@lilyum_cicegi
|
Kendini kırma, her insanın için de bir tohum vardır. Tohumuna zarar verme.
ŞİMDİKİ ZAMAN Son zamanlarda, yaşamadığım durumlarla karşı karşıyaydım. Ne yapacağımı nasıl davranacağımı şaşırmıştım artık. Bir adım atsam, her yer çamur oluyordu. Samuel'i kirli bir nehre benzetmiştim. Onu temizlemek için kendimi denizin yerine koymuştum. Onu daha fazla kirli nehre mahkum bırakan ben mi deniz olmuştum. Çok hatasını görmüştüm. Affedilmeyecek yoldan gittiğini söylemiştim. Peki ya ben, bir çocuğun asla yaşamaması gereken psikolojik baskının üzerine yağ sürmüştüm. Tazeliğini ve canlılığını korumak için, ben kendimi nasıl deniz konumunda görecek kadar kör olmuştum? Arabada, babam girdiğim bu kasvetli ortamdan çıkarmak için köşeye sıkıştırsa da pes etmişti. Babalar anneler gibi olmuyordu. Annemin yanında takındığım rahatlık, babamın yanında olmuyordu. Şimdi annem olsa nasıl davranmam gerektiğini sorardım. Annesizlik, çatısız bir eve benziyordu. Arabadan inip, asık suratla mavi renkteki yeni evimize adımlarımı yönelttim. Biçilmiş yeşillikler ve yabani otlardan temizlenmiş bahçe harika bir görüntü oluştursa da şu anda bu duruma sevinecek modda değildim. Terasın önünde ayakkabılarımı çıkarıp, ayaklarımı soğuk fayansla temas ettirdim. Sesi insanı mutlu etmese de, içeri girmek için zile bastım. Denizin sesi buradan duyuluyordu ama ağaçlar onu gizlediği için buradan değilde odamdan görünüyordu. Kapı açılma sesi duyduğumda hiç beklemeden içeri girdim. Vestiyer tarafına yönelip feracemi çıkarmaya bir yandan kardeşimi dinlemeye başladım. "Aleykümselam" "Ha evet Selamünaleyküm" diye onun sorusuna yanıt verdim. Başımdaki iğneleri çıkarmaya başladım. "Babam nerede?" dedi Eyşan. Kapının yanında ki cama başımı uzatıp, babama baktım ama arabası yoktu. Beni bırakıp gitmişti. "Bilmiyorum" diye cevap verdim. Başörtümü katlayıp, ellerimi yıkamak için adım attığım sırada Eyşan'nın beni kolumdan tutmasıyla ona doğru döndüm. Kahverengi rengindeki kaşlarını çatmış, bana bakıyordu. "Abla falan demem, pataklarım seni. Ne bu hal. Bir derdin varsa söyle!" Haklılık payı vardı. "Bir şey yok Eyşan. Sadece biraz durgunum ondan. Ha telefonu da yaptırdım." dedim yarım gülümseme göndererek. Bu hareketi yapanı sevmezdim, lakin bir an önce sorgu odasının vücut bulmuş hali olan, Eyşan'ın yanından ayrılmalıydım. Kolumu ondan çekip, kahverengi ahşaptan yapılmış kapının kulpunu tutup açtım. İçeri girip, hemen kapıyı kapattım. Aynayla yüz yüze geldiğimde hayattan bezmiş bir ifadeyle bakan Sare'yi görünce, Eyşan'a yeniden hak verdim. Banyoda işimi halledip, kapıyı açmamla karşımda yine Eyşan'ı gördüm. Benim geçmeme izin vermeyince: "Öğle namazını kılmadım." O ise bana gözlerini kısmış bakınca, "İllaki namaz, Eyşan. Onun sayesinde cennete gireceğim." dedim. Derin bir nefes alıp, bir adım geri atarak geçmeme izin verdi. Ben de onunla göz teması kurmadan, hızlıca merdivenlere yönelip ahşaptan yapılmış olan basamakları çıktım. Odama girdikten sonra sandalyenin üzerine attığım namaz elbisesini gördüm. Onu giymem lazımdı çünkü üzerimde bol siyah pantolon ve dizlerimin üzerinde biten uzun kollu spor ince su yeşili kazak vardı. Namaz kılmak için bu kıyafetler yakışı olmazdı. Nasıl ki bir avukatın mahkemede cübbe giymesi kural ise, Allah'ın huzuruna çıkmak içinde belirli kuralları yerine getirmek lazımdı. Çiçekli namaz elbisemi başımdan geçirip, giyindim. Başıma mavi içimi göstermeyecek yazmayı örtüp, babamın gösterdiği yönde durup. Öğle namazını kılmak için niyet ettim... Anneme, babama, Eyşan'a, kendime, tüm İslam âlemine ve Samuel için dua ettim. Herhalde bir Hristiyan için dua eden tek bendim. İç sesim devreye girmeden. Günlüğü alıp, yatağıma uzandım. O an annemin 'Yatak uyumak içindir, keyif yapmak için değil' lafını hatırladım. Buruk bir gülümseme oluşmuştu dudaklarımda. Kapım kibar olmayan bir şekilde açılınca, günlükten hemen gözlerimi çekip kimin geldiğine baktım. Hüzünlenmek için role girmeme izin vermeyen, Eyşan karşımda duruyordu. Anlaşıldı, bu beni rahat bırakmayacaktı. Gözlerimi devirip, uzandığım yataktan kalktım. Göze yerleştirmediğim, katlı halde duran siyah başörtümü ve bonemi alıp, aynanın karşısında yerimi aldım. Kardeşim ise yine bana söylenmekle meşguldü. Biraz daha bu evde kalırsam, kardeşim katil olabilirdi. Onu bu katil olma durumundan kurtarmak için deniz tarafına gitmeye karar verdim. Bozulan örüğüme aldırış etmeden bonemi sonra ise başörtümü taktım. Hızlıca yatakta bıraktığım günlüğü alıp, odamdan çıktım. "Sen tam bir aptalsın!" diye bağırıyordu kardeşim. Dışarıdan bakıldığında şımarık bir kız gibi göründüğüme kalıbımı basarım. Ne yapayım benimde böyle bir anormal tarafım var. Mutsuz olduğumda, etrafımda insanları değil. Kendi kabuğumu görmek isteyen bir yapıya sahibim. Evin bahçesinde koşuyordum. Bir elimde günlük diğer elimde ise, feracem vardı. Eyşan'na yakalanmamak için dışarıda bıraktığım spor ayakkabılarımı geçirmiştim. Tabanına basılmış ayakkabıyı sevmediğim için anormal bir yürüyüş sergiliyordum. Evin biraz ötesinde olan çardakta durup, günlüğü yere koyup feracemi sonra ayakkabılarımı giydim. Normal insan gibi yürüyerek denize doğru rotamı çizdim. Obur ağaçları ve iri kökleri geçtikten sonra karşımda huzurun sembolü olan denizle yüz yüzeydim. İçindeki hırçınlığını gösterircesine dalgalarını hızla kumsala çarpıyordu. Normalde hava rüzgarlı değildi belki de ağaçlar rüzgarın hızını kestiği için öyle hissetmiştim. Şimdiki halim ise uçan kuştan farkım yoktu. Tek kanatlarım eksikti. Kumsalda spor ayakkabılarımla yürümeye başladım. Evet kötü tercihti. Denizin biraz gerisinde oturup, bir süre onu izledim. İçim huzursuz olduğunda deniz bakmak, içimdeki kasvetli ortamı dağıtıyordu. Bazı insanlar başta kardeşim Eyşan, gökyüzüne bakarak rahatlar. Lakin ben bu kategoriye girmeyenler denim. Çünkü gökyüzüne baktığımda içime korku dolar. Küçükken annem ve Eyşan bulutlara bakarak bir şeylere benzetirken, ben asla bunu yapamazdım. Daha fazla eskileri düşünmemek ve anın tadını çıkarmak için elimdeki günlüğü yeni bir başlıkla okumaya başladım. Başlığın adı Arayış’tı. Neyin arayışı diyerek okumaya başladım.
GÜNLÜK Bugün kendime yine söz vererek kalktığım günlerden bir sabahtı. Huzursuz olan içimin nedeni bulduğum halde, bunu kabullenmemiştim. Allah'a şükür bunu gösterecek bir arkadaşım vardı. Allah ondan binlerce kez razı olsun. En iyi tövbe yaptığın günaha geri dönmemekti. Ama insanoğlunun aç bırakılmış, nefis denilen en büyük düşmanı olduğu için bu pek de işe yaradığı söylenemezdi. Belki de bunu sadece ben beceremiyordum. Annemin meşhur bir lafı vardır. 'Ev pislenir, temizlersin. Sonra tekrar pislenir, tekrar temizlersin. Bu hayat boyunca devam eder. Günahlarda aynı böyledir. İşlersin sonra tövbe edersin. Allah kabul eder. Tekrar işlersin. Tövbe edersin Rabbim inşAllah tekrar affeder. Hayatın boyunca bu böyle devam eder. Bu kötü bir şey değildir. Kötü olan şey, pislenen evi temizlememektir. Sonra sana pasaklı derler. Kalp eğer pislik içinde kalırsa onu limonlu sirke yapıp yatırsan da fayda etmez. Çok zor olur temizlenmesi' "İlaçları dün bitirdin mi?" dedi ve ağzına peynirini Zemheri. Tabağımın kenarına çatalımı bırakıp, derince nefes alarak: "Hayır fazla yapamadım. Malzemeler çok eski, kimyasal maddelerden eksiler var. Eski yöntemle ilaç yapsam da, çok işe yarar mı bilmiyorum." "Temin edemeyiz mi?" "Vardı aslında Üzeyir," duraksadım neden duraksadım. Gözlerimi kırpıştırıp, kaşlarımı çattım. "Üzeyir hani o.. asker işte o kırıp, yakmıştı" dedim Zemheri'den gözlerimi kaçırarak. Neden kaçırdım? Niye böyle davranıyorum? Saçmalıyorsun Meyra! "Onu biliyorum. Peki tekrardan temin edebilir miyiz?" dedi gözlerimi irice açıp, "Ben onunla muhatap olmak istemiyorum!" sesim fazla çıkmıştı galiba, birkaç kafa ve göz bizim masaya çevrilmişti. Ben de onlara başımı onlara sallayıp, kısa bir tebessüm gönderdim. Gözlerimi Zemheri'ye çevirdiğim de, bana iki kaşını kaldırarak bakıyordu. Bazı hissiyatları batırmış olabilirdim. Gözlerini benden çekip, dudaklarında bir şeyler mırıldandıktan sonra: "Ondan bahsetmiyorum. Buradaki direniş grubunda olanlar nasıl kendilerine silah vs. buluyorsa, bize de ilaç için gerekli malzeme bulamazlar mı?" Onun aklına gelen kişi ve benim aklıma gelen kişi...Meyra sen kendini as artık! "Haa.. şey evet. Aklıma gelmemişti. Peki onlarla nasıl iletişime geçebiliriz ki?" dedim. O ise kafasını olumsuz bir şekilde sallayıp, çayından bir yudum aldı. "İşte bak orasını bilmiyorum." ellerini hızlıca sallayarak ona doğru eğilmem için hareket yaptı. İkimizde eğilip ortada buluştuk. "Hani seni ormanda kayıp olmuştun ya! Direnişçiler seni bulmuştu acaba onlarla tekrar iletişime geçebilir misin?" dedi, teorikte doğruydu. Ama pratikte yanlışlık vardı. "Ben onlarla iletişime nasıl geçeyim? Adamlar beni buldu ben onları değil." diye cevap verdim. "Geçemez misin yani?" Dudaklarını büzen Zemheri'ye, "Ne yapayım ormanda yine kendimi mi kaybedeyim?" Şaka manasında söylediğim sözü, Zemheri ciddiye almıştı. Şu an karşımda otuz iki diş ve parlayan gözler vardı. "Saçmalama!" diyerek masadan kalktım. Mantıklı arkadaşımın içine ben mi girmiştim? Yan sandalyeye koyduğum çantamı alıp sırtıma takmaya başladım. Zemheri'de benimle birlikte kalkıp halen daha söylenmeye devam ediyordu. "Niye saçma olsun. Bence gayet, mantıklı duruyor." Allah'ım sana geliyorum! ... Hastaneye girdikten sonra yollarımızı ayırmıştık o üstte, ben ise alt kata yönelmiştim. Basamakları teker teker inip, çalışacağım odamın kapısını açtım. Girdikten sonra içeriyi havalandırmak için küçük ama az çok işe yarayan, camları açtım. Sırtımda ki çantamı masaya bırakıp, kapının yanında olan askılıktan önlüğümü alıp giydim. Dünden hazırladığım, ilaçları vermeyi unutmuştum. Aslında kime vereceğimi bilemediğimden, Zemheri'ye de sormak aklıma gelmemişti. Tezgahta olan tepsiyi alıp, ilaçları yerleştirdiğim camdan dolabı açtım. Tepsiye hepsini dizdikten sonra odadan dışarı çıktım. En iyisi bunları Zemheri'ye vermekti. O da gerekli yere iletirdi zaten. Zemheri üst kata çıktığı için ben de çıktım. Üst katta, alt kata göre fazla asker vardı. Yanımdan geçen erkek hemşireye: "Zemheri hemşirenin nerede olduğunu biliyor musunuz?" diye sordum. "İlerde sağ tarafta olan oda da gördüm. Galiba on altıncı numaralı odadaydı." dedi. Ben de teşekkür edip, odaya doğru ilerlemeye başladım. Geldiğimde kapıyı açıp, girdim. Zemheri'yle direk karşılaşmıştım. O ise bana şaşkınlıkla bakıyordu. Herhalde beklemiyordu? "Dün yaptığım ilaçları kime vereceğimi bilemedim. Sana bırakıyorum, sen halledersin." dedim gülümseyerek. "Ha.. tamam ben hallederim." dedi hızlıca elimdeki tepsiyi alıp, masaya koydu. Ben ise onun bu anormal tavırlarını izliyordum. Bana doğru dönüp kapıyı gösterdi, "Hadi git artık." Yok bu gerçekten anormaldi. Ona gülerek "Beni bir kovmadığın kalmıştı" O ise sol kolumdan tutarak beni kapıya doğru çekiştirmeye çalıştı. "Aynen hadi git!" dedi. Ben de ona triplenip, kolumu çektim. Arkamı döndüm. Odanın kapısı tam ortada olduğu için arkamda olan kişiyi görmemiştim. Hasta yatağında oturan başı sargılı, sağ dudağı patlamış Üzeyir vardı. Göz göze gelince, nefsime zor gelse de gözlerimi kaçırıp odadan hemen çıktım. Başındaki yara benden kaynaklanıyordu ama yüzüne bir şey yapmamıştım. Başına vurduğum şişe yüzünden, bana göre sağ ona göre sol yanağında çizikler oluşmuştu. ̶A̶c̶a̶b̶a̶ ̶i̶z̶ ̶k̶a̶l̶ı̶r̶ ̶m̶ı̶?̶ ̶O̶ ̶k̶a̶d̶a̶r̶ ̶k̶a̶n̶ ̶k̶a̶y̶b̶e̶t̶t̶i̶.̶ ̶C̶a̶n̶ı̶ ̶a̶c̶ı̶y̶o̶r̶ ̶m̶u̶d̶u̶r̶?̶ İyi oldu hak etti. Gece gece kızlar yurduna rahatça girmişti. Neyse ki hepimizin başı örtülüydü. O affedilecek ve acınacak bir insan değildi. Çalışma odama girmeden birisi kolumdan tutunca, arkamı sakince döndüm. Kolumu Üzeyir'in ellerinde görünce hızlıca çektim. "Ne yapıyorsun?" diye tepki verdim ve ondan iki adım uzaklaştım. "Seslendim ama duymadın." dedi ince sesiyle. Gözlerimi onun yanındaki kolona dikip, orada kalmaları için tehdit ediyordum. "Bir daha bana dokunma! Duymasam bile dokunma!" Kısık çıkan sesim, sert olan üslubumu gizleyemiyordu. Başını olumlu bir şekilde sallayıp, bana göre sağ tarafta olan çizik olan yeri eliyle kaşıdı. "Dün..." diye başladı. Lakin ben ona izin vermeyip. " Dün yaptığın tam bir saçmalık abidesiydi. Hatırladıkça daha çok sinirleniyorum." dedim, sol elini yumruk yapıp arkasına götürmüştü. Ve benim gözlerim ışık hızıyla görmüştü. "Dün bir şeyler söylemiştim." dedi başka bir söze geçmeden tekrardan sözünü kesip, "Evet saçmalamıştın." diye cevap verdim. Kaşlarımı çattım, hayır ona değil kendime çattım. Niye böyle bir cevap vermiştim ki? Hayır, hayır doğru olanı yapıyorum. Bir an önce yanımdan gitmeli. "Dün içkiyi biraz fazla kaçırmışım. Önemsiz şeyler söyledim, dimi?" deyince onun son kelimesini dudaklarından çıkarmasına izin vermeden; "Benim için fazlasıyla önemsiz." diyerek cevap verdim. Ağzımdaki dili ısırsam ölür müydüm acaba? Bir süre böyle bekledik, yüzüne değil de hemen yanında ki kolona baktığım için nasıl bir yüz ifadesi takındığını kestiremiyordum. "Evet önemsizdi!" dedi sesinde gizlemeye çalıştığı sertlikle. Sonrada hızlıca merdivenlerden çıkıp kayboldu. Yanlış yaptım. Saçmalama ne yanlışı? O an kafama söylediği söz dank etmişti. 'İçkiyi fazla kaçırdım' demişti. Yani şimdi dünkü söyledikleri, bana söyledikleri. Önemsiz miydi? İçki içen insan gerçekleri söyler. Yoksa söylemez miydi? 'Ben o çiçeği sevdim' demişti. Kalbim dedikleriyle zonklarken, meğersem gereksiz bir atışmış. Zaten benim kalbim her zaman atardı. Bu duruma niye takıldım. Bana ne? Önemsizmiş beni ne ilgilendirir. Ama içkili de gözükmüyordu. Çok mu tecrübelisin, sabahta akşama kadar içkili insanların arasında mısın? İç sesimle olan muhabbetimi kesmek için ilaç yapmaya kendimi vermeliydim. Ve öyle de yaptım. … Üç tane ilaç yapabilmiştim. Malzemeye ihtiyacım fazlaydı. Yapacak bir şey kalmamıştı. Damıtma işlemi yapmam için gerekli malzeme, kimyasallar yoktu. En son o direnişçi adamı limon ağaçlarının orada görmüştüm. Benim yüzümden vurulmuştu. Acaba o taraflarda mıydı? Ne de olsa beni gören oydu. Boş boş oturmaktansa bu çılgınlığı yapacaktım. Buraya kendim için bir dipnot, rahatlık bana batıyor. Sol kolumda takılı olan saatime baktığımda ikiyi geçiyordu. Öğle namazımı kılıp, öyle çıkmalıydım. Masaya koyduğum çantamın çıtçıtını açıp, içinden seccademi çıkardım. Burada çalışan bir adam kıblenin yönünü gösterdiği için hiç zorlanmadan serip niyet ettim. … Zemheri'ye haber vermek için yukarı çıkmıştım ama çok yoğun olduğunu görünce vazgeçip, limon ağaçlarının olduğu yere doğru gitmek için hastaneden çıktım. Daha öncede gittiğim için kimseyle muhatap olmadan, o tarafa doğru yürümeye başladım. Yarım saatlik yolumdan sonra benimle hemen hemen aynı boyda olan mis kokulu limon ağaçlarının yanındaki ormana yöneldim. Yaptığım tamamen çılgınlıktı. Belki o adam benim yine karşıma çıkardı. Neden böyle kesinliği olmayan bir karara uymak zorundaydım ki? Ya adam benimle bir daha iletişime geçmezse, şansımı denemekten başka çarem yoktu. Bismillah diyerek ağaçların sık olduğu, ormana giriş yapmış bulundum. Yerler nemden dolayı yosunlanıp, dışarı doğru fışkıran ağaç köklerinin üzerinde yerini almıştı. Bundan dolayı çok fazla kaygandı. Ağaçlar o kadar sıktı ki iki ağacın yan yana olduğu yerde, yerlerin kayganlığından dolayı ikisinden tutunup geçiyordum. Kendimi bambu ormanlarında hissetmiştim. Bambu ormanında kaybolduğum gün aklıma gelince, sessiz olmayacak şekilde yutkundum. O günü hatırlamak bile istemiyorum. Bir sonsuzluk içinde kaybolmuş gibiydim. Ses duyunca arkamı hemen dönüp, gelen sese kulak kesildim. Direnişçiler, askerler ya da yabani hayvan olabilirdi. Etrafı dikkatlice izlemeye başladım, bir hareketlilik yoktu. 'Burası orman normal böyle şeyler' iç sesime hak verip, yoluma devam ettim. Gittim, tekrar gittim. Hala gidiyorum ama yok hiçbir insan belirtisi yok. Ağaçlar sıkı dostluklarını bir kenara bırakarak, seyrek seyrek etrafa dağılmışlardı. Biraz dinlenmek ve ikindi namazımı kılmak için soluklanmam gerekiyordu. Yürümeyi durdurup, etrafımı uzun süre döne döne izledim. Hiçbir hareketlilik yoktu. Ama etrafı kolaçan etmeme rağmen içimdeki rahatsızlığı gideremiyorum. Hızlıca seccademi serdim, aklımı bir türlü namaza veremediğim için ben mi namaz kılmıştım. Yoksa namaz mı beni kılmıştı belli değildi. Hızlıca ayakkabılarımı giydim. Seccademi topladığım sırada belirgin adım sesleri duyunca, çantamı kaptığım gibi benden daha obur olan ağacın arkasına sakladım. Heyecan, korku, belirsizlik adını daha veremedim bir duygu içerisinde hapsolmuşum. Ayak seslerine bir de erkek sesleri dahil olmuştu. Sesler daha da yaklaşıyordu, titreyen dizlerime fazla dayanamayıp yere çöktüm. Elimi kalbimin üzerine koyup, kendime teskin edecek sözler söylemeye başladım. Derin nefes alarak kimlerin geldiğini görmek için başımı hafifçe uzattım. Hay benim şansıma, karşımda devriye gezen asker sürüsü ve en önlerinde "Üzeyir" vardı. Ellerimi ağzıma koyup hemen olduğum yere sinip, çantamla yüzümü gizledim. Çünkü onun ismini dilimle zikretmiştim ve onlarda duymuş olmalıydılar ki, oldukları yerde durdular. Konuşmalar duyulsa da, kalbimin sesinden onların sesini kulaklarım doğru düzgün duymuyordu bile. Ellerim buz kesilmişti. Zaman geçiyor lakin ben zamanın ne olduğunu unutmuştum. Sol kolumdan dürtülünce irkildim. Hafifçe gömdüğüm yüzümü kaldırdım. Karşımda çömelmiş bana bakan Üzeyir vardı. Etrafında asker yoktu. Onu es geçip sindiğim ağaçtan konumumu sağa çevirerek askerlere bakmak için uzandım, lakin ortada ne asker vardı ne de insan belirtisi. Tekrar Üzeyir'e bakınca sağ kaşını kaldırmış. Dikkatlice beni izliyordu. Ya da açıklama. Gözlerimi ondan kaçırıp: "Ben bugün ölü biriyim değil mi?" diye sordum. O ise, "Bunun farkında olduğunu bilmen..." dedi duraksadı. Devam etmedi. Yüzüm asılmıştı, şehadeti beklemeye başladım. Ne yapabilirdim ki? Kaçmaya kalkışsam onu yenebilir miydim? "Ne işin var yine bu ormanda" "İlaç" dedim usulca. Cesaretim aranıyorsunuz acilen bana ulaşın lütfen! "Kuralları çiğnememen gerektiğini kaç sefer daha uyarmam gerekiyor! Sağlıkçı kimliğine güvenme. Emin ol senin gibi sağlıkçılardan çok kayboldu. Kimse cesetlerini dahi bulamadı. Onlardan olmak mı istersin!" dedi sert sesiyle. Öyle şeyler duymuştum, lakin insanın başına gelmediği sürece bazı şeylere takılmadığı gibi ben de takılmamıştım. Ama şimdi… Yüzünde ve gözlerindeki soğukluk bir kez daha Üzeyir'in kötü biri olduğunu kanıtlamıştı. Bir şey demeden usulca oturduğum yerden kalktım. Gözlerim yerdeydi, o da kalkıp yürümeye başlayınca. Onu takip etmeye başladım. Öyle yapmam gerektiğini düşünüp peşine takılmıştım. Kaçma planı yapsam da iç sesimin mantıklı sözleriyle, bırakmıştım yapmayı. Bir süre yürüdük, sonra durunca ben de durdum. Bana önünü döndü, "Hey!" dedi. İnatla gözlerim gözlerini istese de, ben de inatla onun omuzlarına bakıyordum. "Neden yüzüme bakmıyorsun?" diye sorunca afalladım. Daha değişik laflar duymayı bekliyordum. "Neden bakayım?" dedim. Ve işaret parmağım baş parmağımla oynamaya başlamıştı. "Benimle konuşurken gözlerime yani yüzüme bakardın. Şimdi ise bakmıyorsun." diye sordu. Bu söylediğine üzülmüştüm ve utanmıştım. Önceden demek ki adama nasıl bakıyorsam dikkatini çekmiştim. Ne kadar da utanç verici bir durumun içine düşmüştüm. Allah'ım şu son nefesimi vermeden affet beni. "Olması gerekeni şu an yapıyorum" diye yanıt verdim. "Dünden dolayı mı?" elini ensesine götürerek. "Hayır. Dünle alakası yok. Rabbim bana haramdan gözlerimi sakınmamı istiyor. Ondan" diyerek açıklama yapmıştım. Omuzlarına baksam da yüzünün yarsı görüş alanıma dahil olduğu için dudaklarında tebessüm yakalamıştım. Niye şimdi güldü bu? Kesin alaya aldı beni. Gözlerimi devirmeden edemedim. Bu ara alışkanlık olmuştu. "Alay etme! Bu dünyada en nefret ettiğim şey!" diye sitemle karşılık verdim. Sağ tarafına doğru adım attım. "Etmedim." diye karşılık verip bir adım bana atınca bende ondan uzaklaşmak için iki adım atmıştım. Üçüncü adımı atacaktım lakin ayağım yere temasını bir süre devam ettirip sonra bırakmıştı. Bastığım yeşillik toprağın içerisine gömülünce dengemi kaybedip gerisin geri düşmeye başladım. O ise hızlıca kolumu tutsa da ikimiz de birlikte...
ŞİMDİKİ ZAMAN
"Of olamaz." deminden beri seyrek yağan yağmur, hızını artırmıştı. Sayfanın daha fazla ıslanmasına izin vermeden kapatıp, uzun başörtümün içine soktum. Hızlıca kalkıp, kumsaldan çıktım. Ağaçlık alana geldiğimde, yağmur damlaları daha az üzerime geliyordu. Günlüğü bir an önce kaldığım yerden okumak için daha da hızlandım. Günlüğün içindeki çizili cümleler içten içe gülerek ilerlemeye devam ettim. Sağ ilerimde bir adam görünce yavaşladım. Ne de olsa ormandaydım. Karşımdaki adam kötü olmasa bile temkinli yürümek zorundaydım. Evet bizleri yani kadınları bu tedirginliği yaşatıyorlardı. Adama tekrar dönüp baktım. Tanıdık birisini andırıyordu. Yavaşladığım hızımı artırıp, tekrar dikkatlice adama baktım. Bu Samuel'di! Acaba yine ne haltlar karıştırıyordu. Bu sabah konuştukları planı mı yapmaya gidiyordu. Feracemin cebinden çıkarmadığım telefonumu elime alıp, sessiz olamayan bir şekilde ağaçların arkasına saklana saklana onun takip ediyordum. O ise montunun şapkası olduğu halde saçlarının ıslanmasını seçmiş, ellerini ceplerinin içine sokmuş bir vaziyette yürüyordu. Arkasına dönüp bakmamasını geçtim, eğdiği başını hiç kaldırıp sağa sola bile bakmıyordu. Yani duymayan bir insan etrafını daha iyi gözlemlemez miydi? Ahşaptan yapılmış kahverengi bir katlı eve girip kapıyı kapattı. Bu ev onların gizlice buluşup plan yaptığı yer olmalıydı. Elimde olan telefonumu videoya alıp, eğile eğile evin cam bölümüne doğru gelip. Telefonumun kamerasını cama doğru yaklaştırıp, çekmeye başladım. Bir dakika falan çektikten sonra hızlıca telefonumu kendime çekip. Kaydet tuşuna sonrada sağ alt kareye bastım. Telefonum yağmur damlalarıyla ıslandığı için feraceme silip. Videoyu başlatıp ileri sarıp izlemeye başladım. Odada tek o vardı. Samuel bir koltuğa oturmuş, bir elinde kalem bir elinde büyük boy defterle bir şeyler karalıyordu. İçeride hiç kimse görünmüyordu. Videoya daha dikkat kesilip baktığımda, Samuel'in bir şeyler karalarken bir yandan da ağladığını gördüm.
Oylarınız ve yorumlarınız çok önemli. Lütfen es geçmeyin... |
0% |