Yeni Üyelik
14.
Bölüm

❅ 11 ❅

@lilithstear

Buranın kendine özel kasvetli, tekinsiz bir havası olduğuna emindim. Zira avlusuna ulaşır ulaşmaz kendimi gotik bir eserin baş kahramanı gibi hissediyordum. Buraya yabancıydım, onunla zıttım. Ama birleştiğimizde absürt bir şekilde uyumlanan bir şeyler vardı. Gözlerim ilk günkü gibi evin dışını detaylıca taradı. Donuk renkli sütunlar, karanlık tonlarla bezenmiş dış sıvası ve çatısı...

 

Buraya gelmeden önce kendimle bir iç hesaplaşma yaşadım. İçeri girmeden önce de, yaşanmış ve bitmiş can sıkıcı olayların beraberinde gelen kızgınlık ve kırgınlığı geride bırakıp aramızdaki negatifliği ortadan kaldırmayı planladım. Kin tutmak bizi bir yere götürmezdi ama yaşananları arkada bırakmak, hatta unutmak bir yere kadar bazı şeyleri düzeltebilmemize yardımcı olurdu. İkimizin arasında yaşanan zıtlıklar bitmezse buranın kaotik havası ortamı cehenneme çevirebilirdi. Bu nedenle zihnimde çoktan yeni bir sayfa açmaya hazırdım. Ta ki eve ayak basıp onun, kibirli ve küçümseyici bakışları eşliğinde içeri girişimi izlediğini görene kadar.

 

Yine aynı yerindeydi, yine ve yine aynı taraftan aşağı inip sessizce kapısını açıp çalışma odasına girdi. Tek farkı kapısının önünde duraksayıp içeri girmemi beklemesiydi. İçeri girdiğimizde ifadesini değiştirmeden karşısına oturuşumu seyretti. Gözlerinde belli belirsiz canlılık yakaladım. Bakışlarındaki bu ani değişim yeni rastladığım bir durum değildi ama bu seferki daha farklıydı.

 

"Seni çok özlemişim."

 

"Karşılıklı olduğunu söyleyemem."

 

Güldü, "doğrudur."

 

Belli belirsiz başımı salladım. Karşımda oturan sinir bozucu adama diyecek herhangi bir mantıklı cümle bulamıyordum. Takıntılı olduğu eski aşkına bakar gibi istekle üzerimden çekmediği ela gözlerini, keskin duygusuzluktaki bakışlarımla gölgeledim. Ama bunu umursamadı, bakışlarını devam ettirdi. Bu bakışlar beni, onda daha derin, daha karanlık bir taraf olup olmadığıyla alakalı şüpheye düşürdü. Görecektik, ikimizde.

 

"Evet, seni dinliyorum."

 

Dudaklarını büzdü, "ne anlatmalıyım?"

 

"Neredeyse üç hafta öncesi üstüme nefret kusarken, iğrenç bir insan olduğumdan bahsederken şimdiyse ihtiyaç duyduğun tek şeymişim gibi ısrarla beni arayışının altında yatan nedeni açıklamanı bekliyorum."

 

"Hukuksal açıdan haklarımı kullandım." Diye mırıldandı ciddiyetten uzak bir tavırla.

 

"Hukuksal," güldüm, "ikimiz de amacının hakkını aramak olmadığını biliyoruz Kahra, kes şunu artık. Neden özellikle benimle uğraşıp duruyorsun? Benden tam olarak ne istiyorsun?"

 

"Seni."

 

Kaşlarımı çattım, "Ne?"

 

"Seni istiyorum işte, burada kalmanı sözlerini tutmanı falan. Öyle demiştin ya..."

 

Ayağa kalkıp masanın arkasından çıktı. Yürüyüp tam önümde durdu. Ona yakından baktığımda saçlarını kısalttığını fark ettim. Göz temasını kesmedi, ben de öyle yaptım. oturduğum yerden kalkmadım.

 

"Ayrıca seninle en özel anlarımı paylaştım. Birlikte uyuduk. Önüme gelen herkesle bunu yapmamı bekleyemezsin, öyle değil mi?"

 

"Sen de Adal'ı zorda bırakayım ve geri dönsün dedin öyle mi?" Dedim sinirli bir tavırla.

 

Kibirle çenesini kaldırdı, "işe yaradı ama, baksana buradasın. Yanımdasın ve tekrardan didişiyoruz."

 

Dudağımın üstü sinirle titredi, ayağa kalkıp karşısına dikildim. Alttan attığım bakışlarım öfkeyle kısıldı, "sen hayatımda gördüğüm en bencil, en kendini beğenmiş insansın."

 

Belli belirsiz başını oynattı, az önceki ciddiyetsiz yüz ifadesi yavaşça soldu.

 

"Bense sadece sana acıyorum, hatta artık onu bile hissedemiyorum biliyor musun? Çünkü sen, benden gelecek hiç bir duygu kırıntısını hak etmiyorsun. Bu evin içinde yapayalnızsın. Parayla satın aldığın saygıyla beraber kendini bir halt zannediyorsun."

 

Sinirle güldü, "yine haddini aşmaya başladın Adal."

 

"Yalan mı söylüyorum, canını mı yakıyor yoksa gerçekler?" Dedim meydan okurcasına.

 

"Benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun." Dedi dişlerinin arasından tıslar gibi.

 

"Hayır, ben geceleri ortaya çıkan o yalnız, savunmasız erkek çocuğunu biliyorum." Dedim. "O kişi, senin kendi kendine örüp giydiğin sahte benliğinin arkasındaki gerçek kişi. Ve ben onunla şimdiden tanıştım, işte bu senin ödünü patlatıyor. Çünkü onu kusursuz bir şekilde sakladığını düşünmüştün."

 

Arkamı dönüp tam gitmek üzereydim ki duraksayıp tekrar ona döndüm.

 

"Biliyor musun? Şu an seninle gerçekten paran için buradayım. Artık hiçbir şeyim değilsin, hastam bile..." Ardından dışarı ayak bastım. "Gece görüşürüz." Dedim kapıyı kapatmadan önce. Odama gitmek üzere üst kata çıktığımda açılan kapıdan yandaki odanın içine çekildim. Dicle, yüzünde çarpık bir gülümsemeyle kapıyı kapatır kapatmaz bana döndü.

 

"Gelmişsin! Nasılsın?"

 

"İdare eder. Beni bırak, sen yani siz naptınız?" Dedim. Gözlerim Dicle'nin arkasında duran onlarca ders kitabına kaydı, "derslerine çalışıyorsun değil mi?"

 

Başıyla beni onayladı, "çalışıyorum öyle işte," dedi ilgisiz bir tavırla.

 

"Derslerini ciddiye al Dicle."

 

"Kahra Bey de öyle diyor," göz bebekleri heyecanlı bir edayla parladı, "sen gittikten sonra bu koridorlarda dışarıdan daha soğuk rüzgarlar esti."

 

İçimde kabaran absürt ve yersiz gülme hissini bastırıp omuz silktim. Neler döndüğünü gerçekten merak etsem de daha fazla konuyu deşmemek adına sessiz kalmayı tercih ettim.

 

"Sanırım sana düşündüğümden daha çok alışmış. Sen ne düşünüyorsun?"

 

"Sanırım." Elini avucumun içine alıp sıktım, "derslerini aksatma, odaklan. Buraları da boşver artık ben geldim," dedim fazlasıyla ikna edici bir tavırla.

 

Başını sallayıp gülümsedi. Kapıya yönelip odadan ayrıldım. Ardından hemen yandaki odaya, yatak odama girdim. Her şey yerli yerince duruyordu. Paltomun sağ cebinde titreyen telefonu elime alıp gelen mesajı okudum;

 

"Görüşelim Adal."

 

Erim'den gelen bu mesajı görmezden gelip evden getirdiğim üç beş parça kıyafeti düzgünce askılara astım. Vücudumu saran üşüme hissi içimi titretip üzerime garip bir ağırlığın çökmesine sebep oldu. Kusursuzca serilen kar beyaz yorganı kaldırıp yatağın içine girdim. Omuzlarımı birbirine çekip iyice yorgana sarındım. Sol tarafımda duran komodinin üzerinden aldığım telefonumun tuş kilidini açtım. Vakit geçirmek adına açtığım sosyal medya uygulamasında gördüğüm ilk gönderi bir reklam oldu. Eski çalıştığım hastanenin büyük harflerle "Aramıza yeni katılan uzman psikolog Candan Er'e merhaba diyin" yazısı altında yerime gelen kişi için hazırladığı tanıtım yazısını okudum.

 

Merak duygusu içimi kemirmeye başladığında kısa bir iç çektim. Acaba benim için de aralarından ayrıldığını duyurmuşlar mıdır diye düşündüm. Profile tıklayıp gönderileri taramaya başladım. Sadece yazıdan ibaret olan bir gönderi gözüme ilişince direkt ona tıkladım. Benimle alakalıydı. Aralarından ayrılışımın üzüntüsünü bildirerek başlayıp meslek hayatımda başarılar dileyerek yazıyı bitirmişlerdi. Tek garip şey ise gönderinin yorumlarını kapatmış olmalarıydı. Gözlerimi devirip geri tuşuna bastım. Kadını tanıttıkları gönderi tekrar önüme geldi. Reklam yeni verilmiş olmasına rağmen şimdiden iki yüzden fazla yorum gelmişti. Sinirlerimi bozacağını bile bile yorumlar kısmına tıkladım ama beni hiç beklemediğim yorumlar karşıladı.

 

Kadından çok benimle alakalı şeyler yazıyordu. Yazıların çoğunluğu kimsenin zamanında bana randevu alamamış olmasıyla alakalı benzer yorumlar silsilesiydi. Yatağın içinde doğrulup dikkatle yazıların her birini okumaya başladım:

 

-"Hoş gelmiş, umarım randevu işleri Adal Hanımdaki gibi olmaz."

 

-"Psikolog Adal Bulut'a sadece bir defa randevu alabilmiştim. O da geç kaldığım için yandı. Ardından bir daha randevu falan alamadık. Bu kadında da böyle olacaksa ne için buradalar?"

 

-"Giden sarışın doktora sadece bir seans gelebilmiştim. Hoş, yetti de arttı aslında. Paramızla bile gidemediğimiz ve tek doktoru olan bir bölüm. Doktor sayısı arttırılmalı."

 

-"Adal Bulut o kadar naif bir doktordu ki... kızım onun sesinin bile ona huzur verdiğinden bahsederdi. Son zamanlarda sekreteri kendisine yoğun olduğundan dolayı randevu ayarlayamayacağını söylemişti ama kızımdaki değişim zaten fazlasıyla yeterliydi. Gidişine fazlasıyla üzüldük yolu açık olsun. Candan hanım'a ise merhabalar."

 

Şaşkınlıkla aralanan ağzımı kapatıp yorumları okumayı kestim. "Ne oluyor amına koyayım," diye mırıldandım kendi kendime. "Nasıl randevu yoktu?"

 

Gözlerimi ekrandan çekip amaçsızca odanın içerisinde gezdirmeye başladım. Okuduklarım gerçek miydi hiçbir fikrim yoktu. Tekrar telefonu elime alıp her birini ekran görüntüsü alıp kaydettim. Göğsümün ortasında beliren ve büyümesini önleyemeyeceğimden emin olduğum öfkenin acısını çıkartabileceğim tek bir kişi vardı. Erim. "Görüşelim Adal" yazılı mesaj kutusuna tıklayıp "bence de." Diye yanıtladım.

 

Gönderen: Erim

"Evde misin?"

 

Gönderen: Adal

"Hayır."

 

Gönderen: Erim

"Neredeysen gelip alayım seni."

 

Gönderen: Adal

"Şimdi değil. Akşam sekizde her zaman gittiğimiz yerde ol."

 

Mesajı gönderdikten sonra telefonu yatağın bir ucuna fırlatıp sinirle tırnak etimi kemirmeye başladım. Sinir katsayım her geçen dakika artarken daha fazla bu küçük odaya sığmayacağımı anladım. Hızlı adımlarla merdiveni indikten sonra kendimi dışarı attım. Evin bir çevresini dolaşıp arka bahçeye ulaştım. Burası huzur verici bir sessizliğe ve atmosfere sahipti. Ne tür olduğunu bilmediğim, yaklaşık yirmi metrelik ağacın gövdesine yaslanıp etrafı incelemeye başladım. Aralıklı ayında buraya geldiğimde bu ağacın altı altın sarısı minik yapraklarla doluydu. Nedenini bilmediğim bir şekilde hala çevrede kelebekler dolaşıyordu.

 

Kelebeklerin güzellikleri beni her zaman etkilemiştir. Nefes kesici anatomileri, renkleri ve yüzlerce türü... her birini ayrı ayrı görmeyi ve haklarında daha fazla bilgiye sahip olmayı istemişimdir. Hoş, hayatımın en büyük kalp kırıklılığını bana hatırlatmaları da fazlasıyla ironikti. Rastladığım yerde fotoğrafını çektiğim, çoğunlukla mavi kelebeklerin olduğu karelere bakarken kafamın bir köşesinde her zaman aynı gece tekrarlanırdı.

 

4 yıl önce...

 

Yüzümde aptal bir gülümsemeyle Viyana'da gezip görülecek yerleri araştırmaya başlamıştım. Orada geçireceğim her bir dakikanın verimli olması gerekiyordu. Sonuçta her zaman orada üç gün geçirme şansım olmayacaktı, bize güzel bir rota çizmem gerekiyordu. İlk belirlediğim nokta tabiiki de Viyana Kelebek Evi oldu. Fotoğraflarına bakarken bile içimde yüzlerce kelebeğin uçtuğunu hissediyordum. Oraya girdiğimde her bir köşesini incelerken çenemin ağrıyacağından emindim. Ve yanımda Erim gibi bir etmen vardı, onu göz ardı etmemin imkanı kesinlikle yok.

 

Yatağın üzerine uzanıp onunla beraber her şeyin ne kadar harika olduğuyla alakalı düşünmeye başladım. O ve ben. Şu an onun evinde, bizim yatağımızda yatıyordum. Tamam, belki bizim demek için her şey fazlasıyla belirsizdi, ama ben bu ihtimali düşününce bile kendimi kaybediyordum. Bir gün evleneceğimiz fikri kalbimi yerinden çıkartıyordu. Bilmiyorum belki de küçüklüğümden beri ondan hoşlandığım için bu kadar kendimi kaptırıyordum. Siyah gözlerini, güldüğünde sol yanağında oluşan derin gamzesini ve tatillerde uzattığı kirli sakalı... onunla alakalı her detay beni büyülüyordu. Baştan aşağı beni süzdüğünde kalp krizi geçirecek gibi hissediyordum.

 

Daha yirmi iki yaşında olduğum için onunla alakalı, daha doğrusu bizimle, kurduğum hayallerin şimdilik imkansıza yakın olduğunun bilincindeydim. Aslında her şey ona bağlıydı, dudaklarının arasından dökülecek herhangi bir söze bağlıydı. Biraz sonra gelip 'evleniyoruz' dese hiç düşünmeden üzerimdeki pembe şortlu pijamayla o 'evet'i demeye giderdim. Bu yüzden bazen aptal olduğumu düşünüyordum. Ama bu düşünce umrumda da değildi. Gerçekten, onu delicesine seviyorum.

 

Bazen büyümem gerektiğiyle alakalı nutuk çektiğinde bu aramızda ufak bir sürtüşmeye yol açıyordu. Birazdan peşimden geleceğini, gönlümü ne yaparsa yapsın alacağını bildiğim halde sinirle odaya çekiliyordum. Daha sonra da gerçekten yanıma gelip arkamdan bana sokulup kollarını bana doluyordu. Boynumda hissettiğim ılık nefesi bana her şeyi unutturuyor ve bedenimin etrafına sarılmış kolların arasında ufacık kalıp kayboluyordum. Bu gizli aşk fazlasıyla heyecanlı ve tutkuluydu. Damarlarımda gezinen bir yasaklı gibi bağımlıydım buna.

 

"Sen boş duvara mı gülümsüyorsun yoksa bana mı öyle geliyor?"

 

Gözlerimi sesin geldiği yöne çevirdim. Kaslı kollarını önünde bağlayan Erim, eşiğin ardında kapının kenarına yaslanmış bir şekilde beni izliyordu.

 

"Ne zamandan beri buradasın?"

 

"Birkaç dakika oldu."

 

Gülüp olduğum yerde doğruldum, "gelsene, ne dikiliyorsun orada?"

 

Olduğu yerden ırganmadı. Yüzündeki karmaşık duyguyu çözümlemeye çalıştım, pozitif olmadığı kesinlikle belliydi.

 

"Bir problem mi var?" Dedim temkinli bir ses tonuyla.

 

Burnundan güçlü bir nefes verip yavaş adımlarla yanıma yaklaştı, yatağın kenarına oturup beni kendine çekti. Bir şeyler dönüyordu, fazlasıyla can sıkıcı bir şeyler...

 

"Adal... biraz konuşmamız gerekiyor."

 

Güçlükle yutkundum, "tabii konuşabiliriz."

 

Göğüs kafesimi zorlayan kalbimi arka plana atıp dikkatimi tamamen ona verdim;

 

"Fazla tepki vermenden korkuyorum güzelim."

 

"Ne hakkında olduğunu öğrenebilir miyim? Eğer Viyana'ya gitmemizle alakalıysa o saçma kelebek bahçesi umrumda değil. Seni zora sokan hiçbir şey umrumda değil."

 

Yüzümü avucunun içine alıp okşadı, sıcaklığını hissetmek kısa bir süreliğine sakinleşmemi sağladı.

 

"Hayır tatlım, bununla alakalı değil."

 

Başını önüne eğip uzun uzun düşünmeye başladı. Süre uzadıkça saç diplerimde biriken ter damlacıkları ve yüreğimin üzerindeki ağrı, işleri zorlaştırmaya başladı.

 

"Erim sorun ne söyleyecek misin artık?"

 

Başımı eğip yüzüne baktım, Bakışlarındaki bilinmezlik, söyleyeceği şey için henüz hazır olmadığını açıkça belli ediyordu. Siyahlarını tekrar bana döndürdüğünde duygudan yoksun bir haldelerdi. Bu bir anlığına kendimden nefret etmeme sebep oldu. Rahatsızca olduğum yerde kıpırdandım.

 

"Adal bitirmemiz gerekiyor."

 

Donakaldım, düşüncelerim birbirinin içine geçti. Cümlesini doğru algılayıp algılamadığımdan emin olamadım. Derin bir nefes alıp geriye bıraktım. Parmaklarım saçlarımın arasına daldılar, daha sonrasında onları serbest bıraktım. Ellerime odaklandım. Onları nereye bırakmam daha doğru oldurdu hiçbir fikrim yoktu. Karşımda duran saate baktım. Telefona bakarken saat akşamın onuydu. Şimdi ise iki geçiyordu. Bu kadar olayın iki dakikada olmuş olamayacağını düşündüm. Yani duyduklarımın hiçbiri gerçek değildi. Karşımda oturan adamın yüzünü inceledim. Gözlerim onda kalmak istemedi. Sağ bacağım benden bağımsız bir şekilde titremeye başladı. İşaret parmağımın tırnağı, baş parmağımın tırnak etini fazlasıyla sert bir şekilde aşındırıyordu.

 

"Adal, bana bak."

 

Elimi yukarı kaldırıp onu durdurdum. "Ben şu anda bunu konuşmak istemiyorum tamam mı. Ne canını sıktıysa git kendi içinde hallet ve gel."

 

Ayağa kalkıp odadan çıktım. Ardımdan gelişini duyabiliyordum. Duraksayıp arkama döndüm, yüzündeki acımasız ifade fazlasıyla acı veriyordu.

 

"Adal. Sakinleşte adam akıllı konuşalım." Dedi ikna edici bir ses tonuyla.

 

"Neyi?"

 

Gözlerimi kırpıştırıp biriken gözyaşlarını dağıttım. Gülümsedim ama bu fazlasıyla acınasıydı. Büyük ellerinden birini sırtıma koydu, diğerini de belime. Beni kendine çektiğinde bu sarılmayı istemediğimi fark ettim. Bu şey sevgi dolu değildi, samimi hiç değildi. Avutmak, kandırmak için basit bir dokunuştan ibaretti. Kollarından kurtulmaya çalıştım ama buna izin vermedi.

 

"Bırak," diye sızlandım, "istemiyorum. Konuşmakta istemiyorum senin bana sarılmanı da."

 

Kollarının arasındaki çırpınışımı efor sarf etmeden küçük bir hareketle durdurdu. Benden fazlasıyla büyüktü, her anlamda. Ben de her zaman onun için küçüktüm, her anlamda. Beni koltuğa oturtup önümde eğildi. Ellerini çıplak dizlerime koydu, kalın parmakları tenimi usulca okşadı. Ona bakmak şu an fazlasıyla zordu.

 

"Adal... benim için her zaman çok özel ve önemli olacaksın."

 

Nefesimi tuttum. Cümlesi, bizim için bir sonun geldiğini ilan ediyordu. Yüzümü avuçlarımın içine gömüp gözyaşlarımı gizledim ama bu hıçkırıklarımı örtemedi. Küçük bir kız çocuğu gibi karşısında ağlıyordum. Başımı iki yana salladım, kabullenmek istemedim. Olamazdı, bir nedeni yoktu. Beni bırakmamalıydı. Bir kez daha yalnız kalmaya gücüm yoktu. Onsuz yapamayacağımı biliyordu. Dağılacağımı, yapayalnız kalacağımı biliyordu.

 

"Tatlım, sakinleş."

 

Yüzümü tişörtüme silip gözlerimi araladım. Ona baktıkça boğazım düğümleniyordu. Bu hissi, yanaklarımdan aşağı süzülen yaşlar da rahatlatamıyordu.

 

"Neden? Yanlış bir şey mi yaptım, sana bir şey mi dediler?" Dedim çatallı sesimle.

 

Başını iki yana salladı, "sen hiçbir şey yapmadın. Sorun... o ve benimle alakalı."

 

"O? Ezgi mi?"

 

"Evet."

 

Bakışları donuklaştı, kalbimin ortasında büyük bir boşluk açıldığını hissettim. Nefes almak fazlasıyla zorlaştı, evi dağıtmak istedim. Hatta yakmak. Ona aşık olmuş olma ihtimali, beni onun için terk ediyor oluşu göğsümün ortasında büyük bir yangının oluşmasına sebep oldu.

 

"Senin için zaten her şeyi görmezden geldim. Kendimi hiçe saydım, duygularımı bastırdım. Bazen içimde fırtınalar kopmasına rağmen tek bir tepki vermeden gün boyu ikinizi izledim. Herkesin sizinle alakalı yakıştırma cümlelerini duymazdan geldim, bazen de onlara katıldım. Ne yetmedi? Yoksa bana beni sevmediğini mi söyleyeceksin? Baştan beri onu mu seviyordun? Yoksa..."

 

"Adal dur, nefes al artık," dedi yüzünde acıma dolu bir ifadeyle.

 

Beni nefes nefese bırakan cümleleri peşi peşine sıraladıktan sonra titrek bir nefes alıp geriye bıraktım. Bu kesinlikle yeterli olmadı. Ayağa kalkıp ondan uzaklaştım. Tekrar odaya döndüm, ardımdan kapıyı hızla kapattım. Bu daha da büyük bir hata oldu. Her gece beraber yattığımız yatağa bakmak beni daha çok delirtti. Parmaklarımı saçlarımın arasına geçirip yolarcasına sıktım, boğazımı yırtarak aşan tiz çığlığım odanın içinde yankılandı. Onun yüzü gözlerimin önüne geldi. Pürüzsüz beyaz teni, büyüleyici kahverengi gözleri, bir mankeni aratmayacak uzun, mükemmel bacakları, başarısı ve parası... boğulacak gibi hissettim. Haklıydı, böyle biri varken neden beni seçsin ki diye düşündüm.

 

Yere oturup sırtımı yatağın kenarına yasladım. Sakinleşmem gerekiyordu. Belki de bu evden çıkıp kendi evime geçersem daha iyi oldurdu. Uyusam... içimde büyük bir öfke vardı. Ne düşüneceğimi, ne hissedeceğimi bilmiyordum. O kadar karmaşıktım ki bu hissiyat tüm bedenimi helak etti. Kapı aralanınca göz göze geldik. Nasıl bu kadar sakin kalabiliyordu? Nasıl yaşanmışlıkları hiçe sayıp bana bunları diyebiliyordu? Gözlerimi kapatıp başımı geriye attım.

 

"İyi misin?"

 

"Ne zaman susacaksın, canımın yandığını görmüyor musun? Yaşadıklarımızın hiçbiri umrumda değil, anladım. En azından benim duygularıma saygı duy."

 

"Eğer şimdi bu konuşmayı yarım bırakırsak canın daha çok yanacak, emin ol. Her şey muallakta kalacak ve bu sinirlerini bozacak. Kabullenmek istemediğinin farkındayım ama..."

 

"Ama ne!?" Ayağa kalkıp karşısına geçtim.

 

"Ama bitmek zorunda."

 

Duruşunu dikleştirip gözlerini benden çekti. Yüzünde herhangi bir duygu kırıntısı bulamadım. Azıcık bile olsun üzgün ya da mutsuz görünmüyordu.

 

"Hiçbir şey sen istemediğin sürece bitmek zorunda değil. Bu güce sahip olduğunu biliyorum," dudaklarım titredi ama meydan okurcasına karşısında dikilip onun aksine yüzüne bakmaya devam ettim.

 

"Bazen benim de bazı şeylere gücüm yetmeyebiliyormuş demekki." Dedi iç yakıcı bir tonda.

 

"Neye yetmedi? Hislerine mi?"

 

Aramızda kısa bir sessizlik yaşandı. Ardından başını eğip bana baktı. Bakışlarında bana ufakta olsa teselli verecek, sakinleştirecek hiçbir şey yoktu. Belki şu anki yaşananlardan dolayı buruk olduğunu hissetseydim onun yerine kendimi 'bak o da üzgün, bir yerlerde bunu istemiyor' diye teselli edip rahatlatabilirdim. Ama olmadı, o üzgün değildi. Bu farkındalık bana kendimi daha çok kötü hissettirdi. Sanki başından beri tüm duyguları yaşayan taraf benmişim ve o da bana ayıp olmasın diye bana katlanan tarafmış gibi...

 

"Adal ben evleniyorum."

 

Dudaklarımın arasından sesli bir nefes verdim. Midem kasıldı; yüzümü acıyla buruşturdum, kaşlarım öfkeyle çatıldı. Hala karşımdaki adama bakıyordum. İşkencesini durdurmasını, bana bir şeyler söylemesini, önünde harap oluşuma bir tepki vermesini bekledim. Bana acımasını ve sarılmasını istedim, fazlasıyla ezik bir durumdaydım.

 

"Ne?"

 

"Öyle," yutkundu, "ayrıca bir müddet buralarda olmayacağız. Bu senin hastanedeki işini etkilemeyecek, merak etme." Dedi tok bir sesle.

 

Histerik bir şekilde güldüm, "ne işi? Sen ne işinden bahsediyorsun?!" Diye haykırdım. Göğsünden onu sertçe ittirdim, "sen benimle dalga mı geçiyorsun?"

 

Kollarımı sıkıca kavrayıp beni sert bir hamleyle arkamdaki duvara yasladı, "benim için kolay mı sanıyorsun, ha?"

 

İyice koyulaşan gözlerini yüzümün her bir köşesinde gezdirdi. Ardından sakinleşmek ister gibi yavaşça gözlerini kapattı.

 

"Çocukça davranmayı bırak Adal. Kendine gel, toparlan. Güzeldi evet ama bitti. Anlıyor musun beni? Dünya sadece senin başına yıkılmadı."

 

"Öyle mi?" Dedim zoraki. Tükenmiştim, bedenim zangır zangır titriyordu. Yanda duran boy aynasından halime, yüzüme baktım. Ağlamaktan şişmiş gözlerim, kızarmış burnumla fazlasıyla sefil görünüyordum. Görüntümden utanç duydum. Aynadaki kıza sırıttım. Her zaman böyle zavallı mı gözüküyordum acaba diye düşündüm. Erim beni sarsıp ona dönmemi sağladı.

 

"Beni korkutuyorsun. Yapma böyle, kendini üzme artık."

 

"Bana kendimi üzmemem için neden ver." Dedim gözlerinin içine bakarken.

 

İyice yaklaşıp alnını benimkine dayadı, "her zaman benim biriciğim olacaksın." Diye fısıldadı.

 

Yavaşça dudaklarına uzandım, öpüşüme karşılık verdi. Sıcak kavurucu bir çölde, bir damla su bulmuşum gibi onu taparcasına kendime çektim. Elleri kalçalarıma kadar indi, dokunuşu içime rahatsız edici bir huzur verdi. Vücudum belki onu kararından geri döndürürdü, beni terk etmezdi. Neden olmasın? Utanç verici bu istek, onu kaybetmenin vereceği acıdan daha az hasar bırakacaktı, emindim. Ama beklediğim gibi olmadı. Erim kendini geri çekip nefes nefese bedenini kapıdan tarafa döndü. O an gerçekten bittiğimizi anladım ve bu geri dönülemez bir uçurumun kıyısında düşmek üzereymişim gibi hissettirdi.

 

"Hani basit bir oyundu, şimdi ne değişti? Neden beni terk ediyorsun?" Diye fısıldadım.

 

"Hislerim." Dedi büyük bir utanmazlıkla.

 

Söylediği kelime zihnimde tekrarlandı. Hislerim, hislerim, hislerim... Yüzüne tükürmek istedim. Dudaklarım tiksintiyle yukarı kıvrıldı. Kusmak, kendimi sağa sola atıp vücudumu paramparça etmek istedim. Ama yapmadım, çünkü değmezdi. Adiydi, mide bulandırıcıydı. Kararsızlıkla tekrar bana dönüp saçlarıma hızlı bir öpücük kondurdu.

 

"Kendine sahip çık Adal, dediğim gibi ben buralarda olmayacağım. Geldiğimde illaki görüşürüz."

 

Cümlesinin ardından kapıyı çekip çıktı. Üzerime çöken ağırlıkla beraber kendimi yere bıraktım. Yanaklarımda kuruyan gözyaşlarım mı daha donuktu yoksa kalp atışları mı bunun kararını veremedim. Sadece kalkacak gücü bulana kadar oturdum.

 

Günümüz

 

Gözümü daldığı yerden alıp gri gökyüzüne çevirdim. Anıların içinde yaşanan duyguları tekrardan hissetmek biraz ağır gelmişti. Fark ettiğim şey ise bunları anımsamanın eskisi kadar acı verici olmamasıydı. Bu az da olsa özgüvenimi yerine getirdi. Karşımda duran, evin içerisinden buraya açılan kapıya ve iki tarafına konumlanmış büyük pencerelere baktım. Bu oda, merdivenlerin ortasında duran iki kapılı kapının ardında duran odaydı. Neden kullanılmadığıyla alakalı hiçbir fikrim yoktu.

 

Yaslandığım ağaçtan ayrılıp ağır adımlarla eve yaklaştım. Cam kapının sağ tarafındaki pencereden içeriyi gözetlemeye çalıştım. Kalın perdelerden kesinlikle hiçbir şey gözükmüyordu. Kapıysa boydan boya jaluzi perdeyle kaplıydı. Kısa bir iç çekişin ardından arkama döndüm. Son bir kez şimdilik cansız olan bitkileri inceleyip içeri girdim.

 

***

 

"Elimi yaktım," diye ciyakladı Dicle.

 

"Bakayım."

 

Gözlerimi tencereden çekip bana doğru uzattığı ince kısa parmaklarına baktım. Üç parmağının bir bölümü dalgalı bir çizgi halinde boylu boyunca kızarmıştı. Yanık küçük bir yerdeydi ama narin derisi için fazla acı verici gözüküyordu.

 

"Sakın soğuk suyun altına sokma. Bir zaman sızlar ama acısını daha hızlı unutursun. Diğer türlü sürekli sana kendini hissettirir."

 

Düşürdüğü kaşlarıyla düşünceli bir şekilde parmaklarını inceledi. Derin bir nefes verip dudaklarını birbirine bastırdı. Sağ eli olduğu için haliyle bu onun günlük yaşamını bir zaman etkileyecekti.

 

"Evde yanık kremi falan var mı? Hatta sargı bezi de lazım olur gibi."

 

"Bilmiyorum. Kahra Bey'e sormamız lazım. O bilir."

 

Bıkkınca gözlerimi devirip üst katın yolunu tuttum. Odanın önüne geldiğimde İki defa kapıyı tıklattım, ardından içeri girdim. Kahra, balkon kapısının yanında duran koyu renkli ahşap masanın önünde, aynı renkten sandalyenin üzerine kurulmuş bir şeylerle ilgileniyordu. Ağır bir şekilde kafasını çevirip ela gözlerini benimle buluşturdu.

 

"Evde yanık kremi var mı Kahra?"

 

Umursamaz bir tavırla omzunu silkti, "ben nerden bileyim?"

 

"Dicle'nin eli yandı."

 

Hiçbir şey demeden ayağa kalkıp odadan çıktı. Banyoya girip bir yerleri karıştırdıktan sonra elinde küçük bir krem tüpü ve sargı beziyle yanıma geldi. Değerlendirici bir bakış attıktan sonra aynı sessizlikle aşağı kata yöneldi.

 

"Bana versene." Dedim peşinden merdivenleri inerken.

 

"Sen beceremezsin."

 

Güldüm, "krem sürmeyi mi?"

 

"Evet."

 

Mutfağa girer girmez Dicle'nin öne doğru uzattığı eline baktı.

 

"Aşçıyı eve geri çağıracağım ve sen de buna itiraz etmeyeceksin." Başını iki yana salladı, gözleri hala parmaklarının üzerindeydi. "Ne diye seni dinleyip bu kararı verdiysem," diye söylendi kendi kendine.

 

Tüpün kapağını açıp parmak ucuna bir miktar krem sıktı. Ardından nazikçe kremi kızaran yere yaydı.

 

"Elini şimdi sarmayacağım, yara kremi biraz emsin."

 

Dicle, ürkek bakışlarla Kahra'ya bakarken başıyla onu onayladı. Ardından beraber salona geçtiler. Odaya girer girmez gözlerim büyük saati buldu, ibreler yediyi çeyrek geçtiğini işaret ediyordu. Erim'e verdiğim saat sekiz sözünü hatırladım. Bu düşünceyi arka plana atıp geniş koltukta oturan ikiliye yaklaştım.

 

"Biraz daha iyi misin?"

 

Sorumla beraber Dicle'nin bakışları beni buldu, hafifçe başını aşağı yukarı salladıktan sonra tekrar Kahra'ya döndü. Eli onunkilerin üzerindeydi. Sabırsızca yerinde ırgandı.

 

"Ben masayı kurayım o zaman. Siz oturun."

 

Kesinlikle Kahra ile aynı masada oturmayacaktım. O sonsuz metre uzunlukta gibi gelen masasında tek başına yemeğini yiyebilirdi. Dicle'yi istemiyorsa beni de orada göremeyecekti. İlk önce ona bir servis açıp ardından tabağını getirdim. Dicle'yle bana da mutfaktaki masayı kurduktan sonra tekrar yanlarına döndüm. Kahra ayağa kalktığında kurulan masaya baktı, tek oturacağını fark etti. Kısa bir anlığına göz göze geldik. Bakışlarındaki karanlık fazlasıyla tekinsiz gözüküyordu. Arkama dönüp kapıya yöneldim. Odadan dışarı adımımı atar atmaz bileğimi kavradı ve beni kendine döndürdü.

 

"Burada yiyorsun, benimle beraber."

 

"Hayır. Dicle kendi yiyebilecek durumda değil. Hem ona yardımcı olacağım. Ayrıca artık yemeklerimi onunla beraber yiyeceğim. Ve sen de," arkasında duran masayı işaret ettim, "burada yemeğini yemeye devam edebilirsin. Yalnızlığı seviyorsun ya..."

 

"Bu senin için geçerli değil," dedi sert bir şekilde.

 

"Umrumda değil."

 

Soğukkanlılıkla elalarına bakmaya devam ettim. Kahra kaşlarını çatıp belli belirsiz dudaklarını oynattı. Karşılıklı sessiz dikleşmemizi bir zaman sürdürdük. Gözlerim kısa bir anlığına aramızda beliren Dicle'ye kaydı.

 

"Burada yiyebilirsin Adal, ben iyiyim."

 

"Hayır. Biz içeride yiyoruz, o burada."

 

Dakikalar sonra aynı masanın etrafında toplandık, Dicle sayesinde. Masanın diğer ucundaki Kahra, sinir bozucu bakışlarını üzerimden çekmemekte yeminli gibiydi. Dicle'nin gözleri ise gerginlikle ikimizin arasında mekik dokuyordu. Yemeğimle ilgilenmeye başladım, iştahım yoktu. Bunun asıl nedeni gergin olmamdı. Düşünceli bir şekilde tabağımdaki yemekle oynayıp durdum.

 

"Ye şu yemeği artık." Diye emretti.

 

"Bundan sana ne?"

 

"Sinirlerimi hoplatıyorsun çünkü."

 

Tabağı ileriye doğru ittirip masadan kalktım.

 

"Bana bir daha emretme Kahra, gerçekten bozuşuruz." Arkamı dönmek üzereydim ki duraksayıp masaya baktım. "Ayrıca bu masa o kadar sinir bozucu ki... sanki evde yirmi kişi yaşıyoruz anasını satayım." Diye bağırdım. Bu benim de beklemediğim bir hareket oldu.

 

Hızla merdivenleri tırmanıp odama girdim. Üzerimi değiştirdim, birkaç dakika gergince odanın içinde volta atıp durdum. Saate baktım, hızla akan bir şelale misali sürekli bir şeyler düşünen zihnimi susturmaya çalıştım. Zaman geldiğinde çantamı alıp odadan ayrıldım. Elim özellikle telefonumun varlığını kontrol etti. Evdekilere görünmeden bir hayalet misali usulca evden ayrıldım.

 

***

 

E&A Kareoke Bar. Mekandan metrelerce uzakta olsam bile neon ışıklarla yapılmış bu göz alıcı tabelayı görebiliyordum. Yaklaştıkça nefes alış verişlerim sıklaştı, ensemden aşağı uyarıcı bir ürperti geçti. Onu, yıllar sonra her zaman gittiğimiz mekanda görmek, konuşmak... fazlasıyla uçuk ve nefes kesici bir hissiyatı vardı. Burayı ilk kez tabelası asılırken görmüştük. İkimizin baş harfinin bu mekanı süslemesi o zamanlarda bana efsanevi bir şey gibi gelmişti. O gün, "burası açılır açılmaz geleceğiz. Sürekli geleceğiz," diyip onun boynuna atlamıştım. O da bunu zevkle kabul etmişti.

 

Kapının önüne geldiğimde onu, arabasının önüne yaslanmış bir şekilde etrafı izlerken buldum. Simsiyah gözleri soğuk, karanlık gecenin içinde bir yıldız gibi parladı. Uzunca beni süzdü, nefesimi tuttum. Tabii bunu asla fark ettirmedim, oldukça kendinden emin bir duruşla yanına yaklaştım. Aynı renkteki paltolarımızla ne uyumluyduk ama... İkimiz de konuşmadık. Olduğu yerden ayrılıp mekana yöneldi. Benim için araladığı kapıdan içeri girdim.

 

Buranın sıcak ve kendini evindeymiş gibi hissettiren atmosferi asla değişmiyordu. Bar masasının etrafına konumlanmış, rahatsız edici ve kaygan taburelerin üstünde oturan insanların bir çoğu çoktan alkolün etkisiyle zihinlerinin içinde gezinmeye başlamıştı. Bazısı düşünceli halde, çalan şarkının melodisine kendisini kaptırıp anıların etkisinde, boş gözlerle etrafı seyrediyordu. Öteki taraftan platformun üstünde çocuksu bir heyecan içinde şarkı söyleyen insanlar, onları kocaman gülümsemeler ve ritme uygun danslarıyla beraber izleyen yakınları vardı. Herkes bir şekilde buradaydı ve her şey güzel bir akışta işliyordu.

 

Bir şeyler almayı pas geçtim, gözüme kestirdiğim masalardan birine oturup rengarenk ışıkları seyretmeye başladım. Erim, elinde büyük bir bardakla karşıma geçti. Oturduğunda çenesini eline dayadı, odağını tamamen bana vermişti. Gergin bir şekilde parmaklarımı birbirinin arasına geçirip ovuşturdum. Nerden başlamalıydım bilmiyordum.

 

"Bir şey içmeyecek misin?"

 

"Buraya bir şeyler içmeye gelmedim."

 

Diliyle dudağını ıslatıp arkasına yaslandı. İçli bakışları, beni fazlasıyla anlamlandıramadığım bir duygunun içine sürüklüyordu. Ona kısa bir anlığına baktığımda bile gözlerinin karanlığında kaybolacağımı hissediyordum.

 

"Peki ne yapacağız burda tatlım?"

 

Yüzüm iğrentiyle kasıldı, "bana şöyle seslenmeyi bırak Erim."

 

Hafifçe başını sallayıp öne doğru eğildi, "güzelim diyebiliyor muyum peki?"

 

"Hiçbir şey diyemiyorsun. Konuşmamız gereken şeyler var," dedim telefonumu çıkarırken.

 

Tek kaşını kaldırıp sessizce beni izlemeye koyuldu. Üzerimdeki korkak tavrı atıp galerimi açtım ve telefonu masanın ortasına koyup ona çevirdim. Hızlı bir incelemeden sonra bakışlarını kaldırıp bana baktı.

 

"Bunlar ne demek oluyor?"

 

"Bana mı soruyorsun? Sahibi olduğun hastanenin içinde dönen entrikalardan bir habersin. Tabii," yüzüme iğneleyici bir gülümseme yerleşti, "sadece Ezgi'yle ve onun babasının gönlünü hoş tutmayla ilgilendiğin için bunlar hakkında fikrinin olmaması normaldir."

 

Tüm dediklerimi umursamazca arka plana atıp, "kim sana neden böyle bir şey yapsın ki?" Diye sordu.

 

"Beni dipten alıp zirveye çıkardığın için olmasın? İnsanların dikkatini çektim, kötü anlamda. Hepsi benden nefret ediyordu, zaten oraya, o konuma getirilmemle fazlasıyla bir şeyler elde ettiğimi ima edip duruyorlardı."

 

Bıkkın bir tavırla burun kemerini sıktı, "Adal ben seni dipten falan almadım. Sen bölümü üçüncülükle bitirdin. Anlıyor musun?"

 

"Ama birinci değildim, ya da ikinci. Her neyse umrumda olan şey bu değil zaten. Bu okuduklarının hepsi işimin sabote edildiğinin kanıtı. Sırf kurulda düşük performans gösterdiğimle alakalı konuşulsun ve sözleşme fes edilsin diye yaptılar hepsini. En zoruma gidense bunları kendileri yapmamışlar gibi her gün aşağılayıcı bakışlarla beni huzursuz etmeleriydi. Bu bildiğin psikolojik şiddet."

 

Dudaklarımın arasından titrek bir nefes döküldü. Sıkıntıyla alnımı ovaladım.

 

"Ben bazı günler işe bile gitmedim, çünkü iş yoktu Erim. İnsanlarla seanslarımı tamamlayamadım ve bu yüzden kendimden tiksindim. Onların beni başarısız olarak yaftalamalarını kabullendim. Oraya gittiğimdeyse o masanın arkasında bomboş otururken kendimi ne kadar aptal, değersiz ve işe yaramaz hissettim biliyor musun? Bilmiyorsun çünkü beni bile bile onların arasında yalnız bıraktın ve sevgilinle düğün planları yapmaya koyuldun."

 

Sözcüklerimi iyi seçip seçmediğimden emin değildim. Sadece tüm bu yükü üzerimden atmak istedim, bütün zehrimi kustum. Öfkeliydim ve bunu bastıramadım. O ise sustu. Gözlerindeki sertlik içimi titretti. Bakışlarındaki şeyi onu tanımayan biri olsaydı nefret diye yorumlayabilirdi. Benim gördüğüm şey ise şu an fazlasıyla afallamış olduğuydu, bunu öfkeli bakışlarıyla çok iyi gizliyordu. Yüzümü ondan ters tarafa döndürüp sahnedeki heyecanlı kadına baktım. Şarkısını okumak üzere müziğin girmesini bekliyordu. Melodi yavaş yavaş mekanın içerisinde yankılanmaya başladığında sözler okunmadan hangi şarkı olduğunu anladım. Sözler başladığında aynı anda kafamdan tekrarladım:

 

"I was seated by myself and you came

You asked me to take your hand, again

You told me if I'm nice, we would be together

So I'm doing my best, but we're not

...And you would be nice too (...)

But don't you touch me

'cause it means so much to me."

 

Şarkı bittiğinde gözlerimi kapadım, dinlemek fazlasıyla zor gelmişti. Pencereden dışarıya baktım. Savurucu rüzgarların arasından çakan şimşekler göğü aydınlattı. Neden hala burada oturuyordum bir fikrim yoktu. Şu an onunla beraber olmak zordu, sinir bozucu derecede boğucuydu ama kalkıp gidemiyordum da.

 

"Seni böyle düşünmeye iten şeyin sadece onların olmadığını biliyorsun. Sen psikoloji okurken başkalarının ruhlarına bakmak için değil, kendi ruhuna bakıp onu iyileştirmek için bunu yaptın Adal." Dedi hiç beklemediğim bir dobralıkla.

 

"İşte bu yüzden birilerine iyi geleceğine, onlara yara bandı olabileceğine inanmadın. Çünkü sen, zihnindeki sana iyi gelip gelmediğinden bile emin değildin. Kelin ilacı olsa başına sürer misali. Ama gerçekler böyle değildir. Küçük Adal'ın ruhuna merhem olamadın, kendi içindeki yaraları saramadın diye başkalarına etki edemeyeceğin anlamına gelmez bu. Ayrıca tek başına yaralarını saramazsın çünkü birine odaklandığında öteki kanar."

 

Dişlerimi sıkıp gevşettim, bunu birkaç kez tekrarladım. Konu ben olunca büyük bir acımasızlığa sahipti, hem de sevgi doluydu. İkisini de zirvede yaşatıyordu.

 

"Sen de bu yaraları benimle beraber sararken bir anda kabuk bağlayanları da deşip üstüne yenilerini açmayı mı tercih ettin?" Dedim onun acımasızlığında.

 

Tam o anda telefona gelen bildirimle beraber ikimiz de bakışlarımızı aşağı çevirdik. Erim'in kaşları ilgiyle çatıldı, hızla telefonumu önünden aldım.

 

Mesajı okudum: "odana baktım yoktun. Yine mi evi terk ettin psikolog?" Ardından bir tane daha geldi, "hemen eve gel Adal, beni delirtiyorsun."

 

"Kimdi bu?"

 

"Sana ne?"

 

Telefonu parmaklarımın arasından çekip mesajı okudu. Gözleri kocaman açıldı, parmağıyla ekranı işaret etti, "kim bu K? Eve gel de ne demek?"

 

Sakince omzumu silktim. Ardından arkama yaslandım. Sinirden köpürüşünü izlemek oldukça zevkli olacaktı.

 

"Adal... kim bu?" Diye sordu, öfkeden deliye dönmek üzereymiş gibi görünüyordu.

 

"Yeni işim."

 

Gözlerini kırpıştırdı, "ne?"

 

"Doğru duydun, yeni işim. Birinin kişisel psikologluğunu üstlendim. Buna da mı karışacaksın?" Dedim rahat bir tavırla.

 

Şaşkınlıkla ağzını araladı. Ardından toparlanıp elleriyle sertçe yüzünü sıvazladı.

 

"Sen ne dediğinin farkında mısın? Kim bu kadın? Ne için böyle bir şeyi kabul ettin?"

 

"İnan seni zerre ilgilendirmiyor. Ayrıca kendi kendine cinsiyetine karar vermen aşırı komik."

 

Öne doğru eğildi, "ne yani, erkek mi?"

 

Sıkılmaya başlamıştım, gözlerimi devirdim, "yeter bu kadar boş laf. Sanki beni önemsiyormuşsun gibi davranman da yetti artık." Diye çıkıştım. "Seninle benim aramda artık hiçbir şey kalmadı," gözlerimle telefonu işaret ettim, "şu aptal durum hariç. O yüzden beni sorgulamayı kes çünkü buna zerre hakkın yok."

 

"Seninle benim aramda asla bitmeyecek bir şey var, bunu sen de biliyorsun." Dedi. Dudakları sinsi bir çekicilikle yukarı kıvrıldı.

 

Kollarımı masanın üstüne koyup ona doğru eğildim, "hiç sanmıyorum," dedim. göz bebekleri irileşmişti, yüzü fazlasıyla yakındı. "Biz biteli yıllar oldu, sen bitirdin."

 

Geri çekildim, arkama yaslanıp kollarımı önümde bağladım. Aklım Kahra'daydı. Eve dönmem gerekiyordu, saat gece yarısına doğru yol almıştı.

 

"Acıklı ayrılık hikayemizi mi konuşacağız sürekli?" Diye sordu dümdüz bir ses tonuyla.

 

"Hayır, zalimce beni terk edişini konuşacağız. Ve evet, sürekli."

 

İfadesini hüzünlü bir buğu kaplar gibi oldu. Yüzünü incelerken buna katlanamadığımın farkına vardım. O gerçek değildi, tümüyle sahteydi. Duyguları, sözleri, yeminleri, dokunuşları... sonsuzluğa adım atıyormuşsun gibi hissettiren siyahları... İşte Erim buydu. Her cümlesi akıl karıştırıcıydı. Sahte gerçekliğinde insanı süslü yalanlarla uyutabilirdi, bunu becerebilecek kadar büyüleyici bir yapıya sahipti.

 

Dramatik bir şekilde ellerini yumruk yapıp alnına dayadı, "her şeyi bok ettiğimin farkındayım. Seni bırakmak zorundaydım Adal, bunun benim için ne kadar zor olduğunu asla bilemezsin."

 

Dişlerimi sıktım, sert bir şekilde elimi masaya vurdum, "Sus artık, aynı şeyleri tekrar etmekten yorulmadın mı? Senin için tek gerçek paraydı, Erim. Evlenmek zorunda falan değildin ama bunu tercih ettin. Sırf babası hastaneye ortak olsun, işler tıkırında yürüsün istedin. O da kızını sana peşkeş çekmeye dünden hazırdı zaten."

 

"Hiçbir şeyden haberin yok." Dedi kafasını iki yana sallarken. Aramızdaki gerginliğin dozu yine artmaya başlamıştı.

 

Umursamazca elimi salladım, "Allah aşkına söylesene ne için gittin? Neydi bu zorunluluk?"

 

"Ezgi... Ezgi hamileydi."

 

Bir anlığına kahkaha atacağımı düşündüm, ama üzerime garip bir sakinlik çöktü. Bunun yerine kaskatı kesilmiş halde gözlerimi kırpıştırdım. Kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalktı, dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Erim tamamen çuvalladığını fark edince şekilden şekile girdi. İlk önce kısık bir küfür savurup gözlerini kapattı. Sonra ellerini öne uzatıp başını iki yana salladı, "Adal, Adal. Bana bak, sandığın gibi bir şey değil," diye mırıldandı. Küçük bir çocuğu hayaletlerin gerçek olmadığına inandırmaya çalışan ama elinde hiçbir kanıt olmayan aptal bir ebeveyn gibi gözüküyordu.

 

Derin bir endişeyle yüzümü inceledi. Ne çeşit bir tepki vereceğimi kestirememesinin getirisiydi bu, anlayabiliyordum. Komik olsansa bunu benim de bilmememdi. Donup kalmıştım, verebildiğim tek tepkiyse cümlesini duyduğumdaki afallayışımın yüzüme yansıttığı hareketlenmeydi. Sessizce masadan kalkıp mekandan çıktım. Hızlı adımlarla yaklaşık otuz metre ötedeki durağa yürümeye başladım.

 

"Adal, dur. N'olursun," dedi nefes nefese. Bana yetişmişti. Bunun gereksiz bir çaba olduğunun farkında değildi. Duraksamadan yürümeye devam ettim. Beni geçip tam önümde durdu.

 

"Saçmaladım. Yani benimle bir alakası yok. Aslında var ama sandığın gibi olmadı," diye bir şeyler geveleyip durdu. Cümlesini bitirdiğinde ellerini dizlerine dayayıp soluklandı, komikti. Yanından geçip yürümeye devam ettim.

 

"Hiçbir yere gitmiyorsun, konuşacağız," dedi kolumu tutup.

 

O an çıldıracağımı, çığlıklar eşliğinde suratına tırnak geçirip tüküreceğimi düşündüm. Sinirden titremeye başladım. Bu düşündüklerimin hepsini yapabilirdim, bu yüzden ondan uzaklaştım ama bir yere ayrılmadım.

 

"Bana ne?"

 

"Ne demek bana ne?"

 

"Anlamıyor musun? Umrumda değil artık," diye bağırdım yüzüne karşı. "Bak, istersen hastanedeki tüm kadınları hamile bırakmış falan ol, herkesle seviş. Benim yerime tüm kadınları koy. Bunların hiçbiri geçmişi ya da geleceği değiştirebilecek bir şey değil. Ne deniyorsun bilmiyorum, üzerine düşünmeyeceğim de. Biz, benim sana aptal olduğum zamanlarda boktan bir anı olarak kaldık ve oradan çıkmayacağız da." Kısa bir anlığına duraksayıp içime titrek bir nefes çektim.

 

"Ezgi'yle ne yaşadınız umrumda değil. Sen umrumda değilsin. Biz geri dönülemeyecek bir şekilde yok olduk. Hiçbir şey bu kırılmışlığı yeni baştan bir araya getiremez, biz tuzla buz olduk Erim. Bana şimdi söyleyeceğin herhangi bir şey ikimizi geri getirmeyecek. Bana dokunduğunda eskisi gibi hissedemeyeceğim. Sen de bunun farkında olacaksın. Ve senin bana yaşattıklarını, yaşatacağın hiçbir şey silemez. Beni bırakışına sunduğun herhangi bir bahane bunları değiştiremeyecek kadar hiç. Şimdi ise ne yaparsan yap, bende açtığın yaralardaki izleri yok edemezsin. O yüzden denemeye bile kalkışma."

 

Sözlerim bittiğinde ben de bitmiştim, dizlerimin bağı çözülmüş gibi hissediyordum. Ama yere yığılamayacak kadar haraketsizdim. Sanki o günkü yarım kalmışlığın ağırlığı göğsümün içinden uçup gitmişti. Rahatlamam gerekiyordu, öyle değil mi? Hayır. Öyle olmadı. Bu sefer yerine başka bir ağırlık, bambaşka bir duygu oturdu. Daha da ağırlaştığımı hissettim. Bitirmek daha da zor gelmişti. Yarım kalmışlıkta bir yerlerde hala birbirimize aittik, bunu hissetmek belki de içimde kopacak olan fırtınaları bastırıyordu. Bunu fark etmek içimi titretti, ne yapacağımı bilemez hale geldim. İkimizin gözlerinde kırgınlık yerine ruhsuz bakışlar yerini almıştı. Bizden vazgeçmeyen bendim, bu bir yerlerde ikimizin arasındaki bağı koparmıyordu. Cümlelerimin ardından Erim için de bunun sonlandığını anladım.

 

Burada daha fazla kalamazdım, bir anlamı da yoktu zaten. Bu sefer arkamı, bir daha geriye dönmeyeceğimi bile bile dönüp yürüdüm. Onun benim canımı yaktığı gibi onunki de yansın, yaşadıklarımı hissetsin istedim. Ama bu sefer de yine acılar içinde kıvranan taraf ben olacaktım. Burnumu çekme isteği geldiğinde gözlerimin dolduğunu anladım. Gözlerimi kırptığımda yanaklarımdan aşağı inen yaşlar buz gibiydi.

 

***

 

Bugün toplamda iki kez terk ediliş yaşamıştım. Birincisi kafamda tekrar o günü hatırladığımdaydı. İkincisiyse bir saat önce tam anlamıyla bizi bitirişimdeydi, oldukça zordu. Nefessiz haykırışlarımın ardından odamda hiçbir şey olmamış gibi üstümü değiştirip daha sonrasında Kahra'nın yanına gitmek... içten içe ölüyorum ama bunu geri plana atıp kusursuzca saklamalıyım, şimdilik. Normalde bir insan böyle bir şey yaşadığında desteğe ihtiyaç duyar ya da yalnız başına hıçkırıklara boğulmak ister. Ben tam tersine yardıma gidiyorum, bu halde. Kahra garip bir şekilde dış duygulardan soyutlanmama neden oluyordu. Onunlayken sadece kafam onda oluyor, dışarıda ne yaşadıysam geride bırakabiliyordum.

 

Ya işkoliktim ya da onun üzerimde apayrı bir etkisi vardı. Hiçbir fikrim yok. Kapısının önüne geldiğimde direkt içeri girdim. Yatağın öteki tarafında, arkası bana dönük bir şekilde oturuyordu. Anında gözlerini kapıya döndürdü. Yüzünde sevimsiz bir ifade vardı. Haşin bir tavırla ayaklanıp ellerini arkasında birleştirdi, ağır adımlarla karşıma geçti.

 

"Neredeydin?"

 

Verebileceğim düzgün bir cevap aradım. Ve bu sadece aramayla sınırlı kaldı, ağzımı bir şeyler demek için araladım ama diyebileceğim bir şey bulamamıştım. Tekrar geri kapatıp öylece kalakaldım. Bana biraz daha yaklaşırken başımı arkaya doğru eğdim, odağım elalarına takılı kaldı. Gözbebekleri farkedilebilir bir şekilde büyümüşlerdi. O kadar belirginlerdi ki madde kullanıp kullanmadığından emin olamadım.

 

"Sadece basit bir soru sordum, neredeydin? Tekrarlatma." Dedi. Sesi oldukça sakin ama bir o kadar da tehditkar çıkmıştı.

 

"Eski bir arkadaşımla görüşmem gerekiyordu," diye kekeledim. Hafifçe başını sallayıp bana arkasını döndü ama yerinden ırganmadı.

 

"Bundan sonra hafta içi dışarı çıkmayacaksın, benimle beraber olacaksın ve eğer çıkacak olursan da ben seninle gelirsem çıkabileceksin." Tek nefeste cümlesini bitirip tekrar bana döndü, "Yasaklıyorum."

 

Hali hazırda o kadar doluydum ki bu yasağa, ailesi tarafından saçma bir partiye gitmesine izin verilmemiş bir ergen gibi kavga çıkarıp ardından duvarları yumruklayarak ağlayıp isyan edebileceğimi düşündüm. Yaptığım tek şey ise, "yapamazsın," dedikten sonra inkar eder gibi başımı iki yana sallamak oldu.

 

"Öyle bir yaparım ki," dedi benim aksime başını zevkle yukarı aşağı sallarken.

 

"Ne gerekçeyle?"

 

"Git sözleşmeyi tekrardan oku."

 

"Benimle sadece geceleri işin var Kahra. Gün boyu evin içinde benden kaçışını mı izleyeceğim?"

 

"Gerekirse öyle yapacaksın."

 

"Şimdi de beni Rapunzel'in mi yapmaya karar verdin?"

 

Cümlem hoşuna gitmiş gibi gülümsedi, saçlarımdan bir tutam alıp parmaklarının arasında oynadı, "neden olmasın?"

 

Geri çekilip saçlarımı elinden kurtardım. Sözleşmenin maddelerinden yeterince haberdardım. Ama bir madde vardı ki Kahra, o maddeden kesinlikle geri adımlarla kaçıyordu.

 

"Madem sözleşmedeki maddelere tam uyacağız o zaman ben de bir şeyleri değiştireceğim."

 

İlgiyle kaşlarını kaldırdı, "ne gibi?"

 

"Hafta içi her gün benimle adam akıllı oturup konuşacaksın, 3 saat boyunca seans alacaksın. Aksi taktirde bu bebek bakıcılığına doğru gidiyor."

 

Duraksama sırası ondaydı çünkü böyle bir karar alabileceğimin farkındaydı. Yüzünün düşüşünü izledim. Aslına bakarsak benim için hava hoştu. Ben zaten bunun için buradaydım sadece o bundan kaçıyordu. Bu şekilde bazı maddeleri esnetip kendimize ufak kaçış noktaları yaratmıştık ve ikimiz de bundan memnunduk. Şimdiyse anlaşmaya tam uygun şekilde hareket edecektik. O ise böyle yaparak kendi kendini tuzağa çekmişti. Eğer beni zorlamasaydı ben de onu zorlamazdım. Anlaşılan ikimiz de bir müddet birbirimize bu evi zindan etmeye meşgul olacaktık, farklı açılardan.

 

"Ne anlatacağım ben sana, ne hakkında konuşacağız?"

 

"Bilmem, belki rüyalarında ne gördüğün hakkında detaylıca konuşuruz artık."

 

Memnuniyetsiz bir tavırla dudaklarını büktü, "iyi," dedi.

 

Belli belirsiz başımı sallayıp, "harika." Diyerek kendimi sallanan koltuğuma bıraktım. Kahra üzerindeki beyaz tişörtü bedeninden sıyırıp bir köşeye fırlattı. Ardından kendini yüz üstü yatağa bıraktı. Çıplak vücudunu siyah yorganın içine gömüp bana döndü.

 

"Gelmiyor musun?"

 

"Gelmiyorum tabiiki. Benim yerim burası ve," parmağımla arkamdaki duvarı işaret ettim, "orası."

 

"Sen bilirsin."

 

Işıklar kapandığında sabırsız bekleyişimi başlattım. Neredeyse bir ay olmuştu ve bensiz geçirdiği bu bir ayın onu ne denli etkilediğini görmek istiyordum. Saat on ikiyi yirmi geçiyordu. Arkama yaslanıp gözlerimi kapattım. Bir zaman sonra güçlü bir rahatlama hissi bedenimi çepeçevre sardı. Uyuyacağımı düşündüm ama uyuyamadım. Gözlerimi aralayıp sağ tarafımdaki yatakta yatan Kahra'ya baktım. Huzurlu gözüküyordu, şimdilik. İleri geri kendimi sallarken gevşemeye başladım. Bu sefer de aklıma Erim düştü, oldukça sinir bozucuydu.

 

Onu da bir kenara atıp zihnimi tamamen boşalttım. Bir düğme olduğunu düşledim. Bu düğmeye bastığımda zihnimdeki aptal düşüncelerin kendini kapattığını varsaydım. Bir müddet sonra gerçekten de zihnimde canlanan tek şey karanlıktan başka bir şey değildi.

 

Çok geçmeden sıklaşan nefes sesleriyle beraber olduğum yerde doğruldum. Saate baktığımdaysa üç buçuğu gösteriyordu, hangi ara vaktin bu kadar ilerlediğini bilmiyordum. Daha on dakika öncesi kendimi uyutmaya çalıştığımı düşünüyordum. Kahra hareketlenmeye başlayınca başucuna geçip onu seyretmeye başladım. Uykusunun içinde yutkundu, başını önce sağa sonra sola döndürdü. Yüzünü ekşitip dudaklarını araladı.

 

"Hayır."

 

Temkinli bir şekilde yatağın boş tarafına oturup ona doğru eğildim.

 

"Bunu istemiyorum," diye fısıldadı.

 

Elimi isteksizce parmaklarının arasına soktum, yavaşça onları kavrayıp sıktı. Alnında biriken terler ön taraftaki dalgalı saçlarının oraya yapışmasına sebep olmuştu. Sesli bir nefes verip hızla başını iki yana salladı. İfadesinden uyanmak üzere olduğunu anlayıp iyice yanına doğru yaklaştım. Birazdan adeta zıplayarak uyanacağını tahmin edebiliyordum, bunun hasarını en aza indirmem gerekiyordu. Kulağına ismini seslendiğimde yeni doğmuş bir bebek gibi ciğerlerine acıyla büyük bir hava çekerek gözlerini araladı. Olduğu yerde kalkıp etrafına bakındı. Çıplak bedenini yorganıyla örttüm, fazlaca terlemişti.

 

"İyi misin?"

 

"Daha beterleri de olmuştu," diye yanıtladı.

 

Yüzüne dokunup ıslak saç tutamlarını geriye ittirmek, sırtını sıvazlayıp ona sarılmak istedim. Fakat içimde bir şey ona karşı soğuk hissetmeme sebep oldu. Elimi onunkinin arasından çekip ayağa kalktım. Komodinin üzerindeki bardağına su doldurup ona uzattım. O ise garip bakışlarla bana bakmaya devam etti. Hafifçe kaşları çatılmıştı, üzgün gibi gözüküyordu. Daha doğrusu hayal kırıklığına uğramış gibi. İsteksiz bir şekilde elimdeki bardağı alıp bir yudum su içti. Öylece dikilip birkaç dakika daha onu izledim. Bu süre içerisinde yüzünü önünden kaldırmadı. Salak salak etrafa bakınıp iyi olduğunu düşündüğüm an yanından ayrıldım.

 

Kendi odama geldiğimde içimdeki rahatsızlık, önlenemez halde kendini dışa vurdu. Soğukta dımdızlak kalmışım gibi titredim. Yatağa girdiğimde de bu değişmedi. Bir yerlerde kötü hissediyordum. Sarılmaya ihtiyacım vardı, bunu yorganıma sarılarak geçirmeye çalıştım. Yorganın soğukluğu içimi daha da ürpertti. İşte o zaman alt dudağım titredi, gözyaşlarım iki yandan aşağıya doğru inip boynumda birikmeye başladılar.

 

Genzimden sesli bir hıçkırık çıktı, elimi ağzıma bastırıp yutkundum. Kahra'nın bunu duymamış olmasını diledim. Çünkü kendi çatısı altında başkasının mahremiyetini önemsemeyecek kadar pervasız biri olduğu kesindi. Bir anda içeri dalabilir, yüzümün şeklini gördükten sonra sabaha kadar bitmeyen bir sorguya çekebilirdi. Ardından sabah kalktığımızda hiçbir şey yaşanmamış gibi donuk bir yüz ifadesiyle kabaca yanımdan geçip gidebilirdi.

 

Kahra Aksoy. Hayatımda gördüğüm en egoist, en cüretkâr ve en umursamaz insandı. Karmaşıktı, huysuzdu. Ama garip bir şekilde de, sandığından çıkarmaya lütfederse iyi bir merhamete duygusuna sahipti. Onunla nasıl baş edeceğim hakkındaysa henüz tam anlamıyla emin değildim. Şimdilik bunu bir kenara bırakıp sessizce gözyaşı dökmeye devam ettim.

Evet! Sizce bölüm nasıldı? Aşağıya yorumlarınızı bırakmayı unutmayın.

Kitabı ve beni takip etmeyi, oy vermeyi unutmayın.🤍🤍

Loading...
0%