@lilithstear
|
Aşağıdan gelen gürültü patırtının ne olduğunu anlamak için odamdan çıkıp merdivenlere yürüdüm. Kahra, sağ tarafta duran heykel büstün yanında yaslanmış vaziyette ortalıkta gezinen adamları izliyordu. Adamlar eline aldıkları uzun masanın iki ucuna konumlanmış, salonun aralanmış kapısından dikkatlice dışarı taşıyorlardı. Dün hakkında söylendiğim masa şu anda giriş kapısından yavaşça dışarı çıkarılıyordu. Olup biteni izlerken gözlerim istemsizce Kahra'ya kaydı. Donuk bakışlarını bana dikmiş, parmağına doladığı kıvırcık saç tutamını çekiştirip duruyordu. Ben adamları izlerken onun bana baktığını fark etmemiştim bile, çünkü gördüğüm manzara oldukça şaşırtıcıydı.
Ağır adımlarla aşağı inip yanına ulaştım, bu sırada ikimiz de gözlerimizi birbirimizden ayırmamıştık.
"Neler oluyor?"
"Masayı beğenmediğini söyledin ben de yenisini getirttim. Artık yemek yerken birbirimize daha yakın olacağız. Mutlu musun?"
Kaşlarımı kaldırıp gülümsemeden uzak bir dudak kıpırdamasıyla, "Oldukça." Diye yanıtladım.
Aynı hassasiyetle içeri getirilen yeni masa, salonda eskisinin yerini aldı. Eskisine oranla oldukça kısa ve küçük masa, büyük salonun köşesinde epey eğreti duruyordu. Utançla başımı eğip ayak parmaklarıma odaklandım. Gittikçe evin düzenini bozduğumu düşünmeye başladım ve bu düşünce daha da utanç vericiydi. Başkasının evindeki eşyayı beğenmediğimi söylemiş, üstüne yenisinin getirtilmesine sebep olmuştum. Yersizdi, şımarıkçaydı.
Kahra yaslandığı yerden ayrılıp sessizce salona girdi. Çekingen adımlarımla birlikte ben de peşinden ona katıldım.
"Masayı ne yapacaksın?"
Kahra bir saniye bile düşünmeden, "yakacağım." Dedi.
Gözlerimi kırpıştırıp onun yavaşça yüzünü bana dönüşünü izledim.
"Yakmak istediğinden emin misin? Neden böyle bir şey yapma isteğin var?"
Sabır çeker gibi bir nefes alışın ardından sinirle dişini sıkıp gevşetti, gözlerini devirdi. "Her faliyetimi ve bunun altında yatan amaçları sorgulamak zorunda mısın? Canımın istediği şeyleri yaparken o anlık hislerimi psikiyatrik bir değerlendirmeye almak zorunda mısın? Her zaman-"
Sözünün tam ortasına girip "Özür dilerim." Diyerek onu susturdum. "Tamam bir şey demiyorum."
"İyi yaparsın," dedi yanımdan geçerken. Daha sonra duraksayıp, "bugün evden çıkmayacağım, yani sen de..." diyip omzuma sürtünerek odadan çıktı.
O çıkar çıkmaz bıkkın bir şekilde yanaklarımı havayla şişirip geriye bıraktım. Gözlerim tekrar masayla buluştuğunda kendi kendime sövüp ben de odadan ayrıldım. Kendi odama geçer geçmez hızla üzerimi değiştirip mutfağa indim. Kapı pervazından tutunup kendimi sarkıtarak içeri giriş yaptım. Orada Dicle'yi göreceğimi düşünürken saçma salak bir durumda Kahra ile karşılaşınca yüzüme yerleştirdiğim çocuksu, şımarık gülümsemeyi yutup tam anlamıyla hazır ola geçtim. Kahra omzunun üzerinden patırtılı girişimi izleyip tekrar önüne döndüğünde tam arkasında kazık gibi dikiliyordum.
"Masaya bu kadar sevineceğini bilseydim daha erkenden değiştirirdim."
"Yanlış bir zamanlama oldu. Kusura bakma."
Omzunu silkti. Yanına yaklaştığımda ağır sigara kokusu midemi bulandırdı. Kahra'nın dudaklarının arasında sigara vardı; gördüğüm şey kesinlikle doğruydu.
"Dicle yok, işi varmış." Dedi yarım ağız. "Sen neye şaştın bakıyorsun?"
Kafamla sigarayı işaret ettim. Umursamaz bir tavırla sigaradan bir nefes daha çekip ağır ağır geri üfledi.
"Bu nereden çıktı Kahra?"
"Odadaki çekmecemden, sen de ister misin?"
"İçmiyordun."
Başını iki yana salladı, "sadece Dicle varken."
Kaşlarım, cümlelerinin absürtlüğüyle yukarı kalktı. Kahra önündeki malzemelerle ilgilenirken kollarımı önümde kavuşturup onu izlemeye devam ettim.
"Alkoliksin, sigara içiyorsun ama psikiyatristin sana yazdığı ilaçlara zehir diyip reddediyorsun. Bunda nasıl bir mantık var?"
Sigarayı ince, uzun parmaklarının arasına alıp bana döndü.
"Medikal şeylerin tümü zehirdir, özellikle bana yazılanlar. Doktorların ağrı kesicileri kullanmamamız gerektiğiyle alakalı naralarını dinledikten sonra zihnimi tamamen uyuşturan bir şeyi neden her gün üç doz kullanayım?"
Aramızda uzun bir bakışma gerçekleşti.
"Sen de bunu alkolle yapıyorsun, farkı ne?"
"En azından zihnimi kalıcı bir şekilde bulandırmıyorum."
Dedikleri bir yere kadar mantıklıydı. Yani kendisi için mantıklı bir açıklaması vardı. Üstüne laf etmenin manası olmadığının farkındaydım. Bu yüzden arkamı dönüp kapıya yöneldim.
"Nereye?"
Sorusu değil, sert ses tonu durmamı sağladı. Bu tonlamanın altında kızgınlık da sezdim. Tekrar arkama döndüğümde o bana bakmıyordu, ocağın üzerindeki tavasına odaklıydı.
"Evin içinde de mi beraber gezeceğiz? İstersen kelepçe tak, tuvalete de beraber gideriz."
Omzunun üstünden bakışlarını bana döndürdü, "kahvaltı yapmayacak mısın benimle?"
"Hayır."
Odama çıkıp kapıyı kapattım. Açtım, ama bu umursayacağım son şeydi. Kahra, yanında durmaya devam ettikçe sinirlerimi bozuyordu. Kafamı dağıtmak adına elime aldığım kitabın sayfalarını kurcaladım. Ayraç koyduğum sayfayı açıp gözlerimi kelimelerin üzerinde gezdirdim. Evet, tam olarak bunu yaptım, gözlerimi gezdirdim. Okuduğum her satır kafamın içerisinde bir anlam ifade etmeden öylece buhar olup hiçliğe karıştı. Yine de bunu devam ettirdim. Bir zaman sonra odağım tamamen kendi nefes alış verişime kaydı. Artık gözlerim de dahil olmak üzere kitapla tüm ilişkim kesintiye uğramıştı.
Yatağın ortasında kollarımı dizlerimin etrafıma sarıp kendime çektim. Ardından başımı dizlerimin üstüne koyup sağ tarafımdaki pencereden dışarıyı izlemeye başladım. Bir zaman yağmur damlalarınının soğuk, buğulu cam üzerinden usulca kayışlarını izleyip pencere pervazına vurduklarındaki çıkarttıkları sesleri dinledim. Olduğum yerden Aras'ın oturduğu evi görebiliyordum, zaten iki ev arasında çok bir mesafe yoktu, aynı mülk içindeydi. Perdeleri kapalıydı, evde olup olmadığını dahi bilmiyordum. Aslına bakarsan Aras hakkında pek bir şey bildiğimi söyleyemezdim. Kahra'nın arkadaşıydı. Ondan birkaç santim uzundu, kahverengi gözleri vardı ve aynı renkten, şekillendirmeye dahi gerek olmayan; oldukça düzgün kesilmiş bir saç şekline sahipti. Ciddiyetini keskinleştiren oldukça çıkıntılı, kemikli bir yüz yapısı vardı. Kahra'dan daha az konuşkandı bir de...
Alt dudağımı büzüp gözlerimi pencereden çektim. Bu evde yapılabilecek herhangi bir şey yoktu, Dicle'den başka konuşabileceğim kimse yoktu. Kahra'nın kibri geçer de kafasına eserse ya da çakır keyif olursa gelip benimle muhatap oluyordu. Her seferinde de tartışmak için bir neden ortaya çıkıyordu zaten. Hep böyleydi ve büyük ihtimalle geri kalan süre boyunca böyle olmaya devam edecekti. Aynı evin içerisinde birbirimizden olabildiğince uzak duracak şekilde işimi yapıp bu süreci tamamlamam gerekiyordu.
Muhataplık kurmadan daha iyiyiz.
Hafta sonu eve döndüğümde ise... arası gergin iki arkadaşı ortak noktada tutmayla ve kavga ortamı oluşmadan kısa tatilimi bitirmeyle tüm enerjimi harcıyordum. Kaosun ortasında kapana kısılı gibiydim. Kesinlikle son zamanlarda durumumu özetleyecek tek bir cümle olacaksa o cümle bu olurdu, kaosun ortasında kapana kısılı kalmak...
Ne Batu'dan ne de Rengin'den bir haber almamıştım ve hafta dolmak üzereydi. Ben yokken birbirlerine dolmuş olma ihtimalleri oldukça yüksekti. Sessizliklerinin sebebinin bu olmamasını diledim. Başımı yastığa koyup yorganı çenemin altına kadar çektim. Kış günlerinde yorganın altı kesinlikle en iyi takılma yeriydi.
***
"Sen ne kadar inatçı bir kadınsın."
Duyduğum cümleyle birlikle olduğum yerde irkilip kafamı hızlıca sesin geldiği yöne çevirdim. Uyumuştum, yine. Kapının dışında Kahra'nın volta atışını duyabiliyordum. Elime telefonu alıp saate baktığımda akşam saatlerine yaklaştığımızı fark ettim. Yavaşça doğrulup ayağa kalktım. Kapıyı açtığım an durup bana döndü. Birkaç saniye boyunca öylece birbirimize baktık. Burnundan derin bir nefes alıp geri verdi;
"Odadan çıkacak mısın artık?"
"Benimle konuşmayı düşünüyorsan evet." Dedim gözümü ovuştururken.
"Yemek yemeyecek misin?"
Omzumu silktim, "sana ne Kahra?"
"Yemek yiyeceksin."
Elimden tutup beni merdivenlere doğru çekiştirdi. Sessizce bana önderlik etmesine izin verdim ve ardından yürüdüm.
"Beni o kadar sinir ediyorsun ki kafayı yiyecekmişim gibi hissediyorum," diye homurdandı.
Merdivenleri inmeyi bitirdiğimizde önümde durup bana döndü, "benimle inatlaşmayı ne zaman biteceksin?"
"Asıl sen ne zaman bitireceksin? Biz ne yapıyoruz, ben ne için buradayım?"
Elini saçlarının arasından geçirip onları geriye yatırdı. Diğer eli hala benimkini sıkıca tutuyordu. Elimi sertçe parmaklarının arasından çekip salona yöneldim. Peşimden gelip tekrardan önüme geçti, başımı yukarı kaldırıp ona baktım.
"İşimi yapmama izin vermiyorsun, dışarı çıkmama izin vermiyorsun. Her şeyi geçtim beni tuttuğun evde hem yanında olmamı hem de senden uzak olmamı istemiyorsun. Senin derdin ne?"
Ela gözlerini benden başka tarafa çevirdi. Mantıklı bir şeyler demesini bekledim, çünkü içinde bulunduğumuz duruma benim mantıklı ya da mantıksız herhangi bir açıklamam yoktu.
"Bazı şeyler zaman alır."
Gözlerimi devirip başımı bıkkınca geriye doğru yatırdım.
"Ee?"
Cevap vermedi. Bakışlarındaki umursamazlık ve tavırları arasında büyük bir çelişki vardı. Umrumda değildim, ama aynı zamanda öyleydim de.
"Kahra, zaman alacak bir şey kalmadı. Ben burada senin ağzının içine bakıyorum. Benimle bir şeyler paylaşmanı, içinde sana yük olan ne varsa onu beraber sırtlanmayı bekliyorum. Belki olması gerekenden daha yakınız ve bu seni ürkütüyordur, bunu bilemem. Ama bunu da, böyle olmamızı da sen istedin. Ben senin için buradayım sen bunun farkındasın değil mi?"
Kimse psikoloğuyla aynı çatı altında yaşamayı istemezdi. Onunla yatıp onunla kalkmayı, beraber aynı masaya oturup aynı yemeği paylaşmayı ve hayatının bir çok noktasında onun, hareketlerini, yaşadığı olayları değerlendirmesini ve bunlara ortak olmasını istemezdi.
Aynı şekilde bir psikolog da danışanının iç dünyasına ne kadar hakim olmak istese de bir yere kadar bu derece içeride olmayı istemezdi. Bir noktada bizim durumumuz ruhsal sıkıntıları paylaşmayı aşıp yatak paylaşmaya doğru uzanıyordu. Ve bu çark geçen aylarda bozuldu da. Ama bunun böyle ilerlemesini isteyen oydu ve ben de ona uydum. O ise bunu daha farklı bir şeye evirdi. O isteyince yanına gelip susup oturmamı, istemediğinde kalkıp bu evde hiç yokmuşumcasına sessizce köşemde tekrar onun beni çağırmasını beklememi istiyordu. Evet, istediği tam olarak buydu. Baştan belirli sınırlar koyulabilirdi fakat aynı evde yaşıyorduk, geceleri uykusunda onu seyrediyordum.
Böyle bir durumda nereye ne kadar sınır konulabilirdi ki? Birbirimizin hayatına paldır küldür dahil olduğumuzun farkındaydım. Ama bu böyleydi ve böyle olmak zorundaydı. En başından bunu seçmiş ve bu doğrultuda hareket etmeye karar kılmıştık. O anlaşmayı hazırlamış, ben de imzalamıştım. Ve görülen o ki, bunun bir geri dönüşü yok; ta ki bitene kadar...
Karşımda dikelen uzun boylu adama baktım. İkimiz için de her şeyi zorlaştıran, bizi saçma sapan bir döngünün içine sokan ve ne istediğini bilmeyen adama...
"Ben sadece geceleri sarılıp uyuyabileceğin bir oyuncak bebek değilim Kahra."
Ona kızgındım, bu kızgınlığın ne kadar yoğun olduğunu ve ne zaman biteceğini kestiremiyordum. İstediği gibi davranmadığımda beni sinirlerimle oynayarak cezalandırmaya çalışıyordu. Bu sefer de ben onun gittikçe saçmalaşan halleriyle uğraşmayı reddediyordum. Haliyle zaman akıyor ve bizi gerginliğin hat safada olduğu bir kısır döngünün içine hapsediyordu. Bazı şeyleri kolaylaştırabilmemiz için onun bir şeyleri halletmesi gerekiyordu.
Uzun bakışmamızın ardından tekrar beni yukarı çıkardı. Bu sefer onun odasındaydık. Yatağın üzerinde karşı karşıya bağdaş kurmuş bir şekilde birbirimize bakıyorduk. Kahra girer girmez odanın kapısını kilitlemiş, güneşlikleri sonuna kadar pencerenin önüne çekmişti. Kesinlikle bir psikolog gibi değil, bir arkadaş gibiydim. Şimdilik gergin ya da sinirli gözükmüyordu. Aksine gözleri yeni şeylere açık olabileceğiyle alakalı sinyaller veriyordu, kabulleniş içeriyordu. Ya da Kahra seçtiği maskelerden birini takmış, umursamazca laf oyunlarıyla bu geceyi kapatacaktı.
Ön yargılı olmak istemedim. Tekrar ve tekrar her şeyi arka plana atıp ona baktım.
"Dün gece ne gördün?"
Gözlerini devirip başını sağ tarafta duran pencereye çevirdi.
"Hadi Kahra, neredeyse üç ay oldu. Geriye bir şey kalmadı."
"Yine birini öldürüyordum," dedi rahat bir tavırla.
"Kim olduğunu gördün mü?"
Bana dönüp başını ağır ağır aşağı yukarı salladı."Evet."
"Tanıyor musun?"
"Evet."
Derin bir iç çektim, "kimdi peki?"
"Kendim."
Verdiği cevap karşısında omuzlarım gerildi. Kafasını yana doğru yatırdı, gözleri hala benim üzerimdeydi.
"Olaylar nasıl gelişti?"
Derin bir nefes alıp omzunu silkti, "her yer karanlık, bir ormanın içindeyim. Bir şeylerden kaçtığımın farkındaydım. Yürüdükçe üstümün tamamen kanla kaplı olduğunu ve elimde ağzı oldukça keskin bir balta olduğunu fark ettim."
Onu durdurdum, "korkmuş muydun?"
Başını iki yana salladı, "rahatsızdım. Çünkü etrafımda biri vardı, henüz ölmemiş ve benim için tehlike yarattığını düşündüğüm biri. Onu da öldürmem gerekiyordu ama onu bir türlü bulamıyordum. Birilerini öldürmekten rahatsızdım, aynı zamanda öldürmemiş olmaktan da... Etrafımda dolanmaya başlayan sinsi ruhun her adımını dinledim. Yaslandığım ağacın gövdesini gözleri es geçti, yürüdü. Önüme geçtiğinde hızla baltayı boynuna vurdum. Bedeninden ayrılan baş, benden metrelerce öteye yuvarlandı. Kim olduğuna bakmak için gittiğimdeyse kendimden başka biri olmadığını gördüm. Kendimi öldürmüştüm."
Aralık vermeden anlattığı rüya boyunca gözleri boşluğa doğru takılı kalmıştı. Rüyayı tekrar yaşıyor gibi ciddi, hassas ve temkinli bir yüz ifadesine sahipti. Bu, bana anlattığı üçüncü rüyasıydı. Rüyaların arasında bağlantı var gibi görünüyordu, korkunçtu. Sadece beni öldürdüğünü gördüğü rüya...
Rüyaların kişilere göre her zaman farklı bir yorumlaması vardır. Herkesin bilinçaltı, yaşantısı ve geçmişten getirdikleri bir değildi. Rüyalarınınsa ucu çok açıktı, olasılıkları sayılamayacak kadar fazlaydı. Kahra'nın uyanışlarına göre ele almam gerekirse eğer hepsinde sadece korku ve dehşete kapılmışlıklan başka bir şey yoktu.
Genel olarak baktığımdaysa da Kahra'nın bu evle, yaşantısıyla hatta ve hatta kendisiyle sıkıntısı olduğunu düşünebilirdim. Baştan beri kurcalamak istediğim ve Kahra'nın ihtiyatla geçiştirdiği geçmişini, özellikle de çocukluğunu şimdi daha fazla merak ediyordum.
Sona ise hisleri kalmıştı. Yerimde rahatsızca kıpırdanıp Kahra'ya odaklandım. Ela gözleri karanlık bir buğuyla kaplıydı, direkt olarak baktığı şeyse bendim.
"Kendini öldürdüğünde ne hissettin?"
Bir saniye bile düşünmeden, "rahatladım," diye cevapladı.
"Kendin olduğu için mi yoksa etrafındaki tehlikenin artık bittiğini düşündüğün için mi?" Diye sordum. Buna cevap vermeyeceğine adım kadar emindim.
Kaşlarını çattı, birkaç saniye düşündü. Ardından yüzünü tekrar pencereden tarafa döndürdü.
"Bunu gelecekteki rüyalarda anlarız. Çünkü tehlikenin bitip bitmediğini ya da ölümsüz olup olmadığımı bilmiyoruz."
Tahmin ettiğim gibi yapmıştı. Gülümsedim. Istıraplı gecelerine kendini o kadar alıştırmıştı ki onlara tutunan ve bırakmayan taraf aslında oydu. Kendini bahsettiği ormana ve yalnızlığın tehlikeli uyarıcılığına kaptırmıştı. Onun hakkında yapılacak çok fazla yorum vardı ama bu gecelik anlamak istediğim tek bir şey vardı.
"Kahra, gözlerini dümdüz, her zamanki gibi sıradan bir sabaha araladığını hayal et. Aynanın karşısına geçtiğinde gördüğün göz dahil vücudunun sana ait olmadığını, benliğinden sadece anılarına, zihnine sahip olduğunu fark ediyorsun. Ama bir şey daha var. Aynı zamanda karşında gördüğün bedenin zihninden geçen şeyleri ve tüm hayatını da biliyorsun. Sen hariç kimse bunun farkına varmadı, sorgulamadı ve umursamadı, kendi evindeki insanlar bile. Böyle bir durumda ne hissederdin ve ne yapardın?"
Düşünceli bir şekilde alt dudağını ısırdı, kaşlarını çattı. Aklından neler geçtiğini ölesiye merak ediyordum. Gerçekte ne hissederdi, bana ne söyleyecekti? Hepsi onun kafasındaydı ve ondan başkası bilemeyecekti.
Yüzünde yavaşça, yabani bir gülümseme baş gösterdi, "o zaman Kahra Aksoy olmazdım. Dünya da umrumda olmazdı. Çünkü ben, artık ben değilim, en azından dışarıdan görenler için..."
"İçinde bulunduğun bedenin sahibi bir katil ama kimse bilmiyor. Zihninde öldürdüğü insanların görüntüleri, ruhunda onların hayatlarını hapsetmiş ve bununla hayatına devam ediyor. O zaman ne düşünürdün?"
Gülümsemesi daha da büyüdü, "o Kahra Aksoy değil, ben dahil hiç kimse onun kim olduğunu ve ne yaptığını umursamıyor. Benim dünyamda ikimiz de hayaletiz, başka bir hayatı olmasının önemi yok. Çünkü bunu sorgulayan da yok."
"Peki bu durumdan mutlu musun?"
"Evet. Çünkü artık ben değilim."
Evet, Kahra'nın kendiyle problemleri var. Ne kadar kibriyle ve öfkesiyle kusursuzca bunu maskelese de bu artık kesinlikle emin olduğum bir konuydu. Kahra Aksoy olmakla bir problemi vardı, ama bunu mükemmel bir şekilde yoksayabiliyordu, gece uykuları göz kıpana dek...
Kısa sessizliğimizin ortasında duruşunu düzeltti, "neden böyle bir soru sordun?"
"Öylesine bir soruydu." Dedim küçük bir gülümsemeyle.
Başını iki yana salladı. Gözlerini kıstı, ardından yüzünü ekşitti, "kafamı kurcalamandan nefret ediyorum Adal. Kafamda soru işaretleri bırakmandan ve bu soru işaretlerini giderecek şeyin sadece sende olmasından nefret ediyorum."
"Yapabilecek bir şeyim yok."
Ayağa kalkıp kapıya yürüdüm. Peşimden gelip kapıya yaslandı.
"Yine neler döndürüyorsun Adal?"
"Bir şey yapmıyorum, kendi kendine kuruntu yapıyorsun ve bu da seni böyle hissetmeye itiyor."
Aramızda sessiz, uzun bir bakışma geçti. Ela gözleri üzerimde gezindi, başımı hafifçe eğip kapıyı işaret ettim. Kenara çekildikten sonra kapının kilidini açıp odadan çıkmama izin verdi. Ardımdan, "mutfağa girme, Dicle'nin işi var." Diye seslendi. Başımla onu onaylamakla yetindim. Odamdan kaptığım kitabımla beraber salona geçtim. Masanın üzerinde yemek vardı, muhtemelen soğumuştu.
Yemeği çatallarken mutfaktan gelen tıkırtıları dinledim. Kahra'nın yukarıda ne yaptığı hakkında ise hiçbir fikrim yoktu. Mutfağa giremeyeceğimden tabakları olduğu gibi tepsinin üzerinde bırakıp büyük koltuğa yerleştim. Geniş salonun içerisinde tüm eşyalar oldukça büyük ve görkemliydiler, benim yüzümden değişen masa hariç...
Elime kitabı almadan önce girişin karşısındaki duvarın ortasında duran şöminenin yandığını gördüm. Aslında eve geldiğimden beri burada şömine olduğunu ilk defa fark etmiştim. Dikkatsizce bakıldığında orada öylesine duran eskimiş, mermer bir heykelden farksızdı. Karanlık renklerin uyumu fazlasıyla kusursuzdu ve alevin turuncu yansımaları odanın dört bir yanında gölgeler oluşturarak ortamın kasvetli havasına katkıda bulunuyordu. Şömine artık öylesine bir dekor gibi değildi.
Şömineye yaklaşıp incelemeye koyuldum. Kabartmalı oymasına dokunmak istesem de sadece dikelmiş halde izlemeye devam ettim. Oldukça sıcaktı. Eski yerime dönüp kitabıma odaklandım. Okuduğum her bir satır, mistik bir hava taşıyordu. Kusursuzca kurgulanmış bir kitaptı. Saatler geçtiğini kitabın son sayfalarına geldiğimde anladım. Geriye kalan yirmi iki sayfayı da şu an okuyup kitabı bitirmek istiyordum. Bu istek, üst kattan gelen kapı sesine kadar böyleydi.
Yaklaşan ayak sesleriyle beraber kitabı kapatıp göğsüme koydum. Başımı döndürüp omuzumun üstünden arkaya baktım. Kahra, elini açıkta olan kapının kenarına dayamış bir şekilde salonun girişinde duruyordu, diğerindeyse bardak vardı. Ağır adımlarla yanıma yaklaşıp koltuğun sol koluna oturdu.
"Neden ilk zamanlar olduğumuz gibi değiliz ve neden her yaptığın şey fena halde aklımı kurcalıyor Psikolog?" Dedi. Sorusu oldukça açıktı.
Ciğerlerime derin bir nefes doldurup yavaşça geri bıraktıktan sonra arkama yaslandım. Elindeki bardağı dizinin üstünde sağa sola çevirip durdu. İçmişti, ama tam anlamıyla sarhoş değildi.
"Kindarlığın kişiliğini değiştirebilir Adal. Ve ben de bunu asla istemem." Dedi iğneleyici bir tavırla.
"Kişiliğimi de senin isteklerine göre mi ayarlamalıyım artık?"
Kafasını iki yana sarstı, "bunu kast etmediğimi biliyorsun. Duyduğun bu aşırı kin, seni benliğinden edip karakterinde büyük bir bozulmaya sebep olabilir."
Cümlesi garip bir şekilde komik geldi, güldüm. Kitabı koltuğun üstüne koyup ona döndüm. Yine mızmızlanıyordu ama bu sefer kesinlikle onu alttan almayacaktım.
"Sana kindarlık beslemiyorum Kahra. Ayrıca bahsettiğin boyutta büyük bir kin besleyeceğim kadar ciddi bir ilişkimiz de olmadı, içini ferah tutabilirsin."
Verdiğim cevap karşısında ifadesi titredi. "O zaman benden nefret ediyorsun," dedi söylediğinden oldukça emin bir şekilde.
Kaşlarımı çattım, "ilk zamanlardaki gibi itinayla üstüne titremeyişim sana ekstradan kötü hisler duymaya başladığım anlamına gelmiyor." Diye yanıtladım.
Ela gözlerini benden ayırmadan belli belirsiz yutkundu, başını hafifçe öne eğip elinde tuttuğu geniş ağızlı bardağı sehpanın üstüne bıraktı.
"Sorun ne o zaman?"
"Tek sorun senin kafanda yeni yeni problemler yaratman."
Sertçe kahkaha atıp elini hızla masaya indirdi, "yine aynısını yapıyorsun."
Bardağın içindeki sıvı büyük damlalar halinde etrafa saçıldı. Kahra ayağa kalkıp önümde volta atmaya başladı. Saçlarını elleriyle geriye doğru yatırdı, ellerini ensesinde birleştirip adımlarını devam ettirdi. Aralarında problem olan ve bu problemi asla çözemeyecekmiş gibi duran bir çiftten farksızdık.
"Yine umursamıyormuş gibi sözlerinle canımı yakmaya çalışıyorsun Adal!" Diye bağırdı öfkeyle.
Sakince, karşılık vermeden laflarını yutup odadan çıkıp gitmek istedim ama bunun kesinlikle bir çözüm olmadığı, hatta onu daha çok delirteceğini biliyordum.
"Senin yaptığın gibi mi yapıyorum?" Dedim kollarımı önümde bağlarken.
Duraksadı, "ne?"
"Umursamazca davranmak, sözlerle can yakmak falan işte."
Ayağa kalkıp karşısına dikildim, "Benimle anlaşamıyorsun ama sana kendi iradesiyle değer veren insanlardan biri olduğumu bildiğin için benden vazgeçemiyorsun da. Bunu senden geri almaya kalkıştığımda da çıldırıyorsun. Para için bunları yaptığım hakkındaki düşüncelerini çürütecek kadar dengesiz davranıyorsun. Çünkü sen de hiçbir zaman böyle olduğunu düşünmedin, kurduğun cümlelerin hepsi sırf canımı yakabilmek içindi. İstediğin kadar inkar edebilirsin."
Ona bir adım daha yaklaştığımda sert çehresi kasıldı, "Ama sana bir sır vereyim, böyle davranarak sadece sana duyduğum sevgiyi değil saygıyı da kaybediyorsun Kahra. Kim bilir belki de gerçekten seni umursamayı, iyiliğin için çırpınmayı bırakmışımdır. Bahsettiğin gibi artık bunu sırf para için yapmaya geliyorumdur."
Üst dudağı tiksiniyormuş gibi yukarı kıvrıldı, kirpikleri titredi. Kırıldığını biliyordum çünkü ne kadar sert ve taştan gibi dursa da, herkesin içinde bir yerlerde kırılmaya hazır bir kalp vardır. Onların kırılmalarını tetikleyen cümleler ise söylemezmiş gibi duran dilin altında yatar.
Gözbebekleri büyürken sol profiline vuran turuncu yansımalar ifadesindeki kırılmışlığı gizledi. Gözleri dolmadı ya da öfkeli söylerine devam etmedi. Öylece mavilerime bakmaya devam etti.
"Beni," diye fısıldadı. İşaret parmağını göğüsümün üstüne bastırdı, "umursuyorsun."
Başımı iki yana salladım, "bilmiyorum. Sadece hiçbir şey olmamış gibi geceleri sırtını sıvazlamaya devam edemeyeceğim."
Arkasını döndü, "gayet iyi biliyorsun," diye mırıldandı. Ardından hızlı adımlarla odadan çıkıp kendini dışarıya attı.
Dudağımı büktüm,"nereye gidersen git." Diye söylendim kendi kendime. Koltuğa doğru uzanıp elime yine düşünmekten odaklanamayacağımın farkında olduğum destansı kitabımı aldım. Araba motorunun sesini duyana kadar gerçekten hiçbir şey umrumda değildi. Gözlerim tam karşımda duran sehpaya ve üstündeki bardağa kaydı. Sabır dileyerek gözlerimi kapattım, ayağa fırlayıp dış kapıya koştum.
"Kahra!"
Ben kapıyı açıp avluya doğru haykırdığımda her şey için çok geçti. Kahra, daha önce görmediğim siyah Lamborghini'siyle hızlı bir manevra yapıp gecenin soğuğu kadar acı, sert bir motor sesiyle gözden kayboldu.
"Ağzıma sıçayım." Diye bağırdım öfkeyle
Sol tarafa döndüğümde büyük bir ciddiyetle eli belinde Kahra'nın gidişini izleyen Aras'ı gördüm. Yavaşça eve yaklaşıp başını sorguyla iki yana salladı.
"Ne oldu?"
Kapıyı ardımdan çektikten sonra basamaklardan aşağı inip yanına ulaştım. "Kavga ettik."
Güldü, "ne kavgası ya, Kahra seninle niye kavga etsin ki?"
"Aras... inan şu anda ne olduğunu anlatamam," dedim telaşla. "Sarhoş. Bul onu."
Gözleri dehşete düşmüş gibi açıldı, "nereye gittiğini bilmediğim birini nasıl bulayım ben? Adamın götüne GPS takmadım ya Adal." Dedi sinirle.
Elimi alnıma koyup ovuşturdum. Gecenin boğucu soğuğu ciğerlerime dolarken içten içe kendime sövmeye devam ettim. Ne yapabileceğimi bilmiyordum ama onu kesinlikle bulmamız gerekiyordu. Aras'la göz göze geldiğimizde gözlerini devirdi.
"Gel eve gidelim, üşüdün iyice. Ben bir şekilde bulurum onu." Dedi.
Tek kolunu benim omuzuma atıp eliyle kolumu sıvazladı. Evine girdiğimizde beni girişin biraz yanında duran odaya soktu. Ortamın sıcaklığıyla gevşeyip masanın etrafındaki sandalyelerden birini çekip oturdum. O an için dediğim her şeyin arkasındaydım ve hak ediyordu da. Ama şimdi büyük bir pişmanlığın ağırlığıyla sandalyenin üstünde, masaya koyduğum koluma kafamı yaslamış bir şekilde sıkıntıyla kendimi yiyip bitiriyordum.
"Kafası güzel ve şu an araba kullanıyor," diye sızlandım.
"Aradım ama telefonu kapalı."
Gözlerimi sıkıca yumup aklıma gelen felaket senaryolarından arınmaya çalıştım. "Benim yüzümden."
Aras içeri gidip saniyeler sonra tekrar yanıma döndü, "Adal sen burada kal. Ben bir şekilde onu bulacağım."
Kafamı kaldırıp ona baktım.
"Yüzünü asmayı kes, Kahra'ya bir şey olmaz," dedi telefonunu paltosunun iç cebine koyarken. "Dicle'ye de bir şey deme."
Sessizce başımı salladım. Onunla beraber çıkışa kadar gittim, kapıyı kapatmak üzereyken onu durdurup, "onu bulursan hemen eve getir. Hatta bulduğun zaman bana haber ver." Dedim.
Başıyla beni onayladıktan sonra üzerime kapıyı kapatıp beni tek başıma bıraktı. Telefonumu çıkarıp birkaç kez de ben aradım. Oturma odasında dört döndüm. Duvarda asılı olan kahverengi saate baktım, gece yarısını geçmişti. Sıkıntıyla saçlarımı karıştırdım. Gri kanepeye kendimi bırakıp dakikalarca öyle durdum. Aras'ı aramak istesem de onun Kahra'yı bulur bulmaz bana ulaşacağını bildiğimden bu dürtüye engel oldum. Kafamı kanepenin başlığına yaslayıp tavanı izlemeye koyuldum.
Kahra'nın "beni umursuyorsun" diyişi aklımda dolanıp durdu. Doğruydu, umursamasaydım şimdi göğüsümde büyük bir ağırlıkla burada oturuyor olmazdım. Endişeliydim hatta korkuyordum. Belki dümdüz kapıyı çarpıp çıksaydı... ya da onu durdursaydım gitmezdi, sakinleşip otururdu.
Saatler birbirini kovaladı, karşımdaki saatin yelkovanını takip ederken asla akrebe odaklanmadım. İbre üçü gösterdiğinde gözlerim hafifçe kapandı. Zihnimin bulanmasını dakikalar sonra duyduğum anahtar sesi bozdu. Ayağa kalkıp çıkışa gittim. Aras pekte hoş olmayan bir yüz ifadesiyle kapıyı kapatıp bana döndü.
"Kahra?"
Tek eliyle yüzünü sıvazlayıp gergin bir biçimde nefes alıp verdi.
"Hastanede."
Dudaklarımın arasından titrek bir nefes döküldü, tüm kaslarımın kasıldığını hissettim. Kalbim göğüs kafesimin içinde tepinirken sol tarafımda duran duvara yaslandım. Boynumdan yüzüme kadar yükselen sıcak alev soğuk soğuk terlememe sebep oldu. Gözlerimin dolmasına engel olamadım.
"Adal sakin ol araba kazası değil. O iyi, sadece yarın akşama kadar orada kalması gerekiyormuş. Ben üstüne uygun birkaç parça kıyafet alıp onun yanına gideceğim, merak etme."
Yanımdan geçip diğer odalardan birine girdi. O gelene kadar kafamı duvara yaslayıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Aras, elinde kıyafetlerle geri döndüğünde ellerimle yüzümü silip ondan önce kapıya yöneldim.
"Nereye?"
"Ben de geliyorum."
"Bu halde gidemezsin," diye karşı çıktı
Başımı önüme eğip üstüme baktım. Terlik, siyah atlet ve aynı renk ince hırkam; altımdaki lacivert, kareli eşofmanım garipti ama umrumda olmadı. Yürümeye devam ettim.
"Ona gideceğim Aras üstümü başımı düşünemem."
Kolumdan tutup beni durdurdu, "üşürsün ama."
"Üşümem." Arabaya doğru yürümeye devam ettim. Arkamdan kapıyı kapatıp bana yetişti. Omuzlarımın titreyişini engelleyemedim. Aras bıkkın bir nefes verip arka kapıyı açtı. Koltuğun üstünden aldığı siyah, oldukça büyük ceketi bana uzattı.
"Al bunu giy en azından." Dedi elime tutuştururken. Kahra'nın." Diye belirtti.
İtiraz etmeden ceketi sırtıma geçirdim. Muhtemelen Kahra'ya tam oturan ve kalçasının üstünde biten ceket, benim kalçalarımdan aşağı kadar inmişti ve oldukça boldu. İyice cekete sarındıktan sonra arabaya bindim. Hastaneye vardığımızda hızlıca onun olduğu kata çıktık. Kapının önüne geldiğimizde tereddüt ettim, elim kapı kolunun etrafında sarılı kaldı.
"Bir şeyi yok gir bak. Kendi gözlerinle görmüş olursun." Diye fısıldadı Aras arkamdan.
Kapı kolunu aşağı edip içeri girdim. Onu görür görmez içim titredi. Başı bir tarafa düşmüş şekilde yastığa yaslıydı. Yüzü gözü dağılmış, üstü kan içindeydi. Nefesim boğazımda düğümlendi, yutkundum. Ağır ağır gözlerini açtığında bakışlarımız birleşti. Ağlamamak için dişlerimi sıktım.
"Adal..."
İsmimi seslendiğinde göğsümün ortasında bir şeyler çözüldü, hızlı adımlarla ona yaklaşıp sarıldım. Acı bir inlemenin ardından yüzünü saçlarıma gömdüğünde yanaklarımdan çeneme doğru akan ılık yaşı hissettim. Kolunu sıkıca belime doladı, birkaç dakika o halde kaldık. Geri çekilip yüzüne bakmaya cesaret edemedim. Benim suçumdu. Acılarını hafifletmeye söz verdiğim adama daha çok acı yaşatıyordum. Yavaşça kafamı kaldırıp ona baktım. Alnına yapışan saçları geriye ittirdim. Onu bu halde görmek beni kırıyordu, canımı yakıyordu.
"Ne yaptın sen?" Diye fısıldadım.
Yarı açık bir gözle gülümsemeye çalıştı, "hiç hoşuna gitmeyecek şeyler yaptım."
Yüzündeki berelere bakılırsa yumruk yemişti, birden fazla yumruk yemişti. Üstü başı hırpalanmış haldeydi. Sol kolunda bir damar yolu açılmıştı. Bakışlarımı tekrar yüzüne çevirdiğimde kaşlarını çattı, "üstündeki benim mi yoksa?"
Acı bir tebessümle başımı aşağı yukarı salladım, "senin."
"Çok yakışmış." Elini yavaşça yüzüme değdirdi, "sana beni umursadığını söylemiştim." Dedi. Başparmağını oynattığında dağılan ıslaklığı hissettim.
Cümlesi kafamın bir köşesine takılıp beni rahatsız etmeye başladı. Kendine bile bile zarar vermiş olma ihtimali, zehirli bir yılan gibi sinsice düşüncelerimin içine sızdı. Ona fark ettirmemek için ifademi bozmamaya çalışsam da bu düşünce inkar edilemez bir biçimde aklımda dolaşmaya devam ediyordu. Şimdilik sadece benim düşüncelerimi kurcalamasına izin verdim, ona yansıtmadım. Bilerek ya da bilmeyerek, şu anda bu konuyu tartışacak durumda değildi.
"Umursuyorum."
Duymak istediği şeyi alınca dudağının bir köşesi yukarı doğru kıvrıldı, ardından gözlerini sıkıca kapatıp sessiz bir inlemeyle kıpırdandı. Onu sıkıştırdığımı düşündüğümden ayağa kalkmaya yeltendim. Ancak belimdeki eli daha da sıkılaştı.
"Hayır."
"Canını yakıyorum Kahra."
"Hayır yakmıyorsun, tartıştığım o dört adamın yumruklarının etkisi yakıyor. Seninle alakası yok."
Kalakaldım, "ne?"
Burnundan güler gibi bir nefes verdi, "orası karışık şimdi boşver." Dedi rahat bir tavırla.
Gözlerim, birçok düğmesi kopmuş beyaz gömleğine kaydı. Sanki bugüne özel giymiş gibi; nadiren açık renk giyerdi. Onun da dört bir yanı kırmızı izlerle belenmişti.
"Yarın akşama kadar burada kalacakmışım."
"Biliyorum."
Baygın bakışlarını uzun uzun üzerimde gezdirdi. "Eve git Adal. Saat kaç bilmiyorum ama çok geç olduğuna eminim," dedi saçımın bir tutamını kulağımın arkasına sıkıştırırken.
Başımı iki yana salladım, "tabii ki burada kalacağım, saçmalıyorsun."
"Bir kere de zıtlaşmasak..." dedi bıkkın bir tavırla.
"O zaman sözümü dinle."
Hafifçe tebessüm etti, "tamam psikoloğum. Özür dilerim," dedi yorgun, çatallı sesiyle.
Ayağa kalktığımda, "beş saniye önce gitmeyeceğini söylemiştin Adal." Dedi.
Ona dönüp sandalyeyi işaret ettim, "oraya oturacağım işte."
Memnuniyetsizce yüzünü ekşitti, "saçmalama."
Ne kadar yorgun ve yaralı olursa olsun, zorlanmadan beni tuttuğu elimden kendine doğru çektiğinde anında eski konumuma geri döndüm. Hafifçe kendini yana doğru kaydırdı.
"Burada yatıyoruz, yatak burası çünkü. Bu yaşına kadar bunu öğrenmiş olman lazımdı."
"Ama yatakların çift ve tek kişilik olarak çeşitleri var biliyorsun," benim için açtığı yeri işaret ettim, "ve bu yatak tek kişilik, yani bize göre değil."
Kendinden emin bir şekilde dudağını büzdü, "sanmıyorum gayet geniş. Kaldı ki sen zaten ufacıksın." Dedi alaycı bir tavırla.
Gözlerimi devirdim. "Hadi." Diye emretti. Başımı sağ kolunun üstüne koyup yatağa doğru uzandım. Dediği gibi bize yetebilecek bir yataktı ama onun rahat etmeyeceğine emindim.
"Kolun ağrıyacak."
"O zaman göğüsüme koyarsın kafanı."
Güldüm. Dakikalar sonra Kahra başını ırgatınca başımı kaldırıp ona baktım.
"Neden kazık yutmuş gibi yatıyorsun?" Diye sordu mayışmış bir ses tonuyla. Kolumu alıp göğsünün üstüne koydu, ardından rahatsızca inledi.
"Orama da yumruk yemişim."
Gözlerimi devirdim, "neden ısrarcısın şu an?"
Bir şey demedi. Kolumu karın hizasına indirip ona baktım, "oldu mu?"
Onayladığını belirtircesine bir homurdanmayla karşılık verdi.
Aramıza sessizlik girdiğinde onun uyumak üzere olduğunu anladım. Sırtımdaki eli gevşedi, nefes alış verişleri yavaşladı. Tamamen uykuya dalana kadar yatmaya devam ettim. Aldığı ağrı kesicilerden ve özellikle hırpalayıcı bir gece geçirdiğinden dolayı bu süreç kısa oldu. Oldukça yavaş şekilde doğrulup yanından kalkıp sandalyeye oturdum. Yatağın korkuluğuna başımı yaslayıp onu izlemeye başladım. Çenesi ve sol elmacık kemiğinin üstü morarmıştı. Haftalarca sürecek renk değişimini şimdiden tahmin edebiliyordum.
Alt dudağı da patlamıştı. Acıyla yüzümü buruşturdum. Sağ kaşı, alnının ufak bir kısmı, elleri... ona bakmaya devam ettikçe yeni darbe izleri kendini belli etmek ister gibi inatla gözüme takıyordu. Bir kedinin oyuncağına taktığı tırnakları misali acımasızca sinirlerimi tırmalıyor gibiydi. Tüm bu renkli izler onda eğreti duruyordu, orada olmamaları gerekiyordu. Suçluydum. Tüm bunların sorumlusu bendim. Bilerek ya da bilmeyerek, bu berelerin var olmasının nedeni olduğumu biliyordum.
Kahra, uykusunun içinde belli belirsiz bir hareketlenme yaşadı. Yumuk haldeki gözlerini daha çok sıktığında sırtım otomatik olarak daha gergin hale geldi.
"İmkanı yok." Diye mırıldandım kendi kendime. Kıpırdanması huzursuz bir hal almaya başladığında ne yapacağımı bilmez halde gözlerim üstüne dikili oturamayacağımın farkındaydım. Elimi sakince göğsüne koyup başparmağımı yatıştırıcı bir şekilde hareket ettirdim. Öteki elimi de onunkinin arasına yerleştirdim. Gözlerini açmadı, kasılmış ifadesi gevşedi. Rahatça bir nefes verirken Kafamı dik haldeki korkuluğun plastik, sert yüzeyine yaslayıp gözlerimi ondan ayırmadım; kapanana dek...
***
"Benim gibi kokuyorsun," dedi arkamdan yaklaşıp.
"Çünkü geceden beri senin ceketini giyiyorum."
Ona dönüp kollarımı iki yana açtım. Bol ceketin geniş kol ağzı bileklerimden aşağı sarktı. Kahra'nın yüzünde oluşan alaycı gülüş kısa sürede pişmanlıkla silinirken hala hastane odasının ortasındaydık. Bu sefer de ben ona güldüm.
"Dudağının patlak olduğunun farkında mısın?"
"Şu an evet."
Cama yaklaşıp gökyüzüne baktım, hava kararmıştı ve oluşan sis bulutları, dışarının oldukça soğuk olduğunu açık bir şekilde ifade ediyordu.
"İyi ki giymişim ama," dedim ceketin yakalarını önümde üst üste getirirken. Kahra çoktan kırmızı izlere sahip olan beyaz gömleğini çıkarıp onun yerine boğazlı kazağını ve üstüne paltosunu geçirmişti. Baştan aşağı siyah giyindiğinde kesinlikle kusursuz görünüyordu. Dağınık saçlarını elleriyle geriye yatırırken yanıma yaklaştı. Kolunu aşağı bırakırken duraksayıp bileğine baktı. Sağa sola çevirdi, ardından umursamazca serbest bıraktı.
"Sen bileğinin kırılmadığına emin misin?"
"Evet Adal. Sen gelmeden önce aklına gelebilecek tüm ışınlı taramalardan geçtim yani. Doktorun kör olduğunu düşünmüyorum."
Başımla onu onaylayıp gözlerimi tekrar dışarı çevirdim.
"Dün gece uyandım mı?" Dedi düz tutmaya özen gösterdiği ses tonuyla.
"Hayır."
"Yanımdan neden kalktın?"
"Güzelce uyuyabilmen için. Ve öyle de oldu."
Ela gözleri yüzümde gezindi, "göğsümü okşadığını hissettim."
"Evet, çünkü... kısa bir anlığına kasıldığını gördüm ve her zaman yaptığım gibi yaptım."
Gergince bir iç çekip yüzünü pencereden tarafa döndü. Huzursuzlandığını anımsıyor ama neler olup bittiğini bilmiyordu ve bu da şu an onu rahatsız ediyordu.
"Bir şey söyledim mi?"
Gözleri hala dışarıdaydı. Başımı eğip görüş alanına girmeye çalıştım, başını aşağı eğip bana baktı.
"Demedin Kahra, uyanmadın. Mimiklerin hareketlendi ve saniyeler sonra bitti. Bunu kafana takmana gerek yok."
Kapı açılınca ikimiz de o tarafa döndük. Aras yanımıza yaklaşıp Kahra'ya birkaç belge uzattı.
"Taburcusun ve bir daha kavgaya karışıp kendini bu derece," eliyle yukarıdan aşağı Kahra'yı işaret etti, "hırpalarsan umrumda olmaz."
"Söz veremem."
Aras bana döndü, "kapıyı üstüne kilitle, doktoru değil misin?"
Güldüm. "Tamamdır."
Odadan çıkıp asansöre bindik. Birkaç kat aşağı indikten sonra çıkışa doğru ilerlemeye başladık. Kahra'yla yan yana yürüyorduk, destek almak için koluma girmişti. Aras hemen arkamızdaydı. Çok geçmeden Kahra duraksadı. İfadesi sertleşti, hatta fazlasıyla haşin bir havaya büründü. Su içine düşmüş bir kedinin yaşayabileceği bir duygu geçişinden farksızdı.
"Ne oldu, bir şey falan mı unuttuk?"
"Adal, yüzünü kapat." Diye emretti.
Gözlerim onun baktığı yere, çıkış kapısına, döndüğünde hesaba katılmamış bir şeyle karşı karşıya olduğumuzun farkına vardım. Büyük lensli kameralarını bize doğrultan kameramanlar çoktan döner kapının ardından flaşları patlatmaya başlamıştı. Hızla kolumu yüzümün önüne siper edip ona döndüm.
"İlk Adal çıksın."
Aras, Kahra'nın önüne geçti, "aynı arabaya bindiğinizi görecekler. Değişen bir şey olmaz."
Parmağını şıklatıp arkamızı işaret etti, "arka kapıdan."
"Ben arabayı alayım."
Dizlerimin bağı çözülmüş gibi birkaç saniye olduğum yerde donakaldım. Hayatımda ilk kez böyle bir şeyle karşı karşıyaydım ve ne yapılması gerektiğini kesinlikle bilmiyordum. Aras ön kapıdan çıkıp çoktan gitmişti. Ben de Kahra'nın peşine takılıp onunla gittim. Arka kapıdaki çıkışa geldiğimizde durup ellerini cebine soktu. Yüzündeki ifade hala canlılığını devam ettiriyordu. Dişlerini sıkıp gevşetiyor, etrafa bakınıyordu. Bir şeyler düşünüyor gibiydi. Gergince yutkundum.
"Her zaman böyle mi?"
"Çoğunlukla."
"Sence çekmişler midir?"
Başını iki yana salladı, "zannetmiyorum. Ama ordan çıksaydık üstüne geleceklerine emindim."
Başparmağımı ağzıma götürüp tırnak etimi kemirmeye başladım. Kahra'nın neden sürekli göz önünde olmak istemediğini şimdi daha iyi anlıyordum. Evin merkezden uzaklığı, insan içine pek fazla karışmaması... Kahra elimi tutup dişlerimin arasından çekti.
"Adal yapma şunu."
Omzumu dikleştirip ona baktım, "gerildim sadece. Biraz."
Yüzüme en son böyle kameralar doğrultulduğunda hastaneyle alakalı bir etkinlik düzenlenmişti. O zaman kaçınmam gereken bir durum yoktu çünkü fotoğrafta bir topluluğun içindeydim ve manşetlerde hastaneyle alakalı bir şeyler yazacaktı. Bu sefer ise... ne yazabileceklerini tahmin bile edemiyordum.
Kapının dışından duyulmaya başlayan tekerlek sesleri yakınlara gelince durdu. Kahra'yla göz göze geldiğimizde, "muhtemelen Aras'tır," diye varsayımda bulundu. Bir göz dışarı bakıp başını aşağı yukarı salladı. Kapıdan çıkıp birkaç metre ötedeki arabaya yürümeye başladık. Yaptığımız plan basit ve bir yere kadar mantıklıydı, fakat ince düşünülmüş ve sandığımız kadar korunaklı değildi.
Yeterli mesafeyi kat edip arabaya ulaştığımızda Nereden çıktığını algılayamadığım ondan fazla insan bize doğru koşmaya başladı. Gözlerim fal taşı gibi açıldı, Kahra'ya doğru uzanıp kolunu tuttum. Kameralar tekrar bizi bulduğunda sanki her şey ağır çekimde gerçekleşmeye başlamıştı.
Kahra onları fark ettiği an belimden tutup beni kendine çekti, yüzümü göğsüne gömüp arka kapıyı açtı. Beni serbest bıraktığında paltosunun bir kenarını yukarı kaldırıp beni arabanın kapısıyla kendi arasına aldı. Aceleyle arabaya binip yan koltuğa kaydım, bir yandan da yüzümü kapatmaya özen gösteriyordum. Kahra yüz ifadesini bozmadan arabaya oturup sertçe kapıyı çekti. Patlayan flaşların ardından sıvışıp yola girdik. Tüm bunlar on, belki on iki saniye içerisinde gerçekleşti. Nefes nefese ona döndüm. Düşünceli halini hala sürdürmeye devam ediyordu, sadece kaşları daha çatıktı.
"Hastanede görüntülendiğin için mi, benimle görüntülendiğin için mi yoksa görüntülendiğin için mi rahatsızsın?"
"C şıkkı." Dedi kollarını önünde bağlarken. Ardından bana döndü, "sen iyi misin?"
"İyiyim."
Aras, "böyle bir şey olacağı aklıma bile gelmedi," diye mırıldandı. "Bu kadarını beklemiyordum."
"Ne zamandan beri görüntülemedikleri için böyleler."
"Hastanede olduğunu nasıl bilebilirler ki?" Dedim.
Dudağını büzdü, "yıllardır anlamadığım tek şey..."
***
Cebimde titreşen telefonu görmezden gelip Kahra'ya yöneldim.
"O paltoyu o şekilde çıkaramazsın, bekle."
Hafifçe ayak ucunda yükselip paltoyu omuzlarından aşağı çekip çıkardım. Basamaklardan gelen patırtı ardından Dicle görüş alanıma girdi. Parmaklarını dudaklarının üzerine bastırıp hızlıca Kahra'yı inceledi, gözleri suratında takılı kaldı. Acı dolu bir ifadeyle kaşlarını çattığında Kahra onu kendisine çekti.
"Bir şeyim yok."
Dicle burnunu çekti, "nasıl yok?" Dedi titrek bir sesle, kollarını ona sardı.
Onların bu kadar yakın olduğunu tahmin ediyordum fakat bu zamana kadar somut bir şekilde görmemiştim. Kahra'ya değer veriyordu ve o da ne kadar soğuk davranırsa davransın Dicle'yi önemsiyor ve seviyordu. Sarılışlarını izlerken artık bu evin bir ferdi olduğum hissi gülümsememe sebep oldu. Onlardan biri gibiydim ve olası her anlarına ister istemez tanık olabiliyordum. Bu çok özel hissettiriyordu, zor ve farklı bir deneyimdi. Şimdiye kadar hiçbir danışanımla kurmadığım nadir bir bağdı.
Dicle ondan ayrılıp yaşlarla dolmuş yüzünü kollarına sildi. Gözleri bana döndüğünde çekingen bir gülümsemeyle, "o kadar da dün gece yarısı için hazırlık yapmıştım." Dedi. Omzunun üstünden mutfağa bakıp, "gerçi pasta şimdi daha yumuşak ve lezzetli olmuştur," diye mırıldandı. Ne demeye çalıştığını anlamlandıramadığımdan kaşlarım çatıldı.
"Doğum gününüz falan mıydı?" Diye sordum sırayla ikisine bakarken.
Onlar da benimle aynı surat ifadesine bürünüp bana baktılar, "senin doğum günün Adal." Dedi Kahra.
Cebimdeki telefonu çıkarıp saate baktım, sonra da altındaki tarihe. Yirmi iki Şubat, doğum günüm. Altta biriken mesaj ve çağrıların arasından sadece bir tanesi odağımı çalmıştı. Zorla gözlerimi telefondan çekip tekrar onlara döndüm.
"Değil miydi yoksa," dedi Dicle mahcup bir şekilde.
Başımı iki yana salladım, "hayır öyle." Gözlerimi kırpıştırıp şaşkın şaşkın onlara bakmaya devam ettim.
"Siz nereden biliyordunuz ki?"
Dicle omzunu silkti, "ona sor." Başıyla Kahra'yı işaret etti. "Pastayı kesecek misin?"
Beklenti dolu bakışlarını geri çevirmeme imkan yoktu. Başımla onu onayladığımda gözlerinin içi parladı, durumdan hoşnut bir gülümsemeyle bize arkasını dönüp mutfağa gitti.
"Doğum günümü nereden biliyorsun Kahra?"
Kahra şu an bu soruyu beklemiyormuş gibi yavaşça gözbebeklerini bana çevirdi.
"Sözleşmeleri imzalarken doğum tarihini de gördüm," dedi yandan bakışıyla.
Ona yaklaşıp başını aşağı eğmesine sebep oldum, "o zaman sen de bana seninkini söyleyeceksin."
"Zamanı gelince öğrenirsin bir şekilde," dedi umursamazca.
Dicle içeriden, "salona getireceğim. Mum üflemen gerekiyor Adal." Diye seslendi. "Onu şimdilik buradan uzaklaştır ama ya!"
Kahra eliyle arkasındaki merdivenleri işaret etti. Gözlerimi ondan ayırmadan yanından geçip merdivenlere yöneldim.
"Ceketi çok beğendin galiba," dedi arkamdan gelirken.
Duraksayıp ona döndüm. Yüzünde muzip bir ifade vardı, gülebilse muhtemelen kusursuz dişlerini göstermekten çekinmezdi.
"Çıkarıyorum şimdi." Dedim ceketin yakalarını tutup.
Ciddileşip ellerimi yakaladı, "hayır. Bence sende kalsın, anı olarak..."
Başımı hafifçe yana doğru eğip gözlerimi kıstım, Kahra bir basamak daha yukarı çıktığında boy farkımız tekrardan açılmıştı.
"Emin misin?"
"Oldukça."
Biz odaya çıkmadan Dicle çoktan bahsettiği hazırlığı yapmış, bize seslenmişti. Kahra üstümdeki ceketin yakasını ilikleyip önümden çekildi. Ona kısa bir bakış attıktan sonra gülümseyerek aşağıya doğru indim. Salona girdiğimizde Dicle, çenesinin altında dua eder gibi birleştirdiği elleriyle içeri girişimizi izledi.
"Nasıl olmuş pasta?" Diye sordu büyük bir beklenti içerisinde.
Beyaz ganajlı pastanın tam ortasında siyah renkle yirmi altı yazıyordu. Etrafına altı tane mum dikmiş hepsini belirli aralıklarla sıralamıştı.
"Çok güzel," dedim gözlerimi pastadan ayırmadan.
Dicle teker teker mumları yakarken koltuğa oturup onu izlemeye devam ettim. Pastanın üstündeki mumlar alevin etkisiyle yavaşça erimeye başladılar.
"Dilek dile," diye fısıldadı Kahra arkadan kulağıma. Ardından yanıma gelip dikelmeye devam etti.
İlk defa bu yıl, dileyecek bir dilek bulamadım. Mumlar sıvılaşmaya devam ederken boş gözlerle tam önümdekini izlemeye devam ettim. Dilek dilemek için hayallere, kişilere ve nedenlere sahip olmak gerekirdi. Bir de o etkenlerin bu özel dileği hak ettiğinden emin olmak... kelimenin tam anlamıyla tıkanmıştım. Başımı kaldırıp Kahra'ya baktım. Göz göze geldiğimizde hafifçe gülümsedi. Ufak bir tebessümle gözlerimi kapattım, eğilip pastanın üstündeki mumları üfledim.
Bakışlarımız tekrar kesiştiğinde yüzünde memnun ve mutlu bir ifadeyle beni izliyordu. Nedensiz bir şekilde etraftaki her şey görünmez oldu, o ve ben hariç. Bakışlarımı pastaya, ardından tekrar ona çevirdim. Konumlarımız eski ve yaşanmamış olmasını dileyebileceğim kadar pişmanlık içeren bir anının kilidini çevirip zihnimin içine boşaltmaya başladı.
6 yıl önce
Gözlerim onun eliyle kapatılmış, bedenim onun kollarının arasında yön buluyordu. Derin bir nefes alıp belime sarılmış kola tutundum.
"Ne zaman açacağım gözlerimi?"
"Tatlım, eve daha yeni girdik. Bekle de ışıkları açayım önce. Ellerimi çeksem de bir şey göremezsin zaten."
Genişçe gülümseyip sırtımı benimkinin iki katı olan göğsüne yasladım. Yavaş adımlarla ilerlemeye devam ettik. İki basamak aşağıya indiğimizde beni serbest bıraktı. Evin her bir köşesini ezbere biliyordum, girişteki salondaydık. Ortada ahşap, koyu kahverengi bir sehpa vardı. Ayaklarım halının üstüne değdiğinde tam önünde durduğumuzu anlamıştım.
"Gözlerini sakın açma. Daha tamam değilim."
Başımla onu onaylayıp kendi parmaklarımı gözlerimin önüne bir paravan misali tuttum. Gözlerimi açma isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Bu, ömrüm boyunca en heyecanlandığım üçüncü anım olabilirdi. Birkaç anlamlandıramadığım tıkırdama ardından tekrar kolunun bana dolanışını hissettim. Beni yönlendirişine ayak uydurup tökezlemeden adımlarımı atmaya çalıştım. Beni koltuğa oturtacaktı, sehpanın etrafından dolaştığımızın farkındaydım. Yavaşça beni koltuğa oturttuğunda gülümsedim.
"Açabilir miyim artık?"
"Aç," diye fısıldadı.
Gözlerimi aralayıp etrafıma baktım. Parlak iplerleri tavandan aşağı sarkmış onlarca kırmızı balon, yıldız şeklinde gümüş renkli süslemeler ve algılayamadığım kadar hoş, göz alıcı detay... sehpanın üstünde duran koyu kırmızı pastaya baktım. Etrafına ufak aralıklarla dizilmiş yaşım kadar mum ve ortasındaki seni seviyorum yazısı... Her şey muhteşem gözüküyordu, birbiriyle uyum içerisindeydi. Kafamı kaldırıp sol yanımda dikilen Erim'e baktım.
"Mumları üfle. Dilek dilemeyi unutma bir de..."
Sonsuza dek onunla olayım. Beni bırakmasın. Aman Allahım. Ona çok aşığım.
Gözlerimi kapatıp mumları üfledim. Erim yanıma yaklaşıp boynuma bir öpücük kondurdu.
"Ne diledin," diye fısıldadı kulağıma.
"Gerçekleşmez."
Güldü. Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp beni yukarıdan aşağı süzdü.
"Gerçekleşmesini istediğin ne varsa ben gerçekleştireceğim."
Yutkundum. Erim, siyah ceketini çıkarıp bir kenara bırakırken gözlerim sadece onu takip etti. Yüzünü benimkine yaklaştırdı, ben de aynısını yaptım. Baş parmağını çenemde gezdirdi ardından dudaklarımın üstünde.
"Beni dilediğini biliyorum."
Bunu anlaması oldukça utanç vericiydi. Bana biraz daha yaklaştı. Nabzım yükseldi, gözlerimi kapattım. Burnunu kulağımın arkasına sürttü.
"Ve utandığını da biliyorum," diye fısıldadı. Sesi nefesimi kesmek için oldukça yeterliydi. O baştan aşağı insanı yoldan çıkarabilecek bir erkekti. Zekiydi. Her bir hareketinde daha fazla gerildiğimi hissediyordum.
"Gözlerini aç."
Dediğini yaptım. Avucunun içinde ortamdaki kırmızı her şeyden daha görkemli, kadife bir kutu vardı. İçinde ne olduğunu tahmin etmek benim için zor değildi ama açana kadar tepki vermemeye çalıştım. Kutu açıldığında minik bir ışığın aydınlattığı parlak büyük taşlı bir yüzük vardı. Gözlerimi yüzükten çekip ona baktım.
"Benimle evlenir misin?"
Gerçekliğini sorguladığım bir gece yaşıyordum. Etrafa baktım, sonra tekrar yanımdaki adama döndüm. Elinde tuttuğu kutu hala oradaydı. Başını eğip bakışlarımı yakaladı.
"Adal?"
Elimle yüzümün bir tarafını ovalayıp ona baktım.
"Sen ciddi misin?"
"Evet. Şimdi evlenmek zorunda değiliz zaten okulun bitince eğer i-"
"Sus."
Dolan gözlerimi gizlemek için boynuna sarıldım. Beni dizlerinin üstüne çıkarıp sıkıca bedenimi sardı. Her şeyi boşverip sonsuza dek onunla bu pozisyonda kalabilirdim. Gözyaşlarım gömleğini ıslatmasın diye hemen ellerimle yüzümü sildim. Erim geri çekilip bana baktı.
"Doğum gününde seni nasıl ağlatabildim ya?"
Başımı iki yana salladım, "iyi ki ağlattın."
"Ağlamanı istemiyorum, seni ağlarken görmeye dayanamıyorum. Beni anlıyor musun?"
Burnumu çektim, "anlıyorum."
"Güzel." Yüzüğün kutusunu kapatıp sehpanın üstüne bıraktı, "istediğin zaman takarsın. Bana kalırsa şimdilik kutusunda kalsın."
Başımla onu onayladım. Ne istiyorsa benim için neyi öneriyorsa onu yapacaktım. O, şampanyayı kadehe koyarken onu izledim. Yanıma otururken, beni süzerken ve bir şeyler anlatırken... gözlerim sadece onu takip etti. Tabağımdaki pastamı çatallarken bile sadece onun yiyişiyle tatmin oldum. Dudaklarım, dilim sadece onun için kıpırdandı. Bu saatlerce böyle devam etti. İyice gevşemeye başladığımda bile tüm ciddiyetimle her hareketini takip ettim. Ona aşıktım, kesinlikle. Kalbim, pompaladığı kan, tüm vücudum... onun için yaşadığımı hissediyordum. Onun için, onu memnun etmek için yaşamam gerektiğini hissediyordum.
Göğsüne yaslandığımda kulağıma doğru eğildi, "uslu bir kız olacağına söz verirsen eğer ikinci hediyeni de bu gece alabilirsin."
Kafamı geriye doğru eğip yüzüne baktım. Yüzünde oldukça farklı bir gülümseme vardı. Nereye varacağını kestiremediğim, masumiyetinin sorgulanması gereken bir gülümseme. Doğrulup kaşlarımı çattım.
"Ne gibi bir hediye?"
"İçinin benimle dolacağı bir hediye."
Derin bir nefes çekip gözlerimi kaçırdım. Ürkek bakışlarımın yerine cesaret ve şehvet kazandırmak ister gibi yavaşça dudaklarını benimkilere bastırdı. Saçlarımın oluşunu umursamadan ensemden yardım alarak beni daha çok kendine bastırdı. Bu dakikada benim de bir şeyler yapmam gerektiğinin farkındaydım. Ama öpüşümüz derinleştikçe derinleşti, hızlandıkça daha da hızlandı. Kalbim vücudumun içinde adeta çalkalanıyordu. Hislerim, düşüncelerim alt üst oldu. Bunun mideme yansımamasını umut ettim. Dudaklarını benimkinden ayırdığında nefes nefeseydim. Bunun tek sebebi beni soluksuzca öpüşü değildi, ne yapacağımı bilemeyişimin getirisi de vardı. O ise belimden beni kavrayıp dudaklarını boynuma indirmişti.
Onunla öpüşmüştüm evet. Hem de birden fazla kez. Ama bu seferkinin sonu çok uçsuzdu. Gülüşünü kestiremememin nedeni de bu uçsuzluğa giden duygular silsilesiydi. O üstüme abandıkça geriye doğru düşüyordum. Kollarımımdan birini boynuna doladım, ötekiyle de koltuktan destek aldım. Bu hamlem, boynumdaki baskısını daha da arttırdı. Ağzımdan boğuk bir inilti çıktı.
Erim geri çekildi. Alt dudağını dişledi, ayağa kalkıp elini bana uzattı, "ayağa kalk."
Dediğini yapıp karşısına geçtim. Bu da az önceki kadar ani bir gelişmeydi. Kendini kaybetmiş gibi gözüküyordu. Beni havaya kaldırıp odaya yöneldi.
İşte, başlıyoruz...
Odaya girer girdiğimizde beni kollarından indirmeden komodinin üstündeki her şeyi yere döküp beni oraya oturttu. Artık yüzlerimiz eşitlenmişti. Kendimi tamamen ona bıraktığım için oyuncak bir bebek gibi hissediyordum. Önümde gömleğini çıkarışını izledim. Gömleği bir tarafa fırlatıp tekrar bana döndü. Ellerini komodinin kenarlarına dayayıp üzerime doğru eğildi. Yüzümü inceledi, birkaç saniye boyunca bunu sürdürdü. Geri kaçmadım, hareket etmedim. Öylece beni koyduğu konumda, nasıl bir yüz ifadesine sahip olduğumu bilmeden gözlerinin içine baktım. Bakışma uzadıkça içim titredi, siyah gözleri daha da koyulaştı. Ya da uzun süre birbirimize baktığımızdan dolayı öyle olduğunu düşünüyordum.
Göğüsü kabarıp iniyordu. Garip olan ise benimki de aynıydı. Ucu ucunaydık. Patlamaya hazır olan bir şey gibi, her şey gibi. Ufak bir harekette her şey alevlenecek gibiydi. Ve ilk hamleyi o yaptı. Hızlı değildi, tadını uzun süre damağında hissetmek istediği bir yemeği yiyor gibiydi tüm hareketleri. Kalçalarımdan yukarı kadar çıkıp belimde toplarlanan elbisem artık bedenimin hiçbir yerini sarmıyordu. Karmakarışıktım. Dudaklarım, yüzümün herhangi bir yeri, boynum, köprücük kemiğim, bacak aram... onu her yerimde hissediyordum. Ama oturmayan bir şeyler vardı. İşler her dakikada daha fazla kızışıyordu. Sonunun nerede biteceğini çok iyi biliyordum.
Ama bilmediğim bir sürü şey daha vardı. Ne yapmam gerekiyor? Hayır deseydim eğer pişman olur muydu? Ya da onu utandırır mıydım? Benden soğur muydu yoksa, ya onu kaybedersem? Ya ona benim aptal küçük bir kız olduğumu düşündürüp aldığı kararları sorgulamasına neden olursam?
Bedenim ona ayak uydurmak için yalvarıyordu, öyle yapıyordu da. Islanıyordum, boynumdaki damarların atışını kulaklarımda hissediyordum. Dudaklarımın arasından sesli nefesler kopup geniş odanın içerisinde kayboluyordu. Onu memnun etmek istiyordum bu yüzden onu durdurmadım. ama beynimde ise farklı bir kaos taht kurmuştu. Düşüncelerimin içerisinde kaybolmak üzereydim, odağımın tamamı kesinlikle onda değildi. Ben kafamdaki soru işaretleriyle uğraşırken o çoktan üstümdekileri parçaları teker teker çıkarıp bir köşeye atmıştı bile.
Çıplak bedenimi tek hamlede kucağına alıp yatağa yatırdı. Göğüsümde hissettiğim bedenle aramda artık kıyafetler yoktu. Hayalini dahi kurmaktan çekindiğim şeyi tüm gerçekliğiyle yaşıyordum. Bedeninin tüm sıcaklığı benimkiyle birleşti. Yataktan destek alıp sağ tarafımızda duran lambaya uzandı ve onu kapattı. Tek ışık kaynağımız da sönünce tamamen onunla baş başa olduğumu fark ettim. Üzerime kapanmadan önce siyah gözlerini kısa bir anlığına yakaladım. Farklı bir duygunun esiri olmuştu. Benimle değil, bedenimle ilgileniyordu. Tek istediği buydu, bedenim.
Nedenini bilmediğim bir şekilde beni sakinleştirmesini istedim. Belki ufak bir yanak okşaması olabilirdi. Belki de kısa bir sevgi sözcüğü. Beni sevmediğini düşünmediğimden değil, sadece buna ihtiyacım varmış gibi hissediyordum. Kısa öpüşleri yanağıma kadar çıktı.
"Boynuma sarıl, kendini bana bırak güzelim," diye fısıldadı. Dediğini yaptım. Ardından, "Bacaklarını arala," dedi.
Sesinin tonu oldukça sertti ama emreder gibi hissettirmiyordu, ya da ben öyle olduğunu kabul etmek istiyordum. Bacak arama iyice yerleşince yutkundum. Korunup korunmadığımızı bilmiyordum ve kesinlikle kendimi kasıyordum. Bunu fark ederse yanlış anlar mı diye düşündüm.
"Rahatlayacaksın merak etme," dedi titrek bir fısıltıyla.
Eli kalçalarıma kadar indi. Dokunuşları nefesimi kesecek kadar hafif ve heyecandırıcıydı. Dudaklarıma fazlasıyla yanıltıcı bir öpücük kondurduğunda o anın geldiğini anladım.
İçime girdiğinde oldukça sesli bir nefes çektim. Ardından elimle ağzımı kapattım, diğer kolum hala onun omuzları üstündeydi. Elimi ağzımdan geri çekip başımın üstüne sabitledi. Dudaklarını benimkinin üstüne kapatıp içime inledi. İleri geri hareket ettikçe kendimi daha çok yatağa bastırdım, başımı geriye doğru eğip onunkinin iki katı sesli bir inlemeyle karşılık verdim. Hoşuna gitmiş gibi güldü, daha da hızlandı. İnledim. Gözlerim, göz kapaklarımın altına kaydılar. Tekrar, tekrar, tekrar ve tekrar üstümde acımasızca ileri geri hareket etti. Ellerim istemsizce onun saçlarının arasına girdi.
"Sık!" Diye emretti.
Parmaklarım saçlarının arasında kenetlendi, nefeslerim sıklaştı. Hareketlerimiz birbirinin içine girdi ve garip bir ahenk oluşturdu. Bedenim onun bedeni altında uyuşmuş gibiydi. Hissettiğim bu şeye bedenim esir olmuş gibiydi. Bu şey şehvetti. Şehvet kafamdaki soru işaretlerini susturdu ve bir köşeye attı. Zihnim ve bedenim uzun bir süre farklı sebeplerle esarete tanık oldular. Birisi bundan memnundu ama öteki tümüyle bunu sorguluyordu.
Dediğini yapmıştı. Tüm vücudum onunla dolmuştu, her anlamda... her bir santimimde onun varlığını hissediyordum. Dil darbelerinin meme uçlarımda bıraktığı karıncalanma hissi hala devam ediyordu. O gecenin devamında hatırladığım tek şey saçlarımın arasında gezinen parmaklar ve boğazımın kurumasının her yutkunuşumda verdiği yakıcı acıydı.
Günümüz
Sallanan koltukta kendimi ileri geri sallarken Kahra'nın yatağa girişini izledim. Başını yastığa koyar koymaz bana döndü.
"Dilek dilemedin."
Gözlerimi kapatıp başımı arkaya yasladım. "Evet dilemedim, çünkü dileyecek herhangi bir şey bulamadım" diye geçirdim içimden. Bu kendime söylediğim kocaman bir yalandı. Dileyecek bir çok şey vardı fakat bazılarının dilenmemeleri gerekiyordu. Bundan sekiz yıl önce geride kalan iki yıla kadar Erim'le alakalı şeyler dilemiştim. Onun beni sevmesi, beni terk etmemesine; ardından geri gelmesini dilemeye kadar evrilen bir süreçti.
Kendime yaptığım en büyük saygısızlık onun geri gelmesini dilemem olabilirdi. Beni giderken darma duman etmişti, sonra geri gelmiş ve tekrar gitmişti. Bunu aralıklarla tekrarlayıp bana eziyet etmeye devam ediyordu. Aslına bakarsan benim için değil, hastane için geliyordu. Ama tekrardan yok olmadan önce kendisini bana hatırlatmayı ihmal etmiyordu. En sonuncu gelişlerinden birinde ona "Erim," diye hitap ettiğimde sonuna "Bey," diye ekleyerek aramızdaki sınırı oldukça net çizmişti. Bunu anımsayınca tiksintiyle gülümsedim. Kendimden mi yoksa ondan mı daha çok tiksindiğimi kestiremedim.
Bu garip bir şekilde aramızdaki güçlü bağ iplerinden birinin kopmasını sağlamıştı. Sadece birinin... bu sayede o gelip gittikçe onu görmezden gelmem daha kolay olmaya başlamış, ona her baktığımda kalbimin bir el içerisinde sıkılıp pelte hale gelerek paramparça ediliyormuş gibi hissettirmesine mani oluyordu. Yaptığımız son konuşmanın ardından bu bağ tamamen koptu. Evet, bunu hissedebiliyordum. Her şey gerçek anlamda bitti, en azından benim için.
Belki de yıllar sonra zihnim bana acımış ve bu işkenceye tam anlamıyla son vermek istemişti. Özgürlüğü hak ediyordum. "Ona çocuğu ve karısıyla karmaşık hayatında başarılar," diye geçirdim içimden.
"Ne düşünüyorsun?"
Gözlerimi boşluktan çekip sağ tarafımdaki Kahra'ya çevirdim. Soru işareti dolu bakışlarını daha da keskinleştirdiğinde başımı iki yana salladım, "hiç." Cevabımın onu tatmin etmediği belliydi, güldüm. Meraklı olması bir bakıma hoşuma gitti. İlk zamanlarda koca evin içinde onu yakaladığımda selam versem dahi görmezden gelip hızla ortadan kayboluyordu.
"Dilek diledim bu arada," dedim konuyu değiştirmek için.
"Dilemedin Adal, neden yalan konuşuyorsun?"
Yatağın içinde doğrulup sırtını yatak başlığına yasladı, "bana baktın ve bir saniye sonra mumu üfledin."
"Tamam işte o sıra diledim."
"Ne diledin?"
Yönümü tamamen ona çevirip şaşkınca kaşlarımı düşürdüm, "iyi de bunu söylersem gerçekleşmez, kuralları bilmiyor musun?"
Genzinden kıkırdadı, "bu dünyanın en büyük yalanı, sen de en kötü yalancısısın."
Sırıtıp kafamı tamamen geriye doğru yatırdım.
"Bunu neden bu kadar merak ettin?"
Birden ciddileşti, ifadem onunkine uyum sağladı. Bir şeyler duyabileceğime inandım çünkü göğsü buna hazırlanıyormuş gibi kalkıp indi. İlgiyle gözlerimi onda sabitledim.
"Bir insanın dilek dilemeyişi hayattan hiçbir beklentisi kalmadığını gösterir, en azından ben öyle düşünüyorum."
"Yani sen dilemiyorsun çünkü böyle düşünüyorsun. Ve benim dileyeceğimi varsaydın ama öyle olmadığını görünce bu merakını cezbetti, doğru mu anladım?"
Tepki vermedi.
"Senin neden beklentin yok?"
"Olmadığını kim söyledi?"
Bana yalancı dedikten sonra bunu yapması çok komik geldi. Yüzünü incelemeye devam ettim fakat tek bir değişim olmadı, ifadesi dümdüzdü. Lafı dolandırarak yalanlarını örtmesini beceremese de yüz hatlarını nasıl yönlendirmesi gerektiğini iyi biliyordu. Diğer insanlarla nasıl iletişimi olduğunu bilmiyordum, ama bu benim için şimdilik böyleydi.
"Anlaşılan bu gece ikimiz de yalanlarla gerçekliğimizden kaçmaya çalışacağız," dedim ayağa kalkarken.
Yatağın boş tarafına oturdum, "hadi cevap takası yapalım. Sen benim soruma cevap ver, ben de seninkine."
İlgisini çekmiş gibi tek kaşını hafifçe yukarı kaldırdı.
"Beklentilerin olması için ruhunda gelecekle alakalı gerçek bir şeyler olmalı. Bu herhangi bir şey olabilir. Belki bir insan, bir duygu, bir hedef, bir umut... her şey. Ama gerçekten hissedebileceğin bir şey, belirsizliklerden kesinlikle uzak olan bir şey... uğruna yanıp tutuşabileceğin kadar zihnini kaplayan bir his olabilir. Bunu gerçekten hissetmiyorsan beklentilerin de olmaz."
"Beklentiler her zaman gelecekle alakalı olmak zorunda değil Kahra. Belki yarın olmasını ya da olmamasını istediğin bir şey... seni bahsettiğin o beklentinin içine sokmaz mı?"
Dudağının bir köşesi yukarıya kıvrıldı, "yarın da gelecek değil mi?"
Öyle bir şey ki, o an Kahra'nın öylesine yaşadığını anladım. Beklentisi yoktu, çünkü isteği yoktu. İsteği yoktu çünkü gerçekleşeceğine inancı yoktu. Ona ne verildiyse sanki değiştirmesine gerek yokmuşçasına onu kabullenmişti. Sahibinin bir köşeye bırakıp sulanmadığı bir bitki gibi solup bir gün öleceği günü bekliyor gibiydi. Ama onun bitkiden farkı vardı, o isterse kendi için bazı şeyleri değiştirebilirdi çünkü bu güce sahipti, sadece istemesi gerekiyordu.
"Hayatın akışını kabullenip bizi nereye sürüklüyorsa oraya gitmek zorunda değiliz Kahra, kontrol edebiliriz. Beni buraya neden çağırdın? Çünkü bu kabuslarının bitmesini istedin. Ben buraya geldim, bu istek bir beklentiye döndü. Bitmesi için bir beklenti içindesin."
Başımı hafifçe eğip dediklerimi doğrulaması için ona baktım. Başıyla beni onayladı.
"Ama bu geçişte en önemli şey eksik, inanç. Geleceğe karşı inancın yok, bunların biteceğine karşı inancın yok Kahra. İnancın olmadığı zaman isteklerin beklentilere dönüşse de o bahsettiğin, uğruna yanıp tutuşabileceğin şeylerin hepsi anlamsızlaşır. Bu anlamsızlık sana bir amacın olmadığını, olsa da gerçekleşmeyeceğini hissettirir. İşte bu yüzden yarın bir şeyler değişebileceğine inan, bir şeyleri aşabileceğine inan, bana inan ve en önemlisi gücün sende olduğuna inan."
Sözlerim bittiğinde Kahra'nın duvar gibi olan ifadesi belli belirsiz bir canlılık kazanmıştı. Kafasında bir yerlerde sözlerimin düşüncelerine sızdığını ve orayı kurcaladığını biliyordum. Gözlerini benden bir saniye bile ayırmadı. Kolunu kaldırıp yavaşça elini yüzüme doğru yaklaştırdı, yüzümün bir kısmını avucunun içine aldı. Hamlesiyle beraber ortamın havası değişti. Temas, aramızdaki duyguyu yoğunlaştırıp bizi yaklaştırmadı. Aksine bizi daha da uzaklaştırdı.
Bakışlarında yalancı bir derinlik oluştu, gözbebekleri küçüldüğünde zihninden geçen şeyin ne olduğunu bilmek istedim fakat bunun imkansız olduğunu düşündüm. Önleyemediğim ürperti hissi, bir su damlası gibi sırtımdan aşağı kaydı; bakışlarının ardında gördüğümü düşündüğüm anlamsız tehlikeden dolayı göğsüm daraldı. Elini çekmedi, kıpırdamadı. Belki zihnini okuyamazdım ama gözleri, oranın ardında büyük bir giz sakladığını haykırıyordu. "Bana güvenme Adal, ben bile kendime güvenmiyorum," deseydi eğer ona inanırdım. Çünkü bakışları dile gelseydi, her an bunları söyleyebilirmiş gibi duruyordu. Ya da ben bugünlük birden fazla olay karmaşasına tanık olduğum için duygu zehirlenmesi yaşıyordum ve beynim, sanrılara kendini kurban etmek için hazırda bekliyordu.
Ama bunun yerine ifadesi yumuşadı, gözbebekleri büyüdü. Elini indirdi ve gülümsedi.
"Sana güveniyorum," diye mırıldandı.
Gözlerimi zorla ondan çekip kırpıştırdım. Güçlükle yutkunup gözlerimi siyah yatak çarşafına çevirdim. Vücuduma yarattığı duygu geçişinden dolayı omuzlarımdan ufak bir zelzele geçti. Yaslandığı yerden doğrulup bana doğru yaklaştı.
"Sana ne oldu birden?"
Başımı iki yana salladım. Bakışlarımı kaldırıp ona bakmaya cesaret edemedim. Çünkü yüzüne baktığımda aynı şeyleri hissedersem ne yapacağımı kestiremiyordum. Ama o, çenemi tutup kafamı kaldırdı.
"Üşümüşsün sen," dedi. Omuzlarımdan beni yanına doğru çekip sarıldı. "Çok yoruldun, dinlenmen gerekiyor farkındasın değil mi?"
Kolunun arasında az öncekinin tam tersi bir şekilde güven hissettim. Yaşadığım kafa karışıklığı komiğime gitti, güldüm.
"Özür dilerim, doğru söylüyorsun, gerçekten biraz yorgunum."
"Ve şimdi de gülüyorsun. Az önce hayalet gördüğünü zannettim," dedi alaycı bir ifadeyle.
Gülümsemem ufak bir kahkahaya dönüştü. Kafamı kaldırıp Kahra'ya baktığımda göz göze geldik.
"Sen az önce sana güveniyorum mu dedin?"
Başını hafifçe yukarı aşağı salladı. Gözlerini kıstı, "ee, yani?"
"Yüzme biliyor musun?"
"Evet biliyorum," dedi. Geri çekilip tamamen bana döndü. "Ne alaka?"
Dudaklarımı birbirine bastırdığımda Kahra başını iki yana salladı, "siksen olmaz."
"Olur."
"Olmaz, unut."
"Olur. Az önce sana güveniyorum demedin mi sen? Bu nasıl güven?"
Burnundan sert bir nefes verdi, "her yerim ağrıyor Adal, beni daha fazla yorma."
"Çok güzel bir şey biliyorum," dedim ona aldırış etmeden.
"Sen daha bugün sadece beş altı kamera görünce far görmüş tavşana döndüğünü unuttun galiba."
"Bilindik bir yerde değil, ayrıca üyeliğine göre havuzların bölümleri de değişiyor. Farklı farklı alanlarda hepsi."
"Param yok." Dedi gözlerini karşıdan ayırmadan.
"O zaman düşük üyelikteki alanda yüzersin."
"Yüzmem Adal."
Kollarımı önümde birleştirdim, "üç seçeneğin var Kahra. Ya yüzersin ya seni spor salonuna yazdırırım ya da-"
"Yüzme," diye mırıldandı bıkkın bir şekilde.
Keyifle gülümseyip arkama yaslandım. Elimi sağ taraftaki Kahra'ya uzattım. Tek kaşını kaldırıp her zamanki kibirli tavrıyla elime doğru baktı. Parmaklarımın ucunu sıkıp yatağın içinde kayarak yatar pozisyona geçti. Ben de sallanan koltuğuma yerleşip rahatça arkama yaslandım. Buraya geri dönerken aklımda tasarladığım beyaz sayfayı artık açabilirdik, sanırım...
Kahra ve Adal 😫✋🏻 İkilinin arasındaki buzların eridiğini hissediyorum, siz de hissediyor musunuz? 13. Bölüme dek hoşçakalın🤍🤍 |
0% |