
Merhaba bir tanecik okurlarıımmm,
Yeni bölüm ile geldim. Bu bölüm, küçük olaysal ve olaylara giriş yapacağız. Önümüzdeki bölüm daha çok detay öğrenmiş olacaksınız ama bilin bakalım ne oluyor? Kimliğini bilmediğimiz yeni bir karakterimiz var. Onun hakkında olan yorumlarınız için çok heyecanlıyım.
Aslında bu bölüm biraz zor yazıldı çünkü ben yazmıştım ama sonra dedim ki, hayır. Ve yeniden başladım, bu sefer daha çok içime sindi. Defalarca okudum, bir yazım yanlışı veya herhangi bir hata olmadığını düşünüyorum. Ve uzun bir bölüm oldu ♡ Umarım, sizlerde bölümü beğenirsiniz.
Oy vermeyi ve bol bol yorum yaparak düşüncelerinizi yazmayı unutmayın :))
.
Gözlerimi sıkıca yumdum, başımdaki yoğun ağrıyı unutmak istercesine elimdeki telefonu sıktım.
Beklemenin bir anlamı olmadığını hissederek gözlerimi yavaşça açtım ve elimdeki telefon yavaşça kulağımı buldu. Görüş açımdaki Yunus Binbaşının burada olması beni rahatsız etmedi. Yabancılardan rahatsız olmazdım.
Gözlerimle görsem, o çağrıya yanıt vermeye zorlanırdım. Hatta belki aramayı cevaplandıramazdım çünkü iki yıl az bir süre değildi. Açılmayan telefonuma karşılık o telefonu asla açmazdım. Şu an böyle bir seçeneğim yoktu.
İki yılda değil! İki yıl, iki ay, dört gün olmuştu.
Hayır, dört gün değil. Asıl olay on yedi eylüldü, bu yüzden on bir gündü. Tüm geçen zamanın her dakikasında bile aklımın bir köşesinde yeri olan abimin sesini şu an duymaya bile hazır değilken binbaşının yanında konuşmak, pek rahat hissettirmeyecekti. Çünkü yabancıların yanında rahat olamazdık.
Tüm geçen saniyelere rağmen telefon elimde açık bir şekilde duruyordu. Karşı tarafta abimin sesinin olduğunu bilerek elimdeki telefonu zor tutuyordum. Hayır, kapatmayacaktım telefonu. Onun yapamadığını yapıp duyacaktım sesini.
Karşımdaki adamdan gözlerimi çektim ve oturduğum basamakta dizlerimi daha çok kendime çekerek telefonu kulağıma götürdüm.
Ne yapmalıydım? Ne demeliydim? Veya o, ne söyleyecekti?
Sadece dinlemeye karar verdim. Bu sefer arayan ben değildim, oydu. O konuşmalıydı! Benim aradığım telefonlar cevapsız kaldığı için ben konuşamasam da ona konuşmak için bir şans vermiştim. Haberim olmadan açılan telefon ile bu şansı vermek zorunda kalmıştım ama kapatmak da istemiyordum.
Karşı taraftan hiçbir ses gelmedi. Sadece nefes sesi geliyordu. Nefes alıyor ve yaşıyordu. Arayan abimdi, değil mi?
O konuşmadı, bende konuşmadım ama bu kısa sürdü. Belki birkaç saniye, belki de bir dakika. Dayanamadım, ben seslendim ona. O aramış olsa da ben seslendim. Ne de olsa iki önce de ben seslenmek istemiştim. O buna izin vermese de...
“Abi?” dedim. Abim, değil! Abi. Ciğerlerime çektiğim nefesi bile hissedemeyecek kadar yabancılaşmıştım. Durdum, bekledim sadece konuşmasını.
Abi demeni hakketseydi iki senedir yanında olurdu, Okyanus. Kardeşini kaybettiğinde onu da kaybettiğini hissettirmezdi. Çok gaddarca davranmamış mıydı?
İki yıl boyunca görevde bile olabilirdi, her şey olabilirdi ama Binbaşı Pars Karahan, bana yani kardeşine mezarda olmadığı sürece ulaşırdı. Onu çok iyi tanıyordum. Ya da tanıdığımı sanıyordum.
İki yıldır, içime tıktığı kelimeyi bakışları bende olan binbaşının gözlerinin içine bakarak dillendirdim. Bir tarafta telefonun ucunda abim gibi gördüğüm ve güvendiğim ama güvenimi boşuna çıkaran adam. Diğer tarafta ailesinin peşimden ayrılmadığı, ailem olduklarını iddia ettikleri ve bu yüzden öz abim olabilecek ama biraz önceki o sözleri ile fark etmesem de beni kıran o adam.
Telefondan nefes seslerini duyduğum, iki yıldır kendisini benden esirgeyen abime dalgınlıkla ettiğim hitap şeklini karşımda duran ve biraz önce kardeşi olmadığıma dair imalarda bulunup Dna Testi yaptırmamam için benimle kırıcı konuşan adama bakarak dillendirmiştim.
Telefondaki adamda, karşımdaki adamda bu kelimeyi hakketmiyorlardı. Aslında gerçek şuydu ki, aile kelimesini kimse hakketmiyordu.
“Okyanus.” dedi, telefonun diğer ucundaki ses. Sonunda konuşabilmişti. Dilini mi yuttun, abi. Demek istedim ama sonra yuttum sözlerimi. Sözlerimi yutmaya alışıktım.
Belki bir sebebi vardır. Vardır belki, dedim içimden. Kardeşini unutması için bir sebebi vardır.
“Kardeşim?” dedi, aynı ses. Sessiz kaldım, sesimi yutmuş gibiydim. Ona ne cevap vereceğimi bilemiyordum. Tek bildiğim, dalgınlıkla söylediğim abi kelimesini bir açıklaması yoksa ona ırak edeceğimdi. Abim, canım abimdi ama artık o kadar da değildi.
“İyi misin, kardeşim?” dedi, yıllar abimin sesini değiştirememişti. Gerçi hatırlamıyordum. Ben nasıl iyi olayım, abi? Her şey aynı mıydı, yoksa her şey farklı mıydı? Sen iyi misin, abi?
Yıllar sonra ortaya çıkıp iyi olup olmadığımı sormasından dolayı yüzümde alaycı, minik bir gülümseme oluştu. Kırgın da sayılabilirdi bu gülümseme. Gerçekten yıllar sonra sormaya hakkı var mıydı?
“Bana gücenmiş olabilirsin ama gelince her şeyi anlatacağım.” dedi, telefondaki yılların unutturduğu sesi. İki yıl az gibiydi, değil mi? İki yılda çok şey unuturdunuz, sesler giderdi ilk hafızadan.
Yangın merdiveninin boşluğundan hafif bir esinti olduğunda kollarımı bacaklarıma sararak sinirle telefonu kulağıma daha çok bastırdım.
Gelecekmiş! Gücenmek az kalırdı. Gücenmek ne demekti? Kırılmak, alınmak, küsmek veya içerlemek mi?
Beklemediğin bir davranış veya söz karşısında gönül kırılmasıydı, gücenmek. Ben abime çok gücenmiştim. İki yıldır, bana tek kelimesini bile çok görmesini içerlemiştim.
İçimdeki bu yoğun duyguları dışarıya asla yansıtmıyordum. Ne de olsa yanımda bir yabancı vardı. Yabancılara kırgınlıklarınızı ve sizi üzen şeyleri göstermemelisiniz ki kendinizi koruduğunuza emin olun, kurallardan biri buydu. Unuttuysan hatırla, ezberin kuvvetlidir senin! Tanıdık ses zihnimde yankılandı. Sonra gözlerimi sıkıca yumup tekrar açtım. Şu an sırası değil.
Yüzümdeki sert ifade telefondaki sesin konuşması ile çatlayacak gibi olsa da asla izin vermiyordum, ben kendimi korumayı böyle beceriyordum.
Sekiz yaşımda da on yaşımda da on sekiz yaşımda da yanımda olup beni koruyan bir ailem yoktu. Hiçbir zamanda olmalarına izin vermemeliydim.
Artık kurtarılmayı bekleyen bir kız çocuğu değildim. Artık kendi ayakları üzerinde durabilen güçlü bir kadındım. En önemlisi de kendimi koruyabilen ve hatta vatanını da koruyan bir subaydım.
Hala yalnızdım ama yalnızlık alışabileceğim bir şeydi. Alışkındım.
Peki ya neden şimdi yıllarca ailem yerine koyduğum abimden kendimi korumaya çalışıyordum?
O an dayanamadım. Kaç dakikadır bakışlarımı kaçırdığım binbaşı bile umurumda olmadı. Lal olmuş dilim, haykırırcasına konuştu. Bağırmadım ama öyle hissettirecek kadar derin bir sesim vardı.
“Öyleyse, kardeşimi bulmadan gelme.” dedim, fısıltıyla karışık. Saniyeler sonra ağzımdan çıkan tek bir cümleydi. Telefonda kısa bir sessizlik oluştu, bu sessizlik neydi anlamadım. İki yıllık sessizlik yetmez miydi? Gerçi bu cümleyi içimden söylemişçesine sessiz, hatta fısıldar gibi söylemiştim. Bunu karşımdaki adam yani Yunus Binbaşı da duyamamıştı, sadece dudaklarımı oynattığımı görmüş olmalıydı. Acaba telefonda aramıza yılları sokan abim duyabilmiş miydi?
Yüzümde mimik oynamıyordu ama içimdeki duydular o kadar çok yoğun ve ağırdı ki...
Ne varsa içine atıyorsun zaten Okyanus, yer kaldı mı? Daha fazla yer varsa şu anı da at içine, göm hatta. Sen gömülmeye alışıksın.
Kimsenin olmadığı bir yerde kendime sarılarak beklemek istiyordum. Her şeyden saklanmak ve kendime sığınmak.
Buna müsaade yoktu. Hiçbir zamanda olmuyordu, karşımdaki adamın varlığını unutacak kadar andan kendimi soyutladığımda telefondaki nefes sesi yerini abimin sesine bıraktı. Oradaydı, peki bunca yıl neden orada kalmaya devam etmiş ve yanımda olmamıştı? Sonu gelmeyen sorulara kafamda tek tek cevap arıyordum ama yoktu.
“Ben-“ diyerek konuşmaya başladığında arkasından gelen ses ile telefonu sessize aldı. Ne oluyordu?
Saniyesine kadar sayarak bekledim, tam yirmi beş saniye sonra sesi duyuldu. Sen, abi? Ne diyeceksin?
“Geleceğim ve her şeyi anlatacağım, şimdi kapatmam gerekiyor.” diyerek benim konuşmama bile fırsat vermeden kapattı. Tek kelime bile etmeyecektim gerçi ama telefonun bu şekilde kapanması afallamama neden olmuştu. Bu afallamayı yüzüme yansıtmadım.
Abin gelecek Okyanus... Sevinsene! Anlatacakları varmış, onu affedebilme şansın var. Mutlu olmalısın!
İçimdeki çatışmaya bir son vermek amacı ile karşımdaki Yunus Binbaşına istinaden konuştum. Sözlerimin hedefi oydu ama ne diyecektim ki?
“Oldu mu, komutanım?” diye sordum. Sesim hiçbir duygu barındırmıyordu. O kadar boş bir şekilde sormuştum ki, saygısızlık olarak da algılayamazdı.
Bu telefon konuşması özeldi ve komutanım olduğu için yanında konuşmamı istemesine diyecek hiçbir şey bulamıyordum. Merak mı ediyordu, yoksa inat mı ediyordu? Sorguluyordum. Her şekilde de özel hayatıma yaptığı saygısızlığa anlam veremiyordum.
“Oldu, üsteğmen!” dedi, benim kadar sert bakışları gözlerimi bulduğunda. Neydi, bu? Anlamakta zorlanıyordum çünkü aynaya bakıyor gibi hissediyordum. Kendimi de anlayamazdım.
Mavi gözlerinin derinliklerinde bir şeyler saklı gibiydi, ben de aynı şekilde saklardım. Bu adam neden bu kadar bendi?
“İzninizle, komutanım.” dedim, ayağa kalkarken. O da benimle aynı saniyede ayağa kalkarak hızla kolumdan tuttu ve konuştu.
“Abi mi? Kiminle konuştun?” diyerek sordu. Bakışlarım ona döndüğünde hızla kolumdaki eline baktım. Neydi, bu samimiyet?
O da bakışlarım ile ben daha kolumu çekmeden elini kolumdan çekti. Aynı hızla konuştu.
“Özür dilerim.” derken kısık bir ses tonu ile anlık bir tepki vermişti. Bende beklemiyordum, bu iki kelimeyi komutanımın bana karşı söylemesini.
Şaşkınlığım saniyelik yüzüme yansıdı. Kolumu izinsiz tuttuğu için bunu söylemişti, biraz önce telefon görüşmeme izinsiz kendini kattığında komutanım olduğunu söylüyordu. Yüzümde alaysı bir sırıtma oluştu, bunu gizlemedim.
“Komutanımsınız, neden özür diliyorsunuz ki? Telefon ile konuşmamı komutanım olarak dinleyen ve özel alanıma saygı duymayan kişi kolumu tutunca mı özür diliyor?” dedim, ses tonumu alçak tutarken.
Sözlerime karşılık ben içimden bir daha böyle konuşmayacağıma dair kendime söz verirken yüzündeki ifade bomboştu, konuştu.
“Saygı, üsteğmen. Saygı! Komutanın sana bir şey sorduğunda cevaplamak zorundasın. Bu soruyu cevaplamanı istiyorsam, sana emrediyorumdur! Komutanına düzgün cevaplar vermelisin!" dediğinde boş ifadem kırıldı.
Tabi, ben savunma yazmak istiyorum diyorsan konuşmaya devam edebilirsin.” diyerek devam etti.
Biliyorum, sözlerimdeki bu imalar bile komutana karşı büyük saygısızlıktı ama ben hiç böyle bir komutan ile karşılaşmamıştım ki. Bu sözlerime karşı bana şu anda tutanak tutmayı düşünürse ne olurdu bilmiyordum. Zaten bunu düşünmüşçesine laf arasında savunma hazırlamak istiyor musun, diye soruyordu. Bu yüzden ağzımdan çıkan laflara dikkat etmeliydim. Dilimi ısırdım. Konuşmamalıyım, evet!
“Özür dilerim, komutanım.” dedim, göz temasımı kesmeden. Özür dileyecek duruma düşmüştüm, resmen!
“Sorumu cevapla!” dediğinde ne diyeceğimi düşündüm.
Şu anda bana bu şekilde hiç davranması hoş değildi ama komutanımdı ve ben de fazlasıyla haddimi aşmıştım. Bana disiplin soruşturması bile açabilirdi. O yüzden bu tavrı bile benim için tutanak tutma ihtimalinden daha iyiydi.
“Ne sormuştunuz, komutanım?” diye sordum.
Sert ifadesi ile odak noktası bendim. Buradan nasıl kaçabilirim diye düşünürken o konuşacaktı ki merdivenden bir ses geldi. O ses de neydi?
Sert bir adım sesiydi, düşme sesi değil. Ardından ise acılı bir mırıldanış. Binbaşının bakışları arkama yani aşağıya inen merdivenlere döndüğünde ben de ne olduğunu anlamak için arkama doğru hızla döndüm. Sarı tutamlarım görüşümün etrafında uçuştuğunda binbaşının önünde sesin nereden ve kimden geldiğine bakıyordum.
Aşağı kattan bu kata çıkan merdivenlerde bir adam vardı. Merdivenin tutunma yerine sıkıca tutunmuş ve başını zorlukla bize doğru kaldırmıştı. Kim olduğunu anlayamadım çünkü yüzünde siyah bir maske vardı. Sadece gözleri görünüyordu.
Merdiveni çıkarken bir sağa bir sola gidiyordu, dengesi yerinde değil gibiydi. Simsiyah giyimi ile nereden yaralandığı bile tam olarak gözükmüyordu.
Bu da kimdi? Herhangi bir tehlike oluşturuyor muydu? Silahım yanımda değildi. Uyandığımda yatağın içerisinde belimin yanındaydı, üzerimde hastane kıyafeti olduğu için yanıma alamamıştım ama yanımda bir binbaşı vardı. O da benim gibi düşünmüş olmalı ki belindeki silahını çıkartmış ve bu kimliği belirsiz, maskeli adama doğru silahını doğrultmuştu.
“Kimsin?” diye gür sesi ile merdivenin köşesine çökmüş adama sorduğunda adam zor bir şekilde başını kaldırdı. Yüzü görünmüyordu, kafasında siyah ve sadece gözlerinin göründüğü bir maske vardı. Ağız kısmı ve burnunun hafif uç kısmı da maskedeki farklı bir boşluk ile açıktı.
Maskeli adam, merdivenin tutacağına yaslanarak zorla kalktı. Simsiyah kıyafetlerini incelediğimde omzunda bir gariplik olduğunu fark ettim. Yaralanmış mıydı? Yaralı olmasa neden böyle zor yürüsün ki, Okyanus.
Zorlandığı maskesinden bile belli olurken bize doğru bir adım atmaya çalıştı. Tam o sırada binbaşı da benimle aynı şeyi fark etmiş olacaktı ki konuştu. Adamın belinde silah vardı ve eli beline doğru gitmişti.
“Kıpırdama!” diyerek karşımızdaki adama bağırdığında binbaşı, beni kolumdan tuttuğu gibi arkasına almıştı. Kaşlarım çatıldı.
Bende bir askerdim. Kendimi koruyabilirdim, ne diye beni arkasına alıyordu? Tamam, silah onun elinde olabilirdi ama ben silahsızda bir o kadar etkiliydim.
Binbaşının arkasından çekilip kenara geçtiğimde tekrar beni kolumdan tutarak bu sefer hızla arkasına aldı.
“Arkamda kal, yaralısın.” demesi ile birlikte sonra kafama dank etti. Yaralıydım ve karşımızdaki adam, belindeki silahına doğru hareketlenmişti.
“Bekleyin.” diyerek nefes nefese konuştu, merdivendeki adam. Kimdi?
Önümde duran binbaşı, elindeki silahı adama doğrultmuş ve ne yapacağına bakıyordu. Adamın ters bir hareketine karşı tetikteydi ama tahmin ettiğimiz gibi olmadı.
Adam, silahının olduğu taraftaki cebinden bir şey aldı ve bize doğru uzattı. Aslında uzattığı şey bir zincirdi ve devamı kapalı avucundaydı.
“Alın, lütfen.” dedi. Sesi kaba ve sahte çıkıyordu, sesini değiştirerek mi konuşuyordu?
Binbaşı tereddüt bile etmeden silahını hala adama doğrultmuşken adama yaklaşarak diğer elini adama uzattı ve zinciri hızla aldı. Adam ise bu kadar ayakta durmaya bile zorlanmış bir şekilde hızla dizlerinin üzerine çöktü.
Yaralıydı, içeride doktorlar vardı ve tedavi olması gerekiyordu. Evet ama onun tehlikeli olmadığına emin olmadan onu içeriye alamazdık.
Binbaşının elindekine baktığımda bir künye olduğunu gördüm. Ne yani bu adam asker miydi? İyi de o zaman neden buraya böyle tek başına ve bu halde gelmişti? Ne oluyordu?
Kaşlarım bir kez daha çatıldı. Binbaşı da hafif bana dönmüş olsa da silahı hala adama doğruydu. Elindeki künyeye bakarken onun da kaşları çatılmıştı. Künyeye bende bakmalıydım. Uzandım ve künyeyi elinden alarak baktım.
Kor.
Künyenin üzerinde sadece bu üç harf vardı, künyesi var ve kısa bir bilgi var. Benim de istihbarat görevlerinde taktığım künyede sadece kül yazdığı için tahmin edebiliyordum, istihbarat ajanı mıydı?
Çatık kaşlarım ile binbaşıya döndüğümde onun da benim gibi kafası karışık olmalıydı ki anlamsızca sadece bakıyordu. Merdivendeki adama döndüğünde sordu.
“Neyin var.” diye sordu.
“Hiçbir şey hatırlamıyorum. Tek hatırladığım...” diyerek öksürmeye başladı, adam. Elini ağzına kapatarak ciğerleri sökülürcesine öksürdüğünde elini çekti ve baktı. Bende görebiliyordum, eli kan içindeydi. Zorlukla bir nefes alarak konuştu.
“Özel askerim.” dedi.
Olabilir. Olabilir ama nedensizce ona inanamadım. Ya künyeyi gerçek sahibinden çaldıysa... Bilmiyorum, inanamadım. Zaten yarası da net gözükmüyordu, kıyafetlerinden. Sadece omzunda bir gariplik vardı.
“Ya künyeyi çaldıysan? Bir garipsin, sana nasıl inanalım?” diye sordum. Adam ölüyor ve senin düşündüğüne bak, Okyanus!
Hayır! Belki bir teröristti! Üzerinde bomba olabilir miydi? Sanmıyorum. Dardı üzeri ve sanmıyordum ama her şey olabilirdi.
O an aklıma bir soru işareti düşmüştü. O da bizim kim olduğumuzu bilmiyordu. Tanıyor muydu bizi yoksa? Elinde silah gördüğü kişiyi asker sanıp künyesini uzatamazdı. Sınır bölgesindek şehirlerden birindeydik. Şanlıurfa.
Bizi tanıyor olmalıydı. Öyleyse kimdi? Bize güvenmesini sağlayan tanışıklık nereden geliyordu?
Ya da her şey bir oyundu. Belki karşımızdaki bir teröristti, bu olabilir miydi?
Binbaşı da benim gibi düşünüyor olmalıydı ki bir şey söylemedi. Karşımızdaki adamdan bir cevap bekliyorduk.
“Hayır, ben-“ diyerek konuşmaya çalıştığında ağzından kan geldi. Durumu kötüydü.
“Hiçbir şey hatırlamıyorum. Tek hatırladığım-“ derken zorlukla cebinden bir kağıt çıkardı ve bize doğru uzattı. Yine aynı şekilde binbaşı kağıdı aldığında bu sefer dayanamadım ve daha binbaşı okumadan kağıdı aldım. Buruşmuş tek kağıdı hafifçe açtım ve hızla sayfaya göz gezdirdim.
Çok şey yazıyordu. Tam okumadım, en sonundaki imza kısmına baktım. Kor yazıyordu ve bir imza vardı. Yanında ise Barış Tuğgeneralin imzası vardı. Detaylara bakmadım. Tuğgeneralin adını yarım yamalak gördüm, soyadına bile bakmadım. Sadece imzayı tanıdım. İmzayı gördüğüm anda tanımıştım, peki bu imza bu adamda ne arıyordu? Kesinlikle künye ona ait olmalıydı.
Binbaşı elimdeki kağıda uzandığında kağıdı arkama sakladım. Ben tam olarak incelemeliydim ve bu sonra olacaktı, bu yüzden kağıt bende kalacaktı.
Şimdi ise bu adamın yaşaması gerekiyordu. Bize nasıl güvenerek kimliğinden bahsettiğini merak ettim. Bizi tanıyor olmalıydı. Yaşamalıydı ki soracaktım.
“Lütfen indirin silahınızı, komutanım. Adamın yaşaması gerekiyor. Doktor çağırır mısınız?” diyerek ona baktım. O ise anlam verememişçesine bana baktı.
“Sen buna nereden karar verdin? O kağıtta neler yazıyor?” diyerek bana doğru bir adım attığında geriledim. Adamı göstererek konuştum.
“Daha sonra açıklamama izin verin, lütfen. Daha fazla beklemesin, kötü gözüküyor. Doktor çağırır mısınız?” dediğimde bir şey söylemesini bekliyordum.
Beni şaşırttı ve hiçbir şey söylemedi, bana güveniyormuş gibi bakarak elindeki silahı bana uzattı. Oysaki, biraz önce bana güvenmediğini ve ailesinden uzak durmamı söylerken epey ciddi gözüküyordu. Uzattığı silahı yabancılık çekmeden aldığımda konuştu.
“Doktor çağırıp geleceğim. Dikkatli ol, üsteğmen.” dediğinde yine mimiksiz yüz ifadesinden hiçbir şey okuyamıyordum ama mavi gözlerinde garip bir duygu barındırıyordu.
“Emredersiniz, komutanım.” dediğimde merdivene çökmüş adama kısa bir bakış atıp yangın merdiveni kapısını açtı ve gitti. Ardından kapı gıcırdayarak kapandı, ben de düşüncelerim ile dolu bakışlarımı merdivendeki adama gönderdim.
Kül olmamıştı kor. Kor alev. Kırmızı, kızıl anlamında mı? Yoksa hala yanmaya devam eden hatta her yeri iyice yanarak ateşe dönüşmüş anlamında mı?
Bu sefer kül olmayan bir kor. Bu adamın kim olduğunu öğrenecektim. Tanıdıktı, hem de çok tanıdıktı. Ben de o tanıdıklığı bulacaktım.
.
Tekrardan ben :)
Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz? ->
Pars Karahan? -->
Sonunda tanışmaya başladık, Pars Karahan ile. Kitabın başından beri Okyanus ve Deniz ile birlikte bwlli olan iki karakter vardı aslında, Pars ve Aras.
Peki ya, diğer bölüm Yaman Aras Kızıl? -->
Yunus Binbaşı? -->
Yunus Binbaşı, bize çok benziyor. Ve aslında bize binbaşı ne kadar değişik ve belirsiz davranışlarından dolayı garip geliyorsa Yunus Binbaşının bakış açısından da Okyanus öyle. Eğer kitabı Yunus Binbaşının ağzından okusaydık, Okyanus'a karşı düşüncelerimiz Yunus Binbaşı'ya karşı olan düşüncelerimiz ile aynı olabilirdi çünkü ikisi de birbirlerine çok benziyorlar.
Bu bölüm Okyanus'u? -->
Peki ya, o kişiden bir bölüm okuyalım dediğiniz bir karakter var mı? --->
Kim olduğunu bilmediğimiz merdivendeki adam? -->
Düşüncelerinizi çok merak ediyorum. Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Oy vermeyi unutmayınız, lütfen ♡♡♡
En kısa sürede yeni Okyanus bölümü ile burada buluşalım...
Bu bölüm:
2460 kelime...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 126.46k Okunma |
11.17k Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |