Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Mavi̇ Kıta’ya Yolculuk

@lilyum_cicegi

Hayatın içinde saklıdır eksik hissettiğimiz o, nota

 

GÜNLÜK

Yalnız değildim ama içimde bir yerde en yakınıma bile anlatsam gitmeyen bir serzeniş vardı. Bu yazıları yazmak benim için koca bir ihtiyaçtı. Kendimi dinlemem ve görmem gerekliydi. Bunun en güzel yolu da kelimelerdi. Sessiz kelimeler… Tuttuğum yabancı kalemle gerçek hislerimi buraya aktarabileceğimden emin değilim. Ama biraz olsun rahatlatacağını ümit ederek mürekkebi kayışını izliyorum. Ne zaman içimdeki ihtiyaç duygusu biterse işte o zaman bu günlüğü sonlandıracağım.

Elimdeki iğneyi mendilin kumaşına batırdım, ters çevirip arkasındaki ipe düğüm attıktan sonra koltuğun kenarına koyduğum gümüş makasla iple kumaşın bağını kopardım. Ütü yaptıktan sonra kaldırılmayan ütüyü, hemen mendilin üzerinde gezdirip motifi daha da belirginleştirdim. Elime alıp ona masum masum bakmaya başlamıştım. Bunu fark eden Zemheri:

"Yine ne fesat düşüncelere daldın?" sözünü bitirmeden kıkırdamaya başlamıştı. Ona yalandan kızgın bakış atarak, ''Tövbe tövbe.'' dedim. O ise genişçe gülümsemesinin yerine dudaklarına tebessümü bırakmıştı. Bana bir adım atarak:

"Tamam tamam kızma. Bakayım mendiline."

Ben de bu duruma takılmayıp elimdeki mendili ona uzattım. Mendili elimden alıp üzerine işlediğim çiçek motifinde elini gezdirerek merakla:

"Üzerindeki çiçek motifi nedir?"

"Cennet Kuşu çiçeği." dedim gülümseyerek. O sormadan devam ettim:

"İlerde eğer evlenirsem, eşime vermek istiyorum. Hep hayalimdi." bakışlarımı halıya çevirerek gönlümden geçen kelimeleri bıraktım. Karşımdaki en yakın arkadaşım olsa bile utanmıştım.

"Çok güzel düşünmüşsün." dedi o da üstelemeyerek. Utandığım, çekindiğim ve konuşmak istemediğim konularda asla beni zorlamazdı. Çok düşünceli birisiydi.

Zemheri bir şey hatırlamışçasına, ellerini hızla çırparak:

"Okuldan belge verdiler. Namazım geçecekti ondan dolayı çantama koymuştum. Sana da verdiler." dedi ve uçuşan etekleri ile odadan çıktı. Ben de yavaş adımlarla odadan çıkıp cilalı ahşap kapıya yaslandım.

Antredeki dolaba koyduğu çantasını bir çırpıda koşarak getirdi. Hızlıca karıştırdığı çantasından iki zarf çıkararak birisini bana verdi. Çantanın içerisinde zelzeleye yakalanmış zarfı, hemen açıp kağıdı çıkardım. Buruşmuş olan kağıdı ellerimle gergide tutarak okumaya başladım. Üzerinde, Salkım Vadisi Sağlık Üniversitesi yazıyordu. Bir ay önce mezun olduğum okuldan gelmişti.

İlaç geliştirme ve yan dal olarak ilk yardım ile ilgili ders almıştım. Zemheri ise hemşireliği bitirmiş, girişimciliğe başlamıştı. Zarfın içerisine koyulan belge tahmin ettiğim şey olmalıydı. Mavi Kıta'nın bir bölgesinde Müslüman kardeşlerimizin sağlık yönünden ihtiyaçları olduğu için gönüllü olarak yazılmıştık. Bu o olmalıydı.

Kağıdı hemen okumaya başladım. Kabul edilmiştim, Zemheri'ye baktığımda bana gülerek baktığımda onun da kabul edildiğini anladım. İkimizde sevinçten birbirimize sarılarak sağa sola birbirimizi savuruyorduk. Aldığım haberden dolayı mutlu olsam da ailem aklıma gelince durgunlaştım. Ailemden izinsiz kayıt yaptırmıştım. Kağıt da üç gün içinde Mavi Kıta bölgesine geçeceklerini yazıyordu.

Zemheri’ye hızlıca veda ederken bir yandan da feracemi giyip çantamı rastgele bir koluma taktım. Vakit kaybetmeden evin yoluna koyuldum. Adımlarımın hızı adeta kalp hızımla aynı ritimde ilerliyordu. Otobüs durağına gelmiştim. Bir yandan kara kara düşünürken bir kaç adım ötemde olan adamın, kanayan eline gözlerim yol alır gibi tutulmuştu. Adamın elinden düşen kan damlalarını izlerken, bir yandan da iç sesimi dinliyordum. Babam yine izin verir. O beni yiğit kızım diye sever. Ama annem ahh annem. Hııh adamın eli kanıyor!

Oturduğum yerden telaşla kalkarak aramıza da mesafe bırakmaya dikkat ederek, "Beyefendi eliniz kanıyor!" hızlıca söylediğim sözlerle adam bana doğru dönmüştü benim gözüm ise halen daha elindeydi. Bu kadar heyecan ve telaş yaparken sanki iki dakika önce adamın eline bakarak kara kara düşünen ben değildim. Ahh arada sırada uçan aklım.

Adam da elini kendine çekerek, kanayan elini sıktı. Galiba tampon maksadında saracak bir şeyi yoktu.

Sırt çantamı hemen kollarımdan çıkarıp çıtçıtını açarak içinde kaybolmak için aramaya koyuldum. Peçete aramak için çantanın içerisinde dolaşan elime bir türlü peçete ulaşmamıştı. Zaten her şey var olan çanta da ne zaman istediğimizi anında bulmuştuk ki?

Saracak bir şey olarak ikide bir elime geçen bugün tamamladığım motifli mendil vardı. Sevdiğim insana vermek için niyetlenerek yaptığım mendilde elim kaldı. Ne zaman çıkacağı belli olmayan veya hiçbir zaman olmayacak sevdiceğime şimdiden bir şey hazırlamaktansa hayallerde değil de karşımda capcanlı gördüğüm zaman yapıp vermeye karar verdim. Daha fazla düşünmeden, mendili alıp adama uzatırken otobüsümün durağa doğru geldiğini gördüm.

"Buyurun bunu kullanabilirsiniz." dedim adam ise tepki vermemişti.

Beklesen de gelmez gözün yollar da bekler, diye dizilerime konu olan otobüsten gözlerimi ayırmıyordum. Son kişi tam binmeden durakta duran otobüsün ilerlediğini görünce, mendili hızlıca adamın eline bıraktım. Çantamı sırtıma geçirirken bir yandan da ona açıklama yapıyordum:

"Sıkıca tampon yapın. Ama yaranız dikiş ister. Ben otobüsü binmem lazım. Allah şifa versin."

Otobüs şoförüne seslenmenin ardından çok şükür kaçırmadan binmiştim. Feracemin cebinde her zaman hazır ettiğim otobüs parasını adama uzatarak, cam kenarındaki koltuğa oturdum.

Mendili verdiğim kişinin yüzüne, doğru düzgün bakmamıştım. Belki görürsem mendilimi alırdım. Ne de olsa mendilimde emeğim vardı. Kaç kere baş parmağım kanamıştı. Bunun beceriksizliğimle alakası yok. Sadece ilk işlememdi!

Onu görmek için başımı sağ tarafa çevirdim. Durakta gördüğüm sadece sarı bir kafaydı. Ben Hristiyan'a mı yardım etmiştim? Ondan belki de benimle konuşmak istememişti. Böyle bir imkansızlık karşısında şaşkınlıkla tekrar önüme döndüm. Ama asıl meselem aklıma gelince kafamda kurduğum ailemle olan münazaramın konuşmasına odaklandım.

3. Günün Sabahı

Zemheri ile birlikte Mavi Kıta'ya geçmek için otobüsteydik. Her zamanki gibi cam tarafına oturmuştum. Servis aracına benzer otobüsün tüm koltukları dolu değildi. Canım bi’hayli sıkkındı. Umduğum gibi olmuştu. Annemin rızasını alamadığım için üzgündüm. Ne kadar açıklasam da oradaki insanların sağlıkçılara ihtiyaçları olduğunu söylesem de, ikna edememiştim.

O da bir yerde haklıydı. Başıma bir şey gelir diye korkuyordu. Kadın olduğum için bir erkekten daha fazla zarara uğrarım diye endişeleniyordu. Düşüncelerine yanlış da diyemem. Ama vicdanım rahat etmiyordu. Salkım Vadisi’n de zaten yeterince sağlıkçı vardı. Hem ben orada savaş ortamında olmayacaktım. Lakin Mavi Kıta askerlerinin denetim altında olacaktık. Belki de annem en çok da bundan korkuyordu.

"Geldik." dedi Zemheri. Araç, kontrol noktasında durmuştu. Cama gözlerimi çevirerek etrafa baktım. Aracın önünde telden bariyerler, askeri araçlar ve ellerinde silahla tetikte bekleyen Mavi Kıta askerleri vardı. Askerlerden biri şoföre bir şeyler söyleyince şoför araçtan inmemizi söylemişti. Kimisi kısık sesle bir şeyler söylerken kimisi de Zemheri ve benim gibi sessiz kalmıştı. Yanımda oturan Zemheri’de kalkınca hareketimizden dolayı sallanan araçtan indik. Bir kısım askerin gözleri bizdeyken diğerleri araca çıkmış aramaya yapıyordu. İlk defa düşman askeri ile karşı karşıyaydım. Cesaretim gitmemişti ama içimde az da olsa tedirginlik filizlenmişti. Bizi araçtan indirip kadın erkek ayrılmamızı söyledikten sonra biz de ayrılmıştık. Anladığım kadarıyla üst araması yapılacaktı. Sessizce beklerken, üst araması için erkek asker gelip kontrol etmeye başlayınca, başımdan kaynar sular dökülmüştü. Asla böyle bir şeye izin veremezdim. Düşman askerini geçtim bir erkeğin kontrol, dahi olsa vücudum da ellerini gezdiremezdi. Nasıl dokunmasına izin veriyorlardı? Neden bu kadar umursamaz ve korkakça davranıyorlardı?

Toplam on kadın ve on iki erkekten oluşan bir sağlık grubuyduk. Birkaç bayan doktor kontrolden geçmişti. Geçtikten sonra onlara ters ters bakmaktan kendimi tutamadım. Ben, Zemheri ve birkaç kişi hala duruyorduk.

"Hadi!"

Asker bize el sallayarak gelmemizi söyledi.

Ben ise ona, ''Kadın asker tarafından kontrol edilmek istiyoruz.'' dediğimde. Yanımda duran kızlar ve kontrolden geçen erkek sağlıkçıların birkaçı bizi destekleyince. Askerler gülmeye başladı.

"Bizim topraklarımızda bize emir veriyorsunuz. Ahmaklar!" komutan olduğu belli olan adama dönerek, istifimi bozmadan aynı onun gibi:

"Unuttunuz galiba ben hatırlatayım. Sizin başkanlarınızın bizzat oluşturduğu bir yasa var. 'Yardım için gelen sağlıkçılara dokunmak ve zarar vermek yasak.' Bundan dolayı kadın asker tarafından kontrol edilmek istiyoruz."

Tek güvencem bu olduğu için ümitle ona sarıldım. İçlerinden bir kadın asker gelip suratsız bir tavırla, ''Tamam Yetro. Ben kontrol ederim. Bir önce defolup gitsinler. Zaten yakında bebeğimin tadına bakacaklar.'' dedi elindeki silahı göstererek.

Ben ise o ruhsuz gözlere, sadece göz devire bilmiştim! Richart denilen dangoz ise pis bir sırıtışla:

"Hay hay hanımefendi." dedi kadın asker yanımıza gelip kabaca üstümüzü kontrol ederken. Az önceki adam dibimde bitti ve bana şu sözleri söyledi:

"Siz de şunu unutmayın bayan. Sağlıkçılar bizi de tedavi etmek zorunda!"

Keyifle salına salına yanımdan ayrıldı. Arkasından bütün ciddiyetimle bakarken Zemheri adeta adamı ismiyle zehirlemek istiyordu.

Gelir gelmez almıştım belayı. Bu kadar cüretkâr konuşmamın tek sebebi sağlıkçı kimliğimdi. O da ufaktan ufaktan kayacak gibi hissediyordum. Kontrol bittikten sonra kırmızı renk olan ama zamanın aşımına uğrayıp eskiyen otobüse tekrardan binip kurulduk. Telden yapılmış bariyer, birkaç asker yardımıyla kaldırıldıktan sonra araba hareket etmeye başlamıştı. O sırada arkalardan bir kız yanıma gelerek:

“Öncülük ettiğin sağ ol. Allah razı olsun.” dedi ben de ona bir şey olmaz tarzında cümleler kurup önüme döndüm.

Neden illaha bir insanın uyuyanları uyandırması veya öncülük etmesi gerekiyordu. Bu dava hepimizin değil miydi?

Birkaç saatin ardından erkeklerden biri geldiğimizi söyleyince gözlerimi dinlendirmek için başımı yasladığım yerden kaldırarak gözlerimi açtım. Bir kasabanın içerisinde sallana sallana ilerliyorduk. Bir kısım insan merakla bize bakarken diğerleri istifini bozmadan yürüyordu. İnsanların arasında bir çocuğun bize el sallamasını görünce tebessüm ederek, görmese bile ona el salladım.

Üzerine kasvet çökmüş kasabada ilerlerken adım başı asker ve askeri araçla karşılaşıyorduk. Askeri araçların içerisinde köşeye park edilmiş tanklar bile vardı. Bu kadar asker fazla olmasının nedeni Salkım Vadisi’ne sınır olmasından kaynaklıyor olabilirdi. Lakin ortada her iki ülke için savaş belirtisi olmamasına rağmen bu kadar teçhizat fazla değil miydi?

Yıkık dökük evlerin arasından sıyrılmış görkemli yalılar ve evler vardı. Koyu yeşile boyanmış küçük büyük binalar büyük ihtimal askerlere ait yerlerdi. Kızlardan biri cama işaret ederek:

“Çalışacağımız hastane burası.” deyince herkes kızın gösterdiği uzak binaya baktı. Beyaza boyanmış bina yılların acısıyla griye boyanmıştı. Yedi katlı görünen binaya ve çevresine uzun uzun baktım. Sosyolojik tez yazmak isteyenlerin sürekli değinmesi gereken, yerlerden birindeydik.

Kimi yollar çamurla kaplanmışken kimi yollar gıcır gıcırdı. Büyük ihtimal bu yollarda askeri araçların geçimini kolaylaştırmak için yapılmıştı.

Bir süre sonra araç durunca kapılar açıldı. Sadece kadınların kalacağı binanın olduğu yere gelmiştik. Çamur olan ayaklarımı taşa sürdükten sonra elimize bagajdan uzatılan valizlerimi aldıktan sonra depon yığını olan binaya girdik. Bizi sevinçle karşılayan yaşı geçmiş kadınlarla biraz muhabbet ettikten sonra kalacağımız odaya yönlendirmişti. Odayı temizlemişlerdi lakin iki temiz arkadaşa göre halen daha kirli görünüyordu. Biraz temizlik ve bakım yaptıktan sonra hemen dinlenmeye karar verdik. Zemheri direk uykuya dalarken ben öylece yatakta uzanıyordum. Gözüme girmeyen uykuyu aramaya çalışsam da içimde yaşadığım huzursuzluk buna izin vermiyordu. Anne-baba rızası, Allah'ın rızasıydı. Lakin ben annemi dinlememiştim. Kaş yaparken göz çıkarmıştım. Annemle konuşmam gerekiyordu. Ama telefon sadece görev yapacağımız hastane de vardı. Sıkıntılı bir nefes vererek kumaşımın altında kalan saatimi ortaya çıkarıp gözlerimi kısarak baktım. Saat, 01.30’du. Dışarı çıkıp annemle konuşma isteğim olsa da bu saatte dışarı çıkmam benim için tehlikeli olabilirdi. Tekrar gersin geriye yatağa yattım. Yattım ama içimin huzursuzluğundan ağlamaya başladım. Bir bataklığa düşmüş de çırpınıyordum sanki. Ellerimi açıp dua ettim. Her zaman yaptığım şeyi yapmaya karar vererek, çantamdan hiç ayırmadığım meali çıkarıp içimi rahatlatmak için rastgele bir ayet seçip okumaya başladım.

"Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O'ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O'nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir." (Yunus Suresi, 10:107)

O an içime öyle büyük bir istek ve bir gaz geldi ki, hemen yattığım yerden kalkıp siyah bol feracemi giyip, her ihtimale karşı yazma ile örttüğüm başımı açıp uzun siyah başörtümü örttüm.

Zemheri'yi uyandırmak istemedim. Uyandırsam çok normal bir tepkiyle beni durduracaktı. Bu sebeple parmak uçlarımla hızlıca yürüyüp beş kişilik odanın kapısını sessizce açıp dışarı çıktım ve kapıyı aynı sessizlikle kapadım. Yansa bile faydası olmayan cızırtılı lambanın yanından geçerek merdivenlerden inmeye başladım. Binanın dış kapısına geldiğimde arkamı kolladıktan sonra cama doğru gözlerimi yöneltip etrafı gözetlemeye başladım. Bahçenin ilerisinde, askeri gözetleme kulesi vardı. Elimi kalbimin üzerine koyup:

“Ne vardı sanki rıza gösterseydin?” sessizce söylerken etrafı gözetlemeyi bırakmamıştım. Arkaları dönük olan askerleri görünce hemen harekete geçtim. Arkalarını dönüp beni görme ihtimallerine karşı eğilerek ilerlemeye başladım.

Saplantılı olan insanlara benzemiştim. Kafaya öyle koymuştum ki gözüm hiçbir şey görmüyordu.

Adımları seri hızda atarken sonunda binadan uzaklaşmıştım. Bir yandan etrafı kolaçan ederken bir yandan da gideceğim yolu bulmaya çalışıyordum. Adım başı kontrol noktalarını gördüğüm için evlerin arasından ilerliyordum. İlerden askeri aracı görür görmez evin duvarına gizlenip onun geçmesini bekledim.

Bir kaçak veya direnişçilerden değildim ama gece bu saatte dışarıda olan bir bireydim. Bu da beni tutuklamaları için gerekli sebepti. Arada sırada içimi derin bir korku salsa da bu kadar yol almışken geri gitmek istemeyip yola devam ediyordum.

Araç sonunda yanımdan uzaklaşınca derin bir nefes verip evlerin arasından geçip çıktım. Evler artık tek tük olduğu için aralarından gezemiyordum. Uzaktan gri binayı ve otobüsteyken gördüğüm hastane yoluna işaret eden tabelayı gördüm. Sevinçle içimden şükrederken yolda ilerlemeye başladım. Ama dikkat çekmemek için yoldan değil de yolun biraz ötesinden ilerlemeye devam ettim. 15 dk falan ilerlemiştim, ama hastanenin binasını halen görememiştim. Etrafıma bakınmaya başladım. Normalde gelmiş olmam lazımdı. Otobüsteyken kaldığımız yer ile hastane yakın görünüyordu. Biraz daha ilerlemeye başladım. Birden sağ tarafımda bembeyaz ışıklar yanınca, irkilerek geri gitmeye başladım. Ta ki o sesi duyana kadar:

"Ellerini kaldır."

İşte şimdi başım beladaydı. Az çok aydınlık olan yerde yakalanma tehlikesi yüzünden karanlık yolu seçmiştim ama sonuç şaşkınlıktı. Şaşkınlığımı halen daha sürdürürken bu sefer seslenmek yerine ayaklarımın olduğu yere birkaç tane ateş ettiklerinde irkilerek ellerimi kaldırdım. Işıktan dolayı gözlerim kamaşıyordu. Ellerimi gözlerime kapatarak ışığın gelmesini engelledim. Gözlerim kendine gelirlen beyaz ışığın kaynağını bulmuştu. Işık arabanın farlarından geliyordu. Daha önce ışık olmadığına göre karanlık yolda gizlenmişlerdi.

O sırada hemen etrafımı beş asker sardı. Bir kadın için beş asker, gülmemek için zor tuttum kendimi. Bir asker üzerime doğru gelmeye başlayınca odağıma onu yerleştirdim. Dibimde biten askerden uzaklaşmak için adım atmaya kalsam da elleri omuzlarımı bulmuştu. Ellerinden kurtulup:

"Çek ellerini!" dedim geri giderek. O ise arkamdaki askerlere komut verdi.

"Tutun şunu!"

Kaçmak için hareketlendim ama etrafımı saran askerler buna izin vermedi. İki tanesi kollarımda sıkıca tutarak beni adamın karşısına diktiler karşıdan gelen ışıkla birlikte gözlerimi kısarak adamın yüzüne sertçe haykırdım.

"Ben sağlıkçıyım. Bana böyle davranamazsınız!"

Karşımdaki adam arsızca gülmeye başladı. Otuzlarına ulaşmış adamın üniformasına baktım. Komutan değildi ve bu benim hiçte iyi bir şey değildi.

"Bir sağlıkçının girilmemesi gereken bölgele ne işi var?" Ellerini pantolonundaki kemere asılı tutarak yayvan hareketle sorduğu soruya sakin kalmaya çalışarak cevap verdim.

"Bakın ben hastaneye gidiyordum. Lakin yönümü kaybettim."

Kimliğimi çıkarmak için hareketlendiğim için adam kolumu bırakmamıştı sonra ne yaptığımı anlar gibi serbest bıraktı. Feracemin cebine elimi sokarak, sağlıkçı olduğumu kanıtlayan kimliği çıkarıp adama uzattım. Adam kimliğime bakıp:

"Bu saatte bu bölgede sağlıkçı olsan bile dolaşamazsın." dedi.

Kıstırılmış bedenime doğru uzanan eli görünce ondan kaçmak için arkaya tarafa doğru hareket ettim. Bu seferde arkamda duran iki askere sığınmış gibi oluyordum. Birden göğüs bölgemde el hissedince, ani bir tepki ile adamın kasıklarına tekme attım. Adam acıyla yere çökünce. Beni tutan askerlerden biri yüzüme okkalı bir tokat savurmuştu. Ben ise kaçmaya kalktığımda, kasıklarına vurduğum adam beni tutup karnıma tekmeler atmaya başlarken dolan gözlerimden, gözyaşları akmaya başlamıştı. Kısa süre sonra onlara ağzımdan çıkan inlemeler eşlik etmişti. Tekme atan adam durunca ellerimi karnıma getirip acılarımı dindirmesi için sardım ama nefes almakta bile zorluk çekiyordum. İnsafa gelip durduğunu sandığım adam beni sırt üstü yatırıp üzerime çıkmıştı. O an içimden, 'Allah'ım sen kuluna kaldıramayacağın yük yüklemezsin. Rabbim kolumu kırsınlar, bacağımı kırsınlar hatta beni öldüresiye dövsünler ama .. ama Rabbim lütfen tecavüz etmesinler!' diye dua etmeye başladım. Askerlerden biri:

"Markos yeter. Bunu karargaha götürelim. Kız sağlıkçı diğer seferki gibi başımıza bela almayalım."

Üzerimdeki adam az önce söylenenlerden sonra üzerimden kalkıp, ''Bunu kafese koyun." dediğinde durmasını söyleyen adama teşekkür edesim geldi. Sonra ise içimden geçen düşünceyi şu cümle durdurdu, ‘diğer seferki gibi başımıza bela almayalım’. Kayıplara karışan sağlıkçıların akıbetini öğrendiğimde kanım dondu. Daha önce başlarını gelenlerin söylentisini duymuştum ama işte insan aynı durumda kalınca yüreği acıyla sızlıyormuş onu da öğrenmiş oldum.

Yerde kıvrılmış yatan bedenime dokunmalarına izin vermeden zor da olsa kalktım. Askeri aracın kafes şeklinde tellerle örülmüş olan yerine bindim. Bindikten sonra kapım kilitlenmiş sırayla araçlara bir kısmı binmişti. Hareket eden aracın sallantılarıyla oturduğum yere tutunarak acımla baş başa kaldım.

...

Beni tahminimce sorgu odası olan yere getirmişlerdi. Üstüm toprak içindeydi. Yüzümdeki ağlamaktan kaynaklanan ıslaklıkları silmek için cebimden mendilimi çıkarıp sildim. Asla aciz görünmeyecektim, çünkü o zaman bana daha fazla şey yaparlardı. Mendilimi kaşıma bastırdım. Kaşımı patlatmışlardı. Sızıyla ilgilenirken, o sırada içeriye biri girdi.

Karşımdaki sandalyeye oturdu. Ben de elimdeki mendili feracemin cebine koyup, karşımdaki kişiye baktım. Sarı saçları, kopkoyu laciverte kaçan gözleri vardı. Bir de önceki askerlere göre bakımlıydı. Gözlerinde bir an şaşkınlık belirtisi görsem de umursamayıp sandalyeme yaslandım. Hemen elinin birini masanın altına koydu. Onun bu tavırlarını anormal bakışla izliyordum. Şansım baştan yaver gitmediği için şimdi de gitmemişti. Tuhaf adamın eline düştüğüm için içten içe sızlanıyordum.

"Ad-soyad?" dedi bana bakarak. Ben ise gereksiz göz teması kurmak istemediğim için bakışlarımı masaya indirip:

"Meyra Aysoy."

Gözüm masaydı ama ağır bir şekilde göz hapsi içinde olduğumu hissediyordum.

"Gece neden dışarıdaydınız?" dedi.

Bu adam bana karşı kibardı en son okuduğum kitap karakterindeki psikopat adamın özelliklerini az çok barındırdığı içten içe çoktan duamı etmeye başlasam da dışarıya bunu göstermemek çabalıyordum.

"Hastaneye gitmem gerekiyordu. Arama yapmam lazımdı."

"Kimi arayacaktınız?" sorusunu yöneltti. Bıkkınca doğruları söyledim.

"Annem, buraya gelmeme izin vermedi. Ben de bundan çok rahatsız olduğum için aramak istedim. Ve buradayım." Bunu yüzüne karşı söylemiştim.

O ise sarıya kaçan kaşını kaldırarak, alaylı bir bakış sergiledi. Benim sessiz tavrımla vücudunu masaya eğerek elindeki kalemi çevirdi. Sessiz kalmam onu tatmin etmemişe benziyordu. Ama benim ekleyecek mantıklı bir açıklama yoktu.

"Herhalde buna inanmamı beklemiyorsun?" dedi imayla.

Haksız da sayılmazdı. Dışarıdan bakan kişi için anlattıklarım mantıksız olarak görünebilirdi. Ama işte görünen taraf değil de görünmeyen taraf; hissettiğimiz, anlamlandırdığımız taraf önemliydi. Anlamı büyük olunca, gece gece düşman topraklarında insan böyle hareket etmek zorunda kalıyordu.

"Doğru söylüyorum. Evet, bunu kanıtlayamam. Ama gerçekten doğru söylüyorum."

Sessizlik oluştu bir süre, ben de dayanamayıp gözlerimi masadan kaldırdığımda, yoğun tonlarda olan lacivert gözlerle tekrar karşılaşınca bakışlarımı tekrar kaçırdım. Gözlerinin bu kadar yoğun olmasının sebebini odadaki karanlığa yorarken o:

"Acaba” dedi ve duraksadı başımı ona çevirsem de bakmadım o ise sonra devam etti. “bir yerlerde tanışmış olabilir miyiz?" deyince ben de hiddetle:

"Hayır." Ne münasebet! Verdiğim tepki fazlaydı çünkü ben onun sözlerinden değil, bakışlarından rahatsız olduğum için sert tepki vermiştim. Pişman mıyım? Hayır!

"Tamam." dedi masadan kalkınca 'bana ne olacağının' cevabını almak için başımı hızlıca kaldırınca. O da anormal bir şekilde sargılı elini dosyalarla kapattı. Ve bana dönüp:

"Ne bakıyorsun dön önüne!" ince sesi yükselmiş bana bağırarak cümlesini tamamlamıştı. Onun verdiği tepkiye irkilsem de ben de aynı tonla:

"Neyine bakacağım be senin! Bana ne olacağını soracaktım?"

O ise bana , "Yarın sabah salarız seni" dedi ve gitti. Hayvan konumda gibi hissediyordum kendimi. Kimseyi suçlamanın bir anlamı yoktu. Kendim edip kendim bulmuştum işte...Kıyıya geçmek için boğulmayı göze alan insan varken suyu suçlamak saçmalık olurdu.

İçeriye giren askerin komutuyla kalkıp kalacağım yere doğru götürüldüm. Demir parmaklıklar arasına hapsedilen bedenimi başımı duvara yasladım. Saatime baktığımda sabah namazının vaktinin girmesine yarım saat kaldığını görünce uyumak yerine tespih çekip Rabbime yöneldim. Hayır da şer de ondandı. Yalnız kaldığım demir parmaklıklarda abdestimin kanayan kaşımla gittiğini hatırlamam geç sürmüştü. Su istesem dahi vermeyeceklerini bildiğimden zeminde biriken toprakları görünce sevindim. Görünürde bir asker olmadığını görünce vakit kaybetmeden teyemmüm almaya başladım.

Altımda elbise yerine bol kesim bir pantolon olduğu için feracemi çıkarıp yere seremedim. İçimi birden üzüntü kaplayınca ihtiyacım olan kişiye sığınarak niyetimi edip tekbir getirdim.

Sabah beni sorguya çeken adam ve iki asker ile birlikte arabayla yola koyulmuştuk. Askerden biri şofördü diğeri ise şoför koltuğunun yanında oturuyordu. O ve ben de arka koltuğa oturmuştuk. Daha doğrusu oturtulmak zorunda kalmıştım. Aramızda bir insan daha oturacak mesafe olmasına rağmen, ben iyice kapıya yapışmıştım. Ellerime ise kelepçe takmışlardı. Beni getirdikleri yönden gitmedikleri için bu benim daha da çok endişelenmemi sağlıyordu. Gözlerimi diktiğim cama bakıyordum. İçimdeki endişeyi dışarıya vurmamak için çabalarken birden silah sesleri duyunca araç hızla durmuştu. Arabaya kurşunlar denk gelen gelince, kafamı hızlıca eğdim.

"Başınızı eğin! Silahlarınızı alın, arabadan hızlıca çıkacağız!" yanımdaki komutan olduğunu anladığım adamın emri ile şoför koltuğunda oturan asker kapıyı açıp dışarı çıktığında alnından vurulmuştu. Gördüğüm manzara ile şaşkınlıkla gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Bedenimi eğerek başımı koltuğa eğmiş olanları şaşkınlıkla olan biteni çözmeye çalışıyordum.

"Keskin nişancı var. Lanet olsun!" diyen öndeki askerde yığılıp kalmıştı. Yanımdaki öne hızlıca uzanıp elindeki telsizle geri döndü. Düğmeye basarak, ''Sanca ! Sanca!''

"Evet burası Sanca." dedi elindeki telsizden gelen ses. O ise koordinatları acil söyledi. Sonra dönüp bana baktı. Üzerime doğru eğilerek yanımdaki kapıyı açarak, sert ifadeyle:

"Çık dışarı!" dedi.

"Ne?" ama ben şimdi ölmek istemiyordum.

Şaşkınca ona baktım. Belindeki silahı çıkarıp kafama dayadı:

"İn dedim. Yoksa vururum."

Resmen kim vurduya gidecektim. Hem ben daha annemin rızasını bile alamadım. Şehit olabilir miydim? Şehitlik makamı yüksek bir makam ama annemin rızasını almadan o makama erişebilir miydim? İlk defa ölmek istemedim.

Kapıdan çıktım. O da benim arkamdan çıktı. Kafama silah dayamaya devam ediyordu. Karşıdaki dağa gür sesle bağırmaya başladı.

"Geri çekilin yoksa kızı vururum!"

Gözümden bir yaş düştü. Annemin rızasını almadım vurmayın beni demek istedim. Ama elimden hiçbir şey gelmiyordu.

Başıma gelenler belki de annemin rızasını almadığım için gelmiş olabilirdi. Bir kere daha annemin rızası dışında dışarı çıkmıştım. Az kalsın araba üzerime çıkıyordu. Kanalizasyon çukuruna düşüyordum. Belki de... annem ah annem. O sırada karşı ki dağdaki kayalıklardan ses geldi.

"Bir kadının arkasına saklanacak kadar korkaksın ha Subay!"

O ise derin derin nefes alıyor ve küfrediyordu.

"Vururum kızı dedim."

Silahın emniyetini indirince gözlerimi sıkıca kapattım. İçimden şehadet getirmeye başladım. Ve bir kurşun sesi etrafta yankılandı.

Feracemin etek tarafını iki elimle o kadar sıkı kavramıştım ki, serbest bıraktığımda sızı olmuştu. Ama sadece ellerimde hissediyordum bu sızıyı, ‘Ölmedin işte açsana gözlerini!’ iç sesime hak verip gözlerimi açtım.

Dağın kayalıklarına doğru; sesin geldiği tarafa baktım. Birkaç kişi saklandıkları yerden çıkmışlardı. Hepsinin yüzü siyah bezle kaplıydı. Sadece gözleri görünüyordu. Direniş grubu olabilirlerdi ama olmaya da bilirlerdi.

Kaldığım yerde çivilenmiştim. Hareket bile edemiyordum. Ben böyle kaldıysam burada yaşayan çocuklar kim bilir bu hengameyle nasıl yaşıyorlardı? Tekrar dağa gözlerimi çevirdiğimde uzaklaşmaya başlamışlardı. Ne bana zarar vermişlerdi ne de beni kurtarmışlardı. Allah aşkına kimdi bunlar?

Hemen düşüncelerimi toplayıp ellerimle gözyaşlarımı sildim. İnleme sesi duyduğumda sağ tarafımdan arkama doğru döndüğümde yerde o yatıyordu. Beni değil onu vurmuştular!

Kıyafetinin göğüs kısmı kan içinde kalmıştı. Elindeki silah onunla birlikte yerdeydi. Bileklerimdeki kelepçeyi açmak için yerde hareketsiz yatan adama yöneldim. Beni kelepçeleyen o olduğu için anahtar ondaydı. Hemen dizlerimi toprakla temas ettirip ona doğru eğildim. Uyanmasından korka korka; pantolonundaki ceplerinden birine yönelip hızlıca sağ cebine elimi soktuğumda küçük siyah demir parçası hissettiğimde onu alarak cepten çıktım. Anahtarı bulmam kolay olmuştu. Acı çeken adama bakmayı kesip hızlıca kelepçede ki kilit yerine anahtarı sokmaya çalışıyordum ama ellerim o kadar çok titriyordu ki, kendime hakim olamıyordum. Kendimi sakinleyip bir kez daha anahtarı kilit yerine sokup çevirdim. Açılan kilitle hemen kelepçeyi çıkardım. Dizlerimin toprakla temas ettiği yerden doğrulacağım sırada, tekrardan bir inleme sesi geldi. Yerde yatan adam yaşıyordu. Lacivert gözleriyle buluştu gözlerim. Korkuyla ona baktım.

Beynimin düşünmesine izin vermeden hızlıca yerden kalktım. Vücuduma komut vererek oradan uzaklaşmak için koşmaya başladım. Hızlı koşmanın etkisiyle dengemi kaybedip düştüm. Düşmenin verdiği acıyla sızlanarak yüz üstü toprakla bütünleşmiş bedenimi doğrulttum. Sağ elime koca bir cam parçası girmişti. Kendimi sıkıp camı çıkardım. Cebimdeki mendili çıkarıp yarama sarmaya başladım. O sırada aklımda ki düşüncelere kulak verdim.

Yaptığım doğru muydu? Tabi ki doğruydu onlar bir sürü insan öldürdüler. Ona yardım etmeyecektim. Adımlarımı yavaşlattım ve durdum. Ama ben böyle yaparsam onlardan ne farkım olacaktı?

Her insan kendine yakışanı yapmalı. İnsanlar kötü diye sen de kötü olursan onlardan ne farkın olur? derdi annem. Arkamı dönerek geldiğim yöne geri koştum. Aklım kaç dese de ben yüreğimi dinlemiş çatışmanın olduğu yere varmıştım.

Öndeki iki asker çoktan ölmüştü. Bundan dolayı yerde yatan adama yöneldim.

Sol göğsünden feci bir şekilde yaralanmıştı. Titreyen ellerimle üzerindeki koyu yeşil renginde olan kalın üniformanın, düğmelerini açtım. Altında yeşile kaçan tişörtü vardı. Kurşun girmiş olan delikten tişörtü yırttım. Kurşun, kalbinin biraz ötesine girmişti. Karınca istilası gibi durmak bilmeden kanı akıyordu. Daha fazla vakit kaybetmeden tampon yapmam gerekiyordu. Feracemin uçlarından kesmek için onun beline taktığı kemere bağlı olan kahverengi deriden, bıçağını çekip feracemin uçlarından kestim. Elimde topladığım kumaşı hiç vakit kaybetmeden yaraya hızlıca bastırdım. Kanı durdurmasam kan kaybından gidecekti. Tampon yapmaya başladım. O ise inlemekle meşguldü. Elimdeki kumaşın her tarafı kan ile sırılsıklam olmuştu.

İlk yardım çantası bulmak ümidiyle arabaya yöneldim. Biraz uğraş sonrasında arabanın arka tarafında bulmuştum.

Bir sürü gazlı bez alıp elimle deste yaptım. Hızlıca ona doğru koşup dizlerimin üzerine oturup, sol göğüs tarafına bastırdım. Bastırdığım anda yerde yatan subay irkilerek elini elimin üzerine koymuştu ve bana bakmıştı. O an bana baktığı gözlerine öyle tutulmuştum ki gözlerimi bir tülü gözlerinden çekemiyordum. Gözlerindeki bu koyuluğun sorgu odasındayken karanlıktan kaynaklandığını düşünmüştüm ama şimdi ışık vardı ama onun gözleri aynı koyuluğunu sürdürüyordu. İlk defa bu kadar koyu mavi bir çift göz görmüştüm. Sadece gözlerinin maviliğinden dolayı mı çekemiyordum bilmiyorum. Onun gözleri usul usul kapanmasa gözlerimi çekemeyecektim. O an öyle bir kızdım ki kendime. Şimdiye kadar doğru düzgün bir erkekle göz teması kurmamaya çalışan ben, laciverte kaçan katilin gözlerine kapılmıştım. Ne yapmıştım ben! Rabbimin emrine aykırı bir hareket yapmıştım.

Araba sesleri gelince başıma hemen sağ tarafa çevirdim. Askeri araçlar geliyordu. Benim biraz ötemde durup, hızlıca araçlardan inip, silahlarını bana doğrultular! Neden gelen giden bana silah doğrultuyor? Hedef tahtası mıyım ben!

"Ne yapıyorsun?!" dedim. Yine içimde bir yerde saklanan cesaret ortaya çıkmıştı. Arada bir kendini göstermeyi seviyordu.

"Ne oldu burada çabuk söyle!"

İçlerinden diğerlerine göre yaşı fazla olan biri konuşma tenezzülünde bulunup bana soru sormuştu.

"Bilmiyorum birileri ateş edip gittiler. Sonuç bu." dedim duruşumu bozmadan.

"Etrafı arayın, siz de askerleri alın." dedi yanında askerlere el kol yaparak. Ben de artık kalkmam gerektiğini anlayıp, elimi çekmeye çalıştım. Ama yerde yatan adam o kadar sıkı tutuyordu ki elimi bir türlü çekemiyordum. Elim yaranın üstünde, onun eli ise benim elimin üstündeydi. Elini itmeye çalıştım ama yine olmadı. Tekrar hızlıca elimi çektim. O hızla arka tarafa düşmemek için iki elimi kendimi desteklemek için kullandım. Hemen kafamı kaldırınca, beklemediği ama şaşırmadığım şey olmuştu. Başıma bir darbe yedikten sonra gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başlamış ve başım onun yanına düşmüştü.

Başımda feci bir şekilde sızı vardı. Sağ elimi başıma götürmek için kaldırdığımda başımda ki sızıdan daha fazla canım yanınca, gözlerimi açtım.

"Meyra! Meyra uyandın Allah'ım şükürler olsun."

Uğultulu sesin geldiği yöne sol tarafıma gözlerimi çevirdim. Karşımda gözleri kızarmış, görevi başında olduğunu kanıtlayan beyaz önlüğüyle Zemheri vardı.

"Neredeyim ben?" dedim sesim o kadar boğuk çıkmıştı ki. Anlaşıldı mı anlaşılmadı mı diye ikilemde kalmıştım ki Zemheri’nin sesiyle sorumu tekrar etmekten vazgeçtim.

"Hastanedesin, ne oldu sana böyle? Sabah namazı için kalktığımda yoktun her yeri aramama rağmen bulamadım seni o kadar merak ettim ki!"

Elimi kavrayıp içini çeke çeke ağlamaya başlamıştı. Ben de kısaca ona durumu izah etmiştim. Normalde ağzını açıp gözünü yummadan içini döken kız, halime acımış hiç o toplara girmemişti.

"Nasıl geldim buraya?"

"Kamyon şoförlüğü yapan bir adam seni ormanda bulmuş. O, getirmiş buraya; ben de haberi alıp geldim. Ama adamı göremedim."

"Hımm," dedim sonra aklımdan bir türlü çıkmayan ve beni rahatsız eden durumu ortadan kaldırmalıydım. "Annemi aramam lazım."

"Ayağa kalkabilecek misin? Baya seni hırpalamışlar kardeşim." dedi engel olamadığı gözyaşlarıyla. Onu teselli etmek için gülümsedim. Ama yüzümde ki ağrılar kendini hissettirmişti. Daha önce hiç dayak yemediğim için belki de bu kadar kendime nazlanıyordum.

"Kalkarım."

Ayaklarım yatmaktan uyuşmuştu. Uzandığım yerde ayaklarımı hareket ettirirken acı duydum sonra sebepleri aklıma gelince yüzümü buruşturmadan edemedim.

Yavaşça yattığım yataktan doğrulup, Zemheri'nin desteğiyle yataktan kalktım.

Üzerimde pijama benzeri kıyafet, başımda ise siyah uzun ve kalın yazma vardı. Böyle dışarı çıkmayacağım için, Zemheri'nin yedek olarak getirdiği feraceden birini giydim. Yazmamı da düzelttikten sonra yatmanın verdiği uyuşukla destek almak için Zemheri'nin koluna girdim. Telefonun olduğu yere kadar geldik. Zemheri beni telefonla baş başa bırakıp gitmişti. Hemen numarayı çevirip telefonu kulağıma götürdüm.

"Alo."

"Selamünaleyküm anne ben Meyra."

"Aleykümselam. Kuzum nasılsın? Vardığınızda beni niye haber etmedin? Başına bir şey geldi mi? Bak benim hiç rahat değil. Meyra alo Meyra..."

"Buradayım."

"Neden cevap vermiyorsun?" dedi sinirle.

"Soru yağmuruna tuttuğun için olabilir mi? Tatlım." dedim gülerek. O da gülmüştü. Her zaman böyleydi. Bir soruya cevap vermeden başka bir soruya topu atardı.

"İyiyim merak etme. Sadece hastanede telefon var. Ondan arayamadım seni. Anne..." dedim durarak.

"Söyle." İlk baştaki sıcak konuşma tonun yerini ayaz doldurmuş gibi söylemişti.

"Sen benim buraya gelmeme müsaade etmediğin için, içim hiç rahat değil."

"Oh oluyor sana beter olsun için."

Bazen anneler nasıl bu kadar çok severken acımasız olabiliyordu?

"Anne öyle deme. Hani bir gün yine senin rızan dışı bir şey yapmıştım başıma gelmeyen kalmamıştı."

"Hatırladım." dedi iç çekerek. Biraz yumuşamış mıydı ne?

"Yine burada başıma bir şey gelir diye korkuyorum. Hem sağlıkçı olduğumuz için bize dokunmuyorlar. Arama kontrolünde erkek askerin bizi kontrol etmesini istemediğimiz için, kadın asker kontrol etti."

"Gerçekten doğru mu söylüyorsun?" dedi masumca. Yalan söylememiştim sadece olayların hepsini anlatmamıştım. Hem anlatsam kim bilir neler derdi. O

"Evet. Hadi şimdi rıza göster." diye sızlanmaya başlamıştım. Diğer elimle telefonun kablosunu çevirirken ondan bir iç çekme sesi geldi.

"İyi tamam. Kendine dikkat et orada. Tehlikeli olan yerlere gitme. Öyle insanlardan da uzak dur. Başına dert açma..."

Annem bana nasihat verirken karşımdaki camdan yansıyan yüzüme sonra ise elime bakarak donukluğumu sürdürdüm.

"Tamam. Anne inşallah. Sende Allah'a emanet ol. Müsait olduğumda tekrar ararım seni."

"Sen de Allah'a emanet ol. Allah Ayetel Kürsiyi sana zırh eylesin. Güç versin sana."

"Amin amin hadi güle güle..." dedim telefonu kapatarak.

Almıştım hem rızasını hem duasını. Mutluydum...

 

ŞİMDİKİ ZAMAN

Uzandığım yataktan doğrulup günlüğü kapattım. Ayaklarıma terliklerimi giydikten sonra sehpanın üzerinde bıraktığım paslı kutuyu elime aldım. Kutunun içinden, bahsettiği mendili alarak incelemeye başladım. Motifin üzeri kanlı olmasına rağmen hala kendini belli ediyordu. Bana kalsa günlüğü bugün okuyup bitirirdim. Lakin gözlerim inatla kapanıyordu. Ondan mendili tekrar paslı kutunun içine yerleştirip ayaklarımı sürte sürte yatağa girip masa lambamı oradan da gözlerimi kapayıp kendimi uyku moduna aldım.

"Siz kasabayı dolaşın. Ben de ev için usta tutmuştum. Onları götüreyim. Sare al kızım şu parayı da." Babamın uzattığı parayı alarak feracemin cebine sıkıştırdım. Onunla birlikte yemekhaneden çıkıp otelin garaj kısmına gelmiştik. Babam arabasına bindikten sonra yan koltuğun camını açarak. Beni yanına çağırdı:

"Eğer tehlikeli bir şey sezersen. Kalabalığa gir ve beni ara."

"Tamam. Sen endişelenme. Allah'a emanet ol." dedim içten bir gülümseme göndererek.

"Evet, ne yapıyoruz?" Kardeşimin heyecanlı sesiyle yüzümü asmamaya çalıştım. Çünkü ben şu an gezmek değil günlüğü okumak istiyordum. Ama müstakbel kardeşime; günlüğümü okumak istiyorum desem de, beni rahat bırakmayacak bir kardeşe sahiptim. Ona bıkkınca bakıp:

"Ah bu kutsallığıyla üzerime nakşedilmiş ablalık!"

Eyşan gülerek:

“Çok dizi izliyorsun çookk. Hadi nazlanma biraz gezelim. Sonra söz o aldığın eski püskü şeylerle uğraştığında gıkımı bile çıkarmayacağım." dedi.

"Hadi o zaman."

Kasaba resmen ormanın içerisindeydi. Şehirde, başımı kaldırdığımda koca koca binalar görürken burada koca koca ağaçlar görüyordum. Aralarında tek fark yaşam belirtisiydi. Eyşan'la biraz gezdikten sonra sokak dondurmacısından dondurma aldık. Ve ormanın içerisine ilerlemeye başladık. Dondurmayı sokakta yemeği sevmiyorum. Birisinin canı çekebilirdi. Hem ne demiş atalarımız 'Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar.' Dışarıdan bakılınca da zaten çok iğrenç bir görüntü oluşuyor. Dondurmanın hepsini ağzına sokan mı dersin, akıtmamak için halden hale giren mi dersin...

Biraz binalardan uzaklaştıktan sonra, bulduğumuz kütüğün üzerine oturup yemeye başlamıştık. Ve iğrendiğim dondurma yiyişini başta kardeşim yaptığı için ona sırtım dönük oturuyordum. İlerden su sesi geliyordu galiba nehir vardı.

"Eyşan su sesi geliyor." duyduğum su sesinin yönünü parmakla gösterdim. Eyşan ise yaptı yapacağını:

"Abla benimde çok çişim geldi. Altıma edeceğim."

Gözlerimi devirip:

"Off Eyşan off."

"Tamam ya sen gelme. İlerde camii görmüştüm. Orada hacetimi giderir, abdestimi alırım." Saçlarını arkaya atarak söylendiği için ben de elimdeki bitmemiş dondurmayla oturduğum kütükten kalktım.

"Geleyim istersen."

"Yok gerek yok. Para ver sen?"

"Para?" dedim sorgulayıcı yüz ifadesiyle.

"Abla beleşe çalışmıyorlar." dedi aceleci yüz ifadesiyle.

"Haa tamam. Al." dedim parayı uzatarak. '' Ben suyun oraya giderim sen de oraya gel.''

"Babam uzaklaşmayın dedi. Dünkü başına geleni hatırla."

"Bir şey olmaz." dedim elimle geçiştirerek.

Elimdeki dondurmayı hızlıca tamamladıktan sonra suyun sesine doğru ilerledim. İnce gövdeli ama bir o kadar da uzun ağaçların ve yerlere sararıp düşen yaprakların arasından geçiyordum. Kuş sesleri gelse de hiç yakından görmemiştim. Sonra bir ağaç dikkatimi çekti, devasa kökleri ile şahane bir tabloyu andırıyordu. Hem etrafı inceleyip hem de ilerlerken karşıma, az önce gördüğüm karelerin yanında onları söndürecek muazzam bir görüntü çıktı.

Küçük şelaleden dökülen sular nehir olmuş her yerde özgürce dolaşıyordu. Suyun rengi berrak gibi durmuyordu ama kirli olduğundan değil büyük ihtimal bu gördüğüm görüntüye; mercan ve yosunlar neden olmuştu. Kuş cıvıltıları suyun sesine eşlik ederken birkaç tanesinin havalandığını gördüm. Ama bunlar sıradan gördüğüm kuşlar değildi. O an aklıma şu ayet geldi:

"Rabbiniz ki, sizin için yeri döşek, göğü bina kılmıştır; gökten su indirmiş, bununla sizin için rızık olarak çeşitli ürünler çıkarmıştır ; artık siz de bile bile O'na eş ve ortak koşmayın. (Bakara Suresi-22. Ayet)

Aklımda nasıl kaldığını bilmiyorum ama hatırlamak hoşuma gitmişti. Keza ben kalmayacağını düşünmüştüm.

Gözlerimi kapayıp kulaklarıma gelen o güzel suyun ve kuşların ninnisini dinleme başladım. İnsan şu seste ve muazzam tabloda bütün sinirini ve derdini atabilirdi. Rabbinin yarattığı bu mucizevi ortamda şükredebilir ve tespihler çekebilirdi. Anı yaşamak için kapadığım gözlerimi, suyun içinden belirgin bir ses gelince irkilerek açtım.

Suya gürültülü bir şekilde bir şey düşmüştü. Karşı taraftan ses geldiği için o tarafa doğru koşup geldim. Tahtadan yapılmış köprünün üzerine çıkıp ucuna yöneldim, bacaklarımı kırıp suya doğru eğildim. Su berrak olmadığı için bir şey göremiyordum. Lakin suyun yüzünde kabarcıklar çıkmaya başlamıştı.

Acaba birisi mi düşmüştü yoksa başka canlı mıydı? Timsah, yılan, filmlerde izlediğim sulardan çıkan değişik canlılar? Suya düşen insan mı diye bir kanıt bulmak amacıyla etrafa bakmaya başladım. Köprünün hemen yanında bisikleti görünce hiç düşünmeden atladım.

Gözlerimi açtım bulanık görsem de fayda sağlıyordu. Suyun yüzüne tekrar çıkıp bu sefer derin nefes alıp tekrar daldım. Sonunda insan kolu gördüğüm için mutlulukla tutup kendimle birlikte yukarı doğru çektim. Yabani sarmaşıkların sardığı kıyıya onu sürükleyip gövdesini bıraktıktan sonra bir şey görülmeyen sudan çabucak çıkmak için önce kendim kıyıya çıktım. Sonra ise yeşilliğin üzerine gövdesini dayadığım adamın koltuk altlarına kollarımı geçirerek ellerimi göğsünde birleştirip tüm gücümle onu sudan çekmeye başladım. Hem onun ağırlığı hem de ıslanan ben ve onun kıyafetlerim durumu zorlasa da sonunda tamamen çıkarıp bıraktım. Bırakmamla birlikte adam yüz üstü küçük yeşil otların arasında uzanmış bir şekilde kaldı. Hemen dönüp yüz üstü yatan adamı çevirdim. Yüzüne baktığımda ikinci bir şok dalgası yaşamış şekilde kalakalmıştım. Karşımdaki erkek, bana evde şişeyi atandı. Çattığım kaşlarla onu yüzüne bakarken başörtümden damlayan sularda onun yüzünden nasipleniyordu. Fazla oyalandığıma kanaat getirdiğim için hemen kendime gelip nefes alıyor mu diye kontrol etmek için yüzüne doğru eğildim. Nefes almadığını görünce mesafemi bozmadan endişeyle yüzümü ona doğru çevirince. Ağzındaki suyu üzerime sakince boşaltan adamla karşılaştım. Beni es geçip yattığı yerden sırtını kaldırdı. Yaptığı şeyle idrak etmek için bir süre o konumda kaldım.

Gözlerimi kaldırıp ona bakınca gayet sakince oturup bana baktığını görünce sinirlenmiştim. Benimle alay etmişti. Sinirlenip ayağa kalktım. Gözlerimi tekrar ona çevirince, gözlerime değil sadece dudaklarıma baktığını fark edince sinir merdivenleriyle çıktığım basamaklar yerine asansöre binmiştim. Hemen ayağa kalkıp yürümeye başladım. Bu şekilde alay eden bir insanla konuşsam bağırsam ne işe yarardı ki anca kendimi yıpratmış olurdum.

Sinirle adımlarımı atarken birden kolumdan geri çekilmemle dengem sarsıldı. Hemen toparlayıp kolumu elinden kurtarıp kızgın yüzümle ona döndüm. Lakin döndüğümde yeşil bir yağmurluk yüzüme merhaba demişti.

Hırsla hem kolumu hem de yüzüme atılan montu çektim. Onun bana yaptığı gibi montu yüzüne yapıştırdım. Arkamı dönüp yürümeye başlayınca montunu omuzlarıma koymuştu. Ben de hemen indirdim ve montu tekrar ona attım. Bu sefer önüme geçip tekrar montu bana uzattı.

"İstemiyorum dedim anlamıyor musun?" dedim hırsla.

O ise parmağıyla vücudumu gösterince, ben de kendime baktım. Feracem üstüme yapışmıştı bütün vücut hatlarım resmen ortaya çıkmıştı. Utançla elimle kumaşı ne kadar çeksem de çeki düzen versem ıslak olduğu için tekrar üzerime yapışıyordu. O ise tekrar montu uzatınca, mecburen sinirle aldım. Omuzlarıma montunu koydum. Uzun bir mont olduğu için belimin baya altına iniyordu. Önünden geçip gittim. Şelaleden uzaklaşıp kütüğün olduğu yere geldim. Geldim ama nasıl gelmek sanki dağları aşıp gelmiştim.

Hem fiziksel hem de ruhsal olarak yorulmuştum. Beynimin içerisinde konuşmak insanı çok yoruyordu. Yaptığı tavırlar aklıma gelince dişlerimi sıkarak yere ayağımı vurdum.

Etrafa baktığımda görünürde halen daha yoktu. Ben onca şey yaşadıktan sonra bu kız nasıl on dakikalık işini halledememişti. Bu halde cadde de dolaşmak istemediğim için kütüğün üzerine oturup Eyşan'ı beklemeye başladım. Halen daha sinirim geçmemişti. Bu sefer omuzlarımda olan onun montuna muhtaç olduğum için sinirliydim. Sinirle montu çekiştirdim, gayriihtiyari elimi onun cebine sokmuştum. Cebinde kağıt hissettiğimde çıkarıp, katlanmış kağıda ve buruş buruş olan fişe baktım. İlk fişi açtığımda üzerindeki isim dikkatimi çekti.

“Samuel Beytanya” sesli bir şekilde okuduğum attan sonra önemsiz duran fişi cebime sıkıştırdım. Sonra diğer katlanmış kağıdı yavaşça araladım. Başkasının malını karıştırıyor gibi hissetmemiş bilakis gıcıklık olsun diye yazılan yazıları okumaya başladım.

Beni ormanda terk edecek kadar nasıl nefret ettin? Söylesene baba, beni neden bu halimle kabul etmedin? Böyle doğmayı ben mi istedim?

Neden doğru dürüst sevilmedim? Neden insanlar hep kendi çıkarları için yanımda durdu? Neden insanlar halime acıdığı için beni sevdiler?

Neden beni bu halimle ben olduğum için sevmediler?

Herkese her şeye kızgınım. İçimdeki nefretin kapağı çoktan açıldı. Sabrımın zamanı tükenmeye başladı.

Az kaldı çok az…

Şimdilik içimdeki insanlık duygum olan merhametim hastalığa yakalandı. Çok yakında ölümcül hastalığa yakalanıp yok olduğu zaman; sakatım diye beni kabullenemeyen babama, bana acıyan ve benimle alay eden insanlara kim olduğunu göstereceğim. Ya göstereceğim ya da bu hayattan hiçbir tat almayan can yok olacak!

 

Yorumlarınız ve oylarınız çok kıymetli. Lütfen es geçmeyin...

Loading...
0%