Yeni Üyelik
5.
Bölüm

Limon Ağacı

@lilyum_cicegi

 

Virân olan kalp, umut ışığını gördü mü peşini bırakmaz.

 

ŞİMDİKİ ZAMAN

 

Onu anlayamıyordum. Söylediğim cümleler güzeldi ve anlamlıydı. Yoksa onda ters tepki mi yapmıştı? Bundan sonra hakaret mi etmeliydim! Samuel ile karşılaştığım zaman bu olaydan sonra yumuşak biri olmayacağım kesindi de…Hatırladıkça kendimi daha fazla sorgulamadan kendimi alamıyordum. Rahatlamak ve hatırladıkça sinirlenmemek bir şeyler yapmam lazımdı. Babam bizden habersiz evi temizletmişti ve ben de evi iyi bir şekilde temizlediklerini kontrol etmiştim. Beklediğimden daha iyi güzel temizlemişlerdi. Ben de üst kattaki bir tarafı denize, bir tarafı ormana bakan eğik tavanlı odamın içindeki çalışma masasının üzerinde bıraktığım, paslı kutunun içinden günlüğü alıp, terasta yeni alınmış koltuğa kuruldum. Kaldığım yerden yeni bir başlıkla okumaya başladım.

 

GÜNLÜK

Akşam, kaldığım odaya geldiğimde Zemheri'ye başıma gelen her şeyi anlattım. Şimdi de 'Neden bunları benden gizledin?' diye küsmüştü. Artık ne yapacağımı da şaşırmıştım. Olayların gümbürtüsünden dolayı rahatlamak için banyo yapmıştım. Elimin halini gören küs arkadaşım, küs halde yaramı tedavi etmişti.

Bana hak etmediğim şeyleri söylediğini bilsem de içim sadece anlık öfke ile dolmuş ve bu öfkeyi de başkasının üzerine kusmak zorunda kalmıştım. Şimdi ise Zemheri ile konuşmayı sabaha erteleyerek başımı yastığa koydum. Ama her gözlerimi kapayışımın da inleyip tekrardan açıyordum. Neden böyle bir saçmalık yaptığımı defalarca kez tartsam da olmuyordu. İnsan yastığa başını koyunca huzurlu hisseder ben ise ölümcül bir çukurdaymış gibi hissediyordum.

Ona beni öldürmesini söylediğim anı aklımdan silince, mendile sarıp not bıraktığım an gelince elimle kafama vurmaktan kendimi alamıyordum.

“Meyra artık uyusan olur mu?”

Karşımdaki yatakta yatan hemşire Halime’nin sesini duyduğumda daha da utanmıştım.

Başımı sallayarak onu onaylayıp kedi gibi yastığa başımı koyup oraya gömdüm. Aklıma gelen düşünceleri def edemesem de verdiğim tepkilere engel olmaya çalıştım.

...

Elimde, kahvaltı yapmak için doldurduğum; peynir, zeytin, domates, frambuazlı reçel...ve son olarak ekmek koyduktan sonra Zemheri'nin oturduğu masaya yönelip tepsiyi masaya koydum. Karşısında ki sandalyeyi çekip kendimi zıplatarak saldalyeyi masaya iyice yaklaştırdım. İnatla ona bakmaya başlayınca yüzünde gülümseme hissedince, affettiğini anlayıp ben de gülümsedim. Sonra küçük domateslerini benim tabağıma koyup, zeytinlerimi alınca ona sorgulayıcı bir şekilde baktım:

"Sen domates seviyorsun." dedi mantıksız bir açıklamayla.

"İyi de ben zeytinde seviyorum." dedim.

"Bir şey olmaz helali hoş olsun."

Beni geçiştirerek ekmeğine reçel sürmeye başladı. O sözü benim söylemem gerekmiyor muydu?

“Sen onu bırak da benden habersiz bir iş yapmayacaksın. Tamam mı?" dedi bugün limon ağaçlarının olduğu yere gideceğimi söylememiştim. Ondan bir şey gizlemeyeceğim için söz verdiğim için:

"Onunla bugün limon ağaçlarının olduğu yerde buluşacağız.” dediğimde sinirle bana baktı.

"Sen iyi değilsin Meyra ne işin var onunla!" dedi kısık ve bir o kadar sinirli ses tonuyla.

"Bir buluşma değil yanlış anladın."

Sinirli halini yatıştırmak için mimiklerimi de katmıştım.

"Buluşma olmasa bile yanlış. Bir erkekle limon ağaçlarının arasında yalnız bir şekilde konuşacaksın. Etrafta kimse olmadan. Sana haram olan birisiyle. Bak düşmanımız olduğunu geçtim. Allah'ın haram kıldığı bir şeyi yapıyorsun." dedi Zemheri dini yaşama konusunda benden kat be kat iyiydi. Buna karşı çıkması gayet normaldi. Ki olması gerekeni benim bir türlü yapamadığım şeyi söylemişti. Ama oraya gitme amacım farklıydı.

"Ama ben... onun bu çiçek hakkında anısını merak ediyorum. Başka bir amacım yok." dedim. Saçma ama gerçekten merak ediyordum. Bana neydi ama çekiliyordum. Hem belki bu takıntı meselesi ile bir daha bana kader arkadaşım falan demezdi.

"Senin yok. Peki onun?" dedi samimi olmayan bir sırıtışla. Onun sözlerine ve imalı bakışlarına sinirlenip ters bir şekilde:

"Saçmala istersen."

"Adam sana 'Kader arkadaşıma zarar gelmesini istemiyorum' diyor. Meyra akıllı ol." dedi parmağıyla başımı işaret ederek.

"Sen de benim kader arkadaşımsın." dedim söylediği çok saçma gelmişti bana ikimizi aynı kefeye koymuştu. Ben Müslüman o ise Hristiyan'dı.

"İyi ben o kadar söylüyorum." dedi aklımda sorular bırakarak o yemeğine rahat bir şekilde devam etti. Evet yani İslam'da bu doğru değildi. Ama amaç farklıydı ben merak ettiğim şeyi öğrenmek için gidecektim. Bu kadar abartmanın gereği yoktu bence!

...

Hastaneye sağlıkçılarla girip, Zemher'i ile vedalaştıktan sonra zemin katta olan çalışma yerime hızlıca indim. Topladığım bitkiler oraya bırakıldı mı diye merak ediyordum. Kapıyı açıp aceleyle odaya girdim. İlaçlar yapacağım tezgahın üzerine bırakılmıştı. Şaşırmış bir şekilde kontrol ettim içindekileri eksik yoktu. Ellerimi çırpıp hemen önlüğümü giyip, fanusları ve gazlı ocağın üzerine su koydum. Sonunda başlayacaktım Bismillah....

Beş farklı yaraya uygun kremler yapmıştım. Genelde insanlar ilaç yapmanın kolay olduğunu zannetse de hiç göründüğü kadar kolay değildi. Sabır gerekti bitkileri topladıktan sonra ikinci bir sabrı bitkilerin özünü çıkarmasında başlıyordu. Damla damla bekliyordun. Bundan dolayı fesleğenin özünü çıkarması için ben de o arada limon ağaçlarının olduğu yere gitmeye karar verdim. Ona ilk başta ret cevabı verdiğim için ne zaman orada olmamız için zamanı söylememiştik. Fesleğenin özünü çıkmasını beklemek için iki belki de üç saat beklemem gerekiyordu umarım o zamana kadar orada olmuş olurdu.

Hızlıca üzerimdeki önlüğü çıkarıp askılığa astım. Sandalyenin üzerine bıraktığım sırt çantamı alıp, sağ elime dikkat ederek sırtıma takıp başörtümü üzerine bıraktım. Kapıyı kapatarak çıktım. Merdivenlere çıkınca buranın yerlisiyle karşılaştım ve ona limon ağaçlarının olduğu yeri sordum. O ise hastanenin arka tarafında biraz ilerledikten sonra, ormanın tam dibinde olduğunu öğrendikten sonra yola koyuldum.

Tarif edildiği gibi dediği yere gelmiştim. Zaten limon kokusunu da takip ederek bulabilirdim. Bu ne güzel kokuydu. Ağaçlar boyumdan biraz daha uzundu. Yan yana obur gibi dizilmişlerdi. Olgunlaş mıydı tam bilmiyorum ama sarı sarı limonları görebiliyordum. İleride sarmaşıklarla süslenmiş bir tane uzun oturacak bankı gördüğümde oraya adımları mı yönelttim. Benim geldiğim yerden gelirse büyük ihtimal görürdü beni...

Etrafı incelemeyi bırakıp, ikindi namazımı kılmak için çantamdan seccademi çıkardım. Bu aralar ne güzel yerler de Rabbimi anıyordum bu bana ayrı bir tat veriyordu. Namazımı kıldıktan sonra etrafıma baktım ne gelen vardı ne de giden. Ben de toparlanıp ayakkabılarımı giyip, seccademi silkeleyip çantama yerleştirip, boş zamanlarım da yazınca kendimi daha iyi anladığım için günlüğümü ve kalemimi elime aldım. Tekrar banka oturdum.

Kol saatime baktığımda nereden baksan üç saat geçmişti ama buranın yerlileri dışında bir şey görememiştim. O sırada arkamda hışırtı duyunca o tarafa yöneldim. Yüzü siyah bir kumaşla örtülmüş siyah gözlü bir adam görünce tedirgin olup yerimden kalktım. O ise etrafa bakıp, sonra bana baktı.

"Birisine mi bakmıştınız?" dedim aslında bu soru 'Siz o geceki ormanda ki adamlardan mısınız?' demeliydim.

"Senin ne işin var burada?" dedi sesinden tanımıştım bu o gece beni ormandan çıkaran adamdı.

"Bu sizi hiç ilgilendirmez." dedim o ise:

"Bak senin kötülüğün için bu lafı söylemiyorum. Tek başınıza dolaşmayın zarar görürsünüz."

"Anlıyorum ama kendimi korurum." dedim emin bir şekilde.

"Eminim kendinizi korursunuz. "dedi alaya kaçan ses tonuyla.

Yüzünü sardığı kumaşın rengiyle gözleri aynıydı, siyahtı. Benimle fazla göz teması kurmuyordu. Ben den birkaç santim uzun ve yapılı olan adama:

"Siz kimsiniz?"

"Direnişçiler..." dedi

"Hayır onu sormuyorum.”

İşaret parmağımla kendisini göstererek:

“Siz kimsin? Konuştuğum kişilerin kim olduğunu bilmek isterim."

"Bunu bilmemen ikimizin güvenliği için önemli.” dedi bir tarafta haklıydı. Eğer direniş grupları ile irtibatta olursak bizi de örgüt sayarlar ve iki ülke arasında daha fazla gerginliğe sebep olabilirdik.

"Sence bu gruplar işe yarar mı? Tekrar eskisi gibi olur mu?"

"İnşallah olacak. Bunu yapmak için elimizden geleni yapıyoruz. Zaten bu yaptıklarımız onları yeterince korkutuyor." dedi sesinde ki gülme sesinden eğlenmişti. Ben de gülümsedim.

Bir insanın özgürlüğünün elinden alınması ve soykırıma tabii tutulması çok acı verici bir durumdu.

"İnşallah biz sağlıkçılar da elimizden ne geliyorsa yapacağız." dedim gözlerimiz buluşmuştu o an da birden ateş sesi geldi. Ve karşımdaki adam kolundan vurulmuştu. Eliyle çalılıkların arasına saklandı ve bana oradan:

"Eğ başını ve sakın kaçma. Kaçarsan seni bizden zannederler. Sakın kaçma!" dedi sesi mesafeli geliyordu belli ki hemen uzaklaşmıştı.

Olduğum yerde çöküp ne olduğunu daha doğrusu neden olduğunu anlamak istiyordum. Tedirgin bir şekilde başıma gelecekleri tahmin ederken seslere kulak kesildim. Koşarak bana doğru adım sesleri yanımdan geçip çalılıklara doğru yöneldi. Sonra tekrar ayak sesleri bana doğru gelip önümde durdu, başımı kaldırıp yüzüne baktığımda Üzeyir'i görünce yerimden doğruldum ve bir adım geri giderek:

"Neden yaptın bunu? "dedim sesimi yükselterek. Elinde tuttuğu silahı ile tam kendine katil sıfatını yakıştırmıştı.

"Ben bir askerim ve o ise benim düşmanım. Ve sen onunla burada konuşuyordun. Ne konuşuyordun onunla?" dedi gözlerimi ona devirip başımı ormana çevirdim. Ona gerçekleri anlatmayacaktım.

"O geldi yanıma ve beni uyardı. Tek başıma dolaşmamam gerektiğini söyledi." dedim sinirle. Bir direnişçiyi vurmuştu bizden birini... Sinirliydim hem de çok, bu sinirle onu öldürebilir miydim?!

Gözlerini kısıp benimle göz teması kurmaya çalışsa da, ona cevap tarzında bir temasta bulunmuyordum. Oradan ayrılmak için bankın üzerine koyduğum çantama uzandım o ise çantamın kolundan tutarak beni durdurdu:

"Nereye?" dedi.

"Az önce yanımda bir adam vurdun. Ve düşmanım dediğine göre bizden birini vurdun senin yanında durur muyum sanıyorsun?" dedim ve ondan çantamı çekmeye çalıştım o ise beni bırakmadı.

"Benim için geldin buraya." dedi ince çıkan sesiyle.

"Hayır senin için değil. Sadece mendildeki motifin hikayesi için geldim. Keşke gelmeseydim." dedim gelmeseydim o vurulmazdı.

Hastaneye inip de tedavi olamazdı nasıl tedavi olacaktı? O ise cevap vermeden durdu. Tekrar çekince çantamı yine bırakmadı.

"Bırak!"

Yüzüne karşı haykırsam da o bırakmıyordu.

"Anlatacağım."

Sana not yazarken aklım neredeydi? Aklım neredeydi ki düşmanımın sözlerini bir merak uğruna dinlemek istemiştim. Benim yüzümden, yine benim akılsızlığım yüzünden bir şeyi daha mahvetmiştim.

"Dinlemek istemiyorum." dedim sinirle. Zemheri'yi kesinlikle dinlemeliydim.

"Ama ben yine de anlatmak istiyorum." dedi sahi ya bu adamın problemi neydi? Anlamıyor muydu dediklerimden.

"Cennet Kuşu çiçeği annem çok severdi. Hem çiçeğini hem de motifini, bundan dolayı hem yetiştirir hem de her yere işlerdi. Benim kazaklarıma bile işlerdi. Neden işlediğini sorsam 'Bu çiçek sayesinde Tanrı seni bana verdi ve bu çiçekle karşılan iki kişinin kaderleri birbirine bağlanır' derdi. Anlamını sorduğumda 'sıcak bir sevgi' dedi. Ondan bu çiçeği çok severdi. Bana bir gün şunu söyledi 'Eğer bir kadın sana Cennet Kuşu çiçeğini hediye ederse, o zaman anla ki kaderiniz birbirine bağlanmış olur.' derdi.

Hızlı bir şekilde anlatılan sözlere inanmadım ve inanmayan gözlerle baktım. Sözleri etkileyiciydi ama annesini öldüren bir kişi bu lafları annesinin üzerinden söyleyince, ister istemez inanamıyordum. Hızlıca ondan çantamı çektim onun da boşluğuna denk gelmiş olacak ki ellerinden kaçıp kurtuldu çantam.

"Annesinin katili olan bir insanın bunları söylemesi..."

Sözümü tamamlamadan o lacivert gözleriyle bana bakarak adeta yüzüme haykırdı.

"Evet, inandırıcı değil. Evet, ben annemi öldürdüm. Ben de bunun inandırıcı olmamasını isterdim!" dedi ve sustu. Başını yavaşça yere doğru eğdi. Üzgündü, belki de pişman ona sadece bakıyordum. Ne diyecektim? Ne denilirdi? Neden ona bir şey demek zorunda hissediyordum? Başını eğdiği yerden usulca kaldırdı ve gözlerini gözlerime dikti. Gözlerinden bir haykırış fışkırdı. Etrafta inanılmaz bir iç çekiş yankılandı.

İç çektikten sonra tane tane:

"Ben anlatmak istiyorum. Her şeyi." dedi. Söylediklerimden dolayı pişmanlık yaşamam ne kadar normal olabilirdi? Hayır bu hiç normal değildi. Karşımdaki insanın mimiklerine aldanmamalıydım. O benim düşmanımdı. Düşmanım!

"Neden ben!"

"Çünkü kader arka..."

Tekrardan aynı kelimeleri zikretmesine izin vermedim.

"Kes şu saçmalığı! Sen benim düşmanımsın! Biz ikimiz düşmanız! Sen benim kardeşlerimi öldüren katilsin. Daha demin suçsuz birine ateş ettin. Uzak dur benden! Artık şu çiçek saçmalığını da bırak. Mendile karşı bu kadar zaafın varsa senin olsun." dedim ve yanından ayrıldım. Olması gereken de buydu, buraya geldiğim için çok pişmandım. Benim yüzümden biri vurulmuştu ve zarar görmememi istediği için beni uyarmıştı.

Geldiğim yoldan gerisin geri yürümeye başladım. Güneş, mesaisini bitirmesine az kalmıştı. Akşam karanlığına kalmadan hızlıca hastaneye yürümeye başladım.

Her şeyi yine batırmıştım, buraya geldiğimden beri hatadan başka bir şey yapmıyordum. Bir merak yüzünden gelmiştim buraya, ne için Müslümanları öldüren bir katil için. Zemheri'nin aşırı tepki verdiği düşüncesi, kesinlikle yanlıştı. Zemheri doğruları söylemişti ben ise gözlerim bir kör misali kesilmiş buraya gelmiştim. İçimde nedenini bilmediğim vicdan azabının üzerine bir yük daha bindirilmiş zorla ilerletilmesi için kırbaçlanıyordu. Bu ise bana çok acı veriyordu.

Hastaneye girip, kimseyle göz teması ve iletişim bulundan merdivenlerden aşağı inmeye başladım. Çalışma odamın önüne gelip, eski olan kapının kulpundan çevirip açtım. İçeri geçtikten sonra kapıyı kapattım. İçeri girer girmez fesleğenin o muazzam kokusu sarmıştı her tarafımı, içime derince çektim. Akciğerlerim ferahlamışçasına at gibi tepinmeye başlamışlardı. Nefesimi bıraktıktan sonra gelen kokuya, yani tezgaha doğru ilerdim. Fesleğen çoktan özünü bırakmıştı. Bundan enfeksiyon önleyici ilaç yapılabilirdi.

Yarım saat kadar önce olayları yaşamayan ben değilmişim gibi ya da burada kala kala dünyanın devam ettiği, anlayışına kaptırmış hemen işime dönmüştüm. Kapının yanındaki ahşap askıya astığım önlüğü alıp giydim...

"Biz çıkıyoruz."

Kapının açılmasını bile duymayan ben, korkuyla Zemheri'ye baktım. O da korktuğumu anlamış ve bana gülmüştü.

"Burada birkaç işim var. Ben dönerim siz gidin." dedim kaynar suyu kuşburnun üzerine dökerek.

"Çok yoruldun sende yarın devam edersin." dedi çocuğu dillendiren anne misali.

"Çok fazla ilaca ihtiyaç var bir an önce eksiği kapatmalıyım. "dedim o da daha da fazla ısrar etmemişti.

"Tamam Allah'a emanet ol." dedi bende başımı, yukarı aşağı sallayarak ona cevap verdim.

Yavaş yavaş tahta kaşığı tencerede gezdirdim. Sonra kimyasalların bulunduğu dolaba gidip, kapaklarını açtım içinden; Oksitetrasiklin, gentamisin, linkomisin ve sitrik asiti elimde getirdiğim tepsiye dizdim. Tekrar ilaçların üzerinde çalıştığım tezgaha yöneldim...

Toplamda bugün sekiz ilaç yapmıştım. Normalde ilaç yapımı benimkisi gibi uzun sürmezdi. Ama elimdeki imkanlar bu kadara yetiyordu buna da şükürdü. Sol kolumdaki saate baktığımda 02:11'di. Zaman ne çabuk geçmişti, boynum, sırtım ve ayaklarım isyan bayrağı çekmeye hazırlanıyorlardı. Haksız da sayılmazlardı. Bünye bu kadar ayakta kalmaya alışık olmayınca böyle tepkilerle karşılaşmak pek de anormal olmasa gerek.

Yıkacakları yıkadıktan sonra güzelce yerlerine kaldırdım. Üzerimdeki önlüğü çıkardım. Ortamın sıcaklığından dolayı az da olsa içeriye hava girmesini sağlayan camları kapadım. Çalışma masasına koyduğum çantamı alıp, kapının yanındaki askılığa önlüğümü astım. Işıkları ve kapıyı kapatıp merdivenlere yöneldim.

Annemin sesini birkaç gündür duymuyordum. Bu saatlerde teheccüd kıldığı için bir ümit telefonun olduğu odaya adımlarımı yönelttim. Etrafta tek tük hemşire ve asker vardı. Hangi hemşireyi görsem erkekti, bu da aslında gece kadınlara sarkıntılık edilmesin diye alınan bir önlemdi. Tabi ben bu kategoriye giriyorsam bu benim içinde geçerliydi.

Koridordan geçerken birkaç askere denk geldiğim zaman adımlarımı hızlandırıp u dönüşü yapıyordum. Normalde beş dakika bile sürmeyecek telefon odasına, on beş dakikada gelmiştim. İçeride olan adama arama yapacağımı söylediğimde beni yalnız bırakmıştı. Numarayı çevirip annemin sesini duymayı bekledim.

"Alo." diye açtı kalın ses.

"Baba! Selamünaleyküm benim." dedim gözlerimin dolmasını yine engel olamayarak. Anne diye diye babam tarafında hayırsız bir evlat olmuştum. Neyse ki bunu fazla takılmamış beni annemle yalnız bırakmıştı.

"Alo. Beyaz kuzum." dedi benim tatlı annem. Tenimin fazla beyaz olmasından dolayı küçüklüğümden beri, sevgi fışkırması yaşadığı an bana böyle seslenirdi.

"Nasılsın anne?" dedim özlem çıkan sesimle. Eğitimimi farklı şehirde değil de onların yanında aldığım için içimdeki özlem duygusuna hakim olamıyordum.

"İyim. Sen nasılsın? Nasıl gidiyor? Zarar görüyor musun? Güvende misin? Meyra..."

Her zamanki annemdi işte...

"Buradayım. Merak etme Elhamdülillah iyiyim. İlaç yapmayı bitirdim az önce sizi özlediğim için sesinizi duymak istedim."

Alışkanlık gereği telefonun kablosu ile oynamadan kendimi alamıyor bir yandan da konuşmamı sürdürüyordum.

"İyi ol da sen. Biz de iyiyiz. Çok şükür. Sen bizi merak etme."

"Hımm iyi."

"Neyin var senin? Canını sıkan bir şey var gibi.. "dedi.

"Bilemiyorum anne. İçimde, geldiğimden beri sıkıntı var istemsiz neden olduğunu bilmediğim halde vicdanım sızlıyor. Anlayamıyorum neden olduğunu." dedim.

"Bir insanın içinin sıkılması iyi şeydir kızım. Allah tarafından verilen bir lütuftur. Allah belki seni daha fazla huzurunda görmek istiyor olabilir. Ya da bir şeyleri yanlış yapıyor olabilirsin kızım. Ne yaptıktan sonra canın böyle sıkılıyor. İlla ki bunu tetikleyen bir şey vardır."

Tetikleyen şey neydi? Neden sonra oluyordu bu? Şu an zihnim o kadar doluydu ki doğru düşünme aktivitemi kaybetmiş gibiydim.

"Meyra."

"Buradayım. Sadece düşünüyordum." dedim.

O sırada burayla sorumlu olan adam içeri girerek, "Arama hakkınız dolmak üzere" dedi. Hem babamla hem de annemle konuştuğum için fazla zaman tutmuştu. Başımla onaylayıp tekrar telefondaki sese kulak verdim.

"Ne oldu?" dedi annem endişeli sesiyle.

"Bir şey olmadı. Telefonu kapatmam lazımmış. Burada böyle zaman sıkıntısı var." dedim. Annem ise beni birazda olsa rahatlatmak için şu sözleri söyledi:

“İşlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuzda yaralar açar.” (Bediüzzaman Said Nursi)

İçeriye tekrardan uyarmak için gelen adama başımı aceleyle sallayıp:

"Anne ben kapatıyorum. Allah'a emanet olun." dedim ve yüzüne kapatmak zorunda kaldım. Adamla göz teması kurmadan, odadan hızlıca çıktım.

İşlediğim bir günahtan dolayı mı böyleydim. Ben ne günah işliyordum. Üzeyir'den dolayı mı? Ama ben onunla ilgili hiç öyle şeyler düşünmedim ki yanlış şeyler. Düşünmedim evet düşünmedim. Yoksa düşündüm mü? Yoksa yaşadım mı?

Kaldığım yere düşüne düşüne gitmeye başlamıştım. Resmen elimde papatyayla düşündüm, düşünmedim yapmıştım. Kaldığım binaya giriş yaptıktan sonra hemen kendimi duşa attım.

Bol bir mavi eşofman tarzında pantolon, üzerine ise dizlerimde biten beyaz uzun kollu spor eşofmanımı giydim. Bugün yazma yerine üzerimdeki giysinin kapşonunu çektim burası az da olsa nemli bir yer olduğu için açık tutmam gerekti. Lakin burada bu imkanlar dahilinde yapamazdım. Ne de olsa bizi düşman olarak görenlerin işgal ettiği topraklardaydık.

Dibimden gelen Zemheri'nin seslerini duyuyordum. Lakin ona cevap verecek ve dediklerini anlayacak, bir şekilde ruhumu vücuduma teslim etmemiştim.

...

"Buraya giremezsiniz!"

Bu ses Zemheri’nin sesiydi. Bu kız ne yaşıyordu? Karmaşanın sesine sadece mırıldanmalar ile cevap veriyordum. Hem ruhum hem de bedenim yorgun olduğu için ve artı uykuya olan düşkünlüğümden dolayı tekrardan rüya alemine geri döndüm.

"Hepsini dışarı çıkarın!" dedi tanıdık o ince ses.

Kesilen uğultu tekrardan artarak benden uzaklaşıyordu. Gözlerimi aralayıp ne oluyor diye bakmak istesem de sanki karabasan istilasına yakalanmış gibiydim.

Saçlarımla oynanmasıyla daha çok yastığa yüzümü gömmüştüm. Benim tatlı arkadaşım rahatlamam için saçlarımı okşuyordu iyi de Zemheri asla saçlarımla ve başkasının saçlarıyla oynamayı sevmezdi. Dışarıdan gelen ani bir silah sesleriyle yattığım yerden doğrulup, elimi kalbime koyup etrafa baktım. Üzerimdeki karabasan ani bir şekilde kalkarken zihnim sonunda uyanmıştı.

"Korkma bir şey olmadı." dedi yarı açık ve yarı uykulu halimle sağ tarafımda diz çökmüş siluet gördüm. Gözlerimi kısıp tekrar ona baktığımda karşımda Üzeyir'i görünce:

"Yok artık. Delirdim ben." dedim gülerek tekrar yastığa başımı koyup, ona sırtımı dönüp gülmeye başladım.

Kapşonumdan çıkıp önüme gelen kahverengi saçlarımı tekrar yerlerine tepmek için elimle, içeriye sokmaya çalıştım. Lakin uyku mahmurluğuyla elime dolamıştım ve canım acımıştı gözlerimi ani bir şekilde açtım. Kapşonumu açmadan saçlarımı geriye doğru tepmeye başladım. Uyku çoktan beni terk etmişti. Çok hoş bir esneme yapmayarak sağ tarafıma dönmemle lacivertlerle denk gelince bir ona, bir etrafa, bir kendime baktım. İşaret parmağımı ona götürünce o da benim parmağımı gözleriyle takip ediyordu. Şu an yaptığım şey tuhaf olabilirdi lakin ben rüyada olduğumu kanıtlamak için onun koluna dokunmaya karar vermiştim.

Çünkü ben rüyam da onu görüyordum!

Parmağım gerçekten onun üniformasının kumaşını hissetmişti. Gerçekten onu hissettiğimi anlayıp avazım çıktığı kadar bağırıp, kendimi bastırmak için ellerimi ağzıma götürdüm. O ise attığım çığlıktan rahatsız olmuşçasına yüzünü buruşturmuştu.

Tesettüre uygun olmayan bir baş kapayış ve üstle onun önündeyim. Başını kaldırarak bana bakınca, yatağımın yanında olan demir komidinin üzerindeki cam şişeyi ona geçirdim. Korkudan ve heyecandan ne yapacağımı şaşırmıştım. Hayır ben olması gerekeni yapmıştım!

O eliyle başını tutunca, bende yataktan inip kapıya yöneldim. Açtığım gibi kapatmam bir oldu çünkü karşımda belki beş belki yedi asker vardı. Yedi kişiden kurtulamayacağım için üzerimdeki kıyafetlerden dolayı vazgeçtim. O ise eliyle başını tutup yanımda bitmişti, ben ise onu itilemeye elimden geldiğince tekmelemeye başladım.

"Dur artık." dedi

"Ne durması! Ne yaptığını sanıyorsun sen! Bırak beni." dedim sinirden ağlamaya başlamıştım. Sarı saçlarından akan kan, soluk teninden şakaklarına kadar akıyordu. İki eliyle beni tuttu. Ben ise halen çırpınıp, onu iteklemeye çalışıyordum.

"Sana anlatmak için buraya geldim."

Gözleri inatla gözlerimle buluşmak istese de buna izin vermiyor onu daha fazla zorluyordum.

"Bırak beni dinlemeyeceğim seni! Ruh hastası." dedim bağırarak. Kapşonum neredeyse başımdan kayıp düşecekti.

"Beni dinlersen gideceğim." dedi. Nasıl bir hengamenin içerisine düşmüştüm. Bunun için mi yurdu basmış onca sağlıkçıyı telaşa sokmuştu. Örtülü olan arkadaşlarım şimdi ne haldeydiler? Ya başını örtmeden uyuyan arkadaşlarım varsa? Allah’ım!

"Dinlersem gideceğine söz veriyor musun?" dedim bir umutla. Yine çaresiz bir şekilde boyun eğmek zorunda bırakılmıştım. Hemen ellerimi bırakıp, başını aşağı yukarı sallayıp:

"Söz veriyorum. dedi.

"Dön arkanı." dedim o ise anlamamış gibi yüzüme bakınca:

"Üzerimi giyineceğim."

Açıklamam ile gözleri birden vücudumu bulunca, ne yapacağımı bilemeyerek sadece refleks haliyle ellerimi yüzüne kapattım.

"Bakma." dedim. Resmen ellerim adamın yüzündeydi. Şimdiye kadar haram olan bir kişiyle, el teması bile bulunmayan ben; hem haramın hem de düşmanımın yüzündeydi ellerim. Ellerimin üzerine, ellerini götüreceğini anlayınca hızla ellerimi çekip, kollarından tutup sırtını bana döndürdüm.

"Sakın dönme, dönersen ömür billah dinlemem." dedim.

Kararlı göründüm. Peki bu pratikte ne kadar etkili olmuştu onu bilemiyorum.

"Tamam dönmüyorum." dedi sağ elim onun başından yaraladığım kandan dolayı kırmızı olmuştu. Ellerimi hemen üzerime silip, kapının yanında olduğumuz için bana ait olan gardıropu açıp, içinden feracemi ve siyah uzun içini göstermeyecek baş örtümü örttüm. Gardıropun kapağında olan aynaya baktığımda saçım görünmüyordu. Kapağı kapatıp ona döndüm.

"Anlat şimdi." dedim istemsiz bir o kadar sitemli çıkan sesimle.

"Ayakta mı?" dedi başından akan kanı eline silerek. Ben ise gözlerimi pörtleterek ona bakınca, o başını sallayıp devam etti.

"O çiçeği bu kadar sevmemin nedeni annem." dedi sözünü bitirmeden.

"Bunu daha önce söylemiştim. Anlamıyorum senin derdin ne?" dedim o ise beni es geçip karşımdaki yere oturup sırtını duvara yasladı.

Dar olan koridorda saçma bir neden yüzünden buradaydık. Ben de aynı şekilde ayakta kalıp yorulmak istemediğimden, ben de oturup bağdaş kurdum sırtımı gardıroplara yasladım.

"Babamı hiçbir zaman tanımadım. Anneme babamı sorduğumda 'öldü' derdi başka bir şey söylemezdi. Hatta onu sorduğum zamanlarda o kadar çok sinirli ve agrasif tepkiler verirdi ki anlamazdım. Üzülürdüm o da üzüldüğümü anlayınca gelir bana o sıcak sarılmasıyla sarılırdı." dedi titrek bir gülümseme gösterse de gözünden akan yaşa engel olamamıştı. Gözünden akan yaşı eliyle sildi.

İlk defa karşımda ağlayan bir erkek görüyordum. İçimde kesinlikle ona karşı, acıma duygusu yoktu. Bir an önce defolup gitmesi için içimden dua ediyordum. Derin iç çekerek devam etti:

"Bir gün bahçede oynarken annem hızlıca yanıma gelip, elimden tutarak ikimizi eve kilitledi. Üstü başı yırtılmış, saçı başı dağılmıştı onu birisi hırpalamıştı. Ne olduğunu sorsam bana cevap vermiyordu. Çocuk aklımla onun oyunlarına kanıp unutuyordum. Bu olay birkaç gün devam etti. Annemi hep ağlarken birilerinden yardım isterken görmüştüm. Annem bana yine nedenini söylemedi. O gün annem bahçeye çamaşır asıyordu. Ben ise ön bahçede toprakla oynuyordum sanırım. Koşarak yanıma geldi bir şey söylememi beklemeden beni oturma odasında olan, büyük sandığın içine koydu. Ağlamaya başlayınca 11 yaşına kadar dayak yememiş olan ben annemden ilk dayağı yemiştim. Bana sandıktan asla çıkmamamı söylemişti. Ağlaya ağlaya o sandıkta bekledim. İçeriden bir adam sesi geliyordu. Ve anneme bağırıyordu. Ne dediğini hatırlamıyorum tek hatırladım şey annemin bağırışlarıydı. Annemin asla çıkma dediği olan sandıktan çıktım. Keşke.. keşke çıkmasaydım." dedi bacaklarını kendine doğru çekip kol dirseklerini onlara yasladı. Başını ise ellerinin arasına aldı. Karşıdan bakan bir insan benim ona işkence ettirerek konuşturduğumu düşünürdü. Takındığı hareketler, yutkunarak ve zorla konuşması dediklerimi kanıtlardı.

"Sandıktan çıktım. Seslere doğru ilerledim. Mutfağın kapısından baktığımda, annemin yerde adam ise onun üstündeydi. Ve ona, anneme vurduğunu gördüm. Ve ağlamaya 'anne' demeye başlayınca. Annemin gözleri bana dönmüştü korkuyla 'Git buradan!' diye bağırmıştı. Adamda beni fark edip bana doğru yönelmeye başlayınca. Annem adamı, kendine çekmeye çalıştı. Sokaklarda dolaşan abilerden gördüğüm bıçak saplama işini, hiç düşünmeden masanın üzerindeki bıçağı alıp adama saplamaya yeltendim. Ama o annemin üzerinden çekilince, ben..."

Dediklerini tamamlayamadan hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. O kadar içten ağlıyordu ki! Dayanamamıştım. Ama onu teselli edecek bir harekette bir sözde de bulunmamış sadece ona bakıyordum.

"Ben..ben annemi öldürdüm! Ben annemi öldürdüm! Ben bu dünyada ihtiyacım olan tek şeyi yok ettim. Düştüğümde acıma şifa olsun diye koştuğum kadını yok ettim. Mutfaktaki tabak çanak sesini enstrüman yapıp bana şarkı söyleyen kadının sesini ben yok ettim. Ben onu öldürdüm üzüldüm lakin sonra anladım ki ben ölmüşüm."

Son dediği ile ağzından bir hıçkırık kaçtı dedikleri o kadar acı vericiydi ki biraz daha ağlamaya devam ederse, benim de hıçkırık sesim odaya karışacaktı. Yaptığı hatalar çoktu hatta affedilmesi zor hatalarda yapmış olabilirdi. Lakin şu an annesini kaybetmiş biri varken ve bende de bu merhamet duygusu fazlaca yaşanırken, duygusuz bir şekilde davranamazdım. Bu ben değildim. Kendimi tutamayıp:

"Senin hatan değil. Sen sadece anneni kurtarmak istemişsin." dediğimde hıçkırığı kesip hemen gözlerini bana çevirdi. O kadar yoğun bakıyordu ki bakışlarımı hemen çektim. Yere odaklandım. Ondan da ses gelmeyince tekrar bakışlarımı ona yönettim. Başını duvara yaslamış bana bakınca:

"Bitti galiba." dedim toparlanmaya kalkınca.

"Hayır. Her şeyi sana anlatmak istiyorum." dedi toparlandığım yere tekrar oturdum.

"Sonra o adam gitti. Annem de o da gitti. Sonra benim ifademi aldılar suç benim üzerime kalmıştı. Bundan dolayı sıradan bir yetiştirme yurduna göndermediler. Bakıcı anne yerine gardiyanlar bize bakıyorlardı. Çok kötü bir yerdi hiç sevmemiştim aslında sevmemin nedeni annemin yokluğuydu. Çocuklar sesli ağlayamazlardı zaten pek, çocuğa benzeyen insanlarla dolu bir yer olduğu da söylenemezdi. Ben ağladığımda kaldığım oda da olanlar benimle alay edip, dövdükleri için ben de zemin katta iner orada ağlardım. Yine zemin katta olduğum bir gün, yangın çıkmıştı. Yangından tek kurtulan ve tek başına çıkan olduğum için bu olayda benim üzerime kaldı. Ben onları sevmezdim ama ölmelerini de istemiyordum." dedi tekrar bana bakarak. Ben ise başımı yere eğdim. Gözleri onu onaylamam için ısrarla üzerime dolaşsa da ona inansam da bunu yapmayacaktım. Ormanda kaybolduğum zaman adamın anlattıklarını doğruluyordu ama sadece dışını, içini değil.

"Sonra beni buldular ve asker olarak yetiştirdiler."

"Olmaya bilirdin." dedim. Yolunu farklı çizebilirdi belki ya da bilemiyorum.

"Bana herkes korkuyla bakıyordu. 11 yaşındaki çocuktan korkup, yollarını değiştiriyorlardı. Ben ise hiçbir şey yapmamıştım. Bana kapısını açan ve hayatımda baba hissini tatmadığım birisi sayesinde, o hissi tattım ve onun bana çizdiği yolu takip ettim."

"Bir nevi kukla olmayı." dedim kaşlarımı kaldırarak. Yarası az da olsa kanamaya devam ediyordu.

"Hayır. Bu kuklalık değil. Bir insan sevince kuklalık olmaz. Ben toprağımı da bayrağımı da seviyorum."

"Sev, sevmemen tuhaf olur. Lakin siz, bayrağınızı sevdiğiniz için mi o kadar zorbalık yapıyorsunuz!" dedim hiddetle. O da duygusallığı bir kenara bırakıp ciddileşmişti. Başını yasladığı yerden kaldırıp gözüne gelen kanı koluna sildi.

"Biz zorbalık yapmıyoruz. Asıl zorba olan senin tarafını tuttuğun kişiler. Onlar ülkemi ve insanları tehdit ediyorlar."

"Bu topraklarda daha önce Müslümanda yaşardı Hristiyan da şimdiye kadar ezildiniz mi? Zorla toprağınız elinizden alındı mı? Ya da kızlarınız hiç tecavüze uğradı mı?" dedim. Kaşlarını çatmış bana bakıyordu.

"Sizin zamanınız da ikinci sınıftık!" dedi sonra devam etti. "Genelleme yapma! Ben bütün Hristiyanlar iyi diyemem ama bütün Müslümanlarda iyi değil." dedi. Ve ben de ona ekleme yaptım:

"Önemli olan taşıdıkları kimlikleri, üzerinde ki dinleri değil. Önemli olan bunu yaşayıp yaşayamadıkları."

Eliyle beni işaret ederek:

"Bak işte kendin söyledin."

"Sen bu kategoriye girmiyorsun." dedim o ise gülerek, yarı açık gözleriyle:

"Neden daha önce hiç zorbalık yaptığımı gördün mü?" dediğinde 'Sen ciddi misin?' bakışı göndermiştim.

"Zaten ben de kahve içmek için çağırmıştım." dedim gülerek o da güldü. Soruyu değiştirip:

"Bana anlattıkların bittiyse artık git."

"Neden sana anlattığımı sormayacak mısın?"

"Bittiyse artık git. Arkadaşlarım yeterince ağaç ettin." dedim o ise duvardan destek alarak ayağa kalkmaya başlayınca, düşer gibi oldu. Ben de refleks olarak ellerimi ona uzanacaktım ki geri çekildim. O ise bana kısa bir bakış atıp kapıya yöneldi.

"Neden bana anlattın?" dedim sol baş parmağımı ağzıma götürerek sıktım yapmıştım yapacağımı yine. O ise arkasını dönmeden:

"Annemden kalan tek öğüt Cennet Kuşu çiçeği idi. Ben de bu çiçeği sevdim."

...

Ben hala Üzeyir'in dediklerini atlamamışken, başımda dört dönerek bir şeyler anlatan Zemheri vardı. Ben olayın şaşkınlığıyla kala kalmışken Zemheri beni boş bir odaya çekmişti. Kalbim en son korkudan bu kadar hızlı atmıştı ama bu farklı bir atıştı. Neredeyse ağzımdan çıkıp dışarı fırlayacaktı kalp atışım. Bu kadar heyecanlanmamalıyım hayır ilk defa böyle bir şeyle karşılaştığım için kalbim bu kadar hızlı atıyor.

"Sana diyorum iki saatir!" dedi burnundan solumakta haklı olan arkadaşım.

"Hımm." dedim gülerek. Bu tavrım onu fazla sinirlendirmişe benziyordu ki, omuzlarımdan tutup beni salladı.

"Kendine gel artık! Meyra seni görebiliyorum. Halini, tavrını, geçer dedim yanlış anlıyorum dedim. Ama ben daha fazla susamam. Arkadaşımı nefsine teslim edip; cehennem ateşine bile bile gitmesine izin veremem." dedi anlamayan gözlerle ona baktım.

Geç düşen bildiri ile gözlerimi hızlıca kırparak onun o, ciddi haline baktım. Hemen itiraz etmeye kalkmıştım ki o beni susturdu:

"Ağzın itiraf edemiyor ama gözlerini görüyorum kardeşim.”

Üzgün ve endişeli haliyle kelimlerine dikkat etmeye çalışıyordu. Devam etti:

“Çoklamak değil amacım lakin o bizim düşmanımız onu da geçtim. Haram be kardeşim. Sen ne zamandan beri haram olan bir insanla bu kadar yakınlık kurdun. Söyle bana?"

Söyledikleri içimde bir suçluluk belirtisini göstermiş ve gözlerim dolmuştu annemin bana söyledikleri şey aklıma gelmişti. 'Bir şeyleri yanlış yapıyor olabilirsin kızım. Ne yaptıktan sonra canın böyle sıkılıyor. İlla ki bunu tetikleyen bir şey vardır' Evet şimdi sızısını daha iyi hissediyordum. Kendim o kadar nefsime kaptırmıştım ki? İmanımın zayıflığı ve şeytanın 'Yanlış yapmıyorsun' demesine kanmıştım. Gözlerimin çevresi pirinç tarlasına dönmesi yakındı, burnumun ucu sızlamaya başladı.

"İnsanız kusurumuz olacak elbet, kusursuz olsaydık tevbe etmenin ne anlamı kalırdı. Ayağımız kayacak, düşeceğiz hatta batacağız ama Rabbimiz ne diyor. 'Kulum gel bana af dile benden, ben seni affedeyim.' diyor. Hem ne güzel söylüyor hadisi şerifte 'Kulunun tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ'nın duyduğu memnuniyet, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden çok daha fazladır.' (Buhârî, Daavât 4; Müslim, Tevbe 1, 7, 8) Son nefesimizi verene kadar tevbe kapısı açık. İş işten dönmeden toprak olmadan tevbe edelim." dedi.

Gözyaşlarımın ardı arkası kesilmiyordu. Hem utanmış hem de kendime sinirlenmiştim.

"Teşekkür ederim. Allah senin gibi bir dostu benim karşıma çıkardığı için hamdolsun. Affet beni Zemheri ben..."

Sözlerim boğazıma dizilmişken başımı kollarımın arasına gömdüm.

"Benden değil. Rabbimden iste. Biz kullar uyarmakla yükümlüyüz. Hesabımızı Rabbimize vereceğiz. O'nun affetmesi lazım. Ondan geldik yine ona döneceğiz. Al bunları, vermek istiyordum oku belki o zaman hatanı daha iyi görürsün. dedi ve odadan çıktı. Elime tutuşturduğu kağıt parçalarındaki yazıları görmek için buğulanmış gözyaşlarımı sildim. Ve okumaya başladım."

Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. ( Nur, 31.)

"Ben nefsimi temize çıkarmıyorum, çünkü her nefis kötülüğü emreder." ( Yusuf, 53. )

"Peygamber (sav) bir gün Hz. Ali (r.a.)' a şöyle dedi:

"Ey Ali muhakkak ki cennette senin için bir köşk vardır. Bir bakışa ikincisini ekleme. Birincisi senin için mubahtır. Fakat başkaca bakma hakkın yoktur." ( Tirmizi, Edeb, 2777; Ebu Dâvud, Nikâh, 2149; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/353, )

Yine harama bakmakla ilgili olarak Rasulullah (sav) şöyle buyuruyor:

"(Harama) bakmak İblis'in atılmış oklarından bir oktur."( Hâkim, Müstedrek, İV/314: Deylemi. Müsned. 6872.)

Rabbim bakma dedin. Ama ben baktım Ya Rabbi affet beni! Ben düşmanım olmaz dedim. Ama daha büyük felaketinin içinde olduğumu unuttum.

Rabbim affet beni!

Ben acizim sen ise kudret sahibisin affet beni. Rabbim benim inancım o kadar zayıf ki günahların karşında çırpınamıyorum bile. Bana güç ver. Sen bu ayetleri yaşayabilecek bir kul et.

Rabbim affet beni!

Harama bakmamayı nefsim kabul etmedi. Şeytanın oyununa geldim. Halbuki harama götüren en büyük etkenin gözler olduğunu unuttum Rabbim. Ben acizim ve faniyim. Ben yoldan sapanlardan oldum Rabbim beni senin yolunda olanların yoluna çevir. Rabbim bana güç ver.

Rabbim beni affet!

Gözyaşlarım, gözlerimi temizleye çalışır gibi hiç durmadan akıyorlardı. Elimde son olan kağıdı okudum.

"Nefsim kudret elinde olan Zât'a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helâk eder; sonra günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi."(1. Müslim, Tövbe 9.)

Bir kul günah işledi ve 'Yâ Rabbi, günahımı affet!' dedi.

Hak Teâlâ da, 'Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.' buyurdu.

Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve 'Ey Rabbim, günahımı affet!' dedi.

Allahu Teâlâ da, 'Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.' buyurdu.

Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve 'Ey Rabbim, beni affeyle!' dedi.

Allahu Teâlâ da, 'Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi olduğunu bildi. Ey kulum, dilediğini yap, ben seni affettim.' buyurdu."(2.Buhârî, Tevhid 35; Müslim, Tövbe 29.)

"Ancak tövbe eden ve güzel işler yapanlar bundan müstesnadır. Allah onların günahlarını silip yerlerine iyilikler verir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."( 8. Furkan sûresi, 25:70.)

"Her insan hata işler; ama hata işleyenlerin en hayırlısı, çok tövbe edenlerdir." (9. Tirmizî, Kıyâme 49.)

                                                                                                              

 

Yorumlarınız ve oylarınız çok kıymetli. Lütfen es geçmeyin...

Loading...
0%