Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Günlük

@lilyum_cicegi

 

Durup düşünmek lazım neden üzgün olayım? Gitmek varken?

Arabanın camından yansıyan görüntümü es geçip hızlıca akıp giden ağaçlara bakarken, babamın bir kaçış yolu, aradığının farkındaydım. Araba asfalt yolda kayarken, aklımın köşesine kalmış olan o ses zihnimde belirdi. Uzaklaşmak, ruha şifadır. Öylesine hatırımda yer edinen sözü yaş aldıkça daha iyi anladığımı sanıyorum. Görmek istemediğin kişilerden uzaklaşırsın. Yavaş ve usulca onları öteye bırakırsın. Görmek istediğin kişinin acısını dindirmek istersin, mütemadiyen gidersin. Hatıradan çıkmaz ama üzeri tozlanır. Ve sen o tozu silmediğin sürece unutulmuş bir iz gibi kalır.
Araba yavaş bir şekilde dururken başımı yasladığım koltuktan kaldırdım. Güneşin ışınları ile uyuşan gözlerim irileşip esere dikkatlice bakıyordu.

Çoğu insan eski evlerden ürker 'büyülü ev, cinli ev' diye lakap takar. Ama ben bu düşünceye katılmıyorum. Çünkü nasıl ki yüzündeki güzelliği solup buruş buruş cildi olan yaşlı bir insanın, bir hayat hikâyesi varsa; terk edilmiş evler içinde aynı şeyler söylenebilir. Karşımda duran evinde kendisine göre bir hikâyesi olduğunu düşünüyorum.

Denizin 2 km uzaklığında, ağaçların arasına sığınıp gizlenmişti. Sanki bilerek buraya inşa edilmiş gibi duruyordu. İnsanlardan uzağa kaçan bu evin; mavi boyası solmuş, camları haylaz çocukların hedef tahtası olmuş, duvarlarında belirgin çukurlar oluşmuş iki katlı ev; hüzünle ve asil bir şekilde yeni konuklarını selamlıyordu.

"Bizi tatil diye buraya mı getirdin baba?" Elindeki telefondan başını kaldırmadan söylenen telefon bağımlısı kardeşime gözlerimi çevirdim.

"Baba burada telefon çekmiyor. Hadi eve gidelim!"

Başını birden gömdüğü telefondan kaldırıp aceleci tavırla söylediği şeyle kıkırdamadan edemedim.

Babam ise sakin ve bir o kadar da otoriter tavrıyla "Hayır! Biraz nefes al artık Eyşan! Gitmek falan yok. Git arabadaki su şişesini bana getir." kardeşim oflanarak arabaya doğru ilerlerken ben de göğsümde çaprazladığım kolları çözüp babama döndüm.
"Baba burası kimin evi?"

"Annemin." dedi.

"Zemheri annenin mi?" Şaşırmıştım çünkü böyle bir şeyi daha yeni duymuştum. O ise başını olumlu anlamda salladı.

"Neden daha önce gelmedik?"

"Aslında burayı ben de bilmiyordum. Tapu işlemleri için gittiğimde buranın annemin üzerine olduğunu gördüm. Zaten annen doğa ile arası iyi değildi. Böcekler, güneş..." içinde gizlediği acısı tekrardan kendini göstermeye başlamıştı. Usulca gözlerini benden kaçırdı.

Evet, annem sevmezdi. Ona göre yeşillik; böcek ve çamur demekti. O da Eyşan gibi teknoloji bağımlısı ve pimpirikliydi. Babam ise şimdiye kadar onsuz bir yere gitmediği için, burayı da es geçmişti. Ama annem kanserden dolayı vefat edince, babamı şehre bağlayan bir etken kalmamıştı.

Ortamın kasvetli havasını dağıtmak için "Hadi baba girelim. İçerisini merak ediyorum." Eyşan'a da seslenerek babamın arkasına geçerek, taşlı yolun arasından koca koca yabani otların bittiği yerden ilerledik. Yabani otlar sadece taşlı yolu değil evin alt tarafını da kaplamışlardı. Bahçeyi hiç saymıyorum. Adeta fantastik filmlerdeki büyülü ormanı andırıyordu.
Küçük ahşap döşemeli verandaya ayak bastığımda yerler bakımsızlıktan eğiliyordu. Eğilmesinin sebebi büyük ihtimal ortamdaki nem oranın fazla olmasıydı. Yavaş adımlarla babamı takip ederken o çoktan kapıya ulaşmış ve açmakla uğraşıyordu. Ben de veranda tarafına bakan camdan içeriyi gözetlemeye başladım. Gizemliydi, yani bu ev tam benlikti.
Paslanmış kapıyı babam zar zor açarken içerideki küf kokusu dışarıya vurmuştu. Kim bilir bu ev kaç sene kapalıydı. "Dikkatli olun. Tahtalar sağlam olmayabilir." dedi babam. Eyşan benim kolumdan sımsıkı tutarak yanımda ayrılmıyordu. Kolumda hissettiğim acıyla kardeşime:

"Eyşan kolumu sıkma."

O ise kahverengi gözleriyle bana ters ters bakıp babamın yanına gitti ve arabadan getirdiği suyu babama verdi.

Duvar kağıtları sanki 'ben eskidim, bittim çürüdüm' diye bağırıyorlardı.
Attığım her adımda tahtalardan gelen cızırtı hoş bir tınıya dönüşüyordu. Antrenin sağ tarafında ahşaptan yapılmış bir giriş, eskimiş koltuklar, manzara resimlerinden oluşan tablolar, bir dolap büyüklüğünde tozlanmış kitaplar vardı. Belki de bakımsızlıktan çoktan çürümeye yüz tutmuşlardı. Antrenin, sol tarafında ise mutfak vardı. Eskimiş halı, dört adet sandalye, bir masa, tezgah ve kahverengi tonda dolaplar vardı. Resmen tarihi bir yapının içerisine düşmüş gibi hissettim. Ben ortamın büyüsüne kapılmıştım ki babamın çıkardığı sesle ona doğru döndüm. Babam musluğun başını çevirerek etrafa rahatsız bir ses yayılmıştı. En sonuna kadar çevirdiği musluktan su akmayınca:
"Ben gidip tesisat için malzeme ve ev için ihtiyaçları alayım."

Eyşan hemen, "Ben de gelmek istiyorum. Bu ürkütücü yerde ve paranoyak insanla beni baş başa bırakma." değince babam ve ben aynı anda gülmeye başladık.

"Sen de gel o zaman Sare." Babamın teklifini beni içine çeken bu eve karşı reddederek.

"Ben evi gezmek istiyorum." Babam başlarda olumlu karşılamasa da, inadım babamı yenmiş arabaya binmişlerdi. Babam arabanın kapısını kapatmadan:
"Dikkatli ol. Ev tam sağlam mı değil mi bilmiyorum."

"Tamam." giden arabaya el salladım. O sırada çalıların arasında belirgin bir hışırtı duyunca refleks olarak başımı sesin geldiği yöne çevirdim. Ama görünürde bir şey olmayınca ben de umursamayıp, evin ikinci katına bakmadığım için tekrardan verandayı geçip cızırtılı tahtalarda yürüyüp merdivenle ulaştım.

Yerdeki zemin gibi merdivenlerde ahşaptandı. Merdivenlerin yanındaki korkuluklardan da tutunarak dikkatli bir şekilde birinci adımı atarken cızırtılı sese başka bir ses eklenmişti. Dikkatli davranarak ikinci adımı attım. Üçüncü basamağa adımı atarken dış kapının küt diye kapanma sesini duyunca korkarak ben de çığlı patlattım ve sonra:

"Allah!" diye bağırdım. Galiba panikle basamağa fazla güç uygulamıştım.

Tahtadan yapılmış basamak kırıldı ve bacağım içinde kalmıştı. Bacağımı basamakta açılan boşluktan yavaşça çıkarsam da canım yanmıştı. Feracemi kaldırıp bol kesim olan pantolonumu sıyırdım. Bacağımın kızardığını görünce elimle ovalamaya başladım. Gerçekten canım çok acımıştı.

Tahtanın kırılan yerine sızlanarak baktığımda bir kutunun olduğunu gördüm. Merak kaplamış olan beynim kutuya ulaşmak için hemen komut verdi. Basamaktaki tahtaya var gücümle tekrar tekrar vurarak kırdım. Büyük dikdörtgen bir kutuydu. Hemen uzanıp aldım. Toz kaçan burnumun kaşınmasıyla dolan gözlerimi umursamayarak tüm dikkatimi kutuya verdim.
Topraklı ve tozlu olan kutu 'ben de ne hikayeler var aç beni' diyordu. Kardeşim bana paranoyak demesi galiba doğruydu.
Tozlu olan birinci basamağa oturdum çünkü içerideki halden hale girmiş koltuklardansa buraya oturmak daha iyi bir fikirdi. Herhalde kutunun eski hali çiçeklerle resmedilmişti. Ama şimdi o tüm güzelliğini kaybetmiş çiçeklerin bir kısmı paslanmıştı. Elimle üzerindeki tozdan biraz kurtulduktan sonra paslanmış demir kutunun kapağını zorlayarak açtım. Açar açmaz küf kokusuyla karşılaşmayı beklerken inanılmaz bir gül kokusu hakimdi. Bu kokuyu duyunca kutuda gül beklerken; içinde bir defter, mektuplar, üzerine çiçek işlenmiş bir mendil, bir atkı, Mavi Kıta alfabesiyle yazılmış bir asker künyesi ve fotoğraf vardı. Hemen elime renkli olan fotoğrafı aldım. Şimdiki zamana göre renklendirilmesi kaliteli olmasa da güzel bir fotoğraftı. Fotoğrafta bulunan iki kişinin çift oldukları belliydi. Çünkü kadın erkeğin koluna, kendi kolunu dolamıştı ve adam kadına bakarken kadın karşıya bakarak gülümsemişti. Fotoğrafta, sarışın bir erkek ve yanında örtülü bir kadın vardı. Fotoğraf resmen beni içine çekiyordu. Kalbimde anlamsız bir sızı oluştu. Mektuplardan birine uzanıp arkasını çevirdim 'ÜZEYİR’E' ismi yazıyordu. Düşüncelere daldığım anda bir hareketlilik hissedince, başımı kaldırıp karşımda bulunan evin giriş kapısına gözlerimi yönelttim. Karşımda sarıya kaçan saçlarına inat ela gözleriyle bana dik dik bakan adam duruyordu. Çok fazla gözlerinin içine baktığımı fark edip gözlerimi karşımdaki adamın omuzlarına indirdim.

"Birisine mi bakmıştınız?" diye sordum. O ise hâlâ cevap vermemişti. Daha doğrusu bir hareket belirtisi bile göstermemişti. İster istemez tedirgin olmuştum. Sorumu tekrarladığım da, yine bir sonuç alamamıştım. Onun bana doğru bir adım attığını görünce hemen ayağa kalktım.

"Kimsiniz?" Bu sefer farklı bir soru yönelterek cevap bekledim. Arkasından çıkardığı kırmızı şişeyi üzerime doğru fırlattığını görünce hemen vücudumu doksan derece eğdim. Şişe korkuluğa çarpıp paramparça olmuş ve şişenin içindeki kırmızı sıvı üstüm dahil her yere imzasını bırakmıştı. Çömeldiğim yerden hızla kalkıp yüzüne bakarak:

"Sen, ne yaptığını sanıyorsun?" Öfke duygusunu hissederken adrenalin hormonun çoktan salgısını salmaya başlamıştı.
O ise kaşlarını çatmış bana bakıyordu. Neden böyle bir şey yaptığını idrak edemiyordum. Arabanın teker seslerini duyunca kafamı cama çevirdim. O ise yere tükürüp hızlıca çıktı, pislik! Midemin bulanmasıyla mı ilgilensem yoksa üstüm ile mi ya da korkuyla çarpıp inen kalbimle mi? Tahtaların çökmesine aldırış etmeden hemen evden koşarak dışarı çıktım. Evin önüne daha gelmeyen arabaya ulaşmak için yabani otlarla çevrilmiş yolda sarmaşıklara takılıp düşmemek için dikkatli ve bir o kadar hızlı adımlarla koştum. Babam ise arabanın hızını artırıp, yanıma gelip arabayı durdurdu. Kardeşimle birlikte arabadan inerek bana yaklaşarak kollarımdan tuttu.

"Ne oldu sana böyle?" Gözlerim dolmuştu. Korkak birisi olmadığımı sanırdım. Hatta film izlerken bile ben olsam şöyle yapardım. Şöyle tepki verirdim diye gaza gelen kızın, şimdi ise korkudan ayakları titremiş gözleri dolmuştu. Büyüklerimiz her zaman dediği gibi:

‘Başına gelmediği sürece anlamazsın’ derlerdi de takmazdım. Gerçekten doğruymuş.

"Ben kutuya bakıyordum, birisi geldi attı, tükürdü gitti." Sadece iki üç kelimeyle bir araya getirilmiş, anlamsız bir cümle kurmuştum.

"Abla hiçbir şey anlamadım. Nefes al ve tekrar anlat." Ellerimle yanaklarımdan usulca süzülen gözyaşlarımı silerek, derin nefes alarak bana merakla bakan iki çift göze olanları anlattım. Anlattıkça kardeşimin yüzü şaşkınlık içindeyken babam sinirle bakıyordu.

"Hala bitmemişler" değince babam, kardeşimle ben aynı anda "Ne bitmemiş?" dedik. Babam ise ellerimi beline koyarak:

"Mavi Kıta özgürlük adı altında kurulan lakin özgürlük yerine her türlü cehaleti, caniliği yapan parti sempatizanları."
Açıklamayı yapmıştı yapmasına da, ben bundan hiçbir şey anlamamıştım kardeşimde benimle aynı yüz ifadesiyle babama bakınca:

"Ayakta anlatılmaz. Şurada çardak görmüştüm. Orada hem yemek yeriz hem de anlatırım." dedi arabaya hep beraber binip 2 dakikalık yolun sonunda evin hemen bahçesi içindeki çardağın önüne park ettikten sonra arabadan indik. Eyşan:

"Baba bu çardak ölmüş. Hep kuş pisliği ile lağım yerine dönmüş." Gördüğüm manzara Eyşan'ın dediklerini kanıtlıyordu.

"Yapacak bir şey yok. Yere bir şey sersek, şimdi burada yeşillik bol olduğu için böcek çoktur. Daha çok rahatsız olursunuz. Arkada gazete var onları serin, ben etrafı kolaçan edip geliyorum." Sözünü bitiren babama yanımızdan ayrılmadan hemen:

"Baba dikkatli ol!"

Başıyla onaylayıp bana içten bir gülümseme göndermişti.

“Feracedeki bu kırmızı boyalar da çıkmaz.”

Eyşan’ın söyledikleri ile üzerime baktım. Ön ve yan taraflarım da fırça izi gibi izler vardı.

“Yenisi alırız artık.” diyerek can sıkıntısıyla nefes verdim.

Eyşan'la birlikte oturacağı ve masayı gazeteyle kaplayıp aldıkları yiyecekleri masaya dizerken babam gelmişti.
"Etrafa baktım kimse yok. Gitmiş. Buraya yakın bir kasaba var. Oradan gelmiştir." Oturmasını bekleyip, sorumu soracaktım ki o zaten anlatmaya başlamıştı:

"Parti Sempatizanları Mavi Kıta savaşına dayanıyor."

Eyşan sabredemeyip:

"Yıllar önce olmuş bitmiş bir savaşla ne alakası var?"

"Bir sus Eyşan!" dedim uyararak. Babam ise devam etmeye başladı.

"Zamanında Mavi Kıta'da hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar birlikte yaşarlarmış."

"Yine olduğu gibi," babamın sözünü kesen Eyşan'nın kafasına şaplak indirmiştim. En nefret ettiğim şey sözün kesilmesiydi. Ne yazık ki bu da kardeşimin karakterine çınar ağacı misali kök salmıştı. Ne kadar köklerini kessen de bir türlü kuruyup gitmiyordu. Acıyla başını tuttu.

"Sare!" Babamdan uyarıyı alıp sinirle Eyşan'a bakıp önüme döndüm. Babam bardağına uzanarak, suyundan bir yudum alarak devam etti.

"Mavi Kıta şu anda olduğu gibi Müslümanların hakimindeydi. Lakin gel zaman git zaman ortalıkta fitnelik boy göstermeye başlamış. Hristiyanlar üzerinden oyun üzerine oyun kurmaya başlamışlar. Hristiyanlara, bu topraklarda özgürlük içinde yaşamayı, iktidarın Hristiyanların olması gerektiğini, Müslüman olanların zaman sonra, Hristiyanları katledip çocuklarını kılıçtan geçireceğini, kadınlarını ise yataklarına alacaklarına dair söylenti çıkarmaya başlamışlar. Allah-u Teala kitabında dediği gibi ‘Fitne, insan öldürmekten bile daha kötüdür'’' ( Bakara Suresi 217.Ayet)

Başını olumlu bir şekilde sallarken ben adeta ona dikkat kesilmiştim.

“İşte bu topraklarda ne olduysa çıkartılan fitneler yüzünden geldi. Bu söylentileri Hristiyanlar çıkarmış çıkarmasına da, etrafa fitneliği daha iyi yaymak için Müslümanım diye ortalıkta gezen satılmış köpekleri de Müslümanların üzerine salmışlar ki, bunlar bu tarafta işleri karıştırırken onlarda orayı karıştırsın. İçlerinden ne kadar akıllı olsa da, cahil kafası bugün bitmediği gibi o günde varmış. Hristiyanlar tarihin en büyük katliamını yapmışlar.”

Babam bir an durdu yüzünü buruşturunca tarih dersinde anımsadığım şeyleri söyleyeceğini anlamıştım.

“Bir sürü insanı kılıçtan geçirmişler. Çok insan, çok can ölmüş. En çok da insanlık ölmüş. Sanmayın ki Hristiyanların hepsi katil. Sakın! Müslümanların tarafını tutan, onlara gizli yardım yapanları da, Müslümanlara ne yaptılarsa onlara da aynısını yapmışlar. Zamanında tedbir almayınca, çocuklarını ve namuslarını korumak için ana vatan Salkım Vadisi’ne göç etmeye başlamışlar. Kim ister ki vatanını terk etmek. Siz burada Mavi Kıta'da doğdunuz. Ayrılmak ister miydiniz?" değince olumsuz bir şekilde kafamı salladım.

Babam derin nefes alarak devam etti sözlerine:

"Baya uzun zaman geçmiş. Öyle ki kahverengi, siyah saçlı ve gözlü olanlar Müslüman. Sarı saçlı ve başka renkte gözü olanlara Hristiyan demeye başlamışlar. Bir insanın fiziki görünüşüne bakarak bu Müslüman bu Hristiyan diyorlarmış. Mavi Kıta onca katliamdan ve yalnızlıktan dolayı Hristiyanların eline geçmiş. Hatırladığım kadarıyla Hristiyanlar iktidarda baya uzun kalmış. Asıl savaş annem 24 yaşlarında falan savaş patlak veriyor. Mavi Kıta ve Salkım Vadisi savaşa giriyor. Biz kazanıyoruz.” dedi ve gülümsemesini ekledi.

“İşte zaman sonra içten içe işte, hepsinin Hristiyan olduğu çeteler kuruluyor. Amaç yine Müslümanları silmek. Ortalığı karıştırmak. Bundan dolayı Müslümanlardan nefret ediyorlar bundan dolayı adlarına Parti Sempatizanları diyorlar.”
Elimdeki dürümü gazetenin üzerine bırakarak:

"İlginçmiş. Ama baba burada güvende olabilecek miyiz?" Başıma gelenlerden sonra bu soruyu yöneltmem doğru olsa gerek.
"Merak etmeyin. Sadece korkutmak için yapıyor. Eskisi kadar aktif değiller. Bu sahil kıyılarına yakın kasabalarda Hristiyanlar yaşar. Müslüman gördükleri için böyle bir tepki vermişler." Babam ne kadar da bizi tedirgin etmemeye çalışsa da başarılı olamıyordu. Ama burayı da bırakıp gitmezdi. Korkusu asla onun anlamsız gururunu yenemezdi. Aklıma hemen paslı kutu gelince:
"Bir şey buldum. Hemen geliyorum." oturduğum yerden kalktım. Koşarak evin içerisine girdikten sonra adımlarımı yavaşlattım çünkü ikinci bir çöküş geçirmek istemedim. Tahta basamağın üstüne bıraktığım paslı kutuyu alıp aynı yavaşlıkta evden çıktıktan sonra hızla çardağa gittim. Nefes nefese kalmış bir şekilde elimdeki kutuyu babama uzatarak:

"Baba bak bunu tahta basamağa gizlenmiş halde buldum. Ayağım içine girmişti de. Oradan çıktı."

Babam ise elini kutunun içinde gezdirerek fotoğrafı eline aldı, şaşkınlıkla:

"Bu annemin en yakın arkadaşı olan Meyra teyze. Annem fotoğraflarda gösterirdi. Ama hiç yüz yüze tanışma fırsatım olmamıştı."
"Baba hiç sormadın mı babaanneme?"

"Hayır, bahsetmekten pek hoşlanmazdı." dedi olumsuz bir şekilde. Şaşkınca ona bakıp:

"Hiç mi merak etmedin?"

"Yok niye edeyim?" Yine umursamadan. Tam ağzımı açacakken Eyşan kolumdan tutarak:

"Daha anlayamadın mı erkeklerin beyni kadınlar gibi çalışmıyor. Bizim merak ettiklerimiz onlara göre saçma geliyor." dedi omuz silkerek. Haklıydı, babaannem hayatta olsaydı ona sorardım. Ki zaten onu da fotoğraflardan tanıyordum, erken vefat etmişti.
...

Hava kararmaya başlamıştı. Evin bütün eşyalarını dışarı taşımıştık. Kağıttan olan duvar kağıtlarını sökmüş evin etrafını saran sarmaşıklardan kurtulmuştuk. Doyasıya kir ve ter içinde kalmıştık.

"Baba çok yoruldum ve terledim. Bugün burada kalmayacağız inşallah?" dedi Eyşan, ben de onun fikrine onaylayıp kafamı salladım.

"O kadar kötü bir baba olmadığımı hatırlıyorum." dedi gülerek. "Hadi toparlanın. Kasabada otel var orada kalacağız."
Yorgun adımlarla arabaya binip yola koyulmuştuk. Elimdeki kutuyla etrafı seyrede seyrede kasabanın içerisine girmiştik. Babam otelin park yerine arabayı park ettikten sonra asfalt yolda ayaklarımı buluşturarak bagaj kısmına gelip bavullarımızı aldık. Babam önde biz de arkada gidiyorduk. Etrafı incelemek için gözlerimi tura çıkardım. Çok güzel tarihi dokusu olan bir cadde ve evler vardı. Tarihi yapıyı bozmaması için aynı şekilde lambaları da öyle güzel kamuflaj edilmişti ki bu ince düşünceye hayran olmamak elde değildi.

Başımı sağ tarafa çevirince birkaç kişiden oluşan topluluk erkek görünce başımı çevirdim. Sonra ani bir şekilde tekrar erkek topluğuna bakınca, eve gelen tuhaf çocuğu gördüm ya da adam işte erkeği. Sinirle ona bakıp başımı çevirdim. Sabah bir saldırıyla karşılaşsam da hem uğraşmak hem de haramla fazla muhatap olmak istemiyordum. Babamın yorgun haline acıyarak bir de bu gereksiz durum için başını ağrıtmak istemedim.

Bize söylenen oda numarasıyla odayı bulup içeri girdik. Banyo falan yaptıktan sonra odanın içindeki küçük sehpaya koyduğum kutuyu elime alıp incelemeye başladım. Elime çiçek deseni işlenmiş mendili alıp inceleme başladım. Lakin bir şey anlamayınca, "Eyşan bu ne çiçeği?" Telefondan başını kaldırıp gözlerini kısarak baktı. Göremeyince yataktan kalkıp elimdeki mendili alıp inceledi.

"Cennet Kuşu çiçeği diğer bir adı da Sterliçya."

"Hımm. Ne anlama geliyor ki?"

Hafif tebessümle:

"Sıcak sevgi demek. Kadınlara nasıl çiçek hediye ediliyorsa erkeklere de çiçek hediye edilir. Ama öyle her çiçek değil. Kadınlarda, erkeklere bu çiçeği hediye ederler. Kadın da bu mendili bence bir erkeğe yapmış." dedi. Gerçekten söylediklerine hayran kalmıştım. Çiçek konularında yetersizdim. Kaşlarımı çatarak:

"Çiçekler konusunda bilgili olduğunu biliyorum. Lakin bir kadının bir erkeğe hangi çiçeği verilmesini sen nereden biliyorsun?"

"Yapma abla. Benim yaşımda herkes biliyor. Başımı örtmüyorum diye de haram ilişkim olacak değil."

"Saçmalama ben başın açık diye böyle bir şey demedim. Ayrıca biz seni örtün diye zorladık mı? Hayırsız."

Bana attığı aynı triple ona cevap verdim.

"Sıkıntı zaten sizde değil. Ben de, benim içimde." dedi sakin çıkan sesiyle. Sonra yatağına kurulmak için ilerlemeye başladı ben de arkasından, "

Elhamdülillah. Allah bana ne güzel sıkıntılar veriyor diyeceğine. Ettiğin sitemi esefle kınıyorum. Madam."
"Peki madam artık salın beni. Ben uyuyacağım." dedi kıkırdayarak.

Aramızdaki diyoloğa güldükten sonra kutunun içindeki deri kapmalı defteri aldım. Çok güzel el yazısıyla yazılmıştı. Kıskanmamak elimde değildi. Çoğu günlüklerde tarih atılırdı. Lakin bu günlükte tarih yerine başlıklar vardı. İlk sayfanın başlığı ise:
MAVİ KITA'YA YOLCULUK, yazıyordu.

 

 

Yorumlarınız ve oylarınız çok kıymetli. Lütfen es geçmeyin...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%