@lilyum_cicegi
|
Beğendiyseniz oy vermeyi ve yorumda bulunmayı unutmayın🤍 “…Bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur.” (Bkz: Buhârî, Îman, Büyû, 2; Müslim, Müsâkât, 107)
ŞİMDİKİ ZAMAN Yanlışlar girdabın da bir sevda treni. Nasıl olurdu da insan bu trene binerdi? Sevda işi tuhaf doğrusu haberin yokken nasıl hissedebilir insan o, olağanüstü duyguları. Aslında biraz anlayabiliyordum. İslam’ın çizdiği kurallar kalbi en güzel muhafaza etmek içindi. Ne demişti Meyra, göz konusuna dikkat etmezdim ama şimdi anladım ne kadar önemli olduğunu. Evet ben de anlamıştım. Çünkü gözler, güzelliğin nişanesidir. Bir kişi gelir o nişanede kalmak ister. "Bu tebessümün sebebi ne ola ki?" dedi odama ne zaman girdiğini bilmediğim kardeşim. Günlükten gözlerimi kaldırırdım. Bana afacan gözleriyle bakan kardeşime günlüğü kaldırıp gösterdim. O ise başını sallayıp: "Hadi yemek yapma vakti." dedikten sonra elinin birini şakaklarına götürüp sıktı. Sonra bana döndü: "Bu cümleyi ben değil sen söylemeliydin." diye karşılık verdi, şaşkınlık ve şirin yüz ifadesiyle. “Allah Allah mutfak üzerime tapulumu?” Ona gülerek cevap verirken Eyşan dudaklarını büzerek değişik bir yüz ifadesi sergilemişti. Günlüğü yatağa koyup, yataktan sıkılıp yere oturduğum konumumu değiştirip; kapıya doğru yöneldim. "Hadi tamam, yürü." dedikten sonra masamın üzerine koyduğum tokamla saçlarımı topladım. Beraber zıplaya zıplaya merdivenleri inerken ayağımın girdiği yeri durunca sakince yürüdüm. Evet tamir edilmişti ama benim zihnimdeki o anı tamir edilmediği sürece hep böyle davranacağım kesindi. Annem hastalandıktan sonra, evin yemekleri babam sonra da ben yapmaya başlamıştık. Bana yemek yapmayı öğreten bir annem olmadı, yaşım küçük olduğu için mutfağa da hiç girmedim. Daha doğrusu gerek duymadım. Ama işler hep istediğimiz gibi gitmediği için gerek duymadığım mutfağa girmiştim. Google amcam bu yolda bana çok yardımcı oluyordu. "Mantarlı çorba, tavuk yanına da yeşil mercimekli pilav yapalım." dedim kardeşime dönerek. O ise: "Ne yapacağımı söyle komutanım emrine amadeyim." dedi sağ elini şakaklarına götürerek bana asker selamı çaktı. Gülerek kafamı salladım. "Dolaptan; mantar, tereyağı, tavuk, çorba kremasını getir ilk önce." dedikten sonra o küçük mutfağın bir ucuna ben de bir ucuna yönelmiş. Gerekli olacak tencereleri çıkarıp, ocağa koydum. "Sen tavuğu bana ver, temizleyeyim. Sen de mantarları küçük küçük doğra." dedim. Başını sallayarak dediklerimi yanıtsız bırakmamıştı. İkimiz de işe koyulmuştuk. Kardeş dediğin yeri geldiğinde, bütün huysuzluğunu rahatlıkla boşaltabildiğindi yeri geldiğinde gülmekten gözyaşlarının akıttırandı. İstediğin şakayı rahatlıkla yapabildiğindi. Arkadaşın olmadığında sana arkadaş olabilen, üzüldüğünde seni saçma sapan hareketleriyle güldürendi. Birbirimize bağırsakta, kavga etsek de, yine bizi bir araya getiren kalplerimizdi. Kardeşti işte Allah'ın bir lütfuydu. Kimimize göre başımızın belası, kimimize göre düşmandı. Ama kardeş bana göre anneden sonra, en yakın insandı. Yemekler hazır edildikten sonra yenmiş ve bir çırpıda toplanmıştı. Namazı cemaat yapıp kıldıktan sonra odalarımıza çekilmiştik. Eyşan internet geldiği için sosyal medyada takılmaya, babam ise bahçe işleriyle yorulmuş, uyumaya odasına çekilmişti. Ben ise yaptığım hatanın vicdanıyla zor dayanıp, gözyaşlarımı bırakıp, Rabbim'e yönelmiştim. Aslında bana bu vicdan azabımı hissettiren Meyra idi. Allah'ın haram kıldığı biriyle bu kadar yakın olduğu için pişmanlık duymuş, tövbe etmişti. Sonra tekrar nefsine yenik düşmüş, kendine bile kabul ettiremediği düşmanın gözlerine mahkum olmuştu. Sonra ise tekrar pişman oldu, nefsine yenilmemek için ne kadar da güzel mücadele etmişti. En azından az da olsa denemişti. Hemen günahından uzaklaşmıştı. Çaba sarf etmişti, ben.. ben ise iyilik yapacağım diye yanlış yapmıştım. Ona resim defterini verip gitmem gerekirdi. Ama ben ne yaptım. Normalmiş gibi davrandım, davrandığım için kendime haram kapı açık bırakmıştım. Girmemiştim o kapıdan ama önünde her an girebilmek için dikiliyordu nefsim. Ne güzel yazmıştı, 'Şimdiye kadar bir çok erkekle göz temasına girmiştim. Ama hiçbirinde bu kadar gözlerim tutuklu kalmamıştı.' aslında burada değinmek istediği şey, o haram kapısına girmediği lakin dolandığını itiraf etmişti. Ben... benim ondan farkım ne? Ne çok güvendim kendime, bir de ona resmimi çizdirmiştim. Şimdi sana soruyorum Sare. Sen erkeklerle bile fotoğraf çektirmezken, nasıl bir erkeğe resmini çizdirdin? Ahh nefsim, ahh insanlara bal gibi yapışıyorsun ama zehirden ibaretsin. Elimden geldiğince tövbe ettim. Başka kurtulacağım kapım mı vardı? Müslümandım ve benim yolum belliydi. Bu yol içinde hata yapsak nasıl davranacağımızı söyleyen bir Kur’an-ı Kerim, nasıl icraat edeceğimiz gösteren bir Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vardı. Günlüğe kaldığım yerden, yeni bir başlıkla okumaya başlamadan önce Meyra’nın üzerini çizdiği cümleler aklıma gelince gülümseyip günlüğü araladım.
GÜNLÜK Neler söylemişti o öyle. Bu adam kafayı yemiş. ̶'̶S̶e̶n̶i̶n̶ ̶k̶a̶l̶b̶i̶n̶d̶e̶n̶ ̶h̶a̶b̶e̶r̶i̶n̶ ̶v̶a̶r̶ ̶m̶ı̶?̶'̶ ̶ diye girdi iç sesim ona cevap vermeden. Duştan çıkıp, üstümü giyip kafama kapşonumu geçirdiğim an, onun yurda gelip bana bir şeyler anlatması gelmişti aklıma. Gülümseyerek aynaya baktım. Gözlerimle göz göze gelince, tebessümü sildim. ̶Y̶a̶n̶l̶ı̶ş̶ ̶d̶u̶y̶g̶u̶l̶a̶r̶a̶ ̶k̶a̶p̶ı̶l̶m̶ı̶ş̶t̶ı̶m̶.̶ ̶H̶a̶y̶ı̶r̶ ̶d̶u̶y̶g̶u̶l̶a̶r̶ı̶m̶ ̶h̶a̶t̶a̶l̶ı̶ ̶d̶e̶ğ̶i̶l̶d̶i̶.̶ ̶B̶e̶n̶i̶m̶ ̶b̶u̶ ̶d̶u̶y̶g̶u̶l̶a̶r̶ı̶ ̶y̶a̶n̶l̶ı̶ş̶ ̶b̶i̶r̶ ̶i̶n̶s̶a̶n̶a̶ ̶h̶i̶s̶s̶e̶t̶m̶e̶m̶ ̶h̶a̶t̶a̶y̶d̶ı̶.̶ ̶B̶u̶r̶a̶d̶a̶ ̶y̶a̶ş̶a̶y̶a̶n̶ ̶M̶ü̶s̶l̶ü̶m̶a̶n̶ ̶k̶a̶r̶d̶e̶ş̶l̶e̶r̶i̶m̶e̶ ̶i̶h̶a̶n̶e̶t̶t̶i̶.̶ ̶B̶u̶ ̶k̶ı̶s̶a̶c̶ı̶k̶ ̶z̶a̶m̶a̶n̶d̶a̶ ̶b̶i̶r̶ ̶d̶ü̶ş̶m̶a̶n̶a̶ ̶n̶a̶s̶ı̶l̶ ̶b̶ö̶y̶l̶e̶ ̶ş̶e̶y̶l̶e̶r̶ ̶h̶i̶s̶s̶e̶t̶m̶i̶ş̶t̶i̶m̶. Çömeldiğim yerde elimle ağzımı kapatarak ağlamaya başladım. Yanlış hem de çok yanlış. Ben nasıl bir insandım da böyle bir zalime... Günler günleri kovalamıştı, kendi iç kabuğuma çekilmiştim. Böyle olmak ben de istemiyordum. Ama elimde değildi. İçimde ki dört duvarın arasına sıkışmış nefes alamıyor gibi hissediyordum. Yanlış kişiye ̶h̶i̶s̶s̶e̶t̶t̶i̶ğ̶i̶m̶ ̶d̶ü̶ş̶ü̶n̶c̶e̶l̶e̶r̶i̶n̶ esiri olmamak için direniyordum. Kabul etmeyecektim, asla kabul etmeyeceğim. Zemheri bana neyim olduğunu söylese de geçiştirmiştim. Üstelemeyen bir arkadaşım olduğu için beni, sabırla anlatmamı beklediğine eminim. Üzeyir, ondan köşe bucak kaçıyordum. Bana doğru geldiğinde, hemen yönümü değiştiriyordum. Olması gerektiği gibi davranıyordum. Elimde hiçbir malzeme olmadığı için ilaç yapmak yerine Zemheri'ye yardım ediyordum. Getir götür, işi olsun. Kendimle yalnız kalmamak için her türlü işi yapıyordum. Kalırsam yine o duyguların seslerini duymak zorunda kalacaktım. "Meyra sen şu sargı bezlerini toplayabilir misin? Ben su alıp geliyorum." dedi Zemheri. "Tamam." dedikten sonra odanın kapısını açıp çıktı. Kapının gıcırtısıyla tekrar kapattı. Temiz olan sargı bezlerine yönelip, destelemeye başladım. Burayı baya karıştırmışlardı. Elimle bezleri teker teker desteleyip, köşeye koymaya başladım. Kapının açılma sesini duyduğumda, başımı kapıya çevirdiğimde onu görünce gözlerimi üniformasına indirdim. Niye geldi şimdi bu? Niye bana doğru adım atıyor. ̶N̶i̶y̶e̶ ̶k̶a̶l̶b̶i̶m̶ ̶b̶u̶ ̶k̶a̶d̶a̶r̶ ̶h̶ı̶z̶l̶ı̶ ̶a̶t̶ı̶y̶o̶r̶?̶ Hemen ona doğru dönüp: "Neden geldin..niz?" diye soru yönelttiğim de bana beş adımlık mesafede durmuştu. "Benden neden kaçıyorsun?" diye soru yöneltti ince sesiyle. Nasıl bir erkeğin sesi bu kadar ince ve naif çıkabiliyordu. Aksine düşmanım olduğu için daha fazla rahatsız olmam gerekmez miydi? "Neden sizden kaçayım?" Gözlerim omuzlarında olsa bile bana baktığını ve yaptığı hareketlerini görebiliyordum. Şimdi olduğu gibi. Başındaki şapkayı hızlıca indirip bana sessiz ama sinirli bir şekilde. "Benden kaçıyorsun?" dediğinde. Yanıtsız kaldım o ise devam etti. "Sana söylediklerimden sonra kaçmaya başladın. Nerede karşılaşsak, yönünü değiştiriyorsun. Uzaklaşıyorsun... kaçıyorsun benden." sesi gittikçe daha mı kısalmıştı? Hayır ben yanlış duydum. Ben ise yine suskunluğa gömülmüş, sadece gözlerimi odaklanmış tek bir nokta haricinde her tarafta dolanması için ona çobanlık yapıyordum. "Cennet Kuşu çiçeğini takıntı haline getirdiğim için o lafları sana söylemedim. Evet onun sayesinde hep karşılaştık. Bizi birbirimize bağladığına..." sözünü bitirmeden doğru olan kelimeleri sundum ona: "Evet biz karşılaştık lakin bu karşılaşmayı uzatan sizdiniz. Dün.. dün o çukurda kalmamızı bilerek yaptınız. O saate kadar sizinle birlikte kaldım. Bizi birbirimize bağlamak mı?" dedim alaycı tavır takınarak. Evet çok iyi gidiyordum. Hem ona hem de bana duyulması gereken cümleleri söylüyordum. "Siz? Evet yaptım. Yine olsa yine yapardım." dediğinde şaşkınlıkla odağımı kaybedip onun gözlerine gözlerim ilişince o da dikkatini gözlerime verdi. Hemen çektim, yine kaçmışlardı o noktaya. Kaç kere dedim. Tehlikeye karşı gitmeyin diye. "Siz delirmişsiniz. Şimdi çıkın dışarı!" dedim sert üslupla. "Neden böyle yapıyorsun? Gözlerin...gözlerin benden kaçmak istemezken niye kendini kaçırıyorsun?" dedi tekrar. Niye gözlerim doluyor? Kendine gel Meyra sen böyle bir kız değildin. Kalbim sen neden ağrıyorsun. Ne oluyor bana kendimi tanımakta zorlanıyorum. Şu anki halimin yüzüne tükürmek istiyorum! Kaçmalıyım, gitmeliydim. Odadan çıkmak için kapıya yöneldim. "Yine kaçıyorsun!" Bağırması ile irkildim lakin bağırsa bile o ses neden bu kadar ince çıkıyordu? Elinde ki şapkasını yere fırlatarak, bana doğru döndü. Yaptığı hareketle tedirginliğimi korumaya çalıştım. O bana ben ise kapıdan yüzümü alamıyordum. Başımı hafif ona sola doğru çevirdim. Kalbime gerçekleri ona da söyledim. "Üzerinde ki kıyafet.. ve üniformanın üzerindeki işarete bak. Görüyor musun o haçı... O zaman anlarsın neden böyle davrandığımı." deyip hızlıca çıktım, kapıdan. Doğru olanı ben doğru olanı yaptım. Zemheri ile yolda karşılaşınca, şaşkınca yüzüme baktı kollarımdan tutup beni durdurdu. "Ne oldu sana böyle?" dedi. Dayanamadım içimdekini söyledim. "Bilmiyorum. Zemheri sen söyle bana ne oluyor? Neden böyle oluyorum. Neden..." dedim. Gözyaşlarımı tutamayarak. Onu da hızlıca bırakıp daha fazla dikkat çekmemek için ilaç yaptığım çalışma odama girdim. O sırada içeride bir adam gördüm. Bana sırtı dönüktü, hemen gözyaşlarımı silip: "Neden bu odadasınız?" dedikten sonra o beni hızlıca yere itip, kapıdan çıktı. Yere düşmenin şokuyla adama gözlerimi çevirsem de sadece yandan siyah saçlarını ve sakallarını görmüştüm. Hızlıca yerden kalkıp ona doğru koşacaktım ki masanın üzerinde ki çanta dikkatimi çekince. Ağrıyan yerlerimi es geçip çantaya doğru yönelip, çıtçıtından açıp kumaşını kaldırdım. İçerisinde resmen çeşit çeşit bitkileri vardı. Bunlar ilaç yapmam için getirilmişti. Duygu değişikliğine geçip sevinçle bütün bitkileri çıkardım. Bitkilerin altında ilaçların içine katmam için kimyasal ilaçlar bulunuyordu. Kim getirmişti bunları daha doğrusu kimdi bu adam? Nereden biliyordu ilaç yapmak için ihtiyacım olduğunu? Allah'ım şükürler olsun. O sıra da odaya başka adımların sesini duyunca arkamı döndüğümde Zemheri'nin geldiğini görünce tekrar önüme dönüp çantadaki eşyaları çıkarmaya devam ettim. "Bak birisi buraya bırakıp, çekip gitti. Bunlar ilaç yapmam için gerekli ilaçlar." diye yanıt verdim. O ise kolumdan tutup şaşkınca bir çantaya bir bana baktı. Aklında ki sorulardan birini yöneltti. "İyi misin sen?" diye sordu. Kafamı hızlıca sallayıp, "Boş ver ben duygu patlaması yaşadım. Sen bunlara bak." diye söylendim sevinçle. "Evet ben de şaşırdım. Haberim olmadan direnişçilerle mi konuştun?" diye sordu. Ben hem onu dinliyor hem de kurumuş şifalı bitkileri özenle yerleştirilmiş. Kağıtlardan ayırıyordum. "Hayır konuşmadım. Ben de şaşırdım hatta kendi yüzünü görmemem için beni yere itti." "Bir yerin acıyor mu?" "Popom biraz acıdı. Ama o kadar da olsun." dedim. İkimizde aynı anda gülmeye başladık. "Ben çıkıyorum o zaman." dedi. Kafamı olumlu bir şekilde sallayıp, işime kaldığım yerden devam ettim. Her şeyi unutmuş bir şekilde ilaç eksikliğini az da olsa gidermek için iş başı yapmıştım. ... Yatsı ezanı vaktiyle hastaneden çıkmıştık. Dışarıda Zemheri'yi bekliyordum. İlaç yapmak için kalırdım lakin boşu boşuna beklemiş olurdum. İlaçların özü çıkması uzun vakit alır diye, yarına bırakmıştım. Hastanenin biraz ötesinde Çınar kütüphanesinin cılız ışığı görünüyordu. Ne zamandır kitap elime almamıştım. Zaten istikrarlı bir okumam da yoktu. Özeniyordum bu tür insanlara lakin bahaneler bir türlü peşimi bırakmıyordu. İşin garip yani çok sevmeme rağmen okumuyordum. Özlem gidermek için yanım da duran gönüllü hemşireye: "Zemheri'ye söyleyin beni beklemesin, çok geç kalmadan gelirim." Ellerini cebine sokup, “Tamam.” diyerek yanıt verdi. Onların bana soru sormalarına müsaade etmeden görünen o cılız ışığa doğru ilerlemeye başladım. Taşlı sokakta tek tük insan ve askerler vardı. Burada çok az Hristiyan aile yaşardı. Geneli, asker eşleri falandı. Burası şehrin en köşesinde kalan yerdi. Daha doğrusu Salkım Vadi sınırına yakın olan yerdeydik. Bu tarafta üretim için fabrika ve tarlalar çok fazla bulunurdu. Çalışanları ise çoğu Müslümandı. Diğer çalışanlar ise Müslümanlara yardım eden veya suç işleyen Hristiyanlardı. Onlar her türlü sıkıntıyı açlığı, zenginlerin karınlarını doyurmak için çalışıyorlardı. Batsın bu kapitalist sistem! Kütüphanenin demir olan kapısını aralayıp içeriye girdim. İçerisinin kokusu beni şaşırtarak mis gibi amber ve kitap kokuyordu. İçeride ölmüş bir sessizlik hakimdi. Adım attıkça gıcırdayan tahtalar bana eşlik ederek, raflara ulaştım. Elimi yavaşça kitapların üzerinde gezdirip ilerlemeye ve adlarını okuma başladım. Bir kitap diğerlerine aykırı bir şekilde ters konduğunu gördüğümde düzeltmek için elimi uzattım. Lakin rafın diğer tarafında ki birisi benden önce davranmış. Kitabı yerinden etmişti. Ben de eğildiğim yerde alan kişiye gözlerim kaydı. Tanıdık bir siması vardı ama çıkaramadım. Gözleri beni bulunca, geriye toparlanıp başka tarafa yöneldim. İki sıra arkaya gitmiştim. Dışarıdan bakılınca küçük bir kütüphaneye benzese de içinde kendini aşacak kitaplar bulunuyordu. Arkamdaki konuşma sesleri gelse de umursamayıp, Orman', başlıklı kitabı aldım. Kitabı incelerken benim olduğum rafa koşarak birisini geldiğini görünce, sese doğru döndüm. Döndüğümde tanıdık simalı yüz bana doğru koştuğunu görünce, tedirgin olup rafa sığındım. O ise beni es geçip, yanımda ki camı açarak çıkacağı vakit sol kolunu tutarak atladı ve ortadan kayboldu. Şaşırarak ona bakıyordum ki, ileriden gelen sesler daha da yükselmişti. Camın önüne gelip gittiği tarafa baktım, kimse görünmüyordu. Başıma bela almamak için rafların arasından girişe doğru yöneldim. Sağımda raflar solumda raflar üzerime üzerime gelse de ardı arkası kesilmeyen rafların arasında yürümeye devam ettim. Rafın sağına döndüğümde kütüphanenin merkezinde olacaktım. Hızlıca adımlarımı atıp kesişim noktasına geldim. Rafın sağından birden Üzeyir çıkınca şaşırarak ona baktım. Bugün kaç kere daha şaşkınlık yaşayacaktım? O da beni gördüğüne şaşırmıştı. Hemen gözlerimi çektim. İlerlemeye başladığımda o da ilerlemeye başladı. Yanından geçmek istesem de bana izin vermeyip, kolumdan tutup geldiğim yöne çekiştirince ağzımı açacağım vakit. Eliyle ağzımı kapatıp beni hızlıca arka da olan iki rafın arasına sokup girişi kendi bedeniyle kapattı. Elimdeki kitabı ona fırlattım. Çırpınmam fayda vermeyince bacak arasına tekmeyi geçirdim. Önümde iki büklüm olduğunu görünce fırsattan istifade, onu itip girişe doğru ilerlemek için iki üç adım atmıştım ki el ağzıma kapatılmıştı. Kaçmamı engelleyecek bir şekilde beni kıstırdığı yere doğru götürmeye başladı. Tekme atsam fayda vermedi. Ayağımı arka tarafta olana tekme atsam da geri çekildi. Ellerimle ağzımı kapattığı eli açamayınca, arkamda olup beni çekiştiren Üzeyir’in başına uzanıp saçından tutup çektim. "Dur artık! Sana zarar vermeyeceğim. Dur!" dese de ben durmamıştım. O ise diğer elini belime sararak beni daha çok kendine çekip iki rafın arasına sıkıştırdı. Yüzümü kendine çevirip: "Dur ve ses çıkarma!" dedi hararetli nefesle. Ağzımdan elini çekmemiş, benden cevap bekliyordu. Bense olayın şokunu atlatamamış. Şaşkınlık ve sinirle kalakalmıştım. "Tamam mı? Elimi çekince sakın ses çıkarma." dedi. Kafamı usulca salladım, elini yavaşça ağzımdan çekince. Derin bir nefes alıp bağıracaktım ki, başka askerin sesini duyduğum da sustum. O da bana sırtını dönüp, bana doğru sırtını yasladı. Saçlarının çekip şeklini bozduğum için eliyle düzeltti. "Komutanım!" diye ses geldi. Adımlar bize doğru yaklaşmaya başladı. Doğru düzgün nefes alamıyor, bir de üstüne üstlük Üzeyir'i taşıyordum. Allah aşkına ne oluyordu. Nefesimi yavaşlattım, elimle yüzümde ki teri silerken dudaklarım da aniden durdu ellerim. 'Saçmalama sırası değil!' ilk defa haklı olan iç sesimi silip, sessizce bekledim. "İçeridekilerin hepsine baktık, lakin kurşun izi taşıyan yok." diye cevap verdi. Üzeyir'de başıyla selam verip, "Tamam gidebilirsin asker." dedi. "Komutanım siz iyi misiniz? Yüzünüz kızarmış." diye yanıt geldiğinde. Gülmeden edemedim, ses çıkmasın diye elimle ağzımı kapattım. Adam hayatının en ağır darbesi yedi ondan kıpkırmızı kesilmiştir. "İyiyim hafa sıcak ondan. Hadi siz karargaha dönün ben gelirim." diye yanıt verdi Üzeyir. "Emredersiniz komutanım!" diye bağırarak, adımlarını bizden uzaklaştır. Yavaş yavaş üzerimde verdiği yükü kaldırınca, ben de hemen ciddiye bürünüp hesap sormaya başladım: "Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye kısık çıkan sesimle. Kendini yere atarak, sırtını rafa yasladı. Derin nefes alıp veriyordu. Bana doğru başını çevirince, ben de başka tarafa bakışlarımı yönelttim. "Birisini arıyoruz. Eğer senide burada görselerdi. Sana zarar verirlerdi." diye yanıt verdi. Ben de tekrardan tomurcuk olan terimi ellerime silip: "Sen komutanları değil misin? İzin vermediğin şeyi nasıl yaparlar? Senin yüzünden çukurda kaldıktan sonra sözlerine inanır mıyım?" dedim. O sırada yine iç sesim devreye girdi. 'Adam sana zarar verirlerdi, seni ondan kurtardım diyor. Sen ne diyorsun?' İç sesimin saçmalamasına tekrardan çukurda onun yüzünden kaldığımız onca vakti anlattım. "İzin vermediğim şeyi tabi ki de yapamazlar. Ama sen Müslümansın ve benim Müslüman birisini koruduğumu görürlerse beni rahat bırakırlar mı sanıyorsun?" Çukurdaki olayı es geçmişti. Ama aklımda ki soruların bir kısmını yanıtlamıştı. Arkamı dönüp gidecekken, hemen yanım da bitti. "Aradığımız kişi kolundan yaralıydı. Gördüm mü burada?" diye soru yöneltti. Arada sırada kendini belli eden, cesaretim 'Ben buradayım.' diye bağırmaya başladı. "Bunu gerçekten sana söyleyeceğimi falan mı zannediyorsun?" diye yanıt verdim. Ondan da bir cevap gelmeyince, yoluma devam etmeye başladım. Tam çıkacağım vakit, giriş kapısının önüne geçince çekilmesi için bekledim. Gözlerimi onunla birleştirmemek için mücadele verdim. Ve halen daha veriyorum. "Kendini tehlikeye atma. Sadece bu diklenmeni bana göster, başkalarına gösterme. Gösterme ki canını yakmasınlar." dedi ve yavaşça yanımdan ayrılıp yolun yukarısına doğru ilerlemeye başladı. ̶A̶r̶k̶a̶s̶ı̶n̶d̶a̶ ̶d̶e̶l̶i̶ ̶g̶i̶b̶i̶ ̶a̶t̶a̶n̶ ̶r̶a̶m̶a̶z̶a̶n̶ ̶d̶a̶v̶u̶l̶u̶n̶u̶ ̶b̶ı̶r̶a̶k̶a̶r̶a̶k̶.̶ ... Tekrar günler günleri kovalamıştı. Bu aralar, buralar baya bir karışıktı. Direnişçiler askeri araca saldırmışlardı. Ve düşmanımızın baya kaybı vardı. Sağ kalan yaralı askerlerin tedavisi için hastaneye getirmişlerdi. Salkım Vadisi’nde bir sürü hastane vardı. Ama inatla yaralı askerleri buraya getirmelerinin sebebi apaçık ortadaydı. Sabrımızı sınayarak, açığımızı yakalayıp bizi buradan def etmek için sebep ararken içten içe düşmanlarımızı tedavi ettiğimiz için vicdan azabı çektirmek istiyorlardı. Onca emeğim onlara gitmesin diye yaptığım ilaçları onlar kullanmasın diye toprağa gömmüştüm. Bu kadar yolu onlara ilaç yapmak için gelmemiştim. Kendilerine yetecek ilaçları ve doktorları olduğu halde buradaki yardım paketlerini sömürmek için buraya yönlendiriyordu. Yani sabrımızı sınıyorlardı. Yaralı askerlerden direnişçilerin de vurduklarını duymuştum. Aklımda tek soru ise onlar nasıl tedavi ediliyordu? İlaç yapmam için gerekli malzemem olmadığından, bana bir şey diyemediklerinden kendileri kamyonla askerleri için ilaç teminatı yapmışlardı. Ben de o ilaçları odalarda ki depolara yerleştirmek için uğraşıyordum. Günlerdir Üzeyir'i göremediğim için bütün hasta yataklarına morgda yatan cesetlerin isimlerine bile bakmıştım. İsmini görememiştim, sadece merak etmiştim. Ne de olsa beni kurtarmıştı. "Bugün askerler için eğlence grubu gelecekmiş. Bugün biraz olsun dinleniriz." dedi, yanıma gelip kısık sesle konuşan Zemheri. "Ne eğlencesiymiş bu?" diye sordum aynı kısık ses tonuyla. "Dans, kadın ve içki. Bunların eğlenceleri böyle olur. Ondan bir sürü kadın geldi. Görmedin mi?" Aynı kısık ses tonuyla söyledi. Ben de kafamı olumsuz bir şekilde sallayıp işime geri döndüm. Onca yorucu günlerin sonunda biraz dinlemiş olacaktım. Hem Üzeyir'de orada olur. Ne alaka be! Odadan çıkıp koridorda ilerlemeye başladım. O sırada yanımdan askeri sürü geçince kafamı kaldırdım. Üzeyir ve komutasında olan askerler sesli bir şekilde adımlarını atarak yürüyorlardı. İçimde ki anlamsız sevinç duygusuyla ona baktım, hemen çektim. O ise bana değil sadece ileriye bakıyordu. Olması gerektiği gibi... Önüme dönüp ona zıt istikametle yürüdüm. ̶K̶a̶l̶b̶i̶m̶ ̶n̶e̶ ̶k̶a̶d̶a̶r̶ ̶u̶z̶a̶k̶ ̶k̶a̶l̶m̶a̶s̶a̶ ̶d̶a̶ ̶a̶y̶a̶k̶l̶a̶r̶ı̶m̶a̶ ̶k̶o̶m̶u̶t̶ ̶v̶e̶r̶m̶i̶ş̶t̶i̶m̶.̶.̶.̶ Yemek arası verdiğimizde bütün gönüllü kızlar oturmuştuk. Ben çok aç olduğum için sadece yemek yiyordum. Bir soru duyana dek: "Acaba ne zaman aşık olacağım?" diye bir soru yöneltti gönüllü kızlardan biri. "Aşkın zamanı mı olur. Zamanı olsa adına aşk denir mi?" dedi başka birisi. Etrafta kıkırdamalar oluşmuştu. Sonra başka birisi söze dahil oldu. "Kime aşık olacağına sen değil kalbimiz karar verirmiş. Öyle derdi annem." "Aynen. Benim, dedemle anneannem çok zıt karakterde olan iki insan. Hatta birbirlerine laf atıp, kavga bile ediyorlar. Ama neneme de, dedeme de sorsam. Birbirlerini çok sevdiklerini söylüyorlar." diye başka bir kız yanıt verdi. Aklıma istemediğim, duygular istila edeceği haberi alacağını haber aldığımda hızlıca oturduğum yerden kalkıp "Size afiyet olsun." dedim ve orayı terk ettim. Bahçeye çıkmaya karar verdiğim de bir çocuk beni durdurup elime bir mektup sıkıştırıp, benim eğilmem için başörtümü çekiştirince ben de eğildim. "Bunu peçeli bir abi sana verdi. Senin eline siyah kumaş sarmış." dedi hızlıca koşup uzaklaştı. Elimde ki kağıt parçasını feracemin cebine sıkıştırıp, etrafımı kolaçan ettim. Herkes kendi işiyle uğraştığı için fark edilmemiştim. Kızlar lavabosuna girip, kabinlerden birine girip kapıyı kapattım. Cebimde ki kağıt parçasını çıkarıp okumaya başladım. "Yardıma ihtiyaç var. Yaralılarımız var güvendiğin biri ile limon ağaçlarının oraya gel. Akşam eğlence başladığı zaman!" yazıyordu. Bu yazı direnişçilerdendi. Orman da kaybolduğum vakit, beni tekrar yurda bırakan adamdan gelmişti. Çünkü siyah kumaşı elime o sarmıştı. Aklıma tek gelen Zemheri gelmişti. Doktor değildi ama en azından dikiş dikebilirdi. Doktor kadar bilemese de... aklıma tek ve güvendiğim Zemheri'den başkası gelmiyordu. Yemek yediğimiz yere gidip Zemheri'ye el kol işareti yapıp, yanıma çağırdım. "Ne oldu?" Ağzındaki yemeği bitiremediği için eliyle kapatıp bana cevap verdi. "Direnişçilerden mesaj var." dedim kısık çıkan sesimle. O da kaşlarını çatıp, bana şaşkınca baktı. İkimiz beraber boş bir odaya girdik... "Tamam elimden geleni yapacağım. Buradaki gönüllü gelen doktorlarla da çok yakınlık kuramadım. Benden başka seçenek yok. Hem buraya burada ki askerleri tedavi etmek için değil. Onları tedavi etmek için geldim." dedi, cesaret kokan sesiyle. Gönüllü gelen doktorlara güvenmiyor değildi nasıl bir tepki vereceğini veya yakalandığımızda ağzını açıp konuşur mu? Her şey geliyordu aklımıza. Bundan dolayı ikimiz gitmeye karar verdik. Yurdun bahçesine gömdüğüm ilaçları çıkarmaya gitmiştim. Zemheri ise hastaneden gazlı bez vs. lazım olan eşyaları alacaktı. Kimseye çaktırmamak için birbirimizden bağımsız bir şekilde oraya gidecektik. Sırtımda çantamla sakince limon ağaçlarının oraya komutumu çizdim. Etraftan kadın erkek kahkaha sesleri ve müzik sesleri geliyordu. O seslere gittikçe daha fazla yaklaşıyordum. Galiba buradaki büyük barda eğlence düzenlemişlerdi. Karşı kaldırma geçip, yürümeye başladım. Bir an önce buradan geçmek için adımlarımı hızlandırmıştım. Park edilen araçlardan geçtim mi tamamdı. O sırada araçların birinden inen adam dikkatimi dağıttı. İstemsiz adımlarım yavaşladı merakla ona baktım. Yanına yarı çıplak bir kadın gelip boynuna sarıldı. O ise geri çekilse de kadın sümüklü böcek gibi yakasına tekrar sarılınca bu sefer kollarından tutup itti. Başını sağa sola sallayınca o da beni gördü. Adımlarımı yavaş yavaş atıp ilerlemeye başladım. Ne diye bakıyorsam. Tekrar başımı kaldırıp baktım. Benim bakmamla Üzeyir'in kolları arasında sarılmış kızı gördüğümde. ̶B̶a̶ş̶t̶a̶ ̶s̶e̶v̶i̶n̶ç̶ ̶n̶a̶r̶a̶l̶a̶r̶ı̶ ̶a̶t̶a̶n̶ ̶k̶a̶l̶b̶i̶m̶.̶ ̶A̶k̶r̶e̶b̶i̶n̶ ̶m̶e̶n̶f̶a̶a̶t̶i̶n̶e̶ ̶b̶ı̶r̶a̶k̶ı̶l̶m̶ı̶ş̶ç̶a̶s̶ı̶n̶a̶ ̶e̶z̶i̶y̶e̶t̶ ̶e̶d̶i̶l̶i̶y̶o̶r̶d̶u̶.̶ Adımlarımı daha fazla hızlandırıp, limon ağaçlarına ilerlemeyi devam ettirdim. İçimden hep şu sözü tekrar ediyordum. 'Olması gerektiği gibi' Zemheri'yi görünce el salladım. O da aynı şekilde salladı. Çalıların arasından çıkmışlardı. Yine o tanıdık ses duydu kulaklarım: "Yaralılarımız var. Vakit kaybetmeden tedavi edilmesi lazım." dedi bu işte tanıdığım sesti. Benim yaramı tedavi eden ve limon ağaçlarının orada Üzeyir yüzünden kolundan vurulan adamdı. Kolundan vurulan? Kütüphane? “Hadi acele etmemiz lazım.” Ellerinde bulunana kumaşla gözlerimizi kapatacaklarını anladığım da Zemheri’ye dönüp açıklama yaptım. O ise hiç sorgulamadan gözlerinin bağlanmasına müsaade etmişti. Cesur kız maşallah. Ellerimize tutuşturulan odunların yönlendirilmesi ile yürüyüşe çıktık. Neyse ki ben kazasız varmıştım da Zemheri iki kere düşmüştü. Ondan dolayı onu çubukla yönlendirmişlerdi. Gözlerimizin açılmasıyla varacağımız yer anlaşılmıştı. Bir mağaranın içerisindeydik. Yerde yatan 7 kişi vardı. Zemheri hemen onlara yönelirken ben de onu takip ettim. İlk gittiğimiz kişi acılar içinde inliyor ve ter döküyordu. Kimisinin ağzından ‘Allah’, kimisinin ağzından ise ‘Annem’ kelimelerinin duymak tüylerimin diken diken olmasına yetiyordu. “Bana hemen şeyi ver.” diye heyecanla kelimeyi unutan Zemheri’ye “Neyi?” dediğimde hemen: “Uyuşturucu!” Ben de neden bahsettiğini anlayıp hemen şırıngaya sıvıyı geçirip ona uzattım. Ellerini titreyen Zemheri’ye sakin olması için kelimler sarf etsem de neden heyecanlandığının farkındaydım. Onun için düşman askerini tedavi etmek daha kolaydı. Çünkü ölse arkasında dudak bile bükmüyordu. Ama ben pek ona benzemiyordum. Bunun en büyük kanıtı da Üzeyir’i kurtarmamdı. “Dikiş atmam lazım.” deyince ben de hemen gerekli malzemeleri ona uzattım. “Bir ihtiyaç var mı?” diye sorun tanıdık sese Zemheri cevap verdi. “Bacağını kesmem lazım.” dediğinde yer de acılar uyuyan adama üzgün bir şekilde baktım. Gözlerim dolmuştu. Kısa bir an sessizlik oluştu. Tanıdık sesten bir ümit serzenişi duyuldu. “Başka çaresi yok mu?” “Şu anki şartlarda yok. Hastaneye yetiştirsek bile geç kaldığımız için yine kesmek zorunda kalırlar.” “Meyra, sen çık dışarı.” Zemheri beni tanıdığı için itiraz etmeden hemen dışarı çıktım. Askerlerin gözetimi altında içeriden gelen testere sesine kulak tıkamak istedim. Bir zalim için neler feda ediliyor Ya Râb! Ellerimizi yıkayıp tedavi için ne kadar ilaç vereceklerini ve pansumanlarını hangi aralıklarda nasıl yapacaklarını söyledikten sonra gözlerimiz bağlanmış ve yola koyulmuştuk. Çatışma hakkında soru sorsak da bize cevap verme niyetlerinde olmadıklarına bozulup yola devam ettik. Şimdi düşünüyorum da bu bozulmamalıydık. Çünkü ne kadar bilgi o kadar tehlike demekti. Limon ağaçlarının kokusunu aldığım da geldiğimizi anlamıştım. Onlar da durunca biz de gözlerimizi onlara bırakmadan açmıştık. "Tehlikeli olduğu halde geldiğiniz için teşekkür ederiz." dedi adam. "Bizim buraya gelme amacımız zaten size destek olmaktı. Bunun teşekkürü olmaz." diye yanıt verdi Zemheri. O sırada ileriki çalılıklardan ses gelince hepimizin gözleri çalılıklara çevrildi. Uzun namlulu silahlarını bize doğrultan askerler karşımız da duruyordu.
ŞİMDİKİ ZAMAN Birden cam kırılma sesi ve Eyşan'ın bağırma sesi geldiğinde. Günlükten başımı kaldırdım. "Ne oldu Eyşan? Ne kırd..." sözümü tamamlamadan. Odamın camı patlamış etrafa sesi yankılanmıştı. Yere ise kocam taş düşmüştü. Babam hızlıca odama geldi. "Başını ey!" diye bağırsa da ben çoktan istemsiz bir şekilde kafam da ağır bir acıyla yeri boylamıştım.
Beğendiyseniz oy vermeyi ve yorumda bulunmayı unutmayın🤍 |
0% |