
Merhaba canlarım 💘
Uzun ve güzel bir bölüm oldu. 💫
Lahza, zamanın bölünemeyecek kadar küçük bir parçası. 🤍
Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın ballarım 💗
İyi okumalar 💖
.
Sonunda yangın merdiveninden çıkabildiğim ve Yunus Binbaşıdan kurtulduğum için çok mutluydum.
Küçük bir esneme ile arkama bakmadan ilerledim. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Bayıldığımda beni hangi odaya almışlardı?
Bu sorular ile etrafıma uykulu bakışlar attığıma emindim. Bir görevde olsak günlerce uyumazdım, önemi yoktu ama şimdi evime giderek dinlenmek istiyordum. Sahi, saat kaçtı?
Hastanenin dar diyemeyeceğim ama kısa koridorunda ilerlerken hala avucumun içinde duran kağıdı yavaşça açtım ve kısaca inceledim. Buna göre sorumluluk alacaktım. Hatta almıştım.
Kağıdı kısaca incelediğimde üzeri kapalı birkaç bilgi buldum. Bu da bana yetti. Bu kağıt Tuğgeneralin, Kor kod adlı İstihbarat Ajanına göreve çıkması için izin verdiğinden bahsediyordu. Bu da yeterde artardı. Demek ki, bu yaralı asker Tuğgeneralin göreve çıkardığı bir askerdi.
Tam o sırada arkamda bir ses duydum. Ses ile birlikte kağıdı katlayıp avucumun içerisinde tuttum. Ses tam arkamdan geliyordu, aynı kişi kolumdan tutarak beni kendine çevirdi. Tanıdık bir ses olmasaydı, asla bu temasa izin vermezdim.
“Okyanus. Neredesin, sen?” diyen ses yabancı diyemeyeceğim kadar kalbimdeki adama aitti. Deniz Akif...
Yaralı olan omzumun olduğu taraftaki kolumdan değil de diğer kolumdan beni hafifçe kendine çevirmişti, daha doğrusu kendine çekmişti. Kafamı kaldırarak yüzüne baktım ve yutkunarak konuştum.
“Buradayım.” dedim. Yemyeşil gözleri uykusuzluk ile karışık pusluydu da. Bugün sisli bir ormana dönüşmüştü gözleri...
Saçları dağınık, yorgun gözüküyordu. Acaba ben nasıl gözüküyordum? Her zamanki gibi mi? Kesinlikle yorgunluğum yüzüme yansımış olmalıydı. Dudağımın kenarında küçük bir gülümseme oluştu. Tutmadım. Karşımdaki adamın gözlerine bakınca bile hayat daha katlanılabilir oluyordu.
“Görebiliyorum.” dedi, bakışları sakinlikle tüm yüzümde dolanırken. Gözlerimi bile kırpmadan ona baktım.
Ona baktığım lahza, tüm hayatımın en güzel anları olabiliyordu. Bunu tüm kalbimle hissediyordum ama sadece bakıyordum. Kendim için bir gelecek göremiyordum, çok fazla nedenlerim vardı. Öyleyse, onu da bu uğurda sürüklemeli miydim?
Hayır! Hayır, Okyanus.
Sensin, tüm bataklık. Senin kalbin sevmemeli ama sevdin. Çekme içine, bataklığında kimseyi boğma. Kendini sürükleyeceğin ölüm yoluna, katma kimseyi! Bırakma, arkanda!
Deniz, kimse değildi ki...
En çok da kimse olmayanların canı yanar, Okyanus.
Lahza, an demekti. Lahza, zamanın göz açıp kapatıncaya kadar geçen en kısa parçası.
Benim hayatım boyunca yaşadığım en güzel lahza, ona dair her andı. Bu böyle kalacaktı. Kalmalıydı!
“Beni nasıl buldun?” diye sordum. Yangın merdiveninin yakınında değildim, biraz uzaklaşmıştım.
“Sen asıl nereye kayboldun?” diye sordu.
Cevap vermedim. Çok yorulmuştum. Bir şey anlatmak istemiyordum. Yaralı asker ayrı, zehirli kurşun ayrı bir şekilde kafamda soru işareti yaratıyordu.
Zehirli kurşuna yıllar sonra bir askerin bedeninde rastlamak ve anında tanımak... Bu ağırdı. Peki ya ben olmasaydım, doktorların hemen tahmin edebileceği kadar çok görülen bir vaka değildi. Buna eminim.
Tuğgeneral ile bağlantılı bir askerin hayatını kurtarabilmek için ne biliyorsam söylemiştim. Geçmişimi arkamda bırakarak çıktığım bu yolda...
Yaşar mıydı? Bilmiyordum ama yaşamalıydı.
“Dağılmış.” dedi. Cevapsız kalışımı umursamadan konuşmuştu. Anlam veremeden dalgın bakışlarımı ona doğru kaldırdım.
Eli yavaşça sağ yanağıma düşmüş büyük saç tutamıma doğru ilerledi, saçıma dokundu ve nefesim kesildi.
“Saçların diyorum, dağılmış.” dedi, gözlerime bakarken. Derin ve içime işleyen bir bakışı vardı. Sözleri de saçlarıma değil de direkt bana gibiydi.
Yüzümdeki sert ifade ne kadar uğraşsam da onun yanında kayboluyordu. Gülümsememek için çabalarken garip bir şekilde zorlanıyordum.
“Öyle mi olmuş?” dedim, yavaşça çatılan kaşlarım ile. En son toplamıştım. Bir ara...
Elim yavaşça saçlarıma kalktı ama o buna izin vermedi, zaten omzumdaki yaradan dolayı kolumu kaldırmak da dikişlerimin patlamasına yol açabilirdi. Bileklerimden hafifçe kavradı. Ellerini sıcacıktı, üşüyen tenime değince kaşları çatıldı. Neden buz gibi olduğumu sorguluyor olmalıydı.
Bileklerimden yavaşça tutup kollarımı serbestçe iki yanıma koydu. Ne yapacağını anlamadım, bakışlarım yüzünün her milimindeydi.
O sırada elleri sarı saçlarıma uzandı. Sahte olan her şeyden biriydi ve onun sahteliğimi görmesine dayanamıyordum ama sahteliğime dokunması farklı olacaktı. Bu daha kötüydü. Bir şey diyemedim. O da farkındaydı, bir şeylerin...
Elleri sarı tutamlarıma ulaştı ve dağının topuzumdaki lastiği yavaşça çekti. Saç tokamı çekmesi ile birlikte sarı ve hafif uzun saçlarım omuzlarıma dağıldı, hatta bazı tutamlar yüzüme doğru geldi. Anın etkisi ile gözlerimi yumdum ve geri açtım. Karşımdaydı ve bana bakıyordu.
“Açık kalsın.” dedi. Yüzünde bir tepki yoktu.
Gör, der gibiydi. Açık kalsın. Fark et, unutma.
Dün Askeriye de timin dinlenme odasında söylediklerini hatırladım. Ela gözlerin çok sahte... Demişti. Şu an ise aynı o andaymış gibi hissetmiştim. Aynı gerginlik ile.
Elimi uzatıp Deniz’in elinde duran tokamı hızla çektim. Ellerim saçlarıma ulaştığında saçımı toplama niyetindeydim ama bu sefer o elimdeki tokayı aldı ve ben ellerimi saçımdan çektim.
Saçımda bir şeyler yapıyordu ama tam anlayamadım. Saniyeler sonra ellerini saçlarımdan çektiğinde birkaç tutam saç hafifçe yüzüme dökülmüştü. Saçımı toplamıştı. Saçımı mı toplamıştı?
Eskisinden daha dağınık olduğuna adım gibi emindim ama hiçbir şey yapmadım. Kalbimin hızlanan atışını hissediyordum. Hem çok yakındı hem de bu davranışı ile kendimden kopmuştum. Sadece onun yanımda olması beni ne hale getiriyordu.
Ne zaman kapattığımı fark etmediğim gözlerimi açarak çok yakın olduğumuzu fark ettim. Fazla yakındık. Nefes alamıyor gibi hissettim. Kalbim atıyordu. Onun yanında hep yaşamaya değer atıyordu. Ciğerlerime derin bir nefes çektim. Bu sırada onun yanımda olduğu daha da belli oldu, kokusu tüm ciğerlerime doldu.
O an ne kadar ona kapıldığımı fark ettim. Bir adım geriledim. Uzaklaşmalıydım, yoksa ona daha da çok çekilecektim. Bu davranışım ile bana yaklaştı ve belimden tutarak konuştu.
“Nereye gidiyorsun?” dedi. Üzerime eğilmiş, bir cevap beklercesine bakıyordu. Üzerime eğildiği için miydi, bilmiyordum ama Askeriyede yan yana durduğumuzda benden bu kadar uzun durmuyordu.
Ayağımda botlarım olmadığı için boy farkımız daha da derin duruyor olabilirdi. Belimden tutarak beni kendine çekmesi ile kafam tamamen karışmıştı. Alık bir şekilde düşünmeden bakışlarımı kaldırdım ve ona, ani bir soru yönelttim.
“Senin boyun kaç?” dedim, aramızdaki mükemmel samimiyetten dolayı dalgınlıkla. Beni bu kadar yakınına çekerse bende böyle salaklaşırdım işte!
“Ne?” dedi, şaşkınlıkla. Yersiz bir soru olmuştu. Doğru!
Nasıl toparlayacaksın, Okyanus? Topukların, havada büyük bir rüzgar yaratarak kaç! Evet, kaç. En iyisi! Belimden tutan eller ben kaçsam beni hemen bırakırdı ya! Tam toparlamak için ağzımı açmıştım ki, konuştu. Neyi toparlayacaktım ki? Rezil bir haldeydim.
“İki.” dedi, dümdüz. Ne iki?
“Anlamadım?” dedim, tüm alıklığım devam ederken.
“Boyum, iki.” dedi. Sormuştun ya, der gibi sırıtarak. Onun hakkında bir şeyleri merak etmem hoşuna gidiyor olmalıydı. Anlamaz bir mırıltı çıkardığımda kafam yeni çalıştı.
İki. Sayı olan iki. İki metre mi?
Ciddi mi diye baktım ama evet, doğru söylüyordu. Boylu, poslu adamdı. Neden şaşırıyordum ki?
Bir anda sadece iki diye cevap verdiğinde şaşırmıştım. Adam, boyunu söylerken sadece rakam kullanıyordu. Ben, yüz yetmiş beş santimetreydim. Kadınlara göre ortalamadan hafif uzundum.
Biz, uyumlu durur muyduk acaba?
Ne diyorsun, Okyanus? O senin komutanın!
Tüm düşüncelerimi, kendimi ondan uzak tutma çabalarımı unutarak biz demiştim. İçimde dayanılmaz bir savaş, karşımda o ve sırlarla dolu bir ben vardım. Zordu, bu iş!
Üstelik, o benim hakkımda ne düşünüyordu acaba? Ona dair her şeyi merak ediyordum. Dur! Lütfen, Okyanus.
Sevda kalpte olan bir şeydi ama ben aklım ile savaşıyordum. Bu daha zordu çünkü her şeyden önce, her şeyin önünde aklımla verdiğim bir savaş vardı. Her konuda...
Adama bu kadar soru soran ben değilmişim gibi bir anda ondan uzaklaştım. Göğsünde duran sağ elim ile hafifçe iteledim, onu. Belimden sıkıca tutan eli anında geri çekildi. Beni rahatsız etmek istemiyor gibi duruyordu.
Her şey üzerime gelmiş ve birikmişti. Ona karşı yapacağım bir hamleyi iyi düşünmezsem ikimizi de üzerdim. Bu yüzden belimi bırakması ile bir adım geriledim. Bu sefer gelmedi.
“Çok yakınsınız, komutanım.” dedim. Ona komutanım olduğunu hatırlatmak aslında kendimeydi. Karşındaki komutanın, Okyanus. Demek isteyişimdi. Komutanım oluşu da değildi, ben kendi bataklığıma onu da çekmek istemiyordum. Bu kafa karışıklığıyla bir süre daha baş başaydım.
“Peki, üsteğmen.” dedi, yüzündeki gülümsemeyi asla bana karşı soldurmazken. Bende buruk bir gülümseme yolladım, ona.
“Saat kaç oldu, komutanım?” dedim, yutkunarak.
Sorum ile beraber eli yavaşça cebine gitti ve cebindeki telefonunu çıkardı. Ekranı aydınlanan telefonu buradan görebiliyordum. Hafif kafamı uzatarak cevap vermesini bekledim. Tam o sırada, telefonunun ekranına gözüm çarptı. Gökyüzü fotoğrafı vardı. Aramızda bir adım mesafe vardı zaten. Rahatlıkla gördüm. Benim koyduğum bir adımlık mesafe...
“Sabah altı olmuş.” dedi, başını bana doğru çevirirken elindeki telefonu cebine attı. Aralık ayına girmek üzereydik. Havalar geç da normal bir şekilde aydınlanıyordu. Teşekkür edercesine başımı salladım.
“Askeriyeye gelmeyeceksin.” dedi, aklımı okur gibi.
“Anlamadım, komutanım?” diyerek sordum.
“Yaralısın. Dinlenmeni istiyorum.” dedi. İtiraz etme hakkım yok gibi bakıyordu.
“Sorun yo-“ derken sözümü böldü.
“Var, sorun. Sözümü ikiletme, Okyanus. Kendini yorarsan iyileşmezsin ve görev çıkarsa gelemezsin. İzin vermem.” dedi. Biraz önceki tavrı tamamen yok olmuştu, itiraz etmeme bile izin vermiyordu. Sağlığımı düşünüyordu ve haklıydı ama kendime dikkat ettiğim sürece orada bulunabilirdim.
“Hastanede, tüm gün dinlen.” dedi ve devam etti.
“Evine de gitmek yok. Tek başına kalma.” diyerek bakışları tekrar beni esir etti.
“Emredersiniz, komutanım.” dedim. Hastane veya ev fark etmezdi zaten, Askeriyeye gitmeliydim. Tüm gün burada ne yapacaktım. Sözlerime inanmamış gibi baktı ve konuştu.
“Bende kesinlikle emrime uyacağına inandığım için Merih Üsteğmen’i yanına çağıracağım. Bütün gün, senin yakınında yani hastanede olacak.” dedi, zafer sırıtması ile.
Kesinlikle bana inandığı için yapıyordu bunu. Başıma gardiyan mı dikmişti? Hem de Merih gibi susmayan bir gardiyan! Tamam, bugün Askeriyeye gitmek yok ama o gelmesin demek istedim ama sustum.
“Anladım, komutanım.” dedim, sakin gözükmeye çalışarak. Merih gelmesin, tamam. Deseydim, beni iki gün burada tutardı. Bende üniformamdan ayrı iki gün yaşayamazdım. Özlerdim.
“Merih’i aradım. Geliyor. Sende keyfine bak. Canın bugün içerisinde Askeriyenin yakınından geçmek isterse, çıkacak göreve tim ile gelemeyeceğini hatırlayıp hastaneye dönersin diye umuyorum.” dedi, küçük bir sırıtış ile. Bu gülümsemesine karşılık donuk suratım ile ödüllendirdim, onu.
“Tabi ki, komutanım. Emredersiniz!” dedim.
Ondan sonra aramızda kısa bir diyalog daha geçti. Gideceğini söyledi ve gitti. Bende şimdi aynı koridorda onun gidişinin ardından yavaşça yürüyerek hastaneyi keşfetmeye karar vermiştim. Sonuçta hastane bir gün boyunca hapsedildiğim, pardon kalacağım yer olacaktı.
Çiçek Hanım ile aynı odada mı kalacaktım? Bilmiyorum, tekrar Dna Testi konusunu açarlarsa kendimi yok etmeme az kalmıştı. Yeterdi.
Yavaş adımlar ile koridoru bitirdiğimde büyük bir alana çıktım. Acil yazıyordu. Askerin durumu neydi acaba? Panzehir isteyebilmişler miydi?
Sedye ile yangın merdiveninden çıkarken kırmızı alana gittiklerini duymuştum. Acilin oralarda biraz dolaştım. Kırmızı alanın önüne gelebildim mi bilmiyorum ama aksi doktorun yanında gelen üç kişiden birini gördüm. Anestezi Teknisyeni, Derya. Danışmaya benzeyen bir masanın önünde elindeki danışmaya ait telefonda hararetli bir şekilde derdini anlatıyordu.
Adımlarımı hızlandırarak yanına yaklaştım. Dediklerini duymalıydım. Beni göreceği şekilde yanına geldiğimde artık onu duyuyordum.
“Nasıl edilemez? Lütfen, panzehri hemen temin edin! Vaktimiz yok!” dedi, Derya. Zarif sesi hafif panikliydi. Anladığım kadarı ile panzehir temin edilemiyordu. Bir dakika! Hala panzehir için dil döküyordu! Askerin hayati tehlikesi çok büyüktü ve bunun farkına varamamışlar mıydı? Hayır, onlar değil! Panzehri en erken şekilde yollamalılardı.
“Panzehri temin edebilecekler mi?” diye sordum. Derya, beni görse de konuşmam ile irkilmişti. Gergindi.
Bakışları bana döndü, telefon kulağındayken hayır anlamında başını salladı. Ne demek, panzehir temin edilemiyordu?
“Alabilir miyim?” dedim, elimi telefona uzatarak.
Yorulmuş bir şekilde elindeki telefonu bana uzattı. Rütbemden dolayı bir şeyler yapabileceğimi düşüyordu. Evet, bende tam olarak öyle düşünüyordum ve öyle de olacaktı.
Telefonu kulağıma yaslayarak karşı taraftan ses gelmediğini anladığımda hızla konuşmaya başladım.
“Merhaba, ben Kıdemli Üsteğmen Okyanus Kaya. Şanlıurfa Özel Kızıl Hastanesi’ne panzehir istiyorum. Yaralı, İstihbarat Personeli. Kimliği gizli. Zehirli bir mühimmat ile vurulmuş. On beş miligram hemotoksin ve yedi miligram skopolamin. Bu panzehri temin etmek için elinizden ne geliyorsa yapın. Panzehir, en kısa ne kadar sürede temin edilebilir?” diyerek elimdeki telefonu sıkıca tutarken sordum.
Konuşma hızım ve kendinden emin sert sesim karşı tarafın kısa bir duraksamadan sonra konuşmasına sebep oldu.
“Anlıyorum, üsteğmen. En hızlı şekilde temin etmeye çalışacağız ama bu panzehrin yetişmesi birkaç saat sürebilir. Bizim temin edebileceğimiz panzehir, Diyarbakır’dan ulaşabilir ama bu akşam uçakla gelmesi gerekebilir.” derken telefondaki adamın ardından konuştum.
“Askerin o kadar bekleyebilmesi imkansız. Akşamı bekleyemeyiz, panzehrin en kısa sürede temin edilmesi gerek. Yirmi dakika içinde hava yoluyla gelmesi için gereken talimatları verin. Ben sorumluluğu üstleniyorum.” dedim, hiç düşünmeden.
“Kayıt altına alındı, Üsteğmen Kaya. Diyarbakır AFAD toksikoloji birimiyle temas kuruluyor. Koordinasyon için iletişimi açık tutun.” diyen adam, iki dakika olmadan tekrar konuştu.
“Üsteğmenim, Diyarbakır’da Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin toksikoloji bölümünde hemotoksin panzehri mevcut. Ancak skopolamin panzehri orada değil, Diyarbakır Askeri Havalimanı’ndaki İkinci Hava İkmal Komutanlığı deposunda bulunuyor. O depo, yalnızca askeri personelin erişimine açık. Buradan doğrudan hava yolu aktarması sağlanabiliyor.” dedi, karşı taraf. Direkt sordum.
“Aktarım süresi?” dedim, hiç beklemeden.
“Şu an Diyarbakır Askeri Havalimanı’nda hazır bekleyen bir helikopter var. Eğer teslimatı onaylarsanız, oradan doğrudan Şanlıurfa’ya intikal ettirilebilir. Ancak uçuş planı Hava Lojistik Komutanlığı’ndan onaylanmalı. Siz yetki verirseniz, işlemi hemen başlatırım.” dedi, adam. Karşımdaki kadın, pür dikkat bana bakıyordu.
“Başlatın ve hastanenin koordinatlarını da askeri hava trafik kontrolüne geçin.” dedim, yavaşça.
“Hava aktarımında bir sağlık astsubayı olacak. Tahmini uçuş süresi kırk iki dakika. Kalkış talimatını Hava Lojistik Komutanlığı’na geçiyorum. Varış tahmini 06.52.” dedi, telefondaki görevli adam. Derin bir nefes alarak konuştum.
“İlaç iniş sonrası kırmızı alan kapısına getirilecek. Teslimi imza karşılığında ben alacağım.” dedim, karşı tarafa. Tam o sırada yanımda bir hareketlik hissettim. Kafamı kaldırıp baktığımda bu kişinin, aksi doktor olduğunu fark ettim.
“Anlaşıldı, üsteğmenim. Hemen işlemi başlatıyorum.” diyen adamın ardından telefonu kapattım. Panzehir gelecekti. Hafifçe arkama yaslanarak karşımdaki kadına döndüm ve konuştum. Ayakta ise aksi doktor vardı.
“Panzehir gelecek. Hazırlıklı olun. Kırk dakika sonra burada olacaklar. O zamana kadar askerimiz canlı kalmak zorunda.” dedim. Derya ise gergindi ama panzehrin geleceğini duyunca ela gözlerinde hafif bir rahatlama oldu.
“Asker adına çabalıyorsun. Onu tanıyor musun, Okyanus?” diyen aksi doktora döndüm. Onu bu sorusu ile Derya da aynı benim gibi ona dönmüştü ama o daha çok bizim nereden tanıştığımızı sorguluyor olmalıydı.
“Çabamın büyük olması için onu tanımam gerekmiyor, doktor. Vatanımın askeri için çabalamayacağım da kimin için çabalayacağım?” dedim, keskin bir dil ile.
“Haklısın.” dedi, kısık bir ses tonu ile.
Zaten hastanedeydim. Panzehri burada onlar ile bekleyecektim. Beklemeliydim de benim imzam gerekiyordu.
Tuğgeneralin imzası adamın asker olduğunu kanıtlayan tek şey olmuştu. Kimliği belli olmayan bu adamın asker olması onun hayatını kurtarmam için tek gerekli şeydi çünkü o merdivenlerden bir teröristte çıkabilirdi. Sonuçta maskeli biriydi.
Panzehri beklemeye başlarken onlar kırmızı alana, askerin yanına geçtiler. O asker yaşamalıydı.
Her geçen lahza, bu askerin hayati tehlikesini arttırıyordu.
.
Evet, merhabalar ballarım...
Saat 1 olmuş, gecikmişim ama öyle güzel yazıyordum ki biraz daha sahne eklemek istedim. İyice araştırarak yazdım :)
Bu bölüm Okyanus'u? -->
Okyanus ve Deniz Sahnesi? 🤭🫠 -->
Sizin bu: Buray, Derya, Nehir ve Güneş arasında shipleriniz var mı? (Benim var🫣) -->
Bölümümüzü nasıl buldunuz? -->
Oy vermeyi unutmayınız ;)
Bir sonraki bölümü birkaç saat atlayarak yazmak istiyorum. Biraz Merih ike uğraşacağız. Başımızın Tatlı Belası olacak 🤭
Yakın bölümlerde şöyle bir göreve mi çıksak? Hemde Dalga ile... 🫠
Sizce? 🪄 -->
Kendim hakkında da bir şey söylemek istiyorum. Bu hafta küçük bir sağlık sorunu yaşadım. Gözüm hakkında, görüşüm hakkında. Yoğun baş ağrılarım da arada olabiliyor. Doktora gittim ve tekrar olabileceğini ve olursa dinlenmem gerektiğini, geçeceğini söyledi.
Şu anlık bir sıkıntım yok, çok şükür. Böyle bir sıkıntı olduğunda ilk düşüncelerimin arasında doktor bir şey der mi? Okyanus yazabilecek miyim? Oldu çünkü ben Okyanus yazmayı çok seviyorum ve onlara da sizlere de çok bağlandım. Yazdığım süre hariç kafamın için tekrar tekrar yazacağım sahneleri kurduğum zamanlar bile oluyor. 🥹
50 K olmuşuz 🥹🤍🪄💖💫
Çok çok teşekkür ederim hepinize :)))
En kısa sürede 24. Bölümde görüşelim...
Bu bölüm;
2247 Kelime...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 126.46k Okunma |
11.17k Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |