Yeni Üyelik
11.
Bölüm

Buket

@lilyum_cicegi

 

Beğendiyseniz oy vermeyi ve yorumda bulunmayı unutmayın🤍

Biri çıkar, ruhuna kır çiçeklerinin kokusunu bırakır.

 

ŞİMDİKİ ZAMAN

Uğultulu sesler kafamda zonklama etkisi bırakırken üzerimde bir karabasan etkisini hissettim. Kendimle savaş verirken yavaşça gözlerimi karanlığa hapsolmuş yerden yavaşça kaldırdım. Buğulu karede hiçbir şey göremediğim için gözlerimi tekrardan kapayıp açtım. Anlamsız mırıldanmalarla, elimi zonklayan başıma götürdüm.

"Baba ablam uyandı."

Kardeşimin sesini duyduğum da kendime daha çok gelebilmiştim.

"Ben doktora haber vereyim."

Bu ses babamın sesiydi. Yavaşça yattığım yerden doğrulup, sırtımı kardeşimin düzleştirdiği yastığa yasladım. Gözlerimi sıkıca kapayıp açtım. Başım feci şekilde ağrıdığı için kendime gelemiyordum.

"Abla iyi misin?" diye soran kardeşimin kısıkça sorduğu ses, bana eline hoparlör almışta anons geçiyormuş gibi geliyordu. Elimle hızlıca şakaklarıma götürdüm. Kafamda sargı olduğunu anladığım da başıma gelenleri hafızam önüme bir film şeridi gibi sunmuştu. 'En son günlük okuyordun. Kırılma ve Eyşan'ın sesiyle ayağa kalktın. Kendi odanın camına atılan taş, cama dokunup geçtikten sonra senin kafan da durmuştu. İyi de neden bizim eve taş atmışlardı ki?

Hafızamla konuşmama ara verip, içeri giren doktora ve babama dikkat kesildim.

"Geçmiş olsun. Röntgeninde bir sıkıntı yok. Sadece o anlık şokla bayılmışsın, küçük kızım. Evine gidebilir babası." dedi, gülümseyerek. Beynim adeta zonklamanın zirvesini yaşıyordu.

"Başım ama başım çok ağrıyor." dedim gözlerimi kısarak. Başımın ağrısından gözlerimi açamıyordum.

"Olur o kadar. Ağrı kesici veririz, geçer." dedi ve çıktı. Babamda hemen yanıma gelip, bana sarıldı.

"Allah'a şükürler olsun." dedi ve bağrına bastı. Usulca başını omuzlarına yasladım. Zira başımı tutacak güce sahip değildim. Çıtkırıldım kız olmama rağmen, bir taşla yere savrulmuştum ya. İnsan işte kendine fazla güvenmemeliydi.

Bandajlı olan başımı, hastaneye gelirken örtülen yazmayla örttüm. Üzerimdeki feraceyi çıkarmadıkları için onu çok şükür giymemiştim. Babam ilaçları almak için hastanenin eczanesine gitmiş, ben de Eyşan'ın koluna girerek yavaş yavaş arabaya yürümeye başlamıştık.

"Abla sen hiç iyi gözükmüyorsun?" dedi kardeşim.

"Başım çok ağrıyor. İlaçları kullandıktan sonra iyi olurum." İyi olduğumu söylesem de kelimeleri ağzımdan çıkarmaya yoruluyordum. Babamın arabasını gördükten sonra arka koltuğa kendimi zor atıp, uzandım. Kardeşim ön tarafa oturduktan sonra babam arabayı sürmeye başlamıştı. Sorulması gereken onca şey vardı ki aklımda. Ben ise çaresizce ellerimi başıma götürüp baskı uyguladım.

"Baba neden evimize taş attılar?" diye sordu kardeşim.

"Buraya ilk geldiğimiz de saldıran kişiler olabilir. Yani Hristiyan çeteleri." dedi. Sesinden fazla sinirli olduğu anlaşılıyordu. İlk geldiğimde bana şişe atan Samuel'di, yoksa hayır hayır o yapmış olmaz. Yapmış mıdır?

"Off başım." diyerek inledim.

"Geçmedi mi hala başın." dedi babam.

"Hayır, çok ağrıyor." diye söylendim.

"Şerefsizler." diye söylenmeye başlamıştı babam. Bir süre sonra araba durdu, "Ben su alıp geliyorum. Eyşan sen de ablanın ilaçlarını hazır et." dedikten sonra kapıyı kapattı. Kapının kapanma sesiyle beynim daha fazla baskı uygulamaya başladı. Arabada tek ses poşetin hışırtısı ve ilaç kutularından gelen seslerdi.

Arabanın arka kapısı yani benim yattığım tarafta babam kapıyı açıp beni kaldırdı.

"Eyşan ilaçları ver" dedi babam. Babamın elinden ilaçları ağzıma koyduktan sonra eliyle içirdiği suyu yavaşça boğazımdan aşağıya gönderdim. Tekrar kafamı koltuğa koydum. Babam ise kapıyı kapatıp, kendi kapısını açarak bindi. Tekrar kapısını kapattı. Beynim artık kapı kapatma sesi duymak istemiyorum diye inliyordu adeta. Babamın telefon sesiyle araba yankılandı.

"Alo... Evet komiserim... Hayır görmedim kimin attığını.... Kamera taktırmamıştım... Tamam... İyi günler."

"Ne olmuş baba?" kısık çıkan sesiyle sordu kardeşim. Sesten etkilendiğimi anlayıp anlayış göstermişti. Keşke sarsılan arabada biraz anlayışlı olabilseydi.

"Polis şu an da bizim evde ama görünüşe göre taş atanları bulmaları çok zor. Etrafta hiç kamera yok. Sadece kasaba meydanında var. Oradan da bulurlar mı bilemiyorum. Kamera taktırmak da hiç aklıma gelmedi. Hayy benim akılsız kafam." diye cevap verdi babam.

"Şimdi nereye gideceğiz?" Eyşan’ın sorusuyla babam hemen "İlk günlerde kaldığımız otelde kalırız. Ben ihtiyaçlarınızı getiririm. Ortalık biraz yatışsın ondan sonra bakarız yolumuza Allah kerim."

Taşı atanların kim olduklarını az çok tahmin edebiliyordum. Ama ya o gün Samuel'in içinde olduğu çete değilse.

Otelin önünde durduktan sonra yavaşça arabadan inip, Eyşan'nın koluna girip otele doğru adımlarımızı attık. Babam bize oda ayarladıktan sonra gitmişti. Bizde asansöre bindik. Beşinci kata geldikten sonra babamın bize verdiği oda anahtarının üzerine yazıldığı odayı bulup içeri girdik. Ben hemen kendimi koltuğa bırakıp başımı geri yasladım.

"Ağrın azaldı mı?" diye sordu bana hüzünle bakan kardeşim.

"Evet biraz azaldı." diye yanıt verdim. O ise benim yanımdaki konsola oturup, bana doğru döndü.

"Neden böyle bir şey yaptılar? Yani sadece burada yaşayan biz Müslüman değiliz. Neden bize böyle bir şey yaptılar?"

Üzgün serzenişine ne cevap verebilirdim ki?

"Bilmiyorum Eyşan." diye yanıt verdim. Böyle bir şey yaparlardı ama neden bizim eve saldırmışlardı, orasını bilmiyordum.

"Babam bu olaydan sonra burada kalır mı sence?" Eyşan’ın söyledikleri ile ağrıyan başımla içten analizimi yapmaya başlamıştım. Kalmazdı önceki sefer bile tedirgin olmuştu. Şimdi ise gitmek için bir şeyler yapacağına emindim.

"Gidersek kaçmış olmaz mıyız? Biz kaçarsak belki diğer Müslüman ailelere de aynılarını yaparlar." diye söyledim.

"Haklısın ama babam bize asla zarar gelmesini istemez. Seni o halde görünce o kadar kötü oldu ki abla." Ağlamaklı çıkan sesiyle ona doğru döndüğümde göz göze geldik. Ve onun gözleri hemen yaşlarla dolmuş usulca akmaya başlamıştı. Elimi uzatıp onun koluna dokundum.

"Tamam bak bir şeyim yok. Ağrım da azaldı." dedim zoraki gülümseyerek.

Ne kadar kafasını sallasa da kaybetme hissini, hissetmiş bir insana teselli cümleleri boş gelirdi.

Yarım saat geçtikten sonra babam odamıza elinde kıyafetlerle geldi. Benim yanıma gelerek:

"İyi misin?"

"İyim. Merak etmeyin." dedim gülümseyerek. O ise kafasını sallayıp, derin bir nefes bıraktı dudaklarından.

"Şimdi ne yapacağız baba?" diye sordu Eyşan. Babam ise ellerini birbirine kenetleyerek:

"Ben Salkım Vadisi’ne dönelim diyorum." Babam, tam da tahmin ettiğimiz gibi yanıt vermişti.

"Hayır baba. Bir iki tane taş attılar diye korkup kaçacak mıyız?" diye yanıtladım babamı. O ise bana kaşlarını çatarak:

"Bu korkmak değil. Ben sadece evlatlarımı korumaya çalışıyorum." diye yanıtladı beni.

"Anlıyorum ama baba iyiyiz. Bir şeyimiz yok, hem o kadar para harcadın o eve. Salkım Vadisi’ne gidersek ne olacak?"

Gitmek istemiyordum. Çünkü gidersek istediklerini biz kendi ellerimizle onlara verecektik.

"Sen bir kendine gel de sonra konuşuruz bu konuları." dedikten sonra oturduğu yerden kalkıp, odayı terk etti.

Babam buradan gitmeyi aklına koymuştu. Ben ise gitmemeyi...

Kahvaltı yapmak için babam dışarı çıkarmak istese de benim başım bone kabul edecek durumda değildi. Bundan dolayı odada kahvaltı etmiştik. Dünden beri başım ağrıdığı için doğru dürüst uyuyamadığım için kendimi uykuya teslim etmiştim.

Başımın ağrısıyla tekrar ilaçlarımı aldım. Eyşan abur cubur almak için alışverişe, babam ise kaldığımız eve gitmişti. Aklımda dur durak bilmez ağrı ve sorularla doluydu. Önce bana şişe atmıştı sonra camiyi yakmaya kalkmıştı acaba o yapmış olabilir miydi? 'Neden yapsın?' iç sesime başka bir ses daha katıldı. 'Neden yapmasın?'

Bunların duracakları yoktu kesin. Ama ben de elim kolum bağlı oturacak değildim. Çetedeki bazılarının yüzlerini görmüştüm. Onların yaptığını tahmin etsem de elimde onların yaptığına dahi kanıt yoktu. Samuel'den şüphelenmemek istemesem de onun da o gruptan olduğunu biliyordum. O taşı belki o atmamıştı. Ama o taşı atanların yanında olabilirdi.

Kapının açılmasıyla hızla Eyşan yanıma gelince, tedirgin olup doğruldum.

"Ne oldu?" dedim korkuyla.

"Birisi bana bu kağıdı verdi. Sana vermem için." dedi elinde ki katlanmış kağıdı uzattı. İkiye katlanmış kağıdı açıp okumaya başladım.

"Seninle konuşmalıyım. Bana ulaş. 0859***"

Kağıtta yazılanları okuyup, bana meraklı gözlerle bakan Eyşan'a "Kim verdi?" diye sordum. O ise meraklı ve tedirgin tavırlarıyla:

"Tanımıyorum. Ama konuşamıyordu." diye yanıt verdi. Kağıdı verenin o olduğunu tahmin etsem de, sorma gereği duymuştum.

"Tamam." dedim. O ise, "Kim ki o?"

"Sana demiştim ya konuşamayan birisini kalbini kırdım diye bu o işte." dedim

"Sana öyle mesaj gönderip. Konuşmak istediği kadar yakın mısınız siz?" diye sorunca, afalladım. Nasıl bir açıklama yapmalıydım?

"Ne alakası var. Yakın falan değilim. Onlar öyleler. Zaten başım ağrıyor konuşturma beni daha Eyşan." dedim.

Başımı ellerimle tutarak, yanıtından kaçtığım doğruydu ama başımın ağrıması da öyle.

"İyi tamam. Meyve aldım sana belki iyi gelir ben onları banyoda yıkayayım." dedikten sonra banyoya doğru ilerledi. Meraktan deliler gibi çatlıyordu. Bu her halinden belliydi. Eğer şu an hasta halimde olmasaydım net cevap almak için beni köşe bucak sıkıştırırdı.

Aileme söylemememin nedeni çekinmemden değildi. Samuel’in masum bir insan rolünde olmamasıydı.

Elimdeki kağıtla iletişim kurma moduna girmiştim. Mesaj atsam mı? Ne gerek var. Niye atayım? Kağıda iki taraftan tutup yırttım. O sırada iç sesimin sesini kulak verdim. 'Kanıt bulmak için onu kullanabilirsin. Onların yaptıklarını yanlarına kâr mı bırakacaksın.' Evet olabilirdi. Hemen yırttığım kağıdı birleştirip, komidinin üzerindeki telefonumu alıp açtım. Numarayı tuşladıktan sonra mesaj kısmına girdim.

"Ben Sare." yazıp gönderdim. Saniye geçtikten sonra bildirim geldi.

"Yazmazsın diye düşünmüştüm." Kaşlarım otomatik olarak havaya kalkmıştı. Ona cevap yazarken tekrardan bildirim sesi geldi.

“İyi misin?”

"Seni böyle düşündüren nedir? İyiyim." diye yazdım.

"Neden olduğunu biliyorsun?" diye yazdı. Açıklık vermiyordu. Nasıl kanıt bulamayacağımı bilmeden sadece yazdım. Elbet açık verirdi...herhalde!

"Neden evimiz taşlandı sence?"

"Müslüman olduğunuz için."

Bunu bir açıklık zannedip direk sorumu uzatmadan sordum.

"Sen de mi taşladın?"

Birisinin ağzından laf alma da becerikli değildim, öyle kurnaz yazılar yazamıyordum. Aklıma gelmiyordu.

"Hayır." diye yazdı. Bir tarafım inan derken, öbür tarafım o da onlardan neden yapmasın diye bas bas bağırıyordu.

"Sen de bana şişe fırlatmıştın. Hatta caminin bahçesini aleve vermiştin. Müslümanız diye"

Cevap gelmedi, bekledim yine cevap gelmedi. Eyşan'ın getirdiği meyveyi yedim yine mesaj gelmedi. Öğle namazımı kıldıktan sonra telefonuma baktım yine mesaj gelmedi. Bu böyle olmayacaktı, en iyisi onun kulübesine gitmekti. Belki orada kanıt bulabilirdim. Varsa o da tabi. Banyoda olan kardeşime gezmeye çıkacağıma dair not bıraktıktan sonra bonemi bol bir şekilde bağlayıp, başörtümü örttükten sonra feracemi giydim. Ayakkabılarımı giydikten sonra hızlıca odadan ayrıldım. Başımın ağrısı tetiklese de devam ettim. Taksi çevirip, kasabanın çıkışına kadar arabayla gittim.

"Burada inebilir miyim?"

"Kızım buradan çok araba geçmez. Ne işin var burada?" diye sorunca camdan bize biraz uzak evimizi gösterdim.

"Merak etme amca evim bak orada. Biraz yürümek istiyorum." dedim ve parayı uzattım. O da başını onaylar bir şekilde salladıktan sonra taksiden indim. Araba gittikten sonra yürüdüğüm taşlı yoldan orman yoluna saptım.

Orman yoluna girmemin sebebi, onun kulübe tarzındaki evi bizim eve çok uzak değildi. Ondan bu yolu tercih etmiştim. Başımın zonklaması gittikçe şiddetini artırmaya başlamıştı. Elimle başımı sıktıktan sonra derin nefes alarak bilmediğim yoldan denize doğru ilerlemeye başladım.

Kulübe gördüğümde ağaçların arasına saklanarak biraz etrafı izledim. İçeriden bir adam ve Samuel çıktı. Biraz daha dikkat kesildim. Adam el hareketiyle ona hızlıca bir şeyler anlatıyordu. Samuel ise ona sadece bakıyor hiçbir şey yapmıyordu. Adam sinirle ona doğru baktı. Birden Samuel'e yumruk geçirince o, yere düştü. Elimle hızlıca ağzımı kapayarak bilmediğim olayları şaşkınlıkla izlemeye devam ettim. Adam bu sefer elleriyle bir şeyleri anlatmayı bırakıp, diline vurmuş seslice haykırıyordu.

"Ahmak! Tam bir ahmaksın. Sen tam bir hatasın. Senin gibi neden bir çocuğum oldu. Sen bana Tanrının cezasısın. Utanıyorum lan senden!

Bir taraftan ona delirmiş bir şekilde bağırıp yere düşen Samuel'e tekmeler savuruyordu. Tekmelerin ardı arkası kesilmezken ise sadece yerde kıvranıyor, kalkıp bir tepki vermiyordu. Daha fazla adamın yaptıklarına dayanamazdım. Bir şeyler yapmam gerektiğini düşünürken ilerde koca demir görünce, bugüne kadar hiç kavgası olmamış bir kız delice şeyler yapacaktı.

Ses yapmamaya dikkat ederek, elimle demiri kavradım. Başım dönmeye başlayınca şakaklarımı hızlıca baskı uygulayarak, gözlerimi hızlıca kapayıp açıp kendime gelmeye başladım. Biraz durduktan sonra adama doğru yürümeye başladım. Birkaç adım kalmıştı; tekmeler atan ve delicesine etrafa ses kirliliği yayan, adama. Bir adım daha attım onu yalnız bırakmamak için bir adım daha attım. Adam birden hızlıca arkasını dönünce benimle göz göze geldi. Ben de o anki adrenalinle adamın kafasına, elimdeki demirle hızlıca vurdum. Adamın başı yere gitmeye kalkmıştı ki doğruldu. Bana adım attı ama birden yere düşünce ben de elimdeki sopayı hızlıca bıraktım.

Gözlerim şaşkınlıkla Samuel'e çevirdim. O da hemen ayağa kalkıp bana şaşkınlıkla baktı. Kaşı ve dudağı patlamış kan akıyordu. Hemen adamın yanına koşup elimi boynuna götürdüm. Nabzı atıyordu, elimi çekip kalbimin oraya geçirip derin nefes alıp verdim.

Samuel hızlıca ellerini saçlarından geçirip, sinirle üzerime yürüyünce ben de çömeldiğim yerden hızlıca kalktım. Üzerime gelmeye devam edince sinirle ona bağırdım. Ağrıyan başımın feci zonklamasını unutarak.

"Derdin ne senin?" dediğimde. Eliyle yerde yatan adamı gösterip, eliyle saçlarını hızlıca çekmeye başladı. Ona doğru bir adım atıp merakla baktım.

Sorunu neydi bunun? Onu kurtardığım için teşekkür edeceğine adamın yaptığına bak.

Elimle telefonumun not kısmını açıp:

"Senin derdin ne? Niye böyle davranıyorsun?" yazıp ona uzattım. Sinirle bana döndü, sonra elimdeki telefonu çekip okudu.

"Senin yüzünü gördü. Aptal mısın sen? Ne diye karıştın." yazmıştı. Onun bana siniri adama verdiğim zarardan dolayı değildi.

Beni düşünmüştü ama peki neden? Kimdi bu adam? Yüzümü görse ne olurdu?

"Seni öyle görünce yardım etmek istedim." diye yazdım. Başımın zonklaması artınca göz kapaklarım gözümün yarısına inmişti.

"Sana yardım et diyen oldu mu?" yazdı sonra bana tekrardan sinirle baktı. Yazmadan ona doğru, "İyi be bir daha dayaktan geberip gitsen de yardım etmeyeceğim!"

Dediklerimi iyi anlasın diye yavaşça söyledim. Dediklerimi bitirdikten sonra dudaklarımdan gözlerini çekip, gözlerimle buluşturunca ben gözlerimi çektim.

Tam o sırada burnumdan sıvı akmaya başlayınca, elimi burnuma götürünce kan olduğunu gördüm. Hızlıca elimle burnuma baskı uygulamaya başladım. Samuel hızlıca eve doğru gitmişti.

Burnumu sıktığım elim istemsiz gevşemeye başlamıştı. Hissim yavaşça çekiliyor gibiydi. Gözlerimi araladığımdan Samuel girdiği kulübeden çıkıp bana doğru koşuşunu gördüm. Elim kanla bulanırken yanıma geldi ve elindeki peçeleri bana uzattı. Peçeteye uzanacağım vakit, bir şey oldu. Bütün enerjim boşalmıştı sanki. Ayakta durmamı sağlayan ayaklarım güçsüzce beni devirdi. Devrilen vücudum Samuel'in kollarına sığınmıştı.

...

Gözlerimi yavaşça açtım. Fazla olan güneşe alışamayan gözlerim usulca tekrardan kapandı. Boğazımdaki kuruluk alarm verince tekrar açtım ve kapattım. O sırada görüş alanıma bir kadın girdi. Sonra başka insanlar, doluştu. Anlamsız gözlerle ona baktım. Nefes almamı zorlaştıran hava vericiyi ağzımdan çıkarmak için uzandım. Bana kalmadan oradan birisi çıkardı.

"Sare hanım beni duyuyor musunuz?" dedi içlerinden bir adam.

"Evet" dedim zar zor çıkan sesimle. Kuruyan boğazımın hissettirdikleriyle hafif öksürdüm.

"Parmağımı takip edebilir misiniz?" dedi ve gözlerimin önüne parmağını bir sola bir sağa çevirdi. Ona takip eden gözlerim parmak durunca durdu. Bir durun da kendime geleyim demeden gözümün içine parlak ışık tuttular.

Üzerimde ki fazlalık yapan kabloları çıkardıktan sonra beni iki yataklı odaya aldılar. Başımda beyaz bir sargı vardı. Sonra babam ve Eyşan geldi. Ne oldu diye sorunca Eyşan hemen:

"Başınla taş vurulmuştun ya. O yerde su toplanmış yani onun gibi bir şey." dediğince. Ona saçmalıyorsun bakışı atınca. Babam devreye girdi.

"Boş ver sen o konuları. Hallettiler, sadece küçük bir operasyon geçirdin."

"Abla o doktor var ya kasaptan almış sanki diplomayı. Onun yüzünden bu kadar ağrı çekiyormuşsun. Eğer o abi getirmeseydi daha kötü olabilirmişsin." dedi.

Demek beni buraya Samuel getirmişti. Babam sonra devreye girdi.

"Evet. Senin o çocuğun yanında ne işin vardı?" dedi babam ciddiyetle. Gözlerimi odanın içerisinde fıldır fıldır dolaştırmaya ve ona mantıklı cevap vermek için kelimeleri bir araya getirmeye başladım.

"Gezmeye çıkmıştım."

"Ormana mı?" Babam dedi aynı ciddiyetle.

"Evet bizim evin oraya gidecektim sonra oradan giderim diye düşündüm."

"Kızım sen beni deli mi etmek istiyorsun? Tenha yerlerde senin ne işin var. Ya başına bir şeyler gelseydi!" dedi sesi giderek yükseliyordu. Haksız da sayılmazdı.

"Ama bir şey olmadı."

"Sare!" dedi ve bu sefer bağırmıştı. Onun bağırması ile gözlerimi kısmıştım.

"Tamam baba ablam daha yeni uyandı." dedi babamı sakinleştirmeye çalışan Eyşan.

"Ben gidip doktorla konuşacağım. Bunun hesabını evde vereceksin!" dedi. Parmak sallayarak. Umarım doktor bir süre daha burada kalmama izin verirdi.

"Abla cidden ne işin var senin ormanda. Babam sinirlenmesin de ne yapsın?"

"Haklısın düşüncesizlik ettim. Telefonum nerede?" dedim. Masumca konuyu kapatmak için yeni bir konu sundum.

O da cebinden telefonumu uzattı. Tarihe baktığımda iki gündür hastanede olduğumu kanıtlayan tarihe baktım. İnternetimi açtığımda mesaj bildirimi bekledim ama gelmedi. Suratımı asarak koydum yerine.

"Ne oldu yine?" dedi kardeşim. "Yok bir şey.” diye geçiştirdim. Ondan geçmiş olsun mesajı beklediğimi söyleyemezdim. Ki aklıma gelen bu düşünceyi kendime bile yakıştıramıyordum.

Serumum bitmişti, hemşire gelip başka bir serum takacağı vakit. Babam geldi.

"Yarın belki çıkabilirmişsin" dedi koltuğa oturarak. Başımla olumlu bir şekilde salladım.

"Polisler bir şeyler bulabilmiş mi?" diye sordum.

Sorduğum sorudan rahatsız oldum. Ellerimle oynayama başladım.

"Evet. Olay gecesi yazı şeklinde ihbar bulunmuş. Lakin bizim ülkede görevini sağlam yapan insanlarımız olmadığı için dikkate almamışlar." dedi sinirle. Babamın söylediklerinden tek şüphelendiğim 'yazı ihbarı' olmuştu.

"Yok canım daha neler!" dedim gülerek.

"Anlamadım" dedi babam. Yok bir şey diye kafamı salladım.

O yazıyı Samuel göndermiş olabilir miydi? Ya başkasıysa. 'Hadi be ordan bal gibi o göndermiş. Yaaa' iç sesim pamuk şeker olmuş, erimeye başlamıştı. Ciddiyeti sağlamak için öksürdüm. Ama niye hiç mesaj atmadı? 'Uyandığını nerden bilsin. Ayy..' dedi yine saçma sapan şekillere girerek. Oğlan Hristiyan kendine gel!

"Tövbe estağfurullah." dedim. Başımı sağa sola sallayarak.

"Abla sen iyi misin? Delirmeye mi başladın kız sen yoksa."

Çok normal miyim demek istedim. Lakin söz konusu kardeşim olunca onun eline bu nadide kabulleniş kozunu vermek istemedim.

"Yok uykum geldi." dedim geçiştirerek.

"Onca saatten sonra mı?" dedi şaşkın sesiyle. Benim ne kadar uyuduğum değil. Ne zaman uyumak istediğim önemliydi.

"Beni namaza kaldır." dedim başımı yastığa gömerek gözlerimi kapadım.

...

Doktor kendimi yormamam kaydıyla çıkmama izin vermişti. Peki doktor bey zihnimde ki seslerim beni yormaması için ne yapabilirim diye sormak istedim. Adam bana şizofren teşhisi koyar diye sormadım. Arabaya binip eve doğru yola koyulmuştuk. Zihnimdeki boşboğaz seslerin konuşmasın diye içimden yüze kadar sayıp sonra geri saymaya devam ettim.

Eve gelmiştik. Babam evin camlarını tamir ettirmiş ve kamera taktırmıştı. Salkım Vadisi’nde ki evimizi kiraya verdiği için kiracıları apar topar çıkarmak uygun olmayacağından ev bulana kadar burada kalacağımızı söylemişti.

Eve girdikten sonra duş almak için direk banyoya yöneldim. Başıma su değdirmeden ihtiyaçlarımı halledip, tekrar odama geldim. Evin içi dışarıya göre çok sıcak olduğundan uzun lacivert elbisemi üzerime giydim. Aynı renkteki içi göstermeyen uzun başörtümü bağlayarak omuzlarımdan aşağıya bıraktım.

Günlük masanın üzerinden alıp merdivenlerden inip, mutfaktan çıkan Eyşan'a, "Çardaktayım." diye seslendim. O da başını sallayarak yoluna devam etti. Ne çok uğraşmıştı bu rahatsız olduğum günlerde evi toparlayan oydu. Bana meyve ve ihtiyaçlarımı getiren oydu. Daha ne olsun.

Evin biraz uzağında karanlıkta kalan çardağın yanında ki lambaya basarak aydınlattım. Sadece denizin uzaktan dalga sesleri geliyordu. Tam açıp, okuduğum yerden başlayacaktım ki deniz sesi dışında farklı sesler duyunca tedirgin olup etrafa dikkatlice bakmaya başladım sesler daha akından gelince çardağın yanında ki süpürgeyi uzanıp aldım. Gelen sese doğru gözlerimi tekrar çevirdim. Telefonumu almayı akıl etmemiştim. İnsan çağırmak için işe yarayabilecek dilim lal olmuştu. Belirgin sesin yanına bir de insan silüeti eklenmişti. Gözlerimi kısıp baktığımda gelenin Samuel olduğunu görünce rahatladım ama silahım olan süpürgeyi bırakmadım. Çardağa girmeye çalışınca onu girişine elimle 'dur' işareti yaparak durdurdum. O da durup cebinden telefonuna bir şeyler yazıp bana uzattı. Benim ise çardağın kenarında koyduğu bukete gözüm takılı kalmıştı. İç sesimin kıpırtı sesini es geçip bana uzatılan telefonda ki yazıyı okumak için aldım elinden.

"O elindeki çubukla beni durdurabileceğini mi sanıyorsun?" Küstahça yazı yazınca ben de ona benzer yazıyla cevap verdim.

"Seni deviren adamı bayılttıysam. Seni haydi haydi durdururum."

Yüz ifadesinden bakılırsa hayli sinirlendirmiştim beyefendiyi.

"Bir şeyleri elde etmek için bazı şeylerden feda etmek zorundasın. O vurduğun adam şükret ki seni hatırlamıyor."

"Dediklerinden hiçbir şey anlamadım. O adam kim ki?" yazdıklarımı okudu. Bir süre durdu bekledi. Elimle hadi diye işaret yaptım. O ise bana tekrar baktı, bekledi ve yazmaya başladı. Telefonun ekranı direk yüzüne oradan da saçlarına vurunca koyu sarı saçları parıldamıştı. Saçlarına yakışır açık bir ten renginin ona yakıştığını onayladım.

Bana uzatılan telefonla onaylama işlemimden utanıp hemen telefona uzanıp okudum.

"O adam benim babam."

Bir ona bir yazdıklarına bakıp mekik dokuyordum. Şaşkınlığım bir an bile geçmemişti. Adamın söyledikleri ve Samuel'in montundan çıkan intikam yeminleri aklıma geldikçe kalbim ezildi. Onu daha fazla zorlamak istemediğim için konuyu değiştirip şunları yazdım.

"İhbar eden sen miydin? Yani evimize taş atıldığı zaman." Ona uzattım. Okuduktan sonra kafasını olumsuz bir şekilde sallayıp dudağını dışarı doğru çıkarmıştı. Ne evet demişti ne de hayır. Bu bilmezcilik oyunuda nereden çıkmıştı? Telefonu ondan alıp:

"Sensin biliyorum. Bu arada teşekkür ederim her şey için. İyi bir insan gibi davranmaya başladın." yazdım. Ve ona uzattım o ise hafifçe gülümsedi ve yerden aldığı çiçeği kafamın içine sokup hızlıca uzaklaştı!

Başımı çiçeklerden çekip buketi elime aldım. Duymadığını bilsem de arkasından konuşmaya başladım.

"Sana iyi şeyler söyleyen ben de kabahat. Sana iyi şeyler söylemek alerji yapıyor. Sana ne zaman iyi bir şey söylesem aynı böyle tepki veriyorsun. Şimdiki gibi... Ben de, hata ben de…”

GÜNLÜK

O sırada ileriki çalılıklardan ses gelince hepimizin gözleri çalılıklara çevrildi. Uzun namlulu silahlarını bize doğrultan askerler karşımızda duruyordu. Altıya yakın asker etrafımızı yarım ay şeklinde sarmışlardı. Şaşkınlıkla ne olacak diye düşünmeye varmadan ateş açıldı ve kaçmaya başladık. O an ki adrenalinle sadece "Kaçın!" kelimesinden sonra ateş sesleri ve ormanın içinde nefes nefese koşan insanların sesleri yankılanır olmuştu. Dur durak bilmeden sadece koşuyordum. Ellerimle koşmama engel olan nemli dalları savurarak ilerledim. Yakalanırsam, düşüncesi aklıma gelince diyaframımın ağrısını hissetsem de koştum...koştum. Ta ki ayağım takılıp yere çakılana dek. Zemheri'nin kolumdan tutup kaldırmasıyla toparlanıp yeniden devam ettik. Önümüzdeki direnişçinin koştuğu rotada ilerliyorduk. Nemlenmiş toprak koşmamızı zorlaştırıyor. Ayakta kalmak için daha büyük bir enerji harcıyorduk. Dakikalar sonra direnişçi askerin sesiyle durduk.

"Tamam burada durabiliriz." deyince Zemheri'yle beraber kendimizi yere atıp hızlıca nefes alıp vermeye başladık. Nefes alışlarımız normale dönünce, aklımda ki o soruyu ona söyledim.

"Biz şimdi ne yapacağız?" dedim. Yüzlerimizi görmüşlerdi. Eğer hepsi orada ölmüş olsalar bile uzun zamandır ormandaydık. Bizden şüphelenmemeleri için mucize olması gerekirdi.

Kimseden ses çıkmıyordu. Hepimiz bir belirsizlik içinde kalmıştık. Bizimle gelen sadece bir tane direnişçi vardı. O arbedede liderlerinin komutuyla bizi buraya çekmişti. Lider ve yanındakilerden hiç iz yoktu.

"Dinlendiyseniz devam edelim." dedi yüzünü siyah kumaşa saran direnişçi. Zemheri araya girerek, "Ya peki onlar? Onlara ne olacak? Ya yaralandıysalar veya yakalandılarsa? Ya da belki de öl.." Sona doğru sesi kısılmaya burada olan üç kişinin aklına dahi getirmek istemediği bir şeyi söylemesine direnişçi oğlan müsaade etmedi.

"Onlar Allah'a emanetler. İnşallah başlarına bir şey gelmeden oradan çıkacaklardır. Onlardan bir an önce haber almak için karargaha haber verip asker toplamalıyım." dedi ciddiyetle. Biz de hemen toparlanıp tekrardan koşmaya başladık.

Kökleri etrafa nam salmış. Gövdesi çınar ağacı gibi oburlaşmış. Ceviz ağacının önünde durduk. Direnişçi, etrafı sessizce kolaçan edip bize baktı. Bir şeyler için tedirgin olduğu belliydi. Aklıma onun bu kadar tedirgin olmasına sebep karargahı göstermesine yordum. Ama etrafta ne bina ne de odunlarla yapılmış küçük bir kulübe vardı. Alnımdaki terleri cebimde ki mendile silmeye bir yandan da direnişçinin ne yaptığına bakıyordum.

Eğilerek, ceviz ağacının dışarı fışkıran koca bir kökünü kendini çekince gizlenmiş kapı açıldı. Toprağın altına doğru karanlık bir giriş vardı. Kapı köklerle öyle kamuflaj edilmişti ki. Adamın ne yaptığını geçidi gördükten sonra anlamıştım. Gözlerimde ki şaşkınlığı gizleyemiyordum. Zemheri'ye dönüp baktım. Onun da benden kalır bir yanı yoktu. Direnişçi ağacın kavuğundan pilli iki tane fener çıkarıp bize uzattı. Biz ona bakmaya devam edince, "Kapağı kapatmam lazım. Siz ışıkları açın basamaklar var oradan ilerleyin. Ben sizin arkanızda olacağım." dedi.

Bizde uzanıp fenerleri aldıktan sonra geçit dediğim halbuki tünele benzeyen yere doğru adımlarımızı attık. Üşenmemiş on iki tane basamak olduğunu saymıştım. Feneri, ucu görünmeyen karanlığa tuttum. Boyum 1.75 olduğu için Zemheri'ye göre daha da eğilerek yürüyordum. O sadece başını eğerken ben omzumu da eğmek zorunda kalıyordum. İki kişinin rahatlıkla gidebileceği bir genişlik vardı. Alt taraf toprak olsa da tavan ve yan duvarlar birbirlerine desteklenmiş odunlar vardı.

"Ben önde gitsem daha iyi." dedi direnişçi.

Biz de geri çekildik o da ortamızdan geçtikten sonra Zemheri'nin uzattığı feneri alıp önümüzde ilerlemeye başladı. Bu tünelin sonu nereye çıkacağını merak ediyordum.

"Karargaha ne zaman ulaşmış oluruz?" dedim. O ise hemen arkasını panikle dönünce, tedirgin olmuş ona baktım.

"Hişş sessiz olun. Çok kısık sesle konuşmamız gerekiyor. Ses titreşimlerinden dolayı toprak altında kalabiliriz." dedi sorumu yanıtlamadan önüne döndü. Ben tekrar ağzımı açacaktım ki bu sefer Zemheri beni kolumdan dürterek sessiz olmam için uyardı. Aklımda ki sorularla yine tek başıma kala kalmıştım.

Yaklaşık yarım saatten fazla ilerlemiştik. Benim anlamadığım şey benim orman da kayıp olmam olsun veya askerleri tedavi etmek olsun. Bizi hiç böyle yerlere getirmemiş sadece ormanın bir bölgesinde işlerini görmüşlerdi. Bizi bu tünellere kadar sokacak kadar ileri gittilerse düşündüğüm gibi gerçekten başımız büyük bir beladaydı. Basamaklara doğru gelince önümüzdeki adam durdu. O durunca bizde durduk. Ben etrafa ışık tutarken kenardaki değişik böcekle iğreti olurken ondan uzaklaşmak için Zemheri’ye daha da yaklaşmıştım.

Basamaklardan ilk önce direnişçi sonra Zemheri şimdide ben çıktım. Işıltılı taşlarla örülmüş bir mağaranın içinde kendimi bulmuştum. Mağaranın esintisi ve nefes alırken ağızlarımızdan çıkan duman buranın ne kadar soğuk olduğunu kanıtlıyordu. Sorun soğukluk değildi sorun bu karargah neredeydi? Yine aklımda ki soruları sormayı bırakıp sabırla bekledim. Kapağı kapattı ve sağ tarafa doğru ilerlemeye başladı. Zemheri'nin yanına sokularak sessizce:

"Sence biz nereye gidiyoruz?" dedim. O ise bana kaşlarını çatarak, "Ben de bilmiyorum Meyra. Aynı şartlar altındayız bilmem farkında mısın?" Cevabı üzerine gözlerimi devirip tekrar gittikleri yoldan takip ettim.

Sinir olsam da seviyordum dostumu.

Direnişçi elini ileri de ki taşların arasına sokup çıkardı. Onun elinin çekmesiyle sağ tarafımızda koca bir delik açılmıştı. Ve açılan delikle birlikte ışık ve eli silahlı olan insanlar göz karemize girmişti. Direnişçi bizi beklemeyip koşarak ilerledi. Biz de ışıltılı taşlarla çevrili olan mağaradan çıktık. Etrafta ki insanlar bizi merakla bakarken biz de etrafa aynı merakla bakıyorduk. Birbirlerine yakın en fazla üç katlı tahtalardan yapılmış binalar. Bambu ormanını hatırlatıyormuşçasına silindir ve yeşil renkte binalar vardı. Karşımızda ağaçlarla kaplanmış koca bir dağ vardı. Geldiğimiz yere dönüp baktığımda karşımda az önceki devasa bol yeşillikte dağ vardı. Burası iki dağın arasına inşa edilmiş bir kasaba gibi bir yerdi. İlerde tarlalar bile vardı. İnek, tavuk ve hatta at bile görüyordum. Yer altı şehirlerinden tek fark. Altta değil üstte olmasıydı. Bize merakla bakanlara gözlerimiz çevrildi bu sefer. Burada hem kadın hem de erkek vardı. O arada hastane yolunda yürürken duvarda ki insan resimlerinin asılı olduğu kağıtlar aklıma geldi. "Terörist kayıp aranıyor!"

"Zemheri buradaki insanlar şu kayıp afiş şeklinde insanlar olmasın." dedim.

"Olabilir ama burada çok fazla insan var Meyra. Afişteki insanların sayısı azdı." diye yanıtladı. Bizim durduğumuz yere kırk veya kırk beş yaşlarında saçları yaşına göre ağarmış ama heybetini götürmemiş adam ve yanındakiler yanımıza geldi.

"Selamünaleyküm. Cesur kızlarım, Allah sizden razı olsun. Yardım etmişsiniz. Şimdilik Merve sizi ağırlasın geldiğimiz zaman konuşuruz." dedi ve arkasından 'Aleykümselam' desek de sesimizi duyduğunu sanmıyorum. Acele bizim çıktığımız kapıdan girdiler. Onun yanında Merve adlı kız bizi bir binaya götürüp, sıcak bir çay yaptı.

"Siz Salkım Vadisi’nden misiniz?" diye sordu Merve. Başımı salladım sadece yorgundum. Aklımdaki sorulara yanıt bulmak istediğim için muhabbete fazla girmek istemedim. Zemheri boğazını gıcırdattıktan sonra, "Evet oradan geldik... işte böyle." başımızdan geçen bütün olayları anlatmıştı.

"Çok kötü olmuş. Şimdi ne yapacaksınız?" dedi endişeli yüz ifadesiyle.

"Bilmiyoruz." dedim yüzümü asarak. Mutlu olacak bir neden bulamıyordum. Zemheri ise benden daha iyi duruyordu.

"Her şeyde bir hayır vardır. Orada yakalanabilirdik." Zemheri’nin Allah'a benden daha çok kendini teslim ettiğini söylemiş miydim?

"Allah korusun." dedi korkuyla Merve. "Haliniz ne olurdu. Başınıza gelmedik kalmazdı. Hatadan veya kendi iftiralarıyla topladıkları erkekleri fiziksel olarak sömürdükleri gibi kadınları da..." Sözünü tamamlamadan gözyaşlarına hakim olamadı.

"Anlatma istersen." Zemheri'nin söylediği şeyi mantıklı bulup kafamı olumlu bir şekilde salladım. Merve ise başını olumsuz bir şekilde sallayıp, "Hayır anlatacağım. Bu yaptıklarından onlar utansın, sussun.

Ben burada yapılan vahşeti buraya gelen insanlara anlatmaktan geri durmayacağım." dedi.

Eiyle yüzündeki gözyaşlarını eliyle sildi. Derin bir nefes alarak devam etti.

"Burada bazı birden kızlar kaybolur. Tarlada çalışırken, hayvanları otlatırken veya başka bir şekilde. Kaybolma olayları yüzünden herkes kızlarını evde saklamaya başladı. Beni de babam saklardı. Evden çıkmamamı söylerlerdi. Bir gün babamın sözünü çiğneyip yakın arkadaşım olan Seher'in yanına gitmek için evden çıktım. Çünkü ondan birkaç gündür haber alamıyordum. Anneme falan sorduğumda ise tatmin edici cevaplar vermiyordu. Onların evi ve bizim evin arasında patika yol vardı. Oradan gidince karşıma askerler çıktı. Beni yakaladılar. Ne kadar çırpınsam da kurtulamadım. Beni bayılttıktan sonra bir binaya getirdiler. O binanın içine yaka paça soktular. İçeride benim gibi bir sürü kız vardı. Ve orada Seher'i gördüm. Yüzü solmuş, gözlerinin çevresi morarmış bir şekilde orada bana umutsuz gözlerle baktı. Ne olduğunu anlamadan beni bir odaya aldılar. İstemedim çok çırpındım. Ben daha 17 yaşında bir kızdım. O gün üç kere tam üç kere o iğrenç insanların koynunda buldum kendimi. Beni yatağa kablolarla bağladıkları için hiçbir şey yapmadım." dedi tekrar hıçkırığa boğuldu.

Anlattığı vahşi durumla tüylerim diken diken olmuştu. Kendimi tutamayarak gözyaşlarımın dolmasına izin verdim. Zemheri'nin dediği gibi şükürler olsun Allah'ıma. Çok büyük bir imtihandı. Ben de bu imtihanı kaldıracak güç yoktu. Ama karşımdaki kız öyle güçsüz görünmüyordu.

"Oradan nasıl kurtuldun?" dedi Zemheri.

O ise derin bir nefes alarak devam etti.

"Kaç gün orada kaldık bilmiyorum. Ama benim için her gün eziyetti. Ama hiçbir zaman umudumu kaybetmedim. Patlama olmuş. Bir sürü direnişi hayatını kaybetmiş, bunlar da onun eğlencesine içki içip eğleniyorlardı. Yanımdaki adamın içkili halinden yararlanıp, Seher'i alıp bir şekilde oradan kaçtım. Ama peşimizdeydiler. Arkamızdan silah sesleri geliyordu. O sırada yolda bir askerle karşılaştık. Kendimizi savunmak için elimle bir taş attım. Arkamdan gelen sesler yaklaşıyordu. O da bizim arkamıza odaklandı. Ve dedi ki 'Çalılıklara saklanın çabuk.' dedi kısık sesiyle. Ama ben onu dinlemedim elimde ki taşı ona attım. Omzuna isabet etmeden yanından kayıp gitti." dedi sonra güldü.

"Bize doğru hızlıca koşup gelip bizi çalılıklara itti. Vücudum çalılıklardan dolayı hep çizilmişti. Meğer bizi gerçekten kurtarmaya çalışıyormuş. Şaşırmıştım peşimizden gelen askerleri farklı yere yönlendirdi. Çalılıklardan çıktığımda 'Limon Ağaçlarının oraya gidin. Sizi burada görürsem onların eline teslim ederim.' dedikten sonra gitti. İyi insan mıydı? Yoksa öylesine mi yardım etti bilmiyorum. Bizi Enes abime yönlendiren aslında oydu. Ne kadar da Enes abim ve buradaki direnişçiler onu sevmese de onun sayesinde kurtulmuştuk." dedi gülümseyerek. Halen daha gülümseme gücü vardı. Rabbim kuluna imtihan verdiğinde ona yardım da ediyordu işte. Bu da karşımda ki gözleri halen daha parlayan kızın gözleri kanıtlıyordu.

"Kim kurtardı ki seni?" dedi Zemheri merakla. Bende direk ona yöneldim.

"Subay, buralarda ünlüdür. Adını Enes abimden duyduğum kadarıyla Üzeyir'di" dedikten sonra ben şok tepkiyle, "Ney?" tepkisini verince iki çift gözde bana dönünce kendimi toparladım. Zemheri boğazını temizleyerek konuyu değiştirdi.

"Seher nerede peki?" dedi gülümsemeye çalışarak.

"O öldü. Doğum da.." deyince. İçeride muazzam bir sessizlik hakim oldu. Teselli etmek gerekiyordu değil mi? Peki nasıl? Nasıl böyle bir durumda bir insan teselli edilirdi. O sözden sonra dakikalar boyunca kimse konuşmadı. Kimisinin gözü camda, kimisinin yerdeki çamurlu olan tahtada, kimisi de gözleri farklı yerde olsa bile 'neden?' yaptığını düşünüyordu.

Kapının açılmasıyla içeriye gördüğüm kırklı yaşlarında olan adam ve bizim yaşlarımızda görünen iki genç girdi. Bizde onlar gelince saygı maksadıyla ayağa kalktık.

"Oturun." dedi adam sevecen tavırla. Yüzündeki ifadeye bakılırsa kötü bir şey olmamıştı. Bizim oturduğumuz koltuğun karşısında ki koltuğa iki gençte oturdular. Hemen dikkatimi karşımdaki adama çevirdim.

"Aklınızda çok fazla soru var biliyorum. Elimden geldiğince size cevaplayacağım." dedi Merve'ye başını çevirerek. "Su getir kızım bize." dedi. Zemheri ise, "Bizim arkamızda kalanlar vardı. Onların durumu iyi mi?" dedi. O sırada köşede oturan bizimle göz teması kurmayan olan siyah saçlı, beyaz tenli, heybeti olan adam cevap verdi.

"Elhamdülillah iyiyiz." dedi. Sesinden tanımıştım ama ben bunu daha önceden de görmüştüm. Hem ilaçları Üzeyir yaktığında yolda ağlarken yanıma gelmişti. 'Senin hatan değildi. Sen öyle davranmasan da onlar öyle davranır.' demişti. Sonra Çınar Kütüphanesinde camdan atlayan adam da buydu. İrice gözlerimi açıp ona çevirdim. Elimle onu işaret ederek:

"Seni görmüştüm." dedim gülümseyerek. O ise bir an yüzüme baktı. Bakışlarını önümüzde ki küçük sehpaya odakladı.

"Evet daha önce karşılaşmıştık." dedi kalın ve tok sesiyle.

Onun ağır ve ciddi tavrıyla kendimi geri çektim. O sırada yaşı büyük olan adam araya girdi.

"Demek Enes'in yüzüyle daha önce karşılaştın." dedi. Demek Enes buydu. "Askere eğitim verir bizim oğlan. Seni anlatmıştı. Ormanda kaybolduğunu. Ve şimdi olanları." dedi. Yüzü ciddileşti. Bizde ciddileştik.

"Peki bize ne olacak? Güneş doğdu ve biz hâlâ buradayız. Bizim yokluğumuzu çoktan anlamışlardır. Daha doğrusu bizi gördüler." dedi Zemheri.

"Artık oraya gidemezsiniz." dedi adını yeni öğrendiğim liderleri sandığım Enes. Ben de araya girdim, "Ama.." demeden. Sözümü tamamlamama izin vermedi.

"Tehlikeli. Hiçbir yere gidemezsiniz. Askerlerin biri kaçtı çoktan üstlerinin haberi olmuştur. Şu anda ormanın içinde harıl harıl askerler sizi arıyorlar." Onu ben de az çok tahmin ediyordum. Benim asıl sormak istediğim şey, "Peki biz ne yapacağız?" dedim. Zemheri'de sözlerimi onaylamışçasına kafasını salladı. Yaşı büyük olan adam, "Şimdilik burada kalmanız güvenli. Buradan dışarı çıkamazsınız. Biraz ortalık durulsun eğer isterseniz sizi ülkenize gönderebilirim." deyince Zemheri önce atak yaptı.

"Hayır, biz buraya yardım etmek için geldik. Ha hastane ha bura fark etmez. Sadece ailelerimizin bizden haberi olsun. Yeter bize." Karşımızdaki adam tebessüm ederek:

"Tamam kızım nasıl istiyorsanız öyle olsun. Lakin burada iletişim araçları yok. Frekansları kontrol ediyorlar. Ortalık biraz durgunlaşsın. İletişime geçmek için haber veririm." dedi. Adam oturduğu yerden kalkacağı sırada aklımda ki o soruları sordum.

"Burası tam olarak nedir?" dedim. Adam saatine bakıp, kalktığı yere tekrar oturdu.

"Çok fazla vaktim yok. Ama aklınızda ki soruları az da olsa gidermek için size anlatacağım. Burası Korunak Kasabası." dedi ve Merve'nin getirdiği sudan birkaç yudum içerek bize döndü.

"Burayı benim babam ve arkadaşları kurdu. Burada direnişçilerimi eğitip, elimizden geldiğince silah üretmeye çalışıyoruz. Lakin hepimiz burada yaşamıyoruz yoksa dikkat çekebiliriz. Burada yaşayan toplam da 200 yakın insan var. Çoğusu kaçak ya da Hristiyanların öldü bildikleri kişiler yaşıyor. Enes ve Fırat'ta burada yaşıyorlar. Hatta burada doğdular. Merve kızım da burada yaşıyor. Burada yaşamayan insanlar ise doğurdukları çocukları buraya gizlice getiriyorlar; çocuklarının başına kötü bir şey getirmesin diye. Bu gördüğün insanların çoğu anne babasını doğru düzgün görememişlerdir. Ama ne yazık ki burayı Mavi Kıta'da yaşayan Müslümanlar bilmiyor. Bilse hepsi buraya gelir. Ve yerimiz hemen hedef haline gelir. Sadece bizim seçtiğimiz insanlar buraya geliyor."

Şehirde her an başıma bir şey gelebilir korkusunu yaşayan kişiler gelince, "Ama bu haksızlık. O insanlar.." sözümü yine tamamlayamamıştım.

"Bak kızım burada insanlar layloylom bir hayat yaşamıyorlar. Buranında belirli bir kapasitesi var. Ve buradaki insanlar boş durmuyor. Silah, araba veya yiyecek ve giyecek üretiyorlar. Merak etme büyük direniş yakındır. Ondan sonra her şey normale dönecek inşallah."

"Büyük direniş mi? O nedir?"

Adam bana cevap vermeden, kafasıyla selam verip yanımızdan ayrılınca. "Bari buna cevap verseydiniz." dedim sessizce arkasından.

"Vay be insanlar neler düşünmüş yapmış. Biz ne kadar da basiretsiz insanlarız Meyra. Bu kadar yoklukta burayı inşa etmek. İmkansız gibi ama adamlar başarmışlar." dedi Zemheri.,

Halkıydı. Çok fazla tembeldik. Onlar için bir şeyler yapmalıydık. Davalarında yanında olmalıyız derken bile tembel ve gösterişliydik. Onlar için yürüyüşler veya gazetelerde yazılar paylaşınca bizde yardım ettik diyor, vicdanımızı rahatlatıyorduk. Burada Müslüman kızların tecavüze uğradığını duyduğumuzda birkaç dakika üzülür. Sonra konuyu başka bir yere bağlardık. Biz gerçekten dava şuurlu birisi veya kardeşlerinin acısını dindiren biriler miydik?

"Yorgunsunuzdur size kalacak yer ayarladım gelin hadi." dedi Merve. Biz de ayaklanıp tahtaların tıkırtı seslerinden sonra yerdeki çamurlu yolların vıcık vıcık sesiyle yürümeye başladık. Küçük kare şeklindeki kulübeye girecekken üzerinde yeşil gömlek, altında siyah pantolon ve sırtında siyah çantası olan Enes çıktı. Bir şey demeden yanımızdan ayrıldı.

"Burada Enes abim kalıyordu. Kadınlar bölümünde yer olmadığı için burada kalacaksınız." dedi Merve.

"Adamı yerinden etmeseydik. Biz sandalyeleri birleştirip de yatardık." dedi Zemheri.

"Olur mu öyle şey. Erkekler tarafında yer var. Oraya gitti." dedi Merve.

"Niye ona sadece özel konut?" diye sordum.

Zemheri'nin kolumu dürtmesiyle ona doğru döndüm. Kaç göz işareti yapıyordu. Merve ise, "Burayı ,kendi elleriyle boş kalan zamanlarında ve kendi parasıyla yaptı. Ondan Halil amca yani buranın lideri de ona izin verdi." dedi Merve.

Ben de cevap vermeden başımı sallayıp kulübenin içine girdim. Çok fazla yorgundum. İyi ki sabah namazını orman da askeri tedavi ettikten sonra kılmıştık. Yoksa gidecekti namaz. Saatime baktığımda altıyı geçiyordu.

"İyi o zaman size iyi uykular." dedikten sonra kapıyı çekip çıktı.

Camlardan gelen ışık oda tarzında olan burayı aydınlatıyordu. Sarı bir duvar boyası, bir yatak, büyük bir kitaplık ve yerlere yağmur misali damlamış kitaplar vardı. Zemheri üzerini çıkarmaya başlamışken ben de adımlarımı kitaplara yönlendirip elime bir kitap aldım. Ruh Bağı adlı bir kitaptı.

"Adamın eşyalarını elleme de gel yat hadi." dedi Zemheri. Ben de başkalarının eşyalarını pek karıştırmazdım. Ama bu bir kitaptı neyin özeli olacak. "Tamam" dedim. Konusuna bakmak için arkasını çevirdim. O sırada kapı çalındığında başımı kapıya çevirdim. Zemheri ise uzandığı yerden doğruldu.

Elimde tuttuğum kitapla kapının kulpundan çekip kapıyı aralayıp başımı uzattım. Enes kapının biraz ötesinde duruyordu.

"Bir şey mi istedin?" dedim. O ilk başlarda bana sonra kapıya indirince bende gözlerimi başka yere çektim.

"Eşyalarıma sakın dokunma tamam mı?" dedi kalın sesiyle. Hayır yani burada iki kişiyiz niye sadece ben?

"Ne yapacağım sizin eşyalarınızı?" dedim kapıyı kapattım.

Uykusuzlukla sinirlerim bir anormal çalışıyordu.

"Ne diyor?" dedi Zemheri.

"Eşyalarına dokunmayacakmışım." dedim sinirle.

Zemheri gözleriyle elimde ki kitabı işaret edince ben de gözlerimi devirip, kitabı kitaplarının içerisine koyduktan sonra feracemi çıkarıp sandalyenin üzerine koydum. Başımı açmayıp yatağa oturdum. Eğilip ayakkabılarımı çıkardıktan sonra Zemheri'ye arkamı döndüm. Uzanıp yastığa başımı koydum. Yatak tek kişilik görünse de eni genişti.

"Meyra" diyince Zemheri az önceki konuya bağlayacağını düşündüğüm için, "Uyuyorum." dedim.

"Ya onu demeyeceğim." dedi ve sustu. Benden yanıt beklediği için mırıldanarak, "Söyle."

"Adamın yastığı çok güzel kokmuyor mu?" deyince ona hızlıca döndüm. Gözlerini hemen benden kaçırmıştı. Tekrar dönüp başımı yastığa koydum.

"Burnun koku ayarları mı bozuldu? Pis ter kokuyor." dedim yastığa daha gömüldüm ve uykunun kollarına bıraktım.

...

Zemheri'nin beni dürtmesiyle hiç de kibar olmayacak bir biçimde esnedim. Zemheri ise yüzünü ekşiterek bana baktı.

"Seni sevecek olan adama şu yüzünü ilk önce göstermek lazım. Sonra evlendikten sonra adam şok geçirmesin." dedi. Güldüm ve daha çok esnedim.

"Hadi kalk üzerini düzelte dışarı çıkalım." dedi. Ben de ayakkabılarımı düzenledikten sonra kalktım. Aynanın önüne geldiğimde başörtüm tam tahmin ettiğim gibi üzerine narkoz yemiş insana benziyordu. Başımı tekrar açıp yaptıktan sonra feraceme uzanıp giyindim ve dışarı çıktık. Tabi içeriyi nasıl aldıysak öyle bırakmayı ihmal etmedik.

İçime temiz havayı çekip rahatladım. İlerdeki tarlalarda erkekler çalışıyor. Bir tarafta kadınlar yün yıkıyor. Bir tarafta yemek pişiyordu. Tam bir eski nostalji hava vardı. Yemek yapanların arasından Merve hemen çıka geldi.

"Açsınızdır. Size bir şeyler ayarlayalım." dedi. Bizde hevesle olumlu anlamda başımızı salladıktan sonra onu takip ettik. Güzel taze yapılmış ekmekle çorbamızı içtikten sonra onlara teşekkür ettikten sonra Zemheri'yi arkamda bırakıp ileride ki yeşilliklere doğru ilerledim. Zemheri’nin dün öksürmesi tuttuğu için ona kekik kaynatmam gerekiyordu.

"Nereye?" dedi nefes nefese kalmış Enes. Onun sesine doğru dönüp, tekrar önüme döndüm.

"Şifalı bitki aramaya."

"Buralarda şifalı bitki olmaz. Dağın tarafında şifalı bitkiler var."

"Hayır burada aradığım bitki olur." dedikten sonra ileride dağ kekiği görünce hemen eğilip yolmaya başladım.

"Bir kerede söz dinle. Olmaz diyorum sana." diyen adama hızlıca kalkıp elimdeki dağ kekiklerini ona göstereceğim yerde dağ kekiklerini burnun içine sokmuştum. Gözlerini bana irice çevirince, göz rengini saç rengiyle tıpa tıp aynı siyah rengini gördüm. Gözlerimi çektim. O ise dağ kekiğini tuttuğum elimi hızlıca ittirdi. Sert bir şekilde öksürmeye başladı. Öksürüğünü durdurmamış yere çömelmişti. Ben de telaşlanıp onunla birlikte çömeldim. Öksürükleri sertleşmeye başlayınca.

"Hey iyi misin?" dedim sonun da. Yüzü öksürmekten kızarmıştı.

Etrafımıza insanlar toplanmıştı. Onların içerisinde Merve'de geldi.

"Ne oldu?" diyenlere bilmiyorum yanıtını vermiştim.

"Onun kekiğe alerjisi var. Çek şunu!"

Sesini yükselterek sebebiyetini bildirdi. Tabi ya deyip hemen elimdeki kekikle onun yanından uzaklaştım. Onun yanında elinde kekiklerle beklemek daha fazla öksürmesine sebep olabilirdi.

Yemek yaptıkları yere doğru gidip bekledim. Odun sandalyelerden birine kuruldum. Birkaç dakika sonra kendine gelebilmişti. Merve koşarak bu tarafa doğru gelip, bir bardak su alıp hızlıca gitti. Demek ki kendine gelebilmişti. Ben de kekiği oraya bırakıp dışarıya bağlanmış muslukta ellerime sinen koku gitmesi için kopardığım papatyalarla yıkadım. Ellerimi burnuma götürüp kokladım. Az da olsa kokusu duyuluyordu. Ama bu bir sorun etmezdi. Enes'in yanına ilerlemeye başladım. Yere oturmuş soluklanıyordu. Yüzü öksürmekten kızarmış, saçları terden ıslanmıştı.

"İyi misiniz?"

Laflarının arasına benim ince sesim dahil olmuştu. "Özür dilerim." dedim.

"Senin yüzünden nefes alamamaktan ölseydi. Zaten senin yüzünden bir kere yaralanmıştı." dedi sert sözleriyle bana sesini yükselten Merve.

Öksürmesi benim hatamdı ama yara neyin sesiydi diye düşünürken aklıma gelmişti. Üzeyir'in sağ kolundan vurmasından bahsediyordu. Evet o da benim hatamdı. Gözlerimi utançla toprakla birleştirdim.

"Ben bilmiyordum." dedim. Merve üzerime doğru gelince, kısık ve yorgun bir ses duyuldu.

"Bilerek yapmadı. Hiçbir şey onun suçu değil. Bırak onu." dedi Enes.

Ben de hızla ayrıldım oradan. Suçluluk psikolojisi gereği kaçıyordum.

Merve’nin tavırları evet biraz abartılıydı. Ama yaşadıklarından ve kaybetme duygusundan dolayı böyle bir psikoloji ile bana saldırmasını anlayışla karşıladım.

Peşimden Zemheri’nin geldiğini görsem de durmadım. Kaldığımız evin arkasına çöküp ağlamaya başladım. Tutamıyordum kendimi. Elimi attığım her şey neden mahvoluyordu? Zemheri yanıma gelip ne kadar teselli etse de. Başımıza gelen tüm olumsuzluklarda kendimi suçlamadan edemiyordum. Bir saat kadar oturduğum yerimden canlanmasam da su almak için giden Zemheri halen daha gelmemişti. O sırada ayak sesleri duyduğumda Zemheri'nin geldiğini düşünüp ağlamamı durdurmadım.

"Senin suçun değildi."

Gelenin Zemheri değil, bir erkek olduğunu anladığımda hızla evin yanında dikilen kişiye başımı çevirdim, bu Enes'ti. Hemen yanaklarımı silsem de akan burnumu çekmekten başka bir yapamıyordum. Mendilim yeterince sırılsıklam olmuştu. Bir iki kere daha burnumu çektim. Tam bir rezillikti.

"Bunu alabilirsin temiz." dedi bana uzattığı beyaz mendile uzanıp aldım. Karşımdaki kişiyi de rahatsız etmeni utancıyla sertçe burnumdaki o yapışkan sıvıyı sildim. O ise devam etti:

"Her şeyde kendini suçlaman sana bir fayda vermez. Ne görsem başına kötü bir şey geldiği zaman kendini suçluyorsun. Kader diye bir şey var. Bunu neden unutuyorsun. Her şey bizim elimizde olamayabiliyor. Senin olumsuz gördüğüm şeyde hayır vardır. Hayır gördüğüm şeyde ise şer. Bunu Allah bize söylüyor. Yani kafamızı böyle şeylerle fazla kurcalamamamızı ondan başka kudretli bir varlık olmadığını söylüyor. Üzme kendini." dedi ve yanımdan hızlıca ayrıldı.

En büyük eksiğimi söylemişti. Planım bozulunca kontrolümü kaybediyor. Kabullenemiyordum. Rabbime bir türlü teslim olmayı beceremiyordum.

...

Burada kalalı tam bir hafta olmuştu. Banyo yapmış burada ki kızların kıyafetlerinden kullanmıştık. Şimdi ise ailemizle iletişim kurmak için gideceğimiz için yıkadığımız eski üstlerimizi giymiştik. Mağaradan sonra tünelden geçtik sonra ormana çıktık. Yanımızda beş tane direnişçi ve onların içinde, onlara komutlar veren Enes vardı. Enes gerçekten çok iyi bir insandı. Korunak Kasabasın'da yani kaldığımız yerde su taşımama, odun taşımama yardım etmişti. Ve bunları yaparken ne benimle göz teması kurmuş ne de ikimizi baş başa bırakmıştı. Ne güzelde dinini yaşıyordu. Allah onun gibi bir eş nasip etsin. Derken gözüm Zemheri'ye gitmesine engel olmadım. Kendi gülmemi tutamayınca, sessiz bir gülme sesi ağzımdan çıktı. Ben duyulmaz sanarken gözler bana dönmüştü. Ben de 'bir şey yok' şeklinde geçirdim. O sırada ilerden sesler gelince Enes'in bizi yönlendirdiği çalılıklara yöneldik. Direnişçiler en ön saflara geçerken Zemheri ve ben arkada kalmıştık. Ben en arkada Zemheri, benim iki ötemde çalılıklarda saklanıyordu. Herkes bir yere dağılmıştı. Sessizce ağacın arkasında bekliyordum. Kim olduğuna bakmak için kafamı biraz uzatmam gerekiyordu. Buradaki ağaçların gövdeleri epey genişti. Birden ağzım bir elle kapatılıp vücudum arkaya çevrildi. Ben tam çığlık atmak için bağıracaktım ki karşımda elini ağzıma kapatmış derin okyanuslarla karşılaştım. Gözlerimi hemen çekip beni bırakması için onu göğsünden itmeye ve kollarından kurtulmaya çalıştım.

"Dur bir şey yapmayacağım. Eğer ses çıkarırsan ilerideki askerler bunları avuçlarıyla yakalarlar o yüzden rahat dur." dedi. İçimi korku salmıştı. Onu dinlemekten başka çarem yoktu. Ben de başımı olumlu şekilde salladım. Yavaşça elini çekince:

"Nereden çıktın sen?" diye sordum sessizce. Korkudan mantığımı da yitirdiğimi sonradan fark ettim. Adam düşmanın sen ise ahbabın gibi konuşuyorsun ah Meyra ah! O ise beni kolumdan çekip yere çömeltti ve elini çekti. Elinin işaret parmağını dudaklarını götürerek.

"Hişşt sessiz ol. Bizi ele vermek mi istiyorsun?" dedi.

Neden bahsediyordu? Bu benden daha fazla aklını yitirmiş! Bizmiş peh!

"Sen bizi mi takip ettin?" diye tekrar sordum. İçimdeki endişeyi göstermemeyi çalışarak, eğer ki bizi takip ettiyse belki nereden geldiğimizi veya nereden çıktığımızı görmüş olabilirdi.

"Hayır takip etmedim. Sadece askerlere ilerlemesini söyledim. Ben de şu çalılıklarda tuvaletimi yaparken sizi gördüm." değince. Elini ağzıma kapattığı aklıma gelince midemin bulanmasına engel olamadım. Böğürecektim neredeyse o ise gayet eğlenir durumdaydı. Midemden yukarıya doğru peristaltik hareketlerle bir şeyler çıkmaya başladı. O ise:

"Şaka yaptım. Sakın kusma." deyince, bir an gözlerimi kapayıp derin derin nefes almaya başladım. Sonra o anki sinirle yapmamam gereken bir şey yapıp onun omzuna bir tane geçirdim. O ise çömeldiği için dengesini kaybedip yeri boyladı. Ses yakından gelince oraya dikkat kesildim. Ta ki yeri boylayan subayın dediklerine kadar:

"Bizimkilerin kendi kafalarına göre oluşturdukları tanrıyı sevmiyorum. Ondan senin tanrına teşekkür ediyorum.”

Neden Allah’a teşekkür ettiğini anlayamamıştım. Şu an halen daha düşünüyorum yine anlamıyorum.

Bizim sesimizi duymayan Zemheri ve direnişçileri merak ederken o etrafı kolaçan ettikten sonra aynı sessizlikle devam etti.

“Kendini tehlikeye sokma diye defalarca söyledim. Şu an benim azılı düşmanımı yakalamaya ramak varken ve senin böyle işe kalkıştığından dolayı seni tutuklamam lazım. Lakin içimdeki bu his bunu yapmama engel oluyor."

"Sus daha fazla şöyle şeyler söyleme." dedim onu durdurarak. Yanlış yapıyordu. Hem de koca bir yanlış. Nefsime güvenemeyen ben, böyle şeylerden cümlelerden hatta kelimelerden uzak durmalıydım.

"Seni ormanın içinde ilk ben bulayım diye günlerce aradım..."

Durmuyordu, durması lazımdı. Ben aptal değildim. Konuşmaların iyi bir yere gitmeyeceğini tahmin edebiliyordum.

"Lütfen artık sus." dedim sert çıkan sesime engel olamayarak. Cebine uzanıp bir sarı renge kaçan bir kağıt çıkardı.

"Tamam susacağım. Ama bırak bir bitireyim. Bu kağıdı sana hiç vermeyecektim. Hele ki bana o söylediğin doğru laflar yüzünden.”

En son düşmanım olduğunu gayet belli eden dille ona tepkimi göstermiştim. Demek söylediğim cümleleri doğru kabul etmişti.

Onun sesiyle tekrardan iç alemimden çıktım.

“Ama senin hakkında tutuklanma kararı çıkınca ve senden haber alamayınca ne olursa olsun sana bu kağıdı vermek için kendime söz verdim. Ondan al bunu, yoksa gitmem." dedi.

Hemen uzanıp elindeki kağıdı aldım. O da derin bir nefes soluyup, eğilerek çalıların arasında yok oldu.

Elimdeki mektubu hızlıca feracemin cebine koyup o anki ana odaklandım. İç sesime bir reddiye çekip susması için azarladım. Birkaç dakika sonra Zemheri'nin kısık sesiyle, başımı kaldırıp ona baktım.

"Enes gidelim diyor. Hadi" dedi. Ben de temkinli bir şekilde ayağa kalktım. Arada bir arkama bakarak onlara doğru yürümeye devam ettim. Tahmin ettiğim gibi onlar grup ilerlemişti.

Kalbimi gereksiz yere hızlandıran etkenler olsa da, onun bazı davranışları beni şaşırtsa da aklıma kazıdığım 'O benim düşmanım.' yazısı ona karşı güvenimi zedeliyordu.

"Bir şey mi oldu?" dedi Zemheri. İlerde yürüyen erkek grupta vücutlarını bana doğru döndürdüler.

"Yok bir şey sadece tedirgin oldum." dedim. Geçiştirdim çünkü onlara gerçekleri anlatacak kadar cesaretli değildim. Ortada yanlış anlaşılacak çok fazla etken vardı.

Akşam olmuş insanlar evlerine geri çekilmiş geriye tek tük asker ve kontrol noktası kalmıştı. Enes, bizi kontrol noktalarının çevresinden dolandırarak geçirmişti. Bu kadar donanımlı olmalarına rağmen biz nasıl geçebiliyorduk anlam veremiyordum.

Hedef Çınar Kütüphanesiydi. Oradan ailelerimizle iletişime geçecektik. Kütüphane sahibi ama olması ile birlikte Enes bizden olduğunu söylemişti. Ama adamın gözleri rahatsız olduğu; öyle ki gözlük taksa bile göremediğini söylemişti. Onun bu durumu hiçbir şüphe uyandırmadığı için oranın güvenli olduğunu dipnot olarak da geçmişti.

Ailemizle konuştuktan sonra güvenli bir şekilde tekrar Korunak Kasaba'sına döndük. Gidiş ve dönüş yolunda arkamı ikide bir kontrol etmem çok fazla şüphe uyandırmıştı. Hatta bir ara Zemheri'nin sorduğu soruyu Enes sordu. Ona da aynı şekilde cevap vermekten başka bir şey yapmadım.

Mektup, bana verdiği mektubu okudum. Bir çıkmaza sürüklenmiş gibi hissediyorum. Kalbimin bu kadar hızlı atmasına engel olamıyorum. 'Asla' kategorisine giren adam neden böyle davranıyordu? Neden bana o yazıları yazmıştı? Gönül kapım zangır zangır titrerken ben kapatmaya çalışıyordum. Bu çok zordu. Bu gerçekten çok zordu. Bu güzel duruyordu ama bu iğrenç bir durumdu. Gözlerim bile nedensiz o mavi gözlere hasretlik duyuyor ve bakmamaya çalışıyordu. Gözlerimi zar zor zapt ediyordum. Peki ya gönlümü, onu nasıl zapt edeceğimi bilmiyorum. Kabul edilemez. Kabul edilmemeli!

 

ŞİMDİKİ ZAMAN

Sabah ezanının sesiyle günlükten başımı kaldırdım. Günlüğe devam etmek için can atsam da ne zamandır, namazımı vaktinde kılmadığım aklıma gelince nefsimi es geçip biraz sevap kazanmak için günlüğü yatağa bıraktım. O sırada vazoya koyduğum çiçeklere gözlerim ilişti. Lale ve papatya karışık bir buket yaptırmıştı. Lalelerin o muazzam renkleri gözlerime şenlik oluşturuyordu. Odama geldiğim zaman telefonuma Samuel'den beş bildirim gelmişti.

"Sana bir şey vermek istiyorum."

"Aşağı inebilir misin?"

"???"

"Neden yazmıyorsun?"

"Aldığım şeyden pişman olmaya başlıyorum."

Düşüncesizlik etmemiş bana mesaj atmıştı. Ama ne yazık ki telefonum yanımda olmadığı için onun böyle sessiz sessiz yaklaşması beni ürkütmüş, elime aldığım süpürgeyle ona meydan okumam aklıma gelince güldüm. Sonra aklıma elimde ki çiçeklerle beni karşılayan Eyşan'ın söyledikleri aklıma geldi.

"Abla hastaneden çıktığın için tanıdığın birisinin sana çiçek getirmesini normal duruyor da. Daha yeni tanıştığın birisinin sana çiçek alması ne kadar doğru?"

"Ama..." sözümü tamamlamadan tekrar girdi lafa.

"Belki ben yanlış düşünüyorum. Ama yine de özgür bir ülkede yaşadığımız için fikirlerimi saklamayacağım. Ona acıdığın için böyle davranıyorsun. Farkında mısın?"

"Eyşan saçmalama!" dedim sesimi yükselterek.

"Bir dinle. Horoz gibi göğsünü kabartma. Evet onun zor bir imtihanı var diyeceğim ama Müslüman değil. Ondan zor bir hayatı var. Kendi açımdan düşünce gerçekten zor. Allah sabır versin. Normalde okulda dahi olsan bir erkekle bu kadar samimiyet kurmaz idin. Onu tolerans geçmenin tek nedeni. Onun konuşamaması ve duyamaması yüzünden. Gerçekleri bil diye söylüyorum. Ona karşı bir şey hissetmiyor olabilirsin. Ama Allah zinaya yaklaşmayın diyor. O adam konuşamasa da duyamasa da o da haram kategorisine giriyor."

Aklımda dolanan onun söyledikleri susturmak için günlüğü elime alsam da bir türlü aklımdan çıkmıyordu.

Ona ne hayır yanlış düşünüyorsun, diyebilmiştim. Ne de haklısın. Çünkü ben de tam olarak ona neden bu kadar tolerans geçtiğimin farkında olamıyordum.

Kalbimi yoklasam da onun bazı davranışları beni heyecanlandırıp, mutlu etmesi her kızın başına geleceğini tahmin edebiliyordum. Şimdiye kadar karşı cinsinden çiçek almayan bir kız çiçek alınca duygusuz mu olurdu? Kafamı iki yana sallayıp, aklımı dağıtmak için namazımı kılıp kendimi direk yatağa atacaktım. Günlüğe baktım.

"Üzgünüm canım. Lakin ben hasta biriyim. Dinleneyim söz seninim." Ona doğru göz kırpıp salına salına abdest almak için banyoya gittim.

Babam telefon konuşmasını sabırla bitmesini bekledikten sonra sucuklu yumurtaya batırıp ağzıma götüreceğim ekmeği durdurdum.

"Ne olmuş baba? Ne geliyor?"

"Evdeki bazı önemsiz eşyalar vardı. Kitaplar, eskiden kalma şeyler işte, onları kargoya vermiştim acelesi olmadığı için şimdide onlar aradı evin adresini bulamamışlar. Tekrar adres istediler." dedi sonra çayından yudum aldı.

"Biz ama hepsini toplamıştık." dedi Eyşan. Bende elimde soğumaya devam etmesini izin vermediğim ekmeğimi ağzıma gönderdim.

"Bunlar evin alt tarafında depoda vardı. Onları zaten çok eskiden kaldırmıştık. Annem vefat ettikten sonra annenizle birlikte oraya yerleştirmiştik. Zaten çoğu da eski ama annemden kaldığı için atmak istemedim." değince. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Eyşan beni görünce:

"Olamaz geliyor bomba" dedi. Çayımdan hemen bir yudum aldıktan sonra:

"Zemheri babaannemin eşyaları ha! İçlerinde fotoğraf falan var mı?" dedim heyecanla.

"Olması lazım. Evet vardı bir albüm vardı." dedi. Ben de ellerimi çakıp, "Yaşasın be, belki Meyra'nın fotoğrafı da vardır."

"O kim? Ha şu babaannemin kankisi" dedi Eyşan ve Ağzını değişik şekile sokarak.

"Hadi çabuk yiyin. İşlerimi bitirip hemen günlüğü okuyacağım." dedim. Soğumaya yüz tutmuş çayımı hızlıca yudumlamaya başladım.

"Doktor sana yorulma, dedi. Fazla yorma kendini Eyşan yapsın bu birkaç gün." dedi canım babam.

Gülerek tam bir hanımefendi edasıyla, "Peki babacım sen nasıl istersen." dedim. Eyşan'ın babama dudak büzmelerini arkamda bırakıp odama geçtim.

Ameliyatlı olan başımı bir anlık unutarak, yatağa zıpladım. Beynimden vurulmuşa döndüm, lafı işte şu anda benim başım için geçerliydi. Elimle başımı tutup doğruldum. Bir süre ellerimi başımdan çekmeyerek baskı uyguladım. Beynim biraz kendine geldikten sonra ellerimi çektim. Hasta olduğum için bir hasta için yastıkları ayarlayıp uzandım.

Komodinimin üzerine koyduğum günlüğü elime alarak, o güzel yazılı sayfaları hızlıca çevirip kaldığım yerden yeni bir başlıkla okumaya başlayacaktım. Lakin Üzeyir ona kağıt vermişti. Eski kutuda olabilir düşüncesiyle yavaşça yataktan kalkıp masamın alt tarafına koyduğum eski kutuyu aldım. Paslandığı için her açıp kapattığımda etrafa küçük küçük paslar bırakıyordu. Mendili, atkıyı ve asker armasını kenara koydum. Fotoğraf ile karşı karşıya gelince ufak bir tebessüm yolladım onlara. En olmuştu size? Ne olmuştu da böyle bir kutuya hapsedildiniz?

Zarf şeklinde bir mektup olmadığı için zarflı olanları kenara koydum. Böylece ortaya sarı tonlarında bir kağıt çıkmıştı.

Yazılan mektubun bu olmasını ümit ederek, sararmaya yüz tutmuş olan kağıdı açtım. Eski insanların yazıları neden bu kadar güzel olmak zorunda tartışmasına girmeden. Tekrar yatağıma yöneldim. Ve heyecanla okumaya başladım.

Seni düşününce kalbim çöküyor. Bir bataklığın içince çaresizce çırpınıyorum. Nasıl beni hale sokmana izin verdim bilmiyorum Meyra. Bir âh! Çekip kurtulmak istesem de içimde ki ateş daha da harlanıyor.

Her kahve içişimde burnuma gelen senin o kokunu anımsıyorum. Bir günde beş bardaktan fazla kahve içtiğim için geceleri uyuyamıyorum...

Ben bir kuşum sen ise görünmez bir kafes. Benim gökyüzüyle olan özgürlüğümü görünmez parmaklıklarla kesen sensin. Bana sunduğun mekanda ne gitmek istiyorum ne de kalmak.

Ne yaptın bana!

Görünmez parmaklıkları kırmak için çırpındıkça içim daha kötü buruklaşıyor.

O utangaç gözlerine bakınca, yüreğimde dalından yeni koparılmış bir fesleğenin kokusunu burnumda hissediyorum.

Ne yaptın bana hırçın gözlüm.

Acımasızca ilmek ilmek işledin Cennet Kuşu'nu göğsüme.

Kabul etsem o işlemeyi sen beni kabul edebilir misin? Ya da söküp atsam göğsümden peki soluduğum havadan zevk alabilir miyim?

Şimdi söyle bana tavşan gözlüm. Kaçamak bakışlım.

Ne yapsın bu düşman bellediğin adam?

...

Mektubu okumak için yatağa oturmuştum. Şimdi ise ne zaman geldiğimi bilmediğim parkede yerde oturuyordum. Neler yazmıştı o öyle bu resmen aşk mektubuydu.

"Hristiyan bir oğlan Müslüman bir kızı mı sevmiş? Hadi canım! Adam mendille kafa buluyor sanmıştım." Hem kendi kendime söylenip hem de kahkaha atıyordum. Aynanın karşısında resmen şekilden şekile girdiğimi görmek ayrı bir komikti. Kapım hızla açılınca, yerimden zıplayarak kapıya dönüm. Gelen babamdı.

"Ne oldu? Deli deli hareketler? Niye sen yatakta değilsin! Elinde ki şey ne?" diye birkaç kısa cümle kurmuştu. Benim ise aklım en son cümlede kalmıştı. Elimdeki mektubu ona versem, yazılanlar şeyler için verdiğim tepki ortaya çıkacaktı.

"Yok bir şey baba. Günlüğü okuyorum." dedim hemen mektubu cebime sıkıştırıp yatağa döndüm. Babamın beni sıkıştıracağını düşündüğüm için,

"Ayy başım da ağrımaya başladı. Ben en iyisi biraz uyuyayım." dedim.

"Tamam bak yorma kendini." dedi ve çıktı. Yani baba ilk defa elimde bir aşk mektubu var. Ben yormayayım da kimler yorsun. Telefonumdan bildirim sesi gelince uzanıp telefonumu aldım. Samuel'den mesaj gelmişti.

"Bu aralar sokağa çıkma." yazıyordu. Ben de hemen aceleyle,

"Neden?" diye cevap verdim. Acaba yeni bir eylem planı içindeler miydi?

"Babam, Müslüman bir kızın onu bayılttığını biliyor. Ama yüzünü hatırlamıyor. Sen yine de kendini tehlikeye atma ve evde dur!"

"Bunu neden şimdi yazıyorsun? Daha öncede söyleyebilirdin."

"Yeni uyandın ve kendine geldin. Bak çarşamba gününe kadar sakın sokağa çıkma!" diye yazmıştı. Bugün pazartesiydi yani bir gün bana dışarı çıkmamamı söylüyordu ama neden? Babası beni sadece iki gün arayıp sonra da vaz mı geçecekti?

"Nedense bir şeyler sakladığını düşünüyorum." yazdım ve bıraktım. Günlüğe başlamadan evvel öğle namazımı kılsam iyi olurdu sonra nefsim üstüme tuğla gibi ağırlık oluşturuyordu...

Namazımı kılıp tekrar yatağa geçtim. Samuel bir şey yazmamıştı. Tam ona güvenecekken neden içime şüphe kırıntısı bırakıyordu? Aklımı kemiren soruya yanıt gelmediğinden ben de günlüğe uzanarak HİSSETMEK yeni başlıkla okumaya devam ettim.

 

Beğendiyseniz oy vermeyi ve yorumda bulunmayı unutmayın🤍

Loading...
0%