19. Bölüm

16. Bölüm / Umut Yıldızı

Cansu
lily_lily

Merhaba canım okurlarım,

Resmen iki bölüm uzunluğunda olan en uzun bölümümüzü yayınlamış bulunmaktayım.

Bölüm Çarşamba gelecekti, hazırdı da ama sadece biraz geç hazır olmuştu. Ben de bölümü yayınlamak için uygulamaya girdim ama beyaz ekran verdi, sanırım herkesde olmuş.

Olsun, bölümümüz geldi ve şuana kadar en uzun Okyanus bölümü bu bölüm.

Kitabı yazmaya başlarken her bölüm 1000-2000 kelime arasında kalacak derken 2000 kelimeyi fazlasıyla aşacağımı bilmiyordum ama sizi biraz beklettikten sonra böyle bir bölümü de bölemezdim.

Bölümün güzel olduğunu düşünüyorum, umarım sizlerde beğenirsiniz.

Çiçek Hanım, Albay ve Okyanus arasında geçen bir bölüm olacak. Tahmin ettiğiniz gibi konu, gerçek ailem.

Okyanus'un duygusal betimlemelerini size yansıtabilmek beni çok memnun edecek ve sizden ricam bu bölüm bol bol yorumlarınızı benimle paylaşmanız, lütfen. Oy vermeyi unutmayınız, yeni bölüme geçelim.

Derin bir nefes aldım. Yedi veya sekiz yıldır psikolojik anlamda daha fazla yorulduğum bir kaç gün olmamıştı.

 

Şimdi ise Çiçek Hanım ve Albay ile aynı odada kalmak daha da yorulacağımdan başka bir şeye işaret değildi.

 

Ben sadece kendimi korumak istiyordum.

 

Sadece tek tek inşa ettiğim yalnızlığımın baltalanmasını istemiyordum.

 

Yaşıyordum, yetiyordu. Bazı şeyler zamanı geçtikten sonra gerekmezdi. İhtiyacın olduğunda yanında olmayanları sonradan kabul etmezdin, senden haberleri olmasa bile. Onları kabullenmek, istemek ise benim yapmamam gereken bir şeydi.

 

İstediğim şeyler olmamıştı, istemiyordum.

 

Odanın içinde oyaladığım bakışlarımı onlara çevirdim. Deniz Akif'de dahil herkesin çıkması ile odada onlar ile yalnız kaldım. Ne kadar Çiçek Hanım ve Mehmet Bey ile bu şekilde yalnız kalmak istemesem de Çiçek Hanım’a doğru döndüm. Ne diyecekse bitmesini bekledim.

 

Bu kadının mutsuzluğu da kalbime dokunuyordu, anlam veremiyordum.

 

“Biz seninle sabahki olanlar hakkında konuşmak istiyorduk, kızım.” diyerek bakışlarını eşine çeviren Çiçek Hanım’dan sonra eşi Mehmet Bey, yani Albay konuştu.

 

Hep aynı konuyu açarak fikrimi mi değiştirmeye çalışıyorlardı?

 

Ben cevabımı vermiştim, fazlasıyla.

 

“Sabah tam olarak konuşamamıştık.” diyerek konuşmaya başlayan Albay, bir saniye soluklandığında araya girerek konuştum ve derin bir nefes alarak sedyede oturur pozisyona geldim.

 

“Tam olarak konuşmuştuk, Albayım. Siz bir şeylerden bahsetmiştiniz ve ben de söyleyeceklerimi söylemiştim.” dediğimde sesim her zamanki sert haline bürünmüştü veya sesim bir kalkana dönüşmüştü. Böyle konularda her zaman araya hızla duvar örmek, artık alışkanlık haline gelmişti.

 

Karşımda bir Albay vardı ve ben, ona saygı duyuyordum ama özel hayatım ile ilgili konularda biraz zorlanıyordum. Hayır, fazlasıyla zorlanıyordum.

 

“Hayır, kızım. Bizim konuşacaklarımız daha bitmemişti. Aynı zamanda şuan siviliz ve bana istediğin şekilde hitap edebilirsin. Albay olarak burada değilim." diyerek devam ettiğinde ona sabah hitap ettiğim şekilde hitap etmeye karar verdim.

 

Mehmet Bey. Ya Mehmet Bey’di, ya da Albay’dı. Ötesi çok zahmetliydi.

 

“Peki, anlatabilirsiniz.” diyerek konuştum, bu sırada ise Çiçek Hanım araya girdi.

 

Kafamı karıştırmayın lütfen, Çiçek Hanım.

 

“Yıllar önce, çok zor şeyler yaşadık. Sekiz yaşındaki kızımız kayboldu." dedi ve zorlanarak anlatmaya başladı. Biraz aceleciydi, anlatmanın zor olacağını düşünüyor olmalıydı. Anlatmak her zaman zordu, bu değişmeyen bir gerçekti. Ne kadar acele etsen de, ne kadar yavaş anlatsan da ağzından çıkan her kelime batıyordu. Canını yakan şeyleri anlatmak yüreğini kanatıyordu, insanın.

 

"O kayboldu ve biz onu bir süre boyunca hep aradık, iki yıl boyunca. Kaybolan kızımızı canlı ya da ölü bir şekilde bulabilmek için çok aradık ama-“ diye anlatmaya başlamışken bir anda durdu.

 

Hızla anlatmanın da bir işe yaramayacağını anlamış olmalıydı. Gözleri dolmuştu ama kendine hakim olmaya çalışıyordu. Yutkundu ve derin bir nefes alarak anlatmaya devam etti.

 

“Bir çok kez sekiz yaşındaki küçük, ölmüş kız çocuklarının cesetlerine baktık. Kızımız onlar mı diye!” demesi ile birlikte Mehmet Bey’in ona uzattığı sudan zorlukla bir yudum aldı. Zorlanıyordu. Kim zorlanmazdı ki?

 

Gözünden bir damla yaş düştüğünde ağlamasını durduramayacağını biliyormuş gibi bakışlarını yukarıya dikti ama başaramadı, gözündeki yaş durmadı.

 

Gözden akan yaşa izin verdiğinde devamı kesilmezdi zaten, bilirdim.

 

Masmavi gözleri dolmuş, ağlamaya başlamıştı bile...

 

Gözlerine bakmak zordu çünkü ben maviden nefret ederdim. Mavi gözlerden ve gökyüzünden...

 

Yıllarca göremediğim gökyüzünden nefret ederdim. Yıllardır göremediğim mavi gözlerden nefret ederdim.

 

Karanlığa tutsak edilmiş kızlar, gökyüzünden medet umardı zaten...

 

“Bir gün, kızımızın öldüğüne inanmaya karar verdik.” derken gözlerinden yaşlar akmaya devam etti. Ağlaması şiddetlendi.

 

"İnanmaya karar vermedik. Ben kızımızı ölü gösterdim. Çiçek iyi değildi. Böyle düşünmesini sağladım.” dedi başını eğerek, Mehmet Bey.

 

“Nasıl yani?” diye çekinerek sordum.

 

Kayıp kızını, ailesine ölü mü göstermişti? Doğru mu anlıyordum? Bunun yükünü yıllarca boynunda taşımıştı! Ne kadar da ağırdı böyle!

 

“Kızımızı ölü bir şekilde bulduğumu söyledim, hepsine. Sadece daha fazla üzülmelerini istememiştim. Bu sefer kaybolan kızımızın yani kardeşlerinin yasını tutmaya başladılar. Daha çok yıkılmalarına sebep oldum.” diye sesindeki acıyla devam etti, Mehmet Bey.

 

Onların acılarını izlerken kızını bulamadığı için ne kadar da yıkılmıştır. Herkesin kendine ait, anlayamayacağımız acıları vardı. Acılar, yaşanmışlıklar asla kıyaslamazdı ama her şey birbirinden de ağırdı.

 

“Ölmemiş miydi?” diye sordum, tepki vermemeye çalışarak. Kafam karışmıştı.

 

Ölmemiş ki, kızlarının sen olduğunu düşünüyorlar? Okyanus, bu nasıl soru!

 

“Bilmiyordum, yani hala bilmiyorum.” diyerek eşine bakarak utanç içinde devam etti.

 

“Kızımızın bir mezarı oldu ama o mezarda o yokmuş.” diyerek ağlamasını durduramadan konuştu, Çiçek Hanım.

 

O yıllarca böyle bir gerçek ile yaşayıp aslında o gerçeğin bir yalandan başka bir şey olmadığını öğrenen bir anneymiş.

 

Kendini açıklamak istiyordu ama gücü yoktu ya da gücü yetmiyordu. Acısı büyüktü, bu gözlerinden okunuyordu ama benim için en acısı da gözlerime baktığında acısını hissediyordum, nedenini de anlamıyordum.

 

“Kayıp unutulmazdı ama ölüm yasa dönüşürdü. Acıları biraz hafifler sandım.” diyerek eşinin ardından pişmanlık ile konuştu, Mehmet Bey.

 

Hafiflememiş.

 

“Aksine hepimiz onun varlığına inanarak dayanıyormuşuz. Ben bu sırrı yıllarca saklarken bu yük ile kızımızı aramaya devam ettim, ağır geldi. Çiçek çok zor zamanlar geçirdi. Ailemizden çok kayıplar verdik ama bir şekilde on sekiz yıldır dayanıyoruz.” diyerek devam etti.

 

“On sekiz yıldan biraz fazla oldu ama bizim için hep acısı taptaze kaldı. Ben kızımızı aramaya hep devam ettim. Çiçek kızının, oğullarımız ise kardeşlerinin öldüğünü düşünerek yas tuttular. Hepimiz çok zor zamanlar geçirdik.” dediğinde aniden araya girdim, konuştum.

 

“Benim kızınız olduğumu size düşündüren nedir?” diye sordum. Sesimi aynı sert tonunda tutmaya çaba sarf ederken tepkisiz kalmakta zorlanıyordum.

 

“Bu şüphe bir şekilde bizi buldu, kızım.” dedi ve düşünerek konuşmaya devam etti.

 

“Eşim Çiçek kızının, Emir, Güneş, Yunus ve Uras ise kardeşinin ölü olduğunu düşünerek yıllarını geçirdi. Ben ise bu durumun yüklerini sırtımda taşıyarak yaşadım. Bu kadar yaşamanın üzerine seni bulmak bizim için çok büyük bir umut oldu. Dna testini yaptıkmak için senden bir şans istiyoruz.” diyerek bir ümit, bana bakmaya başladı.

 

Acılı bir insana verilen umut, çok kötüdür.

 

Ona verecek bir cevabım yoktu. Daha fazla dökülecek hiç çabam yoktu. Kendime verecek cevabı bile bulamıyordum ki, kendine hesap veremeyen birisi size nasıl umut versin?

 

O an aklıma gelen şey ile durdum. Onlara hayır diyebilmek için aradığım nedeni bulmuş gibi hissettim.

 

O duvarın arkasına sığınmadım da, o duvarı yıkmak için çaba sarfedenlerin önüne geçtim.

 

“Dün sabah hastane odasındaki konuşmalarınız, kaybolan kızınızı aradığınız üzerineydi ama şimdi kızınızı yıllarca ölü gösterdiğinizi söylüyorsunuz. Ben size nasıl güveneyim?” diyerek sordum. Amacım, kafa karışıklığımı ortadan kaldırmaktı, bir nevi kendime hak vermek ve onları bu işten vazgeçirmek. En çok da kendimi ikna etmek.

 

“Doğru hatırlıyorsun. Yıllardır ölü gösterdiğim kızımızı bulduğumu düşünerek seni bulduğumda onlara her şeyi açıkladım. Aslında o mezarın boş olduğunu söyledim. İki ay oldu.” dedikten sonra uzun bir soluk ile devam etti. Uzun bir süre görevdeydim zaten ama iki ay uzun da bir süreydi.

 

“O gün oradayken Çiçek senin hakkında her şeyi biliyordu. Emir ise fazlasıyla bilgiye sahipti ama Uras ve Yunus yeni görevden dönmüştü, bu yüzden onlara o odada neden bulunduğumuzu anlatamadım. Güneş ise orada ne olacağını az çok biliyordu ama senin olacağını bilmiyordu. Hepsinin önceden bildiği tek şey ölü sandıkları kız kardeşlerinin ölmediğiydi, artık kayıp değil de bulunabileceğiydi. O gün orada böyle bir konu ile karşılaşacaklarını bilmiyorlardı.” diyerek uzun uzun açıklaması ile her şey kafamda biraz daha netleşti. Öyleyse kendimi ikna edemiyordum.

 

En acısı da ben Çiçek Hanım’ın yerinde olsaydım, kayıp kızımın varlığına inanmaya çalışarak hayata tutunurken eşimin beni kandırarak kızımızı ölü göstermesinin üzerine on sekiz yıl yas tutup kızımın aslında ölmediğini, hala kayıp olduğunu ve eşimin beni kandırdığını anladığımda asla affetmezdim. Affedemezdim.

 

Öyleyse Çiçek Hanım, Mehmet Bey’i nasıl affetmişti?

 

“Haklısın, hemen bize güvenmeni de beklemiyoruz kızım ama bize bir şans vermeni istiyoruz.” diyerek Çiçek Hanım da Mehmet Bey’e destek verdi. Biraz sakinleşmiş gibiydi ama her an ağlayabilirdi, kendini tutuyordu.

 

O sırada en çok da Çiçek Hanım için kafam karıştı, en çok da onun için dna testini kabul etmeyi düşündüm ama ben bunu kendime yapamazdım. Ben çok çabuk kanardım, kaçardım da. Kendimi yüz üstü bırakmaktan çekiniyordum.

 

Şunu biliyordum ki, kendime ihanet edecek bir tek ben vardım. Bunun olmaması için elimden geleni yapıyordum. Bazı şeyler de elimden gelmiyordu.

 

Mehmet Bey’in de haklı olduğu çok konu vardı, ailesinin acısının azalacağını düşünerek bütün yükü sırtına almıştı, bu da çok ağırdı.

 

Anlattıklarının bana bile ağır gelmesi ile beraber karnımdaki bıçak yarasını umursamadan dizlerimi karnıma kadar kendime çektim.

 

Kendime sarıldım. Kaplumbağa gibi kabuğuma çekildim. Korumaktı, amacım.

 

O an zihnimde zor bir araya gelen kelimeler ile bir an için açık konuşmak istedim.

 

“Ben buna alışığım, bir ailemin olmadığını biliyorum. Bu şüphe ile dna testi yaptırsak da etkilenmem ama siz? Ya sonuç kızınızın ben olmadığımı gösterirse kaldırabilecek misiniz, Çiçek Hanım? Sonuçta kızınız çıksam da benden bir karşılık alamayacaksınız, sizin için bu daha kötü değil mi? Eski konuları açmaya gerek var mı?” diyerek içimde tuttuğum soru işaretlerini dile döktüm.

 

Yalan söylüyordum! Ben resmen sarsılırdım!

 

Eski konular? Kırıcıydı.

 

Sonuçta ailesini isteyen bir kız çocuğuydu, ben ise artık değildim.

 

Minik bir umut, bu kadar yıl inşa ettiğim duvarlarda çatlak oluştururmuştu ve daha fazla umut, o duvarları yıkardı.

 

Bilirdim, o duvarların yıkılması asla iyi bir şey değildi. Bunu çok iyi bilirdim.

 

Çatlakları onarmak kolaydı, belki de ama çatlaklar büyürse yıkılırdı ve ben altında kalırdım.

 

Savunmayı güçlendirmek ve duvarları sağlam tutmak gerekirdi. Kimsenin zaafım olmasına izin veremezdim. Kimseye de beni yıkabileceği kadar değer vermemeliydim.

 

Bu sözlerim Çiçek Hanım’ın da kafasında bir sürü soru işareti oluşturmaya yetmişti sanırım, tekrardan gözlerinin dolması ile ağlamaya başladı. Onu üzmek istemezdim ama kendimi üzmeyi hiç istemezdim.

 

Böyle yıkıcı bir yola çıkacak güce sahip miydim?

 

“Sen kızımızsın, ben hissediyorum.” derken göz yaşlarının arasında konuştu.

 

“Ben anneyim, hissederim kızımı!” diyerek sesini yükselttiğinde anında kendini sakinleşmeye zorladı ve zorlandı.

 

Sedyesinin yanındaki komidindeki suyu aldı. Eli titreyerek içmeye çalıştığında, Mehmet Bey su şişesinin altından tutarak ona destek oldu.

 

Kendini kaptırmıştı ve içinde birikenler onu yıkıyordu. İşte bir umut, insanı mahvederdi. Ben bilirdim ve işte tam olarak da kendimi bu durumdan koruyordum.

 

“Ya değilse?” diye sordum, dayanamadan.

 

Kendimi mi ikna etmeye çalışıyordum, yoksa onu mu bilmiyorum ama ben hep duygularımı üstü kapalı yaşayan biri olmuştum, bu yüzden şuanda istesem de Çiçek Hanım gibi tepki veremezdim.

 

“Öyle! Biliyorum, ben. Sen benim kızımsın.” diyerek devam etti. Ses tonunu azaltsa da içten içe bağırıyordu.

 

“Kızınıza mı benziyorum ki?” diye sordum, dayanamadan. Bu kadın neden ısrar ile onun kızı olduğumu söylemeye devam ediyordu! Daha önce hiç tanışmamıştık da!

 

Belki de yıllar sonra bulduğu minik bir umuta tutunmaya çalışıyordu, Okyanus!

 

“Sen ne kadar saklamaya çalışsan da evet, güzel kızım.” diyerek bana baktı. Ardından gözlerindeki yaşları umursamadan devam etti. Güzel kızım mı?

 

“Ben kızımı yıllardır yaşıyormuş da yanımdaymış gibi büyüttüm. Ben onunla büyüdüm ama o benimle büyüyemese de ben onu tanırım. Kızımı görsem tanırım, sen benim kızımsın!” diyerek devam ettiğinde bu ısrarcılığına anlam veremedim.

 

Beni kimse büyütmedi, Çiçek Hanım. Ben kendi kendimi büyüttüm.

 

Beni bu saklı halim ile tanıyabilecek hiç kimse yoktu, ayrıca ben bu kadın ile daha önce hiç de tanışmamıştım!

 

“Üzgünüm ama ben sizi tanımıyorum, Çiçek Hanım.” dedim, bakışlarım karnıma çektiğim bacaklarımın üzerindeki ellerimde dolaşırken.

 

Onu tanımadığım için üzgün hissettim. Böyle bir anneye sahip olmak mükemmel olmalıydı.

 

Ona karşı bir mahcubiyet hissettim. Bu durumun verdiği gereksiz bir mahcubiyet ile bakışlarımı ondan kaçırdım.

 

Bu karmaşık duygulara anlam veremeyerek bu utancı neden hissettiğimi anlamaya çalıştım ama hayır, anlayamadım.

 

Utanç duyması gereken asla ben olmamıştım. Olamazdım da!

 

Bu karmaşık duygulara batmak istemiyordum. Bataklık gibiydi! Kendimi böyle karmaşık duygulardan korumak istiyordum! Hayır demek, konuşmaya devam bile etmemek çünkü Okyanus böyle yapardı ama neden şimdi böyle kesip atamıyordum.

 

Okyanus değil de, Ayşin mi olmuştum yoksa? Bir tek Ayşin'in canı acırdı, o annesini isteyebilirdi. Ben değil!

 

Ben, onu arkada bırakalı çok olmuştu.

 

Ayşin'in hiç ailesi olmamıştı, çok istemişti ama o çok küçüktü. Onun istediği aileye de benim sahip olma hakkım yoktu.

 

Ona bunu yapmaya hakkım yoktu! Onu hatırlamak bile batmaya başladığımı gösteriyordu!

 

İçimdeki Ayşin'i öldürürken aldığım kararlar hala geçerliydi, yalnızlığa mahkumdum.

 

Okyanus, aynı sırada tek kalmaya çalışırken onunla olmak isteyen insanları istemiyordu. Ayşin ise mahkum edildiği karanlık odada bir tek umut oradan kurtulmayı beklerken neden tek olduğunu sorguluyordu.

 

Umut, bir kere sana yapıştığında acımazdı ve senden kopmazdı. Hele ki küçük kız çocukları, umut ile tanışmak zorunda kalmasın bile...

 

Hayır, bu kadına acıdığım için burada kalmıyordum, bu duygu ona acımak değildi. Bakışları içimde bir şeyleri yaralıyordu veya acısı içime dokunuyordu, sadece. Ne onu üzmek, ne de kendim üzülmek istemiyordum. Oysa ki, ben sadece kendimi düşünmeliydim.

 

Onu düşünmek de ne demekti? Benim sadece kendimi düşünmem gerekmez miydi?

 

Bir kalbim olduğunu unutuyordum, bazen.

 

Okyanus'un kalbi var mıydı?

 

Son sözlerim onu daha derinden yıpratırken göz yaşlarını tutması zorlaştı ve tekrardan ağlamaya başladı. Bir şey demedi, bir şey demedim. Omuzları sarsılarak ağlamaya başladı, hiç bir şey demedik. Mehmet Bey de eşine sadece içinden bir şeyler kopuyormuş gibi bakmaya devam etti. O anda bunca yıl için kendine mi kızdı yoksa diğer her şeye mi öfkelendi bilemiyordum çünkü onu da tanımıyordum ama merak ettim.

 

Her zaman meraka kapılmak en kötü başlangıçtır ya zaten!

 

“Ben sadece on sekiz yıllık hayatımı hatırlıyorum. Hatta, belki de daha az! Yani bende aradığınız cevapların hiç biri yok. Asla da olmayacak.” diyerek bir duvar daha örmeye adım attım ama bu sefer epey bir zor oldu. Ayşin aklıma girmeye çalışıyordu, belki de...

 

Sekiz yaşımda geçirdiğim hafıza kaybı ile sekiz yaşımın çoğunu bile hatırlamıyordum. On sekiz yaşımda ise bu durum çok farklı bir şekilde yine tekrar etmişti.

 

Bir kurtuluş, bir kaçış ama nasıldı, bilinmez.

 

Yirmi altı yıldan sekiz sene çıkarırsan hiç bir şey kalmazdı... Ya da on sekiz yıl kalırdı, hatırlamadıklarıma inat acı dolu ama çabalarında boğulan bir Okyanus’un hırs ile büyüyen hayatı! Öyleyse büyük dalgalar şahit miydi?

 

Karşımdaki kadın gözlerindeki yaşları silip bana döndü ve tekrar iyice gözlerini sildikten sonra konuştu. Kıpkırmızı gözleri ve burnu acısının emarelerini taşıyordu.

 

“Kendi cevaplarımızı yaratırız, olmaz mı? Kızıma her şeyi hatırlatırım, ben.” dedi.

 

Kızıma.

 

Bir o kadar çaresiz görünüyordu ki ama onun için de çaresi benmişim gibi bakıyordu. Ben kendime bile çare olamıyorum, diyemedim.

 

Tanımadığım bir ailenin içine girip onlar ile bağ kurmaya kalan bir parça bile duygum yoktu ki...

 

“Ben sizin kızınız olmayabilirim-“ derken başını hayır anlamında sallayarak sözümü böldü.

 

“Hayır! Hayır, kızım. Dna testini yaptırmadan bunu bilemeyiz. Zaten ben de hissediyorum, sen benim kızımsın. Dna testi bile yaptırmadan kızım olduğunu biliyorum, ben hissediyorum. Bana kalırsa dna testine bile gerek yok, sen kızımsın.” diyerek gözlerindeki yaşlar yerine yenileri gelen yaşları hızla sildi.

 

Yıllar sonra umutlanmıştı, karşısındakinin gerçekliğini kontrol etmeden kontrolsüzce inanıyordu.

 

O ana kadar bu kadının gardımı indirebileceğini hiç düşünmemiştim ama bir şey oldu ve ben merak ettim.

 

Dna testini bile göremeden kabullenecek bir anneye sahip olmak beni mahvederdi, ben böyle bir şeyi hakkediyor muydum?

 

Daha fazlasını hakkediyordum, yılların bana çok borcu vardı ama ben kendimi öyle bir ıraklaştırmıştım ki...

 

Eğer onlar benim ailem ise...

 

Aradığım cevapların bir çoğu onlarda olabilirdi. Sadece hatırlamayı beklediklerim, belki de daha da fazlası...

 

Bilmiyordum, hatırlamıyordum ve hatırlamayı bekliyordum. Ya hiç hatırlamazsam, diye hiç düşünmemiştim.

 

Bir çıkar için onları da bu oyuna sürüklemeyecektim ama belirsizlik kötü bir şeydi ve bu belirsizlik ile hayatıma devam etmek de kafamı karıştırırdı.

 

Öyleyse onlara bir şans vermeli ve sadece dna testini yaptırarak belirsizliği ortadan kaldırmalıydım.

 

Kendimi kandırıyordum, dna testini yaptırırsam tekrardan ıraklaşabilecek miydim?

 

Böyle başlarsa adım adım ilerlerdi ya ben de ondan kaçıyordum.

 

Belki de sonuca ulaşmak için cevaplandırmayı beklediğim, hatırlamaya çalıştığım her şey onlardaydı. Onlardan öğrenme ihtimalim vardı.

 

Düşünmeliydim. Sadece düşünmeliydim ve asla kesip atmamalıydım.

 

Adımları düşünme, belirsizliğe de göz yumma! Öyleyse dene.

 

Karşımdaki kadına bakarken daha fazla dayanamadan konuştum.

 

“Tamam. Dna testini düşüneceğim.” dedim.

 

Ağzımdan bu lafın çıkmasına hayret ettim.

 

En çok da ipleri bu kadar sağlam tutmuyor olmama hayret ettim.

 

O ipleri elimden çekebilmeleri için bir adım daha kendimden koptum.

 

Duvarın arkasından çıktığımda yoğun bir rüzgar ile karşılaştım, duvar aslında sağlam değilmiş, farkına vardım.

 

Duvarı yıkarak ne yapacakları belli olmayan insanlara kapıldım ve elime bir balyoz da ben aldım.

 

Dna testi, onlar için bir ümit demekti ve benim için ise yıkılan bir duvar demekti.

 

Bir duvarın yok oluşu temelini ne kadar eksik kılardı, o an düşünemedim. İlk defa düşünmeden hareket ettim, belki de...

 

En çok da hatırlamak zorunda olduklarım için kesip atmamıştım, belirsizliğe de göz yumamamıştım.

 

Belirsizlikten de nefret ederdim.

 

Hiç bir ihtimal düşünmeden derin bir nefes aldım, mecburiyetten.

 

Bahanelere sığındım.

 

“Kızım, teşekkür ederim. Düşün ama sağlıklı düşün. Hem kendin için, hem de bizim için düşün.” derken Çiçek Hanım daha fazla dayanamadan gözleri dolduğunda elini yüzüne kapattı ve hıçkırarak ağladı. Belki bir süre, belki beş dakika. Sonrasında ise artık yenileri gelmemek üzere göz yaşlarını sildi.

 

O esnada kapının açılması ile içeri giren veya girenlerin kim olduğuna bakmadan düşündüm. Onlara hiç bir şey demeseydim daha mı iyi olurdu diye düşündüm ama hiç bir cevaba ulaşamadım. Cevapsız bırakılmak da iyi bir şey değildi, en azından bunu biliyordum.

 

Cevapsız kalmaktan daha kötüsü ise umut verip o umudu çürütmekti.

 

Umut ışığı, gözlerini acıtırdı ama kalbine işlerdi. O ışığı bir anda söndürmek ise insanı kör ederdi. Kalbin boşluğundan bahsetmiyorum, bile.

 

Umut, ışık diyebilecek kadar da yapay değildi. Derine işliyordu, ruha. Bir yıldız olması daha mümkündü.

 

Umut yıldızı seni yörüngesine alırdı.

 

O ışığı söndürmek değil de, o yıldızı yok etmekti.

 

Süpernova patlaması ile birlikte kara delik oluşur ve seni içine çeken bir karanlık olurdu.

 

Böylelikle daha çok yıkıma sebep olurdu, o umut kırıntısı. Saçma bir döngüydü, işte!

 

Ben karanlıktan çok korkardım.

 

Belki de ben en çok o dna testinin istediğim gibi çıkmamasından korkuyordum.

.

Tekrardan merhaba, umarım bölümü beğenmişsinizdir. Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi buraya yazarsanız çok sevinirim. -->

Oy vermeyi unutmayın ♡♡♡

Okyanus'un düşünceleri? -->

Çiçek Hanım? :( -->

Albayımız, yani Mehmet Bey? -->

Bölümde eklemek istediğiniz, ya da kendi fikirleriniz? -->

Ben olsaydım, bu şekilde tepki verirdim dediğiniz yerler var mı? -->

Mehmet Bey'in yıllarca bu yükü taşıması bir yandan çok zorken çok da suçlu, sizin düşüneceleriniz neler? -->

Çiçek Hanım zaten yaralı, hem de çok yaralı? -->

Instagram; lil__ybookss

Tiktok; lily_okyanus

En uzun bölümümüzü de okumuş oldunuz, daha nice uzun bölümlere.

Bu bölüm;

2754 kelime

En kısa sürede, yeni bölümde görüşmek üzere...

Okyanus ile kalın :))

Bölüm : 12.06.2025 11:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...