29. Bölüm

25. Bölüm / Tuğgeneralin Emri

Cansu
lily_lily

Merhaba ballarım 🍯🤍

Nasılsınız? 🫶🏻

Şu ana kadar olan tüm bölümlerimizin en en uzunu olan bölümüz geldi. 3000 kelimeyi geçtik 🌞

Bölüm için sizi on günden fazla bekletmiş oldum, lütfen kusuruma bakmayın 💞 İleri bölümlerimizde oerasyon sahneleri de olacağı için neler yazacağımı planladım, ayrıca upuzun bir bölüm yazınca da biraz gecikti.

Oy vermeyi ve yorum yaparak okumayı unutmayınız, yorumlarınızı okumayı çok seviyorum. 🤭

İyi okumalar diliyorum, bölüm sonunda görüşürüz... 🫠🫠✨️

.

Kapıyı açarak çıktığımda kapının önünün boş olduğunu fark ettim. Boştan kastım, Merih’in olmamasıydı. Koridorda tek tük insan vardı, tabi ki de! O burada yoktu. Nereye gitmişti ki acaba?

 

Odanın kapısından biraz uzaklaşarak daha boş bir koridora geçtim. Bu sürede elimdeki telefon kapanmıştı. Kayıtsız numarayı da geri aramalıydım. Hızla telefonu açtım ve aynı numarayı geri aradım. Telefonu kulağıma koyarak açılmasını bekledim.

 

Ucunda küçük bir pencere olan ve dar sayılamayacak bir koridordaydım. Yavaş adımlar ile koridoru turlamaya karar verdim, yavaşça ilerledim. O sırada telefon açıldı ve karşı taraf konuştu.

 

“Er Mustafa Ali Yılmaz, Bursa. Emredin komutanım!” dedi, telefonun diğer ucundan gelen ses.

 

“Rahat, asker.” dedim, hızla.

 

Koridorun sonundaki pencereye ulaştığımda dirseklerimi camın kenarına yaslayarak dışarıya baktım. Hastanenin ön tarafı gözüküyordu. Birinci kattaydık.

 

“Tuğgeneralin postasıyım, komutanım.” diyen ses ile dikleştim. Tuğgeneralin postası beni neden aramıştı ki? Tuğgeneral, benimle görüşmek mi istiyordu?

 

“Dinliyorum.” dedim, hızla.

 

“Komutanım, Tuğgeneral sizi Askeriyeye çağırıyor.” dedi. Tam da tahmin ettiğim gibi!

 

İyi de hastaneden nasıl çıkacağım? Deniz komutanım bizzat bugün buradasın, demişti! Başıma da Merih’i dikmişti! Gerçi Merih’in aklı bir karış havadaydı. O sorun değildi ama sonrasında Deniz komutana hesap vermem gerekecekti. Nasıl yani? Hastaneden mi kaçacağım?

 

“Anladım.” dedim, sakince.

 

“Yarım saat içerisinde odasında olmanızı emretti.” diyerek ekledi.

 

“Geliyorum.” dedim ve bir şey söylemeyeceğini anlayınca telefonu kapattım. Yarım saatin var, Okyanus. Ne yaparsan yap, çık şu hastaneden ve Tuğgeneralin yanına git. Hızlı ol!

 

Derin bir nefes alarak bakışlarımı pencereden çektim ve duvara yaslanarak düşündüm. Hastaneden çıkmak için küçük bir plan yapmalıydım. Telefonum, o önemli kolyeler ve hastaneye gelmeden önce evden aldığım üniformalarımı o odada bırakamazdım. Özellikle de o yüzüklü kolyeyi.

 

Hayır dercesine başımı salladım. Zaten odaya uğramadan kaçsam üzerimdeki hastane kıyafeti ile çıkmış olacaktım. Eve uğrayarak Askeriyeye gidebilirdim ama hayır, o yüzüklü kolye burada kalamazdı. Ayrıca eve uğramam gerekse yarım saat içinde yetişemezdim.

 

Tamam, kısaca düşüneyim. O odaya gideceğim. Çiçek Hanım sorun değil. Sorun, Merih! Çok uzun bir süre olmuştu, gelmiş olmalıydı. Yarım saat içerisinde Askeriyede olmalıydım, onu atlatıp çıkabilirdim.

 

Askeriyeye gitmek için askerimden mi kaçacaktım?

 

Saçmalık! Yaslandığım duvardan çekilerek Çiçek Hanım ile kaldığımız odaya doğru ilerlemeye başladım. Koridoru bitirdim ve birkaç adım daha ilerleyerek odanın kapısına vardıktan sonra kapıyı yavaşça açtım.

 

Çiçek Hanım sedyesine geçmişti, Merih ise odaya gelmiş ve biraz önce oturduğu sandalyeye geçerek telefonunu kurcalıyordu. Kapının açılma sesi ile bana döndüğünde içeriye girdim ve sedyeye yani hastane yatağına doğru adımladım.

 

Ben buradan nasıl çıkacaktım? Tamam çıktım, nasıl otuz dakika içerisinde Askeriyede olacaktım peki?

 

“Komutanım, nereye gittiniz?” diye sordu. Merak desen vardı! Sakince sedyeme oturduğumda ona döndüm ve elimdeki telefonu havaya kaldırarak konuştum.

 

“Telefonuma baktım, Merih.” diye yanıtladım onu.

 

Deniz komutan, onu kısa aralıklar ile aradığı için hesap vermek zorunda kalıyordum. Beni arasaydı da güzel sesini duysaydım! Sus, Okyanus, sus!

 

Düşün, Okyanus. Düşün! Buradan nasıl çıkabilirsin?

 

“Anladım.” dediğinde burnuma gelen garip koku ile havayı kokladım. Garip gözüküyor olabilirdim şu anda ama odada değişik bir koku vardı.

 

“Kantinden sucuklu tost gömüp gelmiştim. O kadar belli oluyor mu, komutanım?” dedi, havayı koklamamın üzerine. Tabi ki, belli oluyordu! Bütün oda sucuk kokmuştu! Çiçek Hanım bile rahatsız olmuştur şimdi! Ben henüz bir şey söylemeden konuştu.

 

“Normalde karışık tost tercih ederim ama çok bekleyeni vardı, geç kalmayayım diye sucuklu tost aldım. Canınız çektiyse size de alıp geleyim mi, komutanım?” dedi.

 

Karışık tostun sırası çok uzunmuş! Sucuklu tost almış! Bana ne ki! Camımı açsak ya! Bir saniye! Karışık tostun sırası uzunmuş, evet! Merih’i şu sırası uzun olan karışık tosttan almaya yollamışken üniformamı giyinip hastaneden çıksam nasıl olurdu? Güzel fikirdi!

 

“Benimde canım karışık tost çekti ya! Gidip alsana, bir de meyve suyu falan varsa güzel olur. Kendileri sıkarlarsa çok iyi olur. Alabilir misin?” diye sordum. Elde sıkılan meyve suyu uğraştırırdı ve belki biraz daha vakit kazanabilirdim. Düşündüğüm şeylere bak!

 

“Hastanenin kantini çok güzel, komutanım. Sizin istediklerinizi alırken kendime de bir ya da iki karışık tost alıp geleyim, ne yalan söyleyeyim pek doymadım.” diyerek ayaklandı. Merih, sen ne zaman doydun ki, kardeşim!

 

Başımı salladım. Başka bir şey konuşmadık, odadan çıktı. Para vermemiştim ona çünkü ben gidince benim için aldıklarını da o yiyecekti zaten. Hiç şüphem yoktu, yerdi!

 

Merih’in tam arkasından hızla ayaklandım. Çiçek Hanım’a odaklanmadım ve hastane yatağının tam yanındaki büyük çantamı aldım. İçerisinde üniformalarım vardı, evden çıkarken bugün Askeriyeye gideceğimi hesaplayarak üniformalarımı yanımda getirmiştim. Sabah gidememiştim ama şimdi gidiyordum.

 

Büyük çantayı alarak odanın içindeki küçük banyoya girdim. Sadece üzerimi değiştirecektim ve hızla çıkacaktım.

 

Banyonun kapısını açtım ve içeriye girdim. Gerçekten de küçük bir alandı ama idare ediyordu. Yatılı hastalar için minik bir duşakabin, normal bir tuvalet ve hafif büyük bir lavabo vardı.

 

Büyük çantamı lavabonun kenarına bırakarak çantayı açtım. Çantanın içinden üzerime giyeceğim üniformamı çıkarttım ve on dakika olmadan giyindim.

 

Açıkçası karnımdaki yara biraz iyileşmeye başlasa da omzumdaki yara dün gece kanamıştı. Bu sebeple kolumu kaldırırken yaranın kanamaması için dikkat ediyordum. Her zamanki gibi acı yoktu. Dikişlerimin patlamaması gerekiyordu, dikkatli olmalıydım.

 

Onun dışında omzumda ve vücudumda hiçbir ağrı ve acı yoktu. Acı hissiyatım normal insanlara göre de yok sayılırdı, bazen. Bazen de acıyı ve ağrıyı hissederdim ve çok daha dayanılmaz olurdu çünkü normalde neredeyse hiç hissetmezdim. Bu garip bir şeydi. Kendim hakkında kurcalamadığım tek şeydi çünkü işime yarıyordu. Bazen görevlerde yaralandığımın bile farkında olmuyordum ve vücudumda acı olmadığı için daha fazla dayanabiliyordum. Tek sorun, vurulduğumu anlamadığım için fazla kan kaybı yaşamamdı. Görevlerde yaralandığımda çok nadir acıyı hissederdim. Bu da bedenimi şaşırtırdı.

 

Görevde yaralandıktan sonra da vücudumdaki yaralar çabucak iyileşirdi. Bu durum da aynı acı ve ağrı hissiyatımın olmaması kadar garipti. Deniz komutanım veya timdekiler yaralandığında benden daha uzun bir süre de anca iyileşiyorlardı ama ben belki günler içerisinde, belki de durumum kötü değilse en geç bir haftada iyileşiyordum.

 

Yine hatırlamadığım geçmişime dayanan bir konu olduğunu düşünüyordum çünkü normal insanlar benim gibi değildi. Ben ne zaman normal olmuştum ki zaten?

 

Her neyse... Sorgulamayacaktım. Önce hatırlamalıydım. Hislerim, hatırlayacağım her şeyin Kızıl Ailesine dayandığını söylüyordu. Onlar epey tanıdıktı.

 

Hızlı bir şekilde giyinmemin üzerine banyonun kapısını açtım ve banyodan çıktım. Çiçek Hanım uykuya dalmış gibi gözüküyordu. Merih ise tahmin ettiğim gibi henüz gelmemişti.

 

Elimdeki büyük çantayı yatağın yanındaki komodinin önüne bıraktım. İçerisinde hastane kıyafeti ve gelmeden önce omzumun kanaması ile mahvolan kıyafetlerim vardı. Hepsi aynı şekilde çantanın içerisinde olduğu için pantolonum da omzumun kanı ile kirlenmişti.

 

Çantanın içinde başka bir şey olmadığına emin olduğumda çantayı bırakarak komodinin çekmecesini açtım. Çantayı yanıma almayacaktım.

 

Çekmecedeki kolyeleri alarak üniformamın cebine koydum. Buradan çıktığımda boynuma takabilirdim. Künyem zaten boynumdaydı.

 

Acele ederek komodinin üzerindeki silahımı belime yerleştirdim, telefonum ise zaten yanımdaydı. Askeri kimliğimi de komodinin üzerinden alarak cebime koydum.

 

Askeri üniformamı giymiş, eşyalarımı almış bir şekilde hazırdım. Kapıdan çıkarsam Merih ile karşılaşma durumum yüksekti. Onunla karşılaşsam da bir sorun olmazdı, onu atlatır ve buradan çıkardım ama gecikirdim. Her neyse, görünmeden hızla gitmem daha doğru olurdu. Öyleyse, nereden çıkacaktım ki?

 

Odayı hafifçe gözümle taradım. Buradan çıkmalıydım. Bakışlarım pencereyi buldu. Birinci kattaydık! Evet!

 

Hızla pencereye doğru adımladım ve pencerenin önüne geldiğimde aşağıya doğru baktım. Bu oda sanırım hastanenin arkasına bakıyordu. Aralıklı minik ağaçlar vardı ama aralıkları büyüktü ve yerler çim gibi gözüküyordu. Çimlerin üzerinde banklar vardı. Banklara dikkat etmeliydim, zaten banklarda hemen hastane binasının dibinde değildi. Minik bir mesafe vardı. Kısa bir atlayış yapacaktım sadece! Sorun yoktu.

 

Pencereye dışarıya doğru bakarak oturdum. Yavaşça kendimi bırakmayı hedeflerken bir ses duydum. Kapı sesiydi. Odanın kapısı açıldı. On dakika gibi bir sürede nasıl bu kadar erken gelebilmişti, bu Merih?

 

O muydu ki? Arkamı dönerek kapıya doğru baktığımda elindekiler ile şaşkınlık dolu bakışıyla bana doğru bakıyordu. Önce algılayamadı ama üzerimdeki üniformayı görünce ne yapmak istediğimi anladı. Zaten neredeyse pencereden atlıyorduk, Okyanus! Nasıl anlamasın?

 

“Komutanım!” diyerek bana seslendiğinde ona bakmayı sürdürdüm. Henüz atlamadım. O da yerinde durmuş bana bakıyordu. Hızla bana doğru birkaç adım daha atıp elindekileri de hızla komodinin üzerine koyarken konuştu. Hareket etmedim, öyle ya da böyle buradan bir şekilde çıkacaktım.

 

“Komutanım, nereye?” dediğinde peşinden hızla bende konuştum. Gitmeliydim, artık! Çiçek Hanım ise konuşmalarımıza rağmen hala uyanmamıştı, gerçi sessizdik. Yorgun gözüküyordu. Dalmış olmalıydı.

 

“Afiyet olsun sana. Deniz komutanına da bir şey söyleme, sakın! Yoksa-“ derken sözümü böldü. Sözümün bölünmesini hiç sevmezdim ama ben!

 

“Deniz komutanım özel olarak tembihledi, kesinlikle hiçbir yere gitmeme-“ derken sözünün bitmesini beklemeden kendimi pencereden aşağıya bıraktım. Bir kat aşağıya rahatlıkla ayaklarımın üzerine düştüm.

 

.

 

Tuğgeneralin odasının önündeyim.

 

Dördü çeyrek geçe gelen arama ile hazırlanmış ve Merih’i de atlatarak hastaneden on veya on beş dakika içerisinde çıkmıştım. Hastane, Askeriyeye epey yakın olduğu için koşarak on dakikada gelebilmiştim. Koşarak derken de hızlı yürümekten bahsediyordum, karnımdaki yarayı zorlamamalıydım.

 

Şu an dördü kırk geçiyordu ve ben nefes nefese de olsam beş dakika erken bir şekilde Askeriyeye varabilmiştim.

 

Askeriyenin genellikle kimse ile karşılaşmayacağıma emin olduğum arka kapısından girerek Tuğgeneralin odasına çıkmıştım. Şimdi ise buradaydım.

 

Tuğgeneral, postasına beni geldiğim gibi içeriye almasını söylediği için Tuğgeneralin postası da hızla bana tekmil vererek kenara çekildi.

 

“Er Mustafa Ali Yılmaz, Bursa. Emredin, komutanım!” diyerek tekmil verdiğinde konuştum.

 

“Rahat, asker!” dedim, hızla. Kenara çekilmesi ile saygı amaçlı kapıyı tıklattım ve bir cevap bekledim. Zaten beni bekliyor olsa da komutanın odasına izinsiz giremezdim, öyle değil mi?

 

“Gir!” diyen Tuğgeneralin gür sesini duyduğumda yavaşça kapıyı açarak içeriye girdim ve kapıyı arkamdan kapattım.

 

Derin bir nefes alarak ilerledim. Son zamanlarda olanlar ile epey bir yorulmuştum. Aslında tetikteydim de! Görevdeki yaralanmamın üzerine Kızıl Ailesi ile tanışmak. Dikişlerimin patlaması ve abimin sesini duymak. Hepsi üst üste gelmişti, hepsini iki gün bile diyemediğim bir buçuk günde yaşamıştım.

 

Aylar süren bir operasyonda olsaydım da Kızıl Ailesi ile hiç tanışmamış olsaydım diyordum çünkü peşimi bırakacağa benzemiyorlardı.

 

Hem fiziksel olarak hem de psikolojik olarak yıpranmamın olasılık olduğu olaylar yaşanıyordu ve yaşanacaktı da... Ve ben, hasar almayacaktım. Her zaman sağ çıkmıştım, şimdiye kadar. Şimdiden sonra da direnecektim, her şeye karşı.

 

Bazen güç, sadece bilek gücü değildi. En çok da güç yaşamaktı çünkü bazı durumlar yaşanırdı ve sen, artık çabalamayı bırak yaşamak bile istemezdin. Ölüm gözüne kolay gelirdi, yaşamayı seçtiğin için çok güçlüsün. O yüzden yaşayabildiğin için de güçlüsün, Okyanus. Herkes için geçerliydi.

 

Tüm her şeyi bir kenara bıraktım. Buraya geldiysem, bu odadaysam artık Kül olmuşum demektir. Bu yüzden Okyanus’un terazi gibi sallanan düşünceleri kapının ardında kalmış olmalıydı. Bunu sağladım.

 

Birkaç adım atarak Tuğgeneralin masasının önünde durdum. Bakışlarım Tuğgenerali buldu ve dimdik bir şekilde duruşa geçerek tekmil verdim.

 

“Kül. Emredin, komutanım!” dedim, asker selamına durarak. Sesim kendimden emin ve sert bir şekilde çıkıyordu. Burada olmaya yakışır derecede...

 

Sadece Kül. Evet, gerisi yok. Okyanus ise hiç yok! O kapının ardında kaldı!

 

“Rahat!” dedi yavaşça oturduğu koltukta dikleşerek, Tuğgeneral. Hala aynı duruşta söyleyeceklerini bekledim.

 

“Otur, Kül!” dedi, ardından. Emrine uydum ve masasının önündeki koltuklardan soldakine oturdum. Dimdik bir şekilde oturarak söyleyeceklerini bekledim.

 

“Seni buraya bu kadar acele çağırmamı merak ediyorsun, değil mi?” dedi, kendinden emin sesi ile.

 

“Göreve gidiyorum öyle değil mi, komutanım?” diyerek sordum, onun ardından. Her an hazır olurdum, ben. Soruma cevap vermedi, aksine kendi ile çelişircesine konuştu.

 

“Kül, bu görev senin. Senin ama seni de bu göreve yaralı bir haldeyken göndermem doğru olmayacak.” dedi, düşünceli bir şekilde önündeki masaya bakarak. Ne zaman doğru bir şey yapmıştım ki?

 

Görev gelmişti ve Tuğgeneral, bu göreve beni uygun görüyordu ama yaralıydım.

 

“İstihbarattan aldığım bilgiye göre yüzük kasanın içerisinde saklanıyor. Bu yüzüğü senin bana getirmen gerekiyor. Bu görevi başka kimseye vermem.” diyerek mırıldandı. Benim duyacağım bir şekilde konuşuyordu ama bana söylemiyor gibiydi.

 

Bir dakika! Ne yüzüğü? Tahmin ettiğim şey mi?

 

“Komutanım, tahmin ettiğim şeyden mi bahsediyorsunuz?” dedim, yerimde dikleşerek. Sorum ile birlikte bana doğru dönerek beni cevapladı.

 

“Tam olarak ondan bahsediyorum, Kül.” dedi.

 

 

Boynumdaki yüzüğün eşi. O örgütü bitirmek için elimizde olması gereken iki yüzükten diğeri. Konu buysa, önemli bir görevdi.

 

“Kül olma zamanın geldi de geçiyor. Bu yüzüğü senin alman gerekiyor. Bu görev senin, Kül. Bu görevi senden başka kimseye vermeyi düşünmedim bile.” diyerek emin bir tonda devam etti.

 

“Tek sorun, bu halde seni bu göreve yollayamayacak oluşum.” dedi, düşünceli bir şekilde. Yaralı oluşumdan bahsediyordu.

 

Sol omzumdaki kurşun yarası ağır değildi ama omzumda kanamam olalı daha bir gün bile olmamıştı. Karnımdaki bıçak yarası ise ne durumdaydı bilmiyordum ama şu an ikisinin de acısını hissetmiyordum. Acıya duyarsızlık diyebilirdim ama bazen de acıyı hissediyordum ve normalde hissetmediğim için vücuduma daha çok garip geliyordu. Daha çok canım yanıyordu. Bu benim normalimdi.

 

“Bu halde sahaya çıkmana izin veremem.” dedi, keskin bir dil ile.

 

Haklıydı. Bu halde sahaya çıkmam doğru olmazdı ama ben özel kuvvetlerde görev alan bir subaydım. Kıdemli Üsteğmen Okyanus Kaya. Her şey bir yana Kül’düm, ben! Kül, Okyanus’tan da güçlüydü. Geçmişim... O kapkaranlık geçmişim bile beni güçlendirmişti. Hayat, ne zaman doğru olmuştu ki?

 

O halde neden buradayım, diye sormadım çünkü Tuğgeneralin her zaman bir bildiği olurdu. Boş yere bir şey yapmazdı. Buradaydım ki, bir nedeni olmalıydı.

 

“Komutanım.” dedim, tüm kafa karışıklıklarımı hiçe sayarak. Derin bir nefes alarak hızla konuştum.

 

“Konu yüzük değil, onlarla alakalı her şeyde bir adım ilerlemenizi ben sağladım. Şimdi ise bu görevi ne olursa olsun almak istiyorum, eğer sizde uygun görüyorsanız. Sağlığım önemli değil. Biliyorsunuz ki-“ derken sözümü bölerek keskin bir dille konuştu.

 

“Ben askerimi sahaya gönderirken olasılıklara değil, kesinliklere dayanırım. Görevi tehlikeye atabilecek bir şey varsa o görevi baştan oluştururum. Elbette, büyük başarılar elde ettin ve bu görevi sana vermek istiyorum ama bir komutan olarak sırf bu sebep ile görevi de seni de tehlikeye atamam.” diyerek konuşmama fırsat vermeden devam etti.

 

“Ben uygun görüyorum ama sağlığın uygun mu, Kül?” dedi, bakışlarını yüzüme dikerek. Bu bir soru gibiydi. Normalde az ve öz konuşurdu. Bazı konuları bu kadar uzatırdı ama uzun konularda her zaman önemli olurdu, şimdiki gibi.

 

“Ben iyiyim, komutanım. Yine de siz nasıl uygun görürseniz?” dedim, sorarcasına. Ne kadar kendimden emin konuşuyor olsam da son söz onundu. Komutandı, kararları o verirdi ve biz de uygulardır.

 

“Görev risk taşımıyor ama önemli, çok önemli bir görev. Bunu da en iyi bilenlerdensin.” dedi, kendi kendine. Sesli düşünüyordu, benim de duymamı istiyordu. Görevi tehlikeye atamazdı. Bunu söyleme sebebi bu olmalıydı.

 

“Bu görevi istiyorsan dışarıdan güvenilir bir göz şart. Güvenliğim bir sivil doktoru çağıracağım. Son değerlendirmen yapıldıktan sonra göreve çıkıp çıkamayacağına doktorun söyledikleri ile karar vereceğim. Durumunu bilmeden sahaya çıkmana onay vermem mümkün değil. Bu görevi sana vermek istiyorum, bu yüzden bu muayene şart.” dedi, hızlı ve itiraz istemediğini belirtir bir şekilde konuşarak.

 

Görevi istememe gibi bir olasılığım olamazdı ama böyle bir operasyona sivil bir doktoru çağırmak ne kadar doğruydu? Tuğgeneralin kararını sorgulayamazdım ama bilmiyordum. Güvendiği biri olmasa böyle bir şeye kalkışmazdı.

 

Sözlerine karşı önce cevapsız kaldım. Sonra ise düşüncelerimi yansıtan bir şekilde konuştum.

 

“Komutanım, bu bir örtülü operasyon. Fazladan bir göz daha işin içine girerse-“ diyerek konuşurken tekrar sözümü bölerek konuştu.

 

Örtülü operasyon, normal operasyonlara göre daha gizli yürütülürdü. Normal operasyonlar, üniformalı olarak açık bir şeklinde resmi olarak bilinen görevlerdir. Örtülü operasyon ise kimsenin kimliğimi veya kimliğimizi bilmediği gizli görevler, sahte kimlikler ve benzeri fazlasıyla gizli olan her şeyden oluşuyordu. Bazen kayıtlara bile geçmezken çoğunlukla Kül olarak kayıtlara geçiyordum. Kısacası istihbarattı.

 

“Doktor görevi bilmeyecek. Sadece sağlık durumunu kontrol edecek. Onun güvenirliği konusunda bir şüphem yok. Bu görevi sana verebilmem için sağlığının ne durumda olduğunu bilmeliyim, Kül.” dedi, kesin bir şekilde. Haklıydı.

 

Bu sözleri ile bir an duraksadım. Tuğgeneralin güvendiği biri benim için de güvenilirdi. Karşımdaki komutanıma duyduğum saygı bir başkaydı ama güven de apayrıydı.

 

Yaralı bir askerin cephe ve operasyon görevi alması yasaktır. Yani yarası görevine engel olan askerin. Kıdemli Üsteğmen Okyanus Kaya, iki gün önce görevden döndüğünde kayıtlarda bir kurşun ve bir bıçak yarasına sahip gözüküyordu.

 

Okyanus olarak göreve çıkamazdım. Kül olarak göreve çıkacaktım, evet ama Tuğgeneralin de bu durumda beni göreve yollaması pek mümkün değildi. Okyanus da olsam, Kül de olsam aynı bedendi, aynı yaraydı, aynı sağlıktı. O yüzden yaralarımın görevime engel olmayacağına emin olmalıydık.

 

Hem bazen olmaz. Her şey bazen olmayabilir, Kül. Her zaman imkanlı hale getiremezsin. Ne kadar sana ait olsa da bazen olmaz.

 

Tuğgeneralin emri görevse yerine getireceksin. Tuğgeneralin emri göreve gitmemekse yerine getireceksin. Kül!

 

“Emredersiniz, komutanım ama ben görevi yapabilecek durumdayım.” dedim, kesin bir şekilde. Ne isterse yapabileceğimi belirtmiştim. Buna en tehlikeli görevlerde dahildi.

 

“Doktoru çağırmıştım zaten. Biraz bekleyelim, burada olur. Ne durumdasın anlarız, Kül. Ben askerimi tehlikeye atamam, aynı şekilde bu önemli operasyonu da.” diyerek arkasına yaslandı. Ne yani, operasyon bilgilerinden bahsetmeyecek miydi? Ben sordum.

 

“Komutanım, Bora’nın kimliğini açık ettiği anda tehlikeli bir görev olacağı ve bu iki timinde gerekirse katılacağından bahsetmişti, Albay.” dedim ve devam ettim.

 

Operasyonun nasıl olduğu sormak yerine neden dolandırıyorsun, Okyanus? Hayır, Okyanus değil, Kül!

 

“Gideceğim görev, Albayın bahsettiği görev mi?” dedim, ses tonumda bir yanılsama olmadan netlikle.

 

“Hayır, Kül!” dedi ve bana dönerek.

 

“Benim almak istediğim bir görevdi ama Gölge’nin kendini açık etmesi ile seninle göreve çıkamayacağı için görev çoktan başka ajanlara verildi.” dedi. Bora’nın kimliğini açık etmesinin onu ne kadar rahatsız ettiği belliydi.

 

“Her neyse! Bu görev, bizim için daha önemli ve ben bir tek yanlış bile istemiyorum, Kül.” dedi, bakışlarımız kesiştiğinde.

 

“Yanlış yapacak olsam bu kapıdan içeri giremezdim, komutanım.” diyerek kendimden emin bir şekilde cevapladım, Tuğgenerali.

 

“Bazı yanlışlar bilmeden de yapılır. Farkında bile olmazsın. Dikkatli ol, Kül!” dedi, yaptığı imayı anlayamamıştım. Her sözünde bir şey gizleyebilen fazlasıyla zeki bir komutandı.

 

“Ben sizi eğittiğiniz bir askerim. Kül’üm. Hata varsa hiçbir zaman benden yana değildir, Komutanım.” dedim, aynı eminlikle. Kül’ü, Kül yapan Tuğgeneraldi.

 

“Olmasın.” dedi, kısa bir şekilde. Olmazdı!

 

“Emredersiniz, komutanım.” dedim, sakince. Benim ardımdan saniyeler süren kısa sessizliği Tuğgeneral bozarak konuştu, onu dikkatle dinledim.

 

“Görevin detaylarını şu anda anlatmayacağım ama sana şunu söyleyeceğim, Kül. Beni iyi dinle.” diyerek bakışlarını bana odakladı.

 

“Dinliyorum, komutanım.” dedim, ezbere bir şekilde. Ne söyleyecekti?

 

“Başka ajanlar ile de görevlere çıkmıştın ama son aylardaki tüm görevlerinde özellikle Gölge’yi tercih etmiştin ama artık bu mümkün değil. Bundan sonra Gölge ile göreve çıkamayacaksın.” diyerek devam etti. Elbette, bunun farkındaydım. Söylemişti de.

 

Onunla göreve çıkmamın sebebi işime karışmaması ve görevi kendim halledebilmemdi. Ayrıca onu takip etmem de gerekiyormuş gibi hissediyordum. Bu yüzden kısa süredir onunla görevlere çıkmayı tercih ediyordum. Herhangi bir özelliği yoktu.

 

“Dalga ile görüştüm. O da seninle aynı fikirde. Bir süredir bu tarz görevlere katılmıyordu ama şaşıracağım şekilde beni yanıltarak kabul etti. Kül, senin de istediğin gibi Dalga ve Kül olarak ortak görevlere çıkacaksınız.” dedi. Konuşmasının ardından da dikkatle yüzümü inceledi.

 

Bu Dalga kimdi? Ne zaman öğrenecektim, ben!

 

Benim rütbemin üzerinde kadın bir komutan yoktu. Dalga ise benim kadar gözü kara ve başarılı bir ajandı. Erkek olmalıydı. Bu karargahtandı, belki de üsteğmendi. Bilmiyorum.

 

Her şekilde Dalga benimle göreve çıkmaya uygun biriydi. Benim kadar iyi olsa da bu alanda ondan daha iyi olduğumu düşünüyordum, emir komuta düzeninde ben komutan sayılırdım, öyle değil mi? Buna Tuğgeneral karar verirdi! Şimdiden bu konuları düşünmeme gerek yoktu.

 

“Emredersiniz, komutanım!” dedim ve ekledim.

 

“Bir aksilik olmadığı sürece Dalga ile göreve çıkacağımdan emin olabilirsiniz.” diyerek ekledim.

 

Her şey seni o göreve hazırlamak. İstihbarat alanında tüm bu çıktığın görevler seni o göreve hazırlamak için, Kül. Diyerek içimden kendime hatırlattım.

 

Birçok önemli göreve adını başarı ile yazdıran bir ajandı, Dalga. Benim gibi. Kısa bir süredir istihbaratta görev almadığını duymuştum. O da benimle yani Kül ile görev almak istiyordu. Güzel. Bu karargahtan Tuğgeneralin emrinde olan bir istihbaratçıydı. Kimdi, bu adam?

 

“Bugün bu göreve çıkamayacak olsan bile Dalga’nın kim olduğunu birazdan öğreneceksin. Ayrıca bende bu göreve seni yollamak istiyorum, umarım durumun da buna izin verir, Kül.” dediğinde yerimde daha da dikleştim. Umarım.

 

Göreve çıkmama ihtimalim var! O örgüt ile alakalı olan her şeyi ben takip etmeliyim. Ne yapacağım?

 

Dalga’nın kim olduğunu öğreneceğim. Tahminim yoktu! Bir an önce Tuğgeneralin çağırdığı doktorun gelmesini ve Dalga’nın kim olduğunu öğrendikten sonra hızla göreve gitmek istiyordum ama göreve gitmeme ihtimalim vardı! Yaralıyım diye! Sıkıntılı bir nefes verdim.

 

Tam bu konuşmanın ardına ise çalan kapı ile bakışlarım normal bir şekilde kapıya döndü. Kapı açılmamış olsa da nefesimi tuttum. Kapının ardında ya Dalga vardı ya da Generalin çağırdığı doktor vardı...

.

Bölüm sonu...

Ehe 🤭 Dalga'nın🌊 kim olduğunu öğrenmek yine bir sonraki bölüme kaldı, azcık daha meraklanın diğer bölümde öğreneceğiz. Bu yüzden son kez sormak istiyorum, Dalga🌊 sizce kim? -->

Bu bölüm Merih ve Okyanus? -->

Tuğgeneral?? -->

Okyanus demeyeyim, KÜL? -->

Okyanus'un Kül'ü ile tanışmaya hazır mısınız??? --->

Ayrıca sizlere bahsetmiştim sanırım, yeni kitabımı biliyorsunuz 🫶🏻

Günseli Parıltısı ✨️

Askeri bir kurgu olacak. Sahil Kasabasında geçecek.

Yeni kitabımız, kadın karakterimiz İstihbarat Ajanı FEZA'nın ekibindeki arkadaşının hatasını üstlenmesi ile beraber istihbaratta kalabilmesi için verilen ikinci şans görevi ile Ankara'dan Günserin Kasabasına gelerek açığa alınmış bir Binbaşıyı takip etmesi ve sahte kimliğiyle binbaşı ile tanışarak onun yaptığı her davranışı istihbarata raporlaması gerekmesini konu alıyor.

İstihbarat Ajanı FEZA & Vural Binbaşı

Okumak isterseniz, iki uygulamada da Okyanus'u yayınladığım hesaplarımda yayındalar 🫶🏻🤍🤭

En kısa sürede yeni bölümde görüşmek üzere... Okyanus ile kalın...

3186 Kelime...

Bölüm : 29.08.2025 23:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...