başka Yazgan kadını... Kimi Yazgan, kimi başka soydan olan onlarca kadınla iç içe olunan bir salondaydım. Gözlerim kapalı, soluklarım yavaş, öfkem zihnimi ele geçirmiş fakat hissettiğim daha da sancılı olan duygu şüphesiz ki özlemdi. Ah anam, vah anam, masum ve gariban anam. Bir evladını toprağa veren ciğeri yanmış anam. Ciğeri yanık, sesi yanık anam.
Kollarımın arasında siyah yemenisini saçlarını örterek başına bağlamış annem ve onun ciğerinden kopupta gelen türküye karşı boğazım ilmek ilmek düğümlenirken sıktım avuçlarımı. Ellerim sırtında onu iyice göğsüme bastırırken öyle bir yumruk halindeydi ki parmaklarım. Kırmak istiyor gibiydim sanki. Bir kor vardı ciğerinde annemin, bir kor vardı yüreğimde benim. Sayısını kestiremediğimiz bir kalabalık ve o kalabalıkta saf acıya sahip bir çekirdektik biz. Ailemize vurulan darbe bölmüştü çekirdeğimizi, ailemiz parçalanmak üzere harekete geçilmişti. Yabancıydım buna, bu duyguya öylesine yabancıydım ki... Nefret ettim bu duygudan. İliklerime kadar nefret ettim.
Asla kaybetmeyiz sanmıştım, benim babam asla yenilmez sanmıştım ama öyle büyük bir yanılgıya ev sahipliği yapmıştım ki. Yıkıma doğru yürüyorduk. Abim, 30 yaşında daha yeni evlenmiş gencecik bir adam. Körpe bir gençlik baharını yaşayan adam... Evleneli sadece 6 ay olmuştu. Yakmıştı ocağımızı. O da, babam da yemin etmişlerdi ocağımızı yakmaya. Anamın ciğerini al bayrağa sarılı bir tabut getirerek yakmışlardı, gelinden öte evin kızı diye gördüğümüz Şüheda'nın gençliğini yakmışlardı. Baba yarım, abimi toprağa vermemize sebep olmuşlardı. Yetmemişti, yetmemişti onlara ki babamın yüreğindeki zayıflığı da bize kendisini göstermiş bir eve aynı gün içinde iki kor ateş topunu atmışlardı. Cayır cayır yanıyordu Yazgan kadınları. Cayır cayır yakmışlardı ocağımızı, dikmişlerdi ağaçları. Nasıl olurdu da feryat figan beklenmezdi Yazganların malikhanesinden? Hepi topu 40 gün geçmişti. 40 gün ve gece geçmişti verdiğimiz kayıpların ardından. Nasıl olurdu da nefretle bezenilmesini beklemezdi insanlar benden? Ölüme değildi nefret, haddime de değildi bu. Malikhanemizde, yenilmezliği bana öğreten ağabeyim ve babamın yokluğunun daha acısı bitmemişken, ki bu acı Yazgan kanına sahip çekirdek ailemin kalan fertleri yaşamaya devam ettikçe tazeliğini korumaya da devam edecekti... Lakin soyundan şüphe ettiğim erkeklerin varlığınaydı benim nefretim.
Mevlüt okutulan Yazgan malikhanesinde sağımda anam solumda Şüheda'm abimin emaneti varken bir anama bir Şüheda'ma dönüp bağrıma basıyordum. Mevlüt okutulmuş, dualar edilmiş, insanlar kendi hallerindeyken anamın ciğerinden gelen o acı türkü beni zaten daha da kendimden geçirirken öyle zordu ki dimdik durmaya çalışmak. Ne olursa olsun babamın kızı, ağabeyimin kız versiyonuydum ben... Yazganların kara kuğusu. Şimdi nasıl olurdu da iki Yazgan'ın ardında kalmışken sevdiğim iki kadının yanında dik durmayıp onların daha geç toparlanmasına sebep olacak şekilde duygularımı ulu orta yaşayabilirdim ki? Her zaman birilerinin kendisini feda etmesi gerekmiyor muydu? Ağabeyim kendisini ne için feda etmişti? Varlığımızı kabullenmeyen Türk milleti için bir Kürt kanını feda etmişti. Varlığımızı kabullenmeyen bunca Türk onun adını dahi bilmeyecekti ama o sevdiği kadını, ailesini arkasında bırakıp bize bir tabut ile geldi. Ah benim abim, vah benim abim, akılsız başım, sevdiğim abim. Yaktın bizi abi, ocağımızı yaktın abi, vatan dedin baki kalacak dedin bizim evimiz baki kalmadı abi. Senden haberi bile olmayan onca insan hayatına devam edecekken bizim ocağımızda o dumanlar harlandıkça harlanacak abi. Yaktın bizi abi. Bir gün, iki gün belki de en fazla üç gün sürecekti göstermelik acıları. Ya biz, o ateşi ocağında sahiplenen biz. Biz ne zaman ve nasıl kurtulacaktık bu ateşten? Hiçbir zaman kurtulamayacaktık. Yüreğimiz kan pompaladıkça ağabeyimin şehadetinin acısını kendimizle yaşatmaya devam edecektik. Gelinimizin eşi, anamın evladı, şehadetin haberine yüreği dayanmayan babamın evladı... Ağabeyim. Kendisi gitmekle kalmamış babamı da uğurlamamıza sebep olmuştu haberi. Acımız taze, yaşadıklarımız unutulmayacak birer izdi içimizde. Harabeye dönmemek içindi savaşım. Biliyordum bizi bekleyen acı dolu günlerin hiç geçmeyeceğini, biliyordum aynı zamanda bizim bu hallerimizi kendisine fırsat olarak gören kalleşleri. Düşmemeye çalışıyor oluşlarımın bir anlamı olmalıydı. Bu acı dolu günler bizim için aydınlık günlere evrilmeyecek de olsa, annemin ve yengemin dizlerinin daha fazla parçalanmasına daha fazla kan kusmaları için çabalayan kalleşlere izin veremezdim. Soyumdandı bu, soyumun babam ve abim tarafından bana zorla öğretilen kuralındandı dik durma çabalarım.
Bana doğru adım atan yardımcımı gördüm. Daldığım düşünceler, hissettiğim nefret duruldu. Bakışlarımla onu takip ederken tedirginliğini vücudundan sezebiliyordum. "Avşin hanım bir bakar mısınız?" annem yavaşça benden uzaklaşırken kıpkırmızı gözleri ile Nihal'e bakıyordu. Bir sorun olduğunu o da anlamış gibiydi ama öyle halsizdi ki, annemin kalkmasına izin vermeden ben ayaklandım. "Şüheda, annemle yan yana kalın." diyerek ikisini birbirine emanet edip Nihal'e önümü işaret ettim. Emrimi olduğu gibi alan kız ikiletmeden misafir odasından dışarı çıktı ki peşi sıra benim de çıkmam uzun sürmedi. Tek bir fark vardı artık misafir salonunun kapısını ardımdan tamamen kapatmıştım. Annemin ve Şüheda'nın herhangi bir şekilde izleme ihtimalini bile istemiyordum.
Gergince bana bakan yardımcıma konuşması için çok kısa bir zaman tanıdım. O da beni çok bekletmeden konuşmaya başladı zaten. "Avşin Hanım, terasta toplanmışlar ve haneniz adına Yazgan'lar adına karar veriyorlar." tek seferde üzerinden atmak istercesine konuşan Nihal'e donukça baktım. Bekliyordum böyle bir adım atmalarını fakat daha kırkı yeni çıkmış abim ve babamın ardından Yazgan hanesi için kararı benim hanemde böyle bir günde almalarını beklemiyordum. "Tamam. O zaman Yazgan'lara yakışır bir selamlama yapalım onlara." Nihal'in kulağına yaklaşıp ondan istediğim şeyleri detaylıca anlatıp geri çekildim. Onu arkamda bıraktıktan sonra terasa çıkmak için koridorun başındaki merdivenlere doğru adımlamaya başladım. "İki dakika içerisinde senden istediğim şeyi hazırlamış ol ve terasa gel Nihal." herhangi bir cevap vermesini beklemediğim için merdivenleri yavaş yavaş çıkmaya başladım. Dilimde anamın değil, Şüheda'mın türküsü vardı. Abime söylerdi, abim çok severdi bu türküyü ve ona öyle zıttım ki nefret ederdim bu türküden.
Çökertmeden çıktım da, Halil'im Aman, başım selamet
Çıkamadın abi, bizi bir başımıza bu koca evde koydun sen.
Çökertmeden çıktım da Halil'im Aman, başım selamet
Çıkmış olmana ihtiyacımız vardı abi. Şimdi çıktığım her bir katta senin acını hissederek değil, varlığının gücüne sığınarak çıkmaya ihtiyacım vardı.
Bitez'de yalısına varmadan Halil'im Aman, koptu kıyamet
Kopsun abim, bizim hanemizde senin ve babamın kırkı daha yeni çıkarken korkusuzca adım atmaya çalışan bu leş sürüsüne kopsun kıyamet.
Bitez'de yalısına varmadan Halil'im Aman, koptu kıyamet
Bizim ciğerimizde kopan kıyametler gerçek olsun ulaşsın onlara. Bizim yıkıldığımız gibi yıkılsınlar abi. Değil hanemize adım atmak herhangi bir yere adım atacak ayakları kalmasın.
Merdivenlerin sonuna geldiğimde terasa açılan kapının zaten açık olduğunu görmüştüm. Kenardaki ayakkabılığa baktım kısa süreliğine ve oradaki ayakkabılardan dikkatimi çeken şey yüksek topuklularım dışında hiçbir şey olmadı. Yıkılmış bir Yazgan hanesini bekleyen onca aç kurt vardı terasın ardında. İçim yana yana ellerim uzandı ayakkabılığa ve siyah rugan stiletto ayakkabılarımı aldım. Siyah uzun elbisem belki de biraz daha midi boy gibi duruyordu, boyundan o kadar emin değildim ki bu umursayacağım bir şey değildi bile şu an için. Elbisemin altına giydiğim siyah topuklu ayakkabılarıma baktım kısa süre. Bu ayakkabı her zaman ayağıma vurmuştu. Atmamıştım, yenisini alması için bekliyordum abimi. Söz vermişti, izne geldiğinde Şüheda ile beni alışverişe çıkaracaktı hatta kafama taktığım gereksiz pahalı olan bir marka ayakkabıyı alacaktı çünkü hediye olarak aldığı bu ayakkabı ayağımı vuruyordu. Bahanem hazırdı. Bu da olmadı abi, sözünü tutmadın abi. Bir ayakkabı sözün vardı, o da mahşere kaldı.
İlk adımımı terasa attığımda çıkan topuk sesinden aç kurtların bakışları yavaş yavaş bana dönmeye başladığında söylemeye devam ettim abimin sevdiği türküyü. Kısa süreli bir ara vermeme sebep olmuştu gördüğüm ayakkabıların hatırlattığı anılarımız.
Arkadaşım İbra'm çavuş Allah'ıma emanet
Sahi, neden anlatılmadı nasıl şehit olduğun abim? Neden bilmiyoruz başına geleni?
Arkadaşım İbra'm çavuş Allah'ıma emanet
Sensiz kaldık abi, babasız kaldık haberinden sonra abi.
Burası da Aspat değil Halil'im Aman Bitez yalısı
Burası onların ulaşabileceği, kafalarından kararlar verebilecekleri bir yer değil abi. Babamın hanesi, bizim varisliğimiz onların kafalarına göre dalıp da huzurumuzu bozabilecekleri bir yer değil abi.
Adımlarım hepsinin oturduğu, babamın sırf sevdiği ve o kültürü devam ettirmek istediği için yaptırdığı divanların ortasındaki boş alanda durdu. Türkünün devamını da onlara söylemek istemediğim için bıraktım söylemeyi ve gözlerim direkt bir kişinin gözlerini buldu. Aç köpek, kurt demeye dilimin varmadığı bir Yazgan'ı. Haneme ihanet etmek için an kollayan amcamı.
"Hayrola amca, çok üzgünsün sanırım ki heyeti toplamışsın Yazgan haneme." gözlerine nefretle bakışım onu afallatmıştı. Babamın hatırına ona sunduğum sahte sevgime onu bile inandırmış olduğumdan olsa gerek, gözlerimde kendisine karşı duyduğum saf nefreti ömrü hayatında ilk defa görüyordu. Tuna Yazgan'a olan sevdamın ona da sevgi saygı duyuyor oluşumu getirdiğini sanıyordu ama hiçbir zaman durum böyle olmamıştı. Hilmi Yazgan'a gösterdiğim saygı ve sevgi babamın kızı oluşumdandı. Gönlümde yeşeren Tuna Yazgan sevdamdan değildi. "Bu toplanışın sebebi abimin ve babamın ruhuna edilen dualar mıdır ki bu kadar uzun süredir oturuyorsunuz?" ayaklanan amcama doğru yürümeye devam ettim. "Yoksa haneme yapılmak istenen kalleş bir hamleden midir?" sadece amcama değil bu defa oturan genç ve orta yaşlı kalabalık toplulukta gezdirdim bakışlarımı. Hepsi o kadar kendinden emindi ki hiçbirinin koruması dahi yoktu ortada. Yas evinde tekinsiz gezmeleri anlaşılabilirdi fakat o yas evinde plan proje yaparken nelerine güvendiler de korumalarını ortadan kaldırdılar bilemezdim. Fazla özgüvendi onlarınki. Babam her zaman derdi, ummadık taş baş yarar diye. Onlar beni hesaba katmamışlardı. Hanemde yapılan saygısızlığı kabul edeceğimi sanmışlardı. Benim bir Yazgan olduğumu; babamın Zeki Yazgan olduğunu, abimin her ne kadar sevmesem de mesleğinin askerlik oluşundan gelen o disiplinle yetiştirildiğimi görmezden gelmişlerdi. Ben bir Yazgan'dım. Zeki Yazgan'ın Kara'sı, Alpay Yazgan'ın Kara Kuğusuydum. Kanımda dolaşan kanı görmezden gelmeleri soyuma hakareti kabul etmeyeceğimin göstergesiydi. Olacakları onlar seçmiş, sonuçlara onlar katlanacaklardı.
"Neler diyorsun sen Avşin kızım? Ne kalleş hamlesi?" hiçbiri değil direkt olarak amcam konuşuyordu benimle. Terbiyeleri(!) benimle amcamın yanında konuşmayı uygun görmüyordu fakat arka planda her zaman benimle iletişime geçmek için taklalar atıyorlardı. Erkek ırkı o kadar basitti ki, abim ve babam dışında gerçek anlamda hepsinden nefret ediyorum bir de Tuna Yazgan'ım vardı. Amcamın lafını duymazdan geldim. "Nihal, kahvelerimizi getir amcamla içelim şöyle karşılıklı." diye seslendim amcamın bakışlarını da konuşmasını görmezden geldiğim gibi. Nihal'in ayak seslerini duydum. Divanlarda oturanların ve amcamın durumu anlamaya çalıştığını bana bakan gözlerinden de anlıyordum. Onun da kafası karışmıştı tıpkı diğerleri gibi. Nihal yanıma geldiğinde elindeki tepsiyi aldım ve amcama doğru yürümeye devam ettim. Nihal'e ise bakışlarım biraz geriye çıkması gerektiğini açıkça belli etmişti.
Amcam her bir adımımda çıkan sese karşılık kaşlarını çatıyordu. Topuklu ayakkabılarımdan her zaman nefret etmişti. Babamı her zaman bana karşı doldurmaya çalışmıştı, kaldı ki babam bazen o gaflete gerçekten düşerdi ama ne annem ne abim ona bu gaflete düştüğü zaman destek olmaz aksine yanımda durup hatasını ona gösterirlerdi. Şimdi ise babamı bana karşı dolduramayacağı gibi aklında kurduğu senaryoya göre bana müdahale edebileceğini mi sanıyordu? Belki de. Öyle sanmakla kalacaktı.
Amcamın önüne geldiğimde elimdeki tepsiyi tek elimle tutmaya başladım. Tepsiye bakma gereği duymayan amcam kahveye doğru uzanıyordu ki fincanların ortasına Nihal'in koymasını istediğim 9mm'lik silahı hızla aldım ve iki kaşının ortasına dayadım namlunun ucunu.
Ummadık taş baş yarar derdi babam. O ummadık taş olarak yetiştirilmiştim her zaman. Görmek istemedikleri, kabullenmek istemedikleri o taş bendim. Amcam acı olarak ilk defa deneyimliyordu bunu. Afallayışı, korkusunu gösteren bakışları bana bir duygu hissettirmiyordu ihanet dışında.
"Hasiktir hatun silah mı çekti?" bu ses de neyin nesiydi?
"Komutanım sivil geldik ama torpidoda birkaç tane beylik olacaktı getireyim mi?" cümleye başlanan komutan ibaresi de ne demekti?
"Lan denyo beylik torpidoda mı bırakılır al şunu koy beline."
"Kesin sesinizi." duyduğum seslerden sonra bakışlarım anlık olarak teras kapısına doğru dönünce tanımadığım bir grubun kapının önünde durduğunu gördüm. Hızla tekrar avıma dönme kararı aldım, ufak da olsa dönüp dikkatimi dağıtmam bile yanlıştı zaten. Abim bu dikkat dağınıklığımı görüyor olsaydı enseme çoktan bir tokat yemiştim.
"Avşin ne yapıyorsun kızım?" dedi amcam, içten içe ne kadar korktuğunu saklamaya çalışarak. Dağılan dikkatimi o da fark etmişti, bu sırada benden biraz uzaklaşmış olan bedenini inceledim. Tanımadığım o sesler her kime aitse canımı fazlasıyla sıkmıştı. Hızla kendimi toparladım, kaldığım yerden amcama ter döktürmeye devam ettim. "Neden kahveni almıyorsun amca, ölmüş abinin evinde yengen ve gelininin içi kan ağlarken buraya ortakları toplayıp hanem adına karar verme cesaretine sahipsin," suratına iğrenerek bakmama engel olamadım. "Al, al çekinme keyif kahvesi içersin." kelimelerim sertçe ortaya dökülürken gözleri irileşti. Amacının ne olduğunu anlamayacağımı sanıyordu. Beni salak bir kız çocuğu olarak görüyordu, haksız değildi. Öyle görülmek istemiştim her zaman. Öyle de görünmüştüm ama değil o, burada oturan herkes karşıma çıksa bundan sonra un ufak ederdim. Kan akıtmaya da kanımın akmasına da gram çekingem bulunmuyordu. Canımdan giden iki canın ardından benim kaybedecek hiçbir şeyim yoktu.
"Avşin neler geçiyor aklından kızım olur mu hiç öyle bir şey?" soğuk terler döken adam o kadar komikti ki. Elimdeki tepsiyi tek seferde bıraktım ve ikimizin ayaklarının ortasına düşmesine izin verdim. Boşta kalan elim ise giydiği gömleğinin yakasını buldu ve hızla kendime doğru çektim o iğrendiğim suratını. Namlunun ucunu bir an olsun değiştirmedim. Alnına dayadım bir kere daha. Dikkatim dağıldığında benden uzaklaşmış olan alnı şimdi bir kere daha namlunun soğuk ucuyla sıcak temas halindeydi. Alnında namlunun olması ise abimin ve babamın bana öğrettikleri arasından en yakışanı yaptığımı görmemi sağlıyordu.
"Senin kuş kadar sahip olmadığın aklından geçen her şey benim aklımda merak etme sen." silahı kısa süreli olarak kaldırıp omzuna yaslayıp ateşledim. Kemiğe bilerek yaslamamıştım, aksi takdirde onun şimdi bile yüksek çıkan bağırtısının mislini duymak istediğimi hiç sanmıyordum. "Bu basit bir uyarı. Öz hanemden olan Yazgan kimliğinin dışında," sustum ve gözlerine yaklaştım. "Annem, ben ve Şüheda dışında yani," özellikle belirttim. Kendisini bu hane adına karar verebilecek bir Yazgan olarak görmemesi gerektiğini sözlü olarak dile getirdim. Getirmek zorunda kaldım çünkü daha kırkı yeni çıkan evde bunca insanı toplayıp alevere dalevere çevirmeye çalışan bir köpekti kendisi. "Senden en ufak bir hamle alırsam, ne omuz ne ayak direkt kaşlarının ortasından vururum. Benim ciğerim yanmış, sizin ardınızda kalanların beş para etmez ciğerlerinin yanması umrumda olmaz." amcama sıkışım hepsini anlık bir şaşkınlığa sokmuş olacak ki onlar o şoku atlatamadan benim yüksek sesim onlara bir başka şok dalgası getirdi.
"Nihal sandalye getirin bana!" zaten terasta her an benim isteyeceğim bir şey olur diye bekleyen yardımcımın acele acele attığı adımlarının sesini duyarken bakışlarımı kısa süreli olarak yine teras kapısının oraya çevirdim. Elimdeki silahın ucunu onlara çevirdim gevşekçe ve hepsini daire içine aldım. "Siz kimsiniz bilmiyorum, yeni yüzlere açık değilim ama oturun sizinle de tanışalım." hepsinin yüzünde gergin bir ifade varken sebebinin namlunun ucunun onlara dönük olmasından kaynaklandığını biliyordum. Hiçbiri terasın içinde koltuklara doğru adım atmayınca bana sandalye getiren Nihal'e döndüm yine. "Beyefendilere de sandalye getirin, nasıl muamele edeceğimizi kimliklerini öğrenince kesinleştiririz." kafasıyla beni onaylayan kız koşarak hareket etmeye koyuldu. "Cesur, kıza yardım et sandalye getir bize de koçum." benim ardımdan konuşan adama baktım. Uzun boylu sinek kaydı tıraşı olan adam bana bir şeyleri hatırlattı. Abimi. Abimi... Bu tıraş, bu duruş... Hayır hayır olamazdı. Evime onlardan birinin bile girmesine izin vermezdim. Oturduğum sandalyeden hızla geri kalktım ve namluyu az önce konuşan adama uzattım ama köpek amcamda olduğu gibi olmadı onun yanındaki adamlarda anında bana birden çok namlu uzattı. Hani silah torpidoda demişti birisi. Demek ki tek silahla yetinmeyen yanları vardı. Yüzümü buruşturdum bu bağlılıklarına karşı. Onlardandı, onlardandı şüphesiz.
Biz birbirimize bakarken terasta neler oluyordu bilmiyordum. Tek bildiğim bir şey vardı. Bu duruştaki biri ancak ve ancak abimin mensup olduğu gruptan biri olabilirdi. Yüzümü buruşturdum.
"Misafirlerine her zaman silah mı çekersin?" gözleri beni bir an olsun terk etmeden konuşan adama iyiden iyiye kilitlendim. Hiç iyi şeyler hissetmiyordum ona karşı. Kesinlikle rahatsız edici bir gariplik vardı.
"Haneme sizin gibileri kabul etmiyorum." diyişimle kaşları çatılmış ve çenesi öne doğru çıkmıştı. Öfkesinden kaynaklı çenesindeki kasın seğirdiğini anlamakta zorlanmadım. "Hanene vatan hainlerini mi kabul ediyorsun?" damarıma basarcasına kurduğu cümlesine karşılık sırıttım. "Onlarla görülecek ufak bir hesabım var, sizinse haneme adım atacak kadar cesaretiniz bile olmamalı. Zaten haberinizi vermek için geldiğinizde haneme adım attınız bundan sonra tüyünüz bile gelemez buraya." meslek grubuna olan nefretimi anlatmak için kelimelere ihtiyacım yoktu bakışlarımdan bile anlayabilirdi bunu. "Ne tesadüf ki buraya girdim ve karşında duruyorum," gözlerimin içine baka baka küstahça kurduğu cümle sinir katsayımı arttırmak niyeti ile kurulduysa şüphesiz bunu çok iyi başarmıştı. Bu yüzden namlunun ucu bir kere daha havalandı ve ateş edişimin çekişiyle birlikte yukarı kalktı. Amacım onu vurmak değildi fakat çıkan yüksek ses ile beraber yanındaki tüm adamları şok içinde bana baktılar. Rahatsız olduğum adam ise gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmadan sırıtmaya başladı. Omzunun yakınlarından geçen kurşun arkasında kalan terasın kapısının camını parçalara ayırmıştı. Nihal'in çığlığı ise duyulan tek sesti. İlk tepki ondan gelmişti nihayetinde, peşi sıra ise ortalarında bulunduğum aç köpek sürüsünden büyük bir uğultu yükselmeye başlamıştı. Bana doğru hamle yapmak için ayaklandıklarını hissetmek hiç zor değildi.
"Dokunmayın!" bana doğru yaklaşan topluluğa sertçe bakıp tek bir kelimesi ile bana yaklaşan adımları durdurdu ve uğultuyu susturdu. Kendi ekibinin cümlelerinin ise önüne geçemedi.
"Bu kız delirmiş!"
"Beton yetmez galiba, lan Cesur niye sandalyeye oturmuş bacak bacak üstüne atmış izliyo?"
"Komutanım vaz mı geçseniz acaba? Bu kadın size daha çok sıkar gibi?"
"Tövbe haşa Allah'ım, bizim salak Ateş'ten alıp buna mı verdin cesareti?"
Karşımda sitkom çekilir gibi konuşan ekibine ters bakışlarımla bakmaktan gına geldi. Ekiplerinin başı bilerek ıskaladığım adamdı sanırım, ya da köşeye Nihal ile sandalyeleri taşırken gördüğüm rahatça oturan adamdı. İkisinden biriydi şüphesiz, diğerleri boşboğaz duruyorlardı.
"İkinci sıkışımda ıskalamam, al ekibini de def ol git hanemden. Sakın ola ki bir daha adım atmayı geçirme aklından, ne sen ne senin gibiler gelmesinler kapıma." cümlemi bitirmemi bekledi. Biten cümlemin ardından bana doğru adımlamaya başlaması hiç de uzun sürmedi fakat bir curcuna koptu ki annemin adımı haykırışını duydum.
"Avşin Yazgan!" bana ömrüm boyunca bir kere bile bağırmamış olan annem kırdığım camın ardından haykırmıştı adımı. Gözlerinde ise büyük bir hayal kırıklığı vardı. Afalladım, bana böyle bakmasına sebep olacak ne yaptığımı bilmediğim için çok büyük afalladım.
"Hatunum!?" anneme her zaman hatunum demiştik. Babamdan kalmaydı, abimden miras.
Bana doğru yürümeye başlayan annemin kolunda Şüheda vardı. Kırılmış camları umursamadan bana doğru gelen ikiliye yol açtı muhattap olduğum, kovduğum herif. Yüzsüz gibi hala bekliyordu. Annemin tam önümde gelip durmasıyla birlikte gözlerine iyice baktım. Bana neden hayal kırıklığıymışım gibi baktığını anlamayarak.
"Ne zamandan beri abinle aynı formayı paylaşan birine silah doğrultacak kadar hainleştin sen?" nefret ediyordu bundan. Oğluyla gurur duyuyor, o formadan haz etmiyor oluşumdan nefret ediyordu. Hayal kırıklığı yaşıyordu, tanımadığım bir adama silah doğrultmuş olmamdan öylesine nefret ediyordu ki. Gözleri arkamdaki karmaşayı buldu. Amcamda bir süre gezdi belki de. "Şu iti kolundan vurmak yerine alnının ortasından vuracak cesareti aşılamadık mı biz sana? O haine değil de abinin yoldaşına mı sıkıyorsun?" en az benim kadar nefret ettiği amcama ve arkamdaki erkek topluluğuna baktı. "Anne," diyerek araya girmeye çalıştım sol elini havaya kaldırıp konuşmamı engelledi. "Yazgan malikhanesinde eşimin ve paşamın kırkı çıktı bugün. Değil sen Hilmi Yazgan, senin gibi onlarca Yazgan'ı toplasan benim hanemde benim soyumun başına geçemezsiniz." sesi hayli tehditkar çıkan anneme gururla baktım. Aşağıda fazlasıyla ağladığı için gözleri kıpkırmızıydı. Yengemin elini havaya kaldırdı ve hepsinin gözlerinin içine baka baka bağırdı. "Paşamın oğlu ya da kızı gelene kadar bu hanenin tek bir vasisi var o da kızım Avşin Yazgan'dır. Aksini iddia eden tek bir kişi bile olursa taş üstüne taş koymam!" gözlerim irice açılıp yengemi buldu. Hamile olduğunu bilmiyordum Şüheda'nın. Gözlerimi kısa süreli olarak kapatıp açtım. Ah abim, vah abim, bedeni toprakla vuslata ermiş abim. Bir evlat ekmişsin bizim topraklarımıza, ne acelen vardı terk ederken abim? Şühedanın yorgun bedeninde gezdi bakışlarım. Boynu bükük dudakları sımsıkı kapalıydı. Acı içindeydi, ciğeri yanıyordu. Ah Şüheda'm, vah Şüheda'm... Boynu bükülmüş güzel kadınım. Abime aşka düşen kadın,
"Siz ne diyorsunuz Delal Hanım?"
"Bunca senedir ne zaman görülmüş bir kadının vasi olduğu?"
"Eğer vasiliğin bu kadar çok sizin hanenizde kalmasını istiyorsanız çözüm basit."
"Hilmi Yazgan'ın oğlu Tuna Yazgan ile Avşin Yazgan'ın evlenmesi vasiliğin sizin hanenizde de kalmasını sağlar." ışık hızında yüzümü arkamda kalan köpek topluluğuna döndüm. Bunların dilini tek tek koparıp köpeklere yedirsem köpekler hazımsızlık çekerlerdi. Elimdeki silahı tam onlara doğrultmuştum ki ben ateşlemeden bir el silahın ateşlendiğine dair ses duyuldu. İrkilmedim ama ilk işim endişe içinde anneme ve yengeme dönmek oldu. O sırada bana doğru yaklaşan silahının ucunu arkamdaki topluluğa yöneltmiş olan adam dikkatimi çekti. Ne haddineydi aile sorunuma dahil olmak bilmiyordum. Tanımıyordum bile onu ama o kendinde aile sorunuma dahil olma cesaretini bulmuştu. Deli cesareti bu olsa gerekti. Adımları büyüktü. Göz hapsine almıştım onu. Her bir adımında kolu bir an olsun sarsılmadan sabit bir şekilde namluyu az önce konuşan köpekte sabitlemiş, yürüyüşüne devam ediyordu. Tuna Yazgan ile evlilik, bu fikre ben fazlasıyla sahiptim fakat hiçbir zaman bu fikir vasilik sebebiyle olmamıştı. Sevdiğim adam ile kurmak istediğim bir evlilik hayatı zamanı gelince zaten olmalıydı. Zor koşullar, zor yollardı Tuna Yazgan ile geçmemiz gereken yerler çünkü annem hiçbir şekilde Tuna Yazgan ile olan bağlarımı kabul etmeyen bir kadındı. Saklı bir sevdanın içerisindeydim. Şimdiyse bana bu saklı sevdayı gün yüzüne çıkarabileceğim bir seçenek sunuyorlardı ama bu seçeneği sunanlar asla ailemin yararına olan bir durumu istediklerinden değildi. Onlar Hilmi Yazgan ile olan bağlantılarıyla merhum babamın saltanatından ve kurallarından kurtulmak için bunu istiyorlardı. Değil sevdam, ucunda ölecek olsam babamın saltanatını bunlara yedirmezdim. Sevdamı babama değişmezdim. Onunla olan bağımı da anlayacak kadar akılları yoktu bunların. Bir beden belirdi yanımda. Anneme dönüp baktım. Bu adamı tanıyıp tanımadığını anlamak için fakat dönüp de bakmadı annem bana bir kere bile. Bakışları düz bir şekilde karşımızdakilere kilitlenmişti. "Bir daha," dedi yanımda duran adam. Sesi tehditkar, varlığı oldukça yabancıydı.
"Bir daha, karım hakkında bir daha konuşmak isteyen?" dedi. Öyle soğuk kanlı öyle normal ve gündelik bir şeyden konuşuyormuş gibi davrandı ki neye uğradığımı şaşırdım. Gerçek anlamda neye uğradığımı şaşırdım. Beynim ve bedenim üzerimden şaşkınlığımı atamamışken annemin yanına geçti gövdemin arkasından geçerek. Varlığı tarafından sarsıcı bir şekilde darbe aldım. Annemin yanına geçen bedeni annemin eline uzandı. Annem ise bir bana bir tanımadığım yabancıya baktı ve elini uzattı. Öyle saliselik bir göz kararması yaşadım ki annemin bu hamlesi ile. Gözlerimin içine baka baka ona elini uzattı resmen. Annemin elini öpüp de alnına koyan adama nefret doldum aynı saniyeler içinde. Öylesine nefret doluyordum ki, bunun önüne geçmek mümkün değildi. Önce forması, şimdi söylediği saçma sapan cümlesi ve annemin elini öperek gövde gösterisi yapması... Ondan nefret etmek dışında bir seçenek bırakmıyordu bana. Neler olduğunu kavrayamadığım için sakinliğimi korumaya çalıştım. Bunca köpeğin içinde herhangi bir açık vermek istemedim. Yüreğimde hissettiğim sızı, başıma giren ağrıyı susturmaya çalıştım. Başarılı olamadığım bir anın içine hapsedildim.
"Berhudar ol oğlum." diyen annemin sesini işitti kulaklarım. Kalbim sıkılıyormuş gibi hissettim. Tuna'ya bir kere olsun elini öptürmemişti annem. İçten içe hissettiğini biliyordum Tuna'ya karşı hislerimi. Bu yüzden öyle sert davranırdı ki ona, şimdi hiç tanımadığım bir adamın güya kocam olan adamın onun elini öpmesine izin veriyor bir de berhudar ol oğlum diyordu. Oğlum diyordu. Bu acıyı hissetmeye dayanamadım, ilk açığımı sadece üçümüzün duyacağı şekilde verdim. Beynim kelimeyi algılar algılanaz, annemin kullandığı kelimeye ışık hızında karşılık verdim. "Anne!" diyerek. Çıkışım annemi rahatsız etmiş olacak ki bakışları ile susmam gerektiğini belli etti. Burada neler dönüyordu bilmiyorum fakat iğrenç şeyler döndüğünü hissediyordum.
"Şüheda, Alpay'ın emaneti benim emanetim kardeşim." diyerek yengeme döndü. Yengem başı ile selamladı onu, o da başı ile aldı selamını. Benim dışımda tüm çekirdek ailem birbirini tanıyor muydu yani. Bu nasıl bir senaryoydu Allah aşkına?
"Gelelim size," o konuştukça mekandan ve olaydan soyutlanır oldum. O konuştu, ben dıştan biri olarak dinledim sanki. Bedenim uyuştu, ruhuma ise her lafı bir hançer olarak saplandı. Kanadım, kanattılar beni. "Eğer karım için konuşan; konuşmayı geçtim aklından bile olsa saçma sapan bir düşünceyi geçiren varsa," namlusunu tek tek hepsine doğrultup en son hayali bir çember çizip hepsini içine aldı. "Bakın; tepenizde dalgalanan bayrağın şanına ahdım olsun ki, cellatınız olmaktan çekinmem." kurduğu cümlelere karşı suratımı buruşturmaktan geri kalamadım. Böyle sahiplenici davrandığı kişi ben değil bir başkası olsa yine aynı tepkiyi verirdim. Aidiyet hissi ile dolan cümleleri sevmezdim. Mevzu bahis kendimsem hele hiç sevmezdim, özgürlüğüme vurulan bir zincirmiş gibi hissederdim. Tuna bilirdi. Tuna'm bilirdi. Bu aidiyeti yakıştırdığım tek adam bilirdi. Bir yabancı bilemezdi, bilemezdi. Beni bu aidiyete bir yabancı mahkum edemezdi, ediyordu. Annemin yanında annemin beni baskılayıcı bakışları altında yapıyordu hem de bunu.
"Ne karısı, ne saçmalıyorsun sen Boratav?" amcam, omzundan vurmuş olmama rağmen dakikalardır bu ortamda ayakta durmaya çalışan amcam ilk defa doğru bir konuya değiniyordu. "Yeğenim ne zamandan beri senin karın oluyor? Ağzından çıkanı duyuyor mu kulağın?" amcamın sessizliğini bozup konuşmasıyla bakışlarım aynı şekilde Boratav dedikleri adama dönmüştü. Elini arka cebine atıp nikah cüzdanını çıkardı. Herkesin içinde cüzdanı açıp onlara doğru tuttuğunda bir adım ileri gidip ben de cüzdana baktım. Ne saçmaladığını görmek istiyordum fakat gördüğüm şey o kadar iğrençti ki atik bir şekilde elinden aldım defteri. Gerçekten benim fotoğrafım vardı, bu herifin fotoğrafı vardı. İmzam, imzam vardı... Tarihe takıldı gözlerim. Ağabeyimin ölüm haberinin bize geldiği gündü. Bir şeyler dönüyordu, öyle iğrenç şeyler dönüyordu ki... Elime aldığım evlilik cüzdanını uzanıp benden aldı. Daha fazla incelememe izin vermedi. Diğer yandan annem bileğimden kavrayarak bedenimi kendisine doğru çekmişti zaten. Kulağıma ise fısıldayışı iyice suskunlaşmama sebep oldu. 'Sus, sakın ağzını açma babanın katili olduğunu bilmeden geçirdiğin 40 günün sonundayız artık! Bedelini öde!'
Kulağım uğuldadı. Annemin gözlerine baktım. Kıpkırmızı gözleri, bitik duran bedeni fakat buna rağmen gözlerime aktardığı bir duygu vardı canımdan can sökülmesine sebep olan. Annem, hatunum diye sevdiğim kadın, saçımın teline zarar gelmesini istemeyen bu kadın gözlerime buz gibi bakıyordu. 40 gündür ortak acıyı çektiğimiz bu kadın bana tüm algılarımı kapatan bir cümle kurmuştu. Bedenimin hakimiyetini kaybettim. Soluğum kesildi, kaşlarım çatıldı fakat annemin ağzını açıp da bana atmaya hazırlandığı en büyük darbesine hazırlık yaptığını bilmiyordum. "Bu hanenin asıl vasisi serpilene kadar vasimiz Avşin Boratav'dır. Kızıma ve Levent'e meydan okumak isteyen varsa meydan ortada. Her birinizin meydan okumasını kabul edeceğimizden şüpheniz olmasın." annemin bir kere daha araya girmesine izin vermediği Hilmi köpeği kolundan vurmuş olmama rağmen konuşmaya başladı. "Tuna ile evlenecekti Avşin! Kızın oğlumu seviyordu!" başımdan aşağı kaynar sular döküldü duyduğum cümleler karşısında. Adının Levent olduğunu öğrendiğim adamın yanımdan "Lan!" diye bağırdığını duymamla kendime geldim. Geçmişimi insanların ortasına atan köpek oğlu köpek. Dünüm, bugünüm, yarınım her zaman Tuna Yazgandı benim için. Bunu utandığım için saklayan biri değildim. Ailem karşı çıktığı için onların onayını alana kadar temkinli davranmaya karar vermiştim. Bu it herifin acılı bir evde ulu orta konuşup bizi millete sakız etmesini isteyecek değildim.
"Ne diyor lan bu gevşek?"
"Çenesinin bağı bozuk herhalde."
"Kanı bozuk oğlum bunun, çenesinin bağı mı önemli sizce?"
"Bana bak kanı bozuk, kızımın senin oğlunla yedi cihan gelseydi de evlenmesi konusunda rıza göstermezdim." annemin sert sesi bana geçmişi deştirirken vücudumu titreme aldı. Başıma giren ağrıyla birlikte elimi istemsizce ense köküme attım ve vücudum istemsiz bir şekilde ağırlığını topuklarıma doğru daha çok verince dengemi kaybettim fakat düşmedim. Gövdem bir başkasının gövdesine yaslandı, belimin arkasından dolanan kol ise beni kendi gövdesine tamamen hapsetti. Dönüp bakmama bile gerek yoktu ama şu an fazlasıyla korku dolu hissettiğim için bakma ihtiyacı hissediyordum. Yeşil gözlü bir adamdı bu, nefretle baktığım sinek kaydı tıraşlı bir adam... Adını dahi yeni öğrendiğim, kocam olduğunu öne süren Levent Boratav'dı bu. Kısa süren bir bakışma geçti aramızda ki kasılı çenesini benden uzaklaştırıp karşısındaki köpeklere odaklandı. Aynı saniye içerisinde bir el daha ateş edilme sesi duydum ve buna eşlik eden birçok şaşırma nidası, küfür ard arda çıkmaya başladı.
"İndirin o silahları, tek tek götünüze sokmaktan çekinmem." dedi sertçe. Belimdeki eli öyle hızlı bir şekilde gözlerimin üzerine kapanmıştı ki neler olduğunu anlamıyordum.
"Cesur!" diye bağırdı, gözlerim kapalı olayları anlamaya çalışıyordum.
"Şu iti temizletmesi için Han'ı ara. Siz de kalanı alın işlerimi halledip geleceğim. Boratav malikhanesinde ağırlayalım beyleri." neler olduğuna o kadar yabancıydım ki... Aniden havalanmam ile kucaklanmış olduğum adam tarafından kendi hanemde bilinmezliğe doğru sürükleniyordum. Beni tek seferde kucağına almış, bacaklarımı belinin etrafından sardığı gibi kafamı boynuna gömmüştü. Asla görüş açımın açılmasına izin vermiyordu. Zihnim dolu, bedenim bitikti. Yine de son gücüm de beni terk edene kadar dayanmaya çalıştım.
"Ne yapıyorsun bıraksana beni? Neler oluyor?" sorularım net, gücümse tükenmeye oldukça yakındı.
"Konuşacağız." dedi, fakat neyi konuşacağımızı az çok tahmin ettiğim için istemedim. Beni sürükledikleri yerin nasıl bir uçurum olduğunu bilmediğimden olsa gerek hayatımda ilk defa kaçmak istedim. Babam yoktu, abim yoktu. Annem ise beni yaralaran bir kadındı şimdi. Kaçmak istedim, zihnim kendine gelene kadar bana zaman tanısınlar annemin cümlesini sindirip kendime geleyim istedim ama olmadı. Olmadı. Adımları oldukça seri bir şekilde ilerledikçe ilerlemeye devam etti. Susamadım o yüzden.
"Ne demek konuşacağız, senin gibi biriyle konuşacak en ufak bir şeyim yok benim. Annemi yengemi nasıl bir oyunun içine çektin sen?" suçlayabileceğim sadece o vardı.
"Benim gibi biri derken?" ses tonu sorgulayıcıydı fakat yüz ifadesini göremiyordum.
"Sinek kaydı ile takılan çocuklardan biri."
"Çocuk mu?"
"Çalışma odasına kadar yolu göster Nihal." annemin sesini duymamla sustum. O da arkamızdan geliyordu. Peki ne yaşıyordum ben, annem nasıl bir oyunun içine dahil olmuş ve bana sormadan beni de dahil etmişti? Sessiz kaldım bir süre ta ki gövdem bağımsızlığını kazanıp da ayaklarım yere basana kadar. Aniden gözlerim ışığa maruz kalınca bir süre gözlerimi kısıp duruma alışmaya çalıştım ki o sırada yengem de çalışma odasına girmiş, kapıyı da arkasından kapatmıştı. Gözlerim odanın içinde gezdiğinde annem babamın sandalyesine oturmak üzere hazırlanıyordu. Eli ile bana da bu sinek kaydı olan adama da Şühedaya da koltukları gösterdi. Her birimiz sorun çıkarmadan oturmayı başardığımızda annem sabırsızlığımı fark ettiği için konuşmaya başladı. Sabırsızlığımı fark ettiği kadar bana hissettirdiği diğer duyguları da fark ediyor muydu? "Eşinle tanış Avşin," dedi soğuk kanlılıkla. Daha yarım saat önce misafir odasında o ağıtları yakan, içli içli türküyü söyleyip bana sığınan kadın değildi şu an karşımda olan kadın.
Afalladım. Geçirdiği değişime karşı afalladım.
"Eşim derken neyden bahsediyorsun anne," diyebildim titreyen sesimle. Karşısında en son ne zaman sesim titremişti? Daha doğrusu sesim hiç annemin karşısında titremiş miydi? Şimdi titreyen sesim, küçük hisseden ruhum, kanayan avuçlarım gözüne geliyor muydu annemin? Donuk bakışları altında kesik bir nefes aldım. "Anne, çorapmış da diğer tekini mi arıyormuşum? İnsan o!" diye hatırlattım. Sanki yeterince farkında değilmiş gibi. "Anne, bakma böyle bana! Benim haberim olmadan nasıl eşim olabilir?" sesimdeki huzursuzluğumu ve nefretimi her zerresiyle hissediyordu. Yapmamış olmalarını umdum, benim rızam olmadan başıma bir çorap örmemiş olmalarını umdum. Oysa gördüğüm aile nüfus defteri boşa ummamam gerektiğini fazlasıyla hatırlatıyordu.
"1.5 ay önce Tuna ile yediğiniz halt abine ulaşmamış olsaydı, oğlum da baban da yaşayacaktı belki Avşin!" afalladım duyduklarımla ve gördüklerimle. Daha yarım saat kadar önce bağrıma bastığım, yanında dik durmaya çalışıp teselli ettiğim kadına baktım. Annem, hatunumdu. Evin göz bebeği olarak sevdiği, bir kere olsun sevgisizlik ile sınamadığı evladıydım fakat değişik bir şeyler vardı bakışlarında. Annemden daha önce görmediğim davranışlara maruz kalıyordum ve bu davranışlar beni öylesine küçük hissettiriyordu ki.
"Ben neyden bahsettiğini anlayamıyorum," diyişimle elini alnına yasladı. Ağrıları vardı, migreni tutuyordu. Gözlerini kapatıp zaman tanıdı kendisine fakat gözlerini açtığında öylesine yabancıydı ki bana inanamadım. Gözlerinde ağladığına dair oturmuş damarlanmalar hala yerindeydi fakat bakışları... Bakışlarında bana karşı daha önce hiç görmediğim duygular mevcuttu. Tıpkı benim amcama karşı maskelediğim duygular gibiydi bunlar.
Herkesin karşısında durabilirdim, gerçekten herkesin karşısında durabilirdim ama annemin yapamazdım. Ona olan bağlılığım dillere destandı. Bana bir yabancıymış gibi hissettiren bakışlarının da ses tonundaki soğukluğun da karşısında olan kişi olmak istemiyordum. Ben annemin küçük kızı olarak yaklaştığı tutumlarıyla iç içe olmak istiyordum. Ben düşmanıymışım gibi bakan bir kadına alışık değildim. Nasıl?
Neden? Bu bakışları hak edecek ne yaptım ben?
"Anne," sesimin titremesini ancak kulaklarım kendi sesimi işitince idrak edebildim. "Sus Avşin!" çekmeceye uzanıp açtı, içinden çıkardığı siyah büyük zarfı önüme doğru adeta fırlattı. Bakışlarıma bir tane daha darbe indi. Doluyordum, verdiğim kayıplardan sonra canlı bir kayıp yaşarken doluyordum. Ayaklarımın ucuna doğru düşen zarfa uzanıp benden önce alan yabancı olduğum adam bana uzattı elindekini. Parmaklarımın dahi titremeye başladığının bilincinde değildim. Zarfı almak için uzandıklarında fark ettim titrediklerini. Gözlerimi bir an olsun o adama çevirmeden zarfı hızla çektim parmaklarının arasından. Fazla beklemeden açtım ama ne görmem gerektiğini öylesine bilmiyordum ki. Açtığım zarfta Tuna ile el ele gittiğimiz sağlık ocağına, nikah dairesinde başvuru sırası beklerkenki fotoğraflarımızı görmeyi beklemiyordum. Daha birçok fotoğraf... Tuna ile gittiğim yurt dışı tatilim, katıldığımız sergiler, beraber zaman geçirdiğimiz onlarca kare... Beni öperken, sarılırken, severkenki fotoğrafları hele de Tuna ile göl kenarında bir karavanda bikinilerimle, onun şortuyla olduğu fakat aşırı derecede yanlış anlaşılmaya sebep olacak şekilde güneşlenirken onun kısmen üzerinde yattığım, bel altımda olan pike ile üzerimde bikinin olmadığını düşünmelerine sebep olacak bir fotoğraf... Aklım durdu gördüklerim karşısında. Bunlar neden çekilmişlerdi, kim çekmişti öyle bilmiyordum ki. Midem bulanmaya başladı. Bir suyun içine attılar beni boğulmak üzere.
Tuna zeki bir adamdı. Takip edildiğimizi anlardı. Bu fotoğraflar neden çekilmişti? Neden aileme bu fotoğraflar gönderilmişti? Ne zaman ulaşmıştı bu fotoğraf ellerine? Peki sadece abim mi görmüştü bunları? Ben bu verdiğim kayıpların ardından abime ulaşan zarftaki hallerimle ne tür zararlar vermiştim aileme?
Ağzımdan bir çığlık koptu. Ciğerime ateş düştü. Bilerek çekildiğim bir oyun düşüncesi sardı bedenimi. Abime, babama, aileme bir oyun kurulmuş ve piyon ben seçilmiştim. Ellerimdeki tüm fotoğraflar yere düştü bu düşündüklerimle. Düşünemedim, sustu beynim. Deniz dalgalandı bense boğulmaya başladım. Yardım isteyecek yüzüm olmadı o an.
"Anne inan açıklayabilirim," telaş içinde anneme açıklamak adına ayaklandım. Tüm gücüm çekildiği için koltuğun kolçağını tutarak kalkmıştım. Buna rağmen ayağım burkuldu ve sarsıldı bedenim fakat büyük bir korku içinde olduğumdan çabucak toparladım.
"Neyi açıklayacaksın?” nefret dolu bir sesle, iğrenerek bakan bir kadının cümlesini duydu kulaklarım. Annemin bana bakarkenki nefret dolu bakışlarına karşı daha çok titremeye başladım. Elimden kayıyordu. “Seni hiçbir zaman baskı altında tutmadık. Ne abin ne ben babanın baskıcı karakterine maruz kalmana izin vermedik." hayal kırıklığı doluydu gözleri artık. Elimi büktüm ve parmaklarımı yumruk haline getirdim avucumun içinde. Bir kumpas olmalıydı bu. Neler dönüyordu bilmiyorum fakat bir şeyler dönüyordu. Bunu annemde düşünüyor olmalıydı. Sadece acımız olduğu için bana böyle davranıyordu. Kesinlikle, kesinlikle acımız olduğu için bana böyle davranıyordu. Annem bana nefret dolmazdı. Dolamazdı. Bu geçen kırk gün boyunca; ömrüm boyunca amcama karşı takındığım maskeyi aslında bana karşı takınıyor olamazdı annem. Yapmazdı, annem biricik kızım diye sevdiği bana bunu yapamazdı. Yapmazdı, yapmazdı.
"Anne, inan yanlış hiçbir şey yapmadım." yüzüne donuk bir ifade oturttu konuşmamdan sonra. "Açık fikirli bir kadınım Avşin, ama senin Tuna ile olan yakınlıklarının hiçbirini kabul edecek kadar açık fikirli değilim." ellerim titremelerini arttırmaya başladı. Benden nefret eder gibi durmamalıydı. Anneme ihanet edip güvenini yıkmış gibi duruyordum. "Babanı abinin şehit oluşu değil, şehit haberinden sonra gördüğü bu fotoğraflar öldürdü. Babanın katilisin Avşin Yazgan!" terasta kulağıma söylediği cümlesinin sebebini tek seferde attı ortaya. Buz kestim.
"Ne?" dehşet içinde anneme baktım, elimdeki fotoğrafların çoktan yere düştüğü o zemine kaydı bakışlarım. Bir kere daha gördüm fotoğrafları ve annemin kurduğu cümle beynimde yankılandı. ‘Babanın katilisin Avşin Yazgan!’ zihnimde yankılandıkça yankılanan cümlenin ağırlığı altında koltuğa yığıldım. Neler duyduğumu anlamlandıramıyordum.
"Babanın katili olacak kadar seviyor muydun Tuna'yı?" çok geçmeden bir darbe daha yedim annemden. Gözlerim dolmaya başladı. Ağlamadığım o kırk gün, annemin ve Şüheda'nın toparlanması için içime içime akıttığım her bir yaş yavaşça dolmaya başladı göz pınarlarıma. Engel olamadım.
"Hayır- hayır babam bu yüzden ölmedi. Abimin şehitliğini kaldıramadı yüreği anne hayır!" bağırıyordum. Hayatımda ilk defa anneme bağırıyordum. Bana vurduğu darbeye odaklanacak kadar sağlıklı hissetmiyordum.
"Sen babanın katilisin Avşin.” öylesine net ve soğuk bir şekilde suratıma doğru haykırıyordu ki inandığı cümleyi. Sustum. Dinledim zihninde kalan diğer yarılarını. “Alpay'ımın emaneti doğana kadar bu malikhanede kalmana izin vereceğim.” yediğim darbe keskindi. Malikhanemde kalmana izin vereceğim diyerek bile beni kesip attığını anlamamı sağlıyordu. “Alpay'ımın emaneti doğduktan sonra asla bu malikhaneye adım atmayacaksın." dondum, annem tarafından 20 senedir el üstünde tutularak büyütülmüştüm. "Bundan sonraki hayatında asla Yazgan soyadına sahip olmayacaksın.” soyundan kovulduğum ailem. “Boratav soyadına merhaba de." başka bir soya zorla itildiğim an. Baktım anneme. Gözlerim doluydu, anneme yalvarır gibi bakıyordum. Gözlerinde biraz merhamet aradım. Beni dinlemesi için ufak da olsa bir istek aradım.
Yoktu.
Gemileri çoktan yakmış, benim adıma çoktan hükmü vermişti. Aldığım darbeye karşı gözlerimden akan yaşlara engel olamadım.
"Şimdi odana çık, Levent ile düğün programınızı planlayacağım. Hazırlan, yarın akşam Levent'in ailesi ile yemek yiyeceğiz." gözlerimden akan yaşları durdurmakta zorlanıyordum. "Anne lütfen yapma bunu, dinle beni." son bir umut çırpındım, gözlerinde kırk gündür gördüğüm acıyı tamamen perdelemiş donuk bir ifadeyle bana bakıyordu. Annem olduğuna inanamıyordum. "1 hafta sonra düğünün var. Gelinlik modeli bak, yoksa kendi seçtiğim bir şeyi giymen an meselesi olur." duymuyordu beni. Onunla konuşma isteğimi öylesine görmezden geliyordu ki. Ayaklandım. Vazgeçtim kendimi açıklamaktan. Ne olursa olsun bana olan bakışları değişmeyecekti. Bir bilinmezin içine sürüklüyordu 20 senelik kızını, acımadan paramparça ediyordu beni. Layık gördüğü şey buydu bana. Arkamı ona dönüp yüzüm Şüheda'ya bakarken gözlerimden akan yaşları siliyordum.
"Simsiyah bir gelinlik istiyorum. Evleneceğim," dedim. Acımı sesime yansıtmaktan çekinmedim. "Resmi olarak evliyim gerçi," söylendim. Beni benden habersiz sürükledikleri hayata karşı nefret doldum. "Anne, ah hatta haberim dahi yokken evlendirildiğim adam da simsiyah bir şey giysin her detayıyla." soluklandım. "Düğüne gelecek olan herkes bembeyaz giyinsin bizim aksimize. Bu iki şey yapılmadığı takdirde bir cenazeyi daha omuzlanırsın Yazgan Hanımı." onun bana çektiği sete aynı şekilde karşılık verdim ağlayarak. Bir şeyleri kabullendiğimden değildi, evlatlıktan men edildiğimdendi. Yıkımımın sebebi Tuna Yazgan ile bana planlanan haince oyuna inanan annemdendi. Gözlerimi silme gereği duymadan adımlarımı atmaya başlayıp hepsini arkamda bıraktım. Aklıma gelen şeyle acı acı tebessüm ettim. "Tabi söz konusu benim cenazemse umrunda olur mu bilemem." kapıya ulaştım, kolu indirirken son bir detayı söylemek adınaydı duraksamam. "Düğünü Binbirdirek Sarnıcında organize edin, tek renk kırmızı olsun." kapıyı açıp hepsini arkamda bırakarak dışarı çıktım. Beni bekleyen Nihal’e dolu gözlerim yeterince kendini açıklarken zorlanmadan yolu açtı ve beni odama yönlendirecek şekilde adımlamaya başladı.
Bir kat merdiveni yoğun bir sessizlik, omuzlarıma binen ağırlık eşliğinde indik. Odamın kapısını açan kıza başımla selam verdim. Odamın dışında kalan bedeni istemeye istemeye bana bir zorundalık aşılamak üzere açtı dudaklarını. "Eşyalarınızı toplamanızı söyledi anneniz." şaşırmadım. Ardı arkası kesilmeyen o kadar çok şey yaşamıştım ki buna şaşırmadım bile. "İsterseniz ben toplayabilirim Avşin Hanım." diyen üzgün kıza kafamı olumlu anlamda sallayarak karşılık verdim. Annem beni dinlemeden infaz etmiş, beni babamın katili olarak işaretlemişti. "Hepsini topla ama özenerek toplamana gerek yok Nihal. Büyük bir hurca koy gerekirse üç koca hurca koy ama çöpüm dahi kalmasın burda." kafası karışmış bir şekilde bana bakan kız yüzümdeki donukluğu her ne kadar sorguluyor olsa da ağzını açıp tek kelime etmedi. Ben de zaten onun cümle kurmasını bekleyecek kadar zamana sahip değildim. Cebime telefonumu, kartımı attım yüzümde kurumuş yaşları sildim. Yazgan olarak son günümdü şüphesiz. Odamı, hanemi terk edip arabama binerek uzaklaştım. Yapabildiğim kadar uzaklaştım.
£ Bir gün sonra £
Güçlü durmak istemiştim. Babam ve abimin yokluğunun ardına saklanıp anneme yengeme daha fazla zorluk çıkaran duygusal biri olmak istememiştim. 40 gün, koca kırk gün boyunca onlar ağlarken bir an olsun insan içinde ağlayıp da hanemizi tamamen zayıflamış gösterip saldırıya açık hale getiren taraf olmayı istememiştim. Darbe üzerine darbe yerken en büyüğünü, yargısız infazı annemden yemeyi hayatım boyunca beklemezdim. Şile’de kumların içerisine saklanmışken annemin bir korumayla gönderttiği bu gece giymem için hazırlanan elbiseye baktım. Eve dönerken yol üzerinde bir mağazaya uğrayıp kendime iç çamaşırı, bir çift kıyafet ve ayakkabıyı almıştım. Bu gece olacaklardan sonra bitecek olan çok şey vardı. Hatta geceye kalmadan bitmişti zaten değil mi?
Kuaförde yapılan saçım ve makyajıma baktım. Evde kendi kendime yapacak kadar enerjik hissetmiyordum bahanesine sığınamazdım. O eve biraz daha geç gitmek için oyalanıyordum. Evim, huzurum... Şimdi ise girdabım, çıkmaz sokağım. Birkaç saat içinde bana yabancı olan o haneye eksik onlarca bilgiyle gitmem isteniyordu. Eski hanem, varlığımla güya neşelendirdiğim hanem şimdilerde beni öz babamın katili olarak infaz eden hanem…
Tamamen hazır bir şekilde yapmam gereken ödemeyi de hallettikten sonra arabama bindim. Ayağımda annemin kendisine göre uygun gördüğü ayakkabı vardı. Elim radyoya giderken telefonuma gelen arama ile önce aramayı cevapladım.
"Kara'm," dedi içli içli. Duyduğum hitap ile saniyesinde doldu gözlerim.
"Tuna'm," dedim aynı şekilde ağlamaklı.
"Duyduklarım gerçek mi bilmiyorum ama Türkiyeye dönüyorum. Dayan yarın sabah orada olacağım tamam mı bal kızım dayan." anca öğrenebilmişti. Benim ise onu arayacak kadar kafam bile yerinde olmamıştı.
"Tuna, evlendirmişler beni." dedim. Bu gerçekten ölesiye nefret ediyordum. Saklamadım.
"Ne?" afallayışını aramızda kilometreler olmasına rağmen hissettim.
"Evlenmişim ben..."
"Geliyorum, sakın düşme. Geliyorum, çözeceğim her şeyi geliyorum tamam mı bekle beni sakın korkma." düşmemden korkan adam, daha doğrusu tökezlememe bile tahammülü olmayan bir adamdı. Düşersem tutamazsa diye çıldırırdı her zaman. Çoktan düşmemiş miydim? Onunla olan fotoğraflarımız, nasıl bir komplonun içine çekmişlerdi bizi.
"Aile yemeği var Tuna'm. Tanımadığım bir adam kocam diye duyurdu kendini, annemse beni kendi mezarıma gömmek için hevesli. Ben düşmedim Tuna," nefeslendim. O ise nefessiz kaldı duydukları karşısında. "Ben öldürüldüm Tuna, öldürüldüm."
"Saçmalama Avşin. Kendine gel. Gerekirse kaçırırım seni. Asla o toprağı attırmam üzerine. Dayan bal kızım tamam mı? Uçağa biniyorum."
"Lilyum tutarsam ölürdüm dimi Tuna? Bol bol Lilyum getir bana. Ölüm de olsa kokusu çok güzel." telefonu kapatıp uçak moduna aldım. Sürdüğüm yola odaklandım sadece. Kafamın içinde binbir ses, yüreğimde ise tek bir söz.
Sevdiğim adamdan ayırdılar beni. Tuna Yazgan'a kavuşamadan kopardılar beni.
£
Annemin emri üzerine kapının önünde bekliyorduk. Gelen misafirler için korumalar kapıyı açmıştı ve peşi sıra içeriye 10 araba girmişti. Basit bir aile tanışması olacağını sanıyordum. Gözlerim gördüğü araba sayısı ile iğrendiği duyguyu dışarı yansıtmaya devam etti.
"Biraz tebessüm et en azından Avşin. Levent'in ailesi hiçbir şeyi bilmiyor, lütfen kötü izlenim bırakma." Şüheda'nın kulağımın dibinde söylediklerine karşılık donuk gözlerimle ona baktım. "Sevmediğin bir adamın ailesine gülümsemeyi sen ister miydin Şüheda?" susturmayı tek bir soru cümlemle başardığım kadına da yabancı hissediyordum. O da mı beni suçluyordu bilmiyordum fakat asla odama gelmemiş, asla destek olmaya çalışmamıştı. Uzak duruyorduk. Ruhen! Herkes kuşanmıştı zırhlarını, taraflar seçilmişti. Tek başıma bırakılmıştım. İliğime kadar hissetmiştim bunu. Peki benim ailemiz yıkılmasın diye kırk gün içime içime akıttığım yaşlarımı hak etmişler miydi?
"Hoşgeldiniz!" annemin biraz yüksek sesiyle gelenleri ağırlamaya başlaması Şüheda ile olan bakışmamızı bölmüş ikimiz de tek tek araçlardan inen insanlara odaklanmıştık. 10 araba insan... 50 kişilik bir aile tanışmasına tekabül ederdi her arabadan 5 insan çıkarsa yani... Gerçekten midem bulandı. Aile tanışması kavramında bunların çekirdek ailesi kaç kişiden oluşuyordu?
Bakışlarım oldukça donuk, yüzümde nefret ifadem yerli yerindeydi. Gözümün önünde bana uzatılan çiçeğe baktım asla almaya niyetim yoktu fakat annemin dirseğiyle yandan vurması ellerimi öne doğru uzatmama sebep oldu. Levent Boratav! Nefretimin odağında olan adam. Adam dahi demeye dilim varmıyordu. Benim aksime yüzünde duygusuz bir ifade vardı. Benim gibi nefret timsali bakışlara ev sahipliği yapmasından daha iyi bir seçenekti belki de. Ardı arkası kesilmeyen bir selamlaşma ile herkesi selamlamış, annemin hazırlattığı bahçedeki sofraya geçmek için adımlamaya başlamıştık. Nerden anladığımı sormaya gerek yoktu. 50 kişi gelen tarafı salondaki masada ağırlayamazdı, bunu göz önünde bulundurup bahçede her şeyi organize ettirmiş olmalıydı. Adımları bahçeye doğru giderken başka da bir şey düşünemezdim zaten.
Masada annemin başa geçmesiyle sağ tarafına oturmadan önce her zaman yanımda duran Nihal’e elimdeki çiçekleri verdim. Verirken kimin duyacağını umursamadan: "Nihal, hurçları aşağı indirsinler, ön bahçede bunu da hurçların üzerine tam ortaya koysunlar." Dedim. Annemin bakışları muhtemelen duyduğu için suratımda dolanıyordu. Çok da durmadım üzerinde, gecenin bitiminde görecekti zaten. Sağına oturdum. Solunda ise Levent Boratav vardı. Herkesin tek tek masaya yerleşmesiyle hızlı bir giriş yapıldı ve çorbalar servise başlandı. Annemin hızlı organize yeteneklerine babam her zaman minnettardı. Bağlantıları, sevilirliği sayesinde çok çabuk her şeyi organize eder, ettirirdi. Bu gece ise benim ölüme hazırlığımı organize ettirmişti. Bir gün önce oğlu ve eşinin kırkını ben organize etmiştim oysa. Kendimi yabancı hissediyordum. Babama ve abime karşı irinli düşüncelere ev sahibiydim.
"Başlayabilirsiniz, afiyet olsun." annemin kısaca kurduğu başlangıç cümlesi ile masada kimseye bakmadan elime kaşığımı aldım ve yemeğimi yemeye başladım. Nihayetinde bu evdeki son öğünümdü bana göre. Gönül rahatlığı ile yemeğimi yemeye karar verdiğim için kimseyi umursamıyordum.
Kafamdaki hiçbir düşüncenin beni rahatsız etmesine izin vermedim. Çevreme, insanlara, organizasyona asla bakmadım. Önüme tek tek ne getirdilerse yedim, ta ki ana yemekte karşıma balık çıkana kadar. Ağzıma sürmeyi geçtim, kokusuna dahi tahammül edemediğim ürün karşısında az önce yediğim yiyecekler midemde çalkalanmaya başladı. Şaşkınlık içerisinde anneme döndüm. Bu kadarını yapmış olamazdı. Bunca insanın içerisinde bu kadarını yapmış olamazdı. Ona döndüğüm an bana döndü bakışları. Gözlerinde ufak bir hüzün gördüm. O kadar kısa sürmüştü ki bu, hemen kendisini toparlamıştı. Dudağıma histerik bir gülüş yerleşti. Gözlerinin içine baka baka elimdeki bıçağı balığa yasladım ve kestim ufak bir parçasını. Gözlerinin içine bakarken bir an olsun bana yaptıklarını anlaması için kesmedim bakışlarımı. Önüme bu tabağı koyarken amacı neydi bilmiyordum. Benden böyle nefret edip hiçe saydığını görmekse bir şeyleri daha net anlamama sebep oldu. Ağzıma doğrulttuğum balığı yemek üzereydim ki bana engel olan bir Levent Boratav olmasaydı. "Avşin benimle bir gelir misin?" toplu bir yemek masasında, tüm bu kalabalığın içinde bir kere bile suratına bakmadığım adam aniden konuşunca zaten herkes sessiz olduğu için rahatça duymuştum onu. "Yemek yiyorum," terslememle omuzları gerildi. Oturduğu yerden ayağa kalkıp yanıma adımlamasıyla daha da dikleştim fakat tuttuğum çatalı bıraktım.
"Konuşmamız lazım." tepemde dikilirken amacı neydi bilmiyordum ama yerimden kalkmak istemiyordum.
"Acelen ne, yemek masası görgü kurallarını bilmiyor musun?" bir kere daha sivri dilime maruz kalmış olmak kaşlarını çatmasına sebep oldu ama geri adım atmadı. Elini tutmam için bana uzattı bir de üzerine yani. Ağzım açıldı hareketi karşısında. Hanzo gibi davranmasını ve bileğimden tutup zorla kaldırmasını falan bekliyordum. Yalan söyleyemeyeceğim, böyle bir hamle asla beklemiyordum. Geri çevirmedim daha fazla. Etrafa bir kere bile bakmadan elimi bana uzattığı avuç içine bıraktım ve diğer eli ile sandalyemi çekmesiyle ayağa kalktım. İlk defa Tuna dışında biri elimi tutmuyordu fakat ilk defa hanzo gördüğüm biri centilmence hareket ediyordu karşımda. Arkasından yürümeye başlayacaktım fakat elimi bırakıp uzun elbisemin eteğini düzeltti yavaşça. Bedenini doğrulttuktan sonra kolunu uzattı girmem için. Tamam daha fazla şaşırtamazdı beni. Kuyruğu kısa da olsa kuyruklu bir elbise seçmişti annem. Aklıma dahi kuyruğunu düzeltmek gelmemişti ama yanımda, kolunu uzatan adamın aklına ilk olarak bu gelmişti. Kamera şakası falan mıydı bu?
Kaşlarını koluna doğru meylettirince daha fazla kalas gibi beklemedim ve koluna girdim. Bahçeden çıkan bedenini takip ediyordum. Onunla yan yana olduğum için bizi takip eden herhangi bir görevli yoktu. Sanki bizim evi bilir gibiydi, öyle emin gidiyordu ki. Sola dönüp kiler olarak kullandığımız odanın kapısını açınca şaşırdım. Beni de kendisiyle birlikte içeri çekmeden önce sağında duran düğmeye basıp içerinin aydınlanmasını sağladı. Kolunu biraz çekince ben de içeriye doğru yalpalayarak girmek zorunda kaldım. Yalpalayışımı gördüğü gibi önüme geçip daha fazla öne doğru savrulmama engel olmuştu. Sinirle gözlerine bakıyorken elimi kolundan hızla çektim, o ise arkamızda kalan kapıyı kapattı.
"İnsanların içinde mi sadece centilmence davranışların?" öfkeyle suratına sözlerimi çarpmaktan çekinmedim fakat en az benim kadar öfkeli bakan gözlerine hazırlıksız yakalandım. "Tüm sevdiğim insanların önünde gece boyu küçük düşürülmeye layık gördüğün adamdan gördüğün centilmenliğe şükret sen." haksız sayılmazdı.
"Sevmediğim bir adamla abim ve babamın kırkında evli olduğumu öğreniyorum. Sen benden tam olarak ne bekliyorsun? Kurduğunuz oyunda neredeyim ben?" kaşları olabildiğince çatıldı. "Oyun falan yok! Şu an öğrenmen gerekse bilirdin zaten. Çocuk gibi davranma!" öfkemi daha çok ateşledi kurduğu cümleleri.
"Bak, sevdiğim bir adam var. Babamla abimin ölümünün kırkı dün çıktı. Bir anda ortaya çıkıp seninle evli olduğumu söylüyorsun, annem tarafından reddediliyorum." nefeslendim, dün yaşadığım şeyler aklıma geldikçe daha çok nefeslenmeye ihtiyacım oluyordu. "Annem- Annem ise sana ayak uyduruyor. Başıma açılan işin boyutunu bilmiyorum ama ben bu boyutta yokum tamam mı?" geriye doğru adımladığımı gördü ve belimden tutup bedenimi kendine doğru çekti oldukça atik bir şekilde.
"Bir daha," gözlerimin içine derince baktı. "Sakın karşımda başka bir adamı sevdiğini söyleme," nutkum tutuldu pervasızlığı karşısında. "Tuna Yazgan hayatımda sevip seveceğim tek adam, sen de sakın bunu unutma." gözleri söylediklerime karşılık kapandı ve burnundan soludu. "Bir sik bildiğin yok senin!" bağırmasıyla sıçradım. Böyle bir yükseliş beklemiyordum. "Hiçbir sik bildiğin yok ve o yavşağı sevdiğini söylüyorsun. Çıldıracağım." izledim, sadece izledim. Bana bağırırkenki amacını anlamak istedim. Bu öfkenin sebebini anlamak istedim. Anlamadım. "Ahdım olsun bayrağıma ki, karımken bir daha o yavşağı sevdiğini söylersen yaşatmam onu," ürpertici derecede soğuk ve kan akıtmaya hazırdı. Korkutucu derecede yapacağı şeyden emindi. "Karın değilim senin." diye direttim. Histerik bir gülüş yan şekilde ağzına oturduğunda suratını suratıma yaklaştırdı. Nefeslerini yakından suratıma vurmasıyla yüzümü buruşturdum ve kafamı biraz geriye çektim başarabildiğim kadar.
“O gördüğün cüzdan bizzat karım olduğunu gösteriyor o yüzden sakın, sakın beni sınama.” gözleri yeşilin olabildiğince açık bir tonuna bezenmişken böylesine bir öfkeyle konuşmasına anlam veremiyordum. Öfkeli olması gereken bendim, o değildi. “Senin tuzun kuru belki anlamıyorsundur ama ben sevdiğim bir adam varken,” bakışları öfkesinden bir an olsun ödün vermiyordu ama devam ettim. “Hem de hayatımda bir kere bile görmediğim bir adamla babam ve abimin kırkında, aslında abimin şehit haberini aldığımız gün evlendiğimi öğreniyorum,” belimdeki eline uzattım elimi. Tutuşundan kurtulmak istiyordum ama elimi kendi avucunun içine alarak hapsetti. “Nasıl bir konumda, nasıl bir oyunun içinde olduğumu anlıyor musun?” sözlerimde konuştukça ortaya çıkan bir hüzün vardı. Engel olamıyordum. O ise bu halime bakarken ve dinlerken avucumu kendi parmakları ile iç içe geçirmişti belimde. “Evlilik bir oyun olamaz küçük kız. Sen kalbine ket vuracaksın ve ben her anında yanında olacağım.” sustum. Nedenini çözemedim. Gözlerinde nefret yoktu. Öfke yoktu, herhangi bir duygu olmadığı için neyi anlamam gerektiğini bilmiyordum. Ne hissetmem gerektiğini ise asla anlamıyordum. “İlk ve son kez söylüyorum, bir oyun var evet. Oyuna dahil olmak istiyorsan sana güvenmemi sağlayacaksın. Ailene olan bağlılığın için bunu yapacaksın gerekirse,” sustu. Gözleri yüzümün her bir köşesinde gezdikten sonra devam etti. “Oyun olmayan tek bir gerçek var o da bu evlilik Avşin. O yüzden,” belimde olan avucumu bıraktı işaret parmağını kalbimin üzerine yerleştirerek gözlerimi kendisine ve hareketlerine kilitledi. “Benim karım olduğun gerçeğiyle yaşadığın an bu kalbine ket vuracaksın.” işaret parmağını kalbimden çektikten sonra gözleri gözlerimde kilitlendi. “Çünkü ben oyun oynayacak yaşta değilim Avşin. Karımın kalbinde; kötülük yapıyormuşum gibi görünecek de olsam başka bir erkeğin sevdasının devam ettirilmesine izin vermem.” sözleri, bakışları beni onu dinlemek zorunda bırakan alansızlığım yüzünden bu anın devam ettirilmesine sebep oluyordu. “Sizin coğrafyanız ile bizim coğrafyamız çok farklı Avşin,” kaşlarım çatıldı kurduğu cümle sonrasında. “Ne demek istiyorsun?” hırçın bir şekilde sordum. Yüzünde yan bir gülüş oluştu. Elini arkamdaki duvara yasladı ve iyiden iyiye özel alanımı işgal etti. “Bizim oralarda seven sevdiğini bekler senelerce çok ünlüdür sözlerimiz de şarkılarımız da.” nereli olduğunu anlamıyordum. Konuyu nereye bağlamaya çalışıyordu onu hiç anlamıyordum. “Sizin coğrafyanızda ise çok ağır bir laf var ama bu senin kaderin belki de.” yüzünde yan bir sırıtış ile konuşması tetiklenmeme sebep oldu. “Neymiş benim kaderim olan o cümle?” hızlı bir şekilde sordum. Bu sırıtan hali sinirlerimi bozuyordu çünkü.
“Sevdiğini alamadıysan, aldığını seveceksin.” kafamın içine yıldırım gibi düştü bu cümlesi. Bacaklarım titredi, gözlerim doldu. Karşımda sırıtan yüzü soldu ve duvara dayadığı avucu aşağıya doğru düşmeye başladı. Hiçbir şey söylemedim. Gözlerimi gözlerine kaldırdım ve bana kurduğu cümleyi kendisinin düşünmesini istedim içten içe. Daha ilk defa tanıştığım bir adam tarafından bu cümleyi duymaya layık değildim lakin layık görülmüştüm. Neticesinde kocam olarak duruyordu karşımda değil mi?
Yeşil gözlerine son kez baktım, arkamı döndüm ona ve çıktım bu yıldırımlar çakan kilerden. Bir gün, sadece bir günde hayatımdan senelerim ve hayallerim alınmıştı.
Sevdiğimi alamamıştım, aldığımı sevmek zorunda bırakılmıştım. Aldığımı sevecek olduğumu onlara düşündüren neydi peki? Güya benim coğrafyama ait olduğunu düşündükleri bir laf mıydı?
Öyle bir gün gelecekti ki, ben bu oyuna dahil olacaktım ve Levent Boratav beni oyundan tek başıma çıkarken görürken yüzüne doğru haykıracaktım o cümlenin benim kaderim olmadığını. Şimdi içime içime haykırıyor olabilirdim ama bir gün yüzüne doğru büyük bir zafer sırıtışı ile haykırarak acıtacaktım canını. Tıpkı benim canımı acıttıkları gibi.
Acımayacaktım, onların bana acımadığı gibi!
1.bölüm sonu Lila'dan sevgiler |
0% |