Yeni Üyelik
3.
Bölüm

Mendil

@lilyum_cicegi

Bir toprak parçası işgal edilmiş, mazlumun ahı her tarafı sarmış. Peki yürekleri kim işgal etmiş ki gelen yok giden çok!

 

GÜNLÜK

Başımdan geçen olaylardan sonra üç gün geçmişti. Ben de bu üç gün içinde toparlanmıştım. Fazla zaman yatmanın vicdan azabını yeterince çekiyordum. Buraya insanlara yardım etmeye değil de yük olmaya gelmişim gibi hissediyordum. Bundan dolayı bugün Zemheri, kaldığımız yerde dinlenmemi söylese de onu dinlenmedim. Üstümüzü giyinip enerji depolamak için kahvaltımızı ettikten sonra, gönüllüler ile birlikte hastane yolunu tuttuk. Burada çok önceden yaşanmış savaşın izleri vardı. Yandığı belli olan siyahlaşmış evler, çamurlu yollar, hüzünlü yüzler ve etrafta izbandut gibi dolaşan katil askerler ile doluydu. Bir kasabaydı ama nasıl kasaba insanların sanki enerjileri sömürülmüş yerine karamsarlık ve ümitsizlik eklenmişti.

Çamurlu olan yoldan çıkıp taşlı yola geçtiğimizde köşedeki nöbet tutan askerden biri:

"Müslüman kızların da tadı bir başka oluyor!" dedi ve arkadan iğrenç bir gülüşme sesleri eklendi. Yüreğimde öyle bir kazan alevlenmişti ki! Hepsini savurup atmak istedim. Bu kadar kolay söylediği sözlerle burada yaşayan kadınların ne kadar zor durumda kaldığını yansıtıyordu. Bunun en büyük kanıtı da ortada melez dolaşan çocuklardı. Kimisi kahverengi saçlı ve yeşil gözlüyken kimisi sarıya kaçan saçları ve kahverengi gözleri vardı. Gözlerimi yaşartan ve sinirlendiren bu görüntü varken, Ümmetin kızlarının namusları kirletilirken, Ümmetin erkekleri neredeydi?

Söylenen sözlere ve gülüşlere ne mi yaptık sadece duymamış gibi yaparak geçtik. Başka ne yapabilirdik ki ne yapılabilirdi ki?

Burada şu an da savaş olmamasına rağmen öyle bir hava vardı. Buradaki insanlar fitneliğe yenildikleri için, bunun cezasını çekiyorlardı.

Okuduğum bilgilere göre buradaki Müslüman topluluğunun, ne topraklarını almalarını izin veriyorlardı ne de göç etmelerine. Savaş sırasında sadece bir kısım insanlar Salkım Vadisi'ne göç etmişti. Yakalananlarda meydan da türlü türlü işkencelere maruz bırakıldıkları için artık kimse kaçmaya bile teşebbüs edememişti. Şimdi ise burada yaşayan Müslümanların fiziksel güçleri sömürülüyordu. Burada yapılan insanlık suçuna bazı Müslümanlar ve az da olsa Hristiyanlar itiraz ederken Hristiyanların başı olan Papaz Petrus pisliklerini örtmek için ‘Biz insanlıktan yanayız' naralar atmıştı. Koltuğunu düşündüğü için buraya yapılan yardıma ve gönüllü gelenlere izin vermişti.

Yüzümde ki izler mi, ben yaptım yakışmış mı?! Direk olarak bize zarar vermese de alttan alttan işlerini görüyorlardı. Güç işte bundan dolayı önemliydi. Müslümansan güçlü olman gerekirdi, yoksa sonun belliydi.

Etrafında parmakla sayılacak kadar ağaç olan beyazlığının üzerine damga gibi kir inmiş yedi katlı hastanenin önüne gelmiştik. Hastanenin içerisinde bile tank olması bir kez daha ciddi olmamı kanıtladı. En küçük hata yapmamaya dikkat etmeliydim. Diğer seferki gibi şansım olmayabilirdi.

Kızlarla selamlaştıktan sonra hastaneye girip hemen çalışacağım yere indim diyorum çünkü benim çalışacağım yer bodrum katıydı. İndiğim merdivenlerden beyaz kapısı solmuş ve toz içinde kalmış olan kapıyı ittirerek açtım. Gördüğüm manzara karşısında idrak sorunu yaşadım. Hastanede çok uzun zamandır ilaç yapılmadığı için her yer tozdu ve içerisi de küf kokuyordu. Şifalı bitkilerin, saf vitaminlerin ve kimyasalların olması gereken dolaplar bomboştu.

İlaç yapmam için ortamın hijyen olması gerektiği için odaya temiz hava girsin diye tozlanmış tabureyi alıp camın olduğu duvara yakın koydum. Üzerine çıktıktan sonra ayaklarımı biraz yükselterek küçük olan camın kulpuna ulaşıp açtım. Camların önü yeşillik ile dolmuştu. Elimle onların birazını koparmak zorunda kaldım. Yoksa içeri hava girmezdi. Tabureden inip elimdeki otları tezgaha koyup, ellerimi silkeledim.

“Bu ne pislikti böyle!”

Yanımda getirdiğim kovanın içinde deterjan ve bez vardı. Tezgahın yanında ki muslukları kontrol etmem lazımdı. İnşallah akıyordur ümidiyle demirden yapılmış olan kulpu sağa çevirmeye başladım. Şükür ki akıyordu. Kovamın içindekileri elimle alıp, dolması için suyun önüne koydum. Deterjanı serpip bezi de içine koydum. Başörtüm uzun olduğu için iş yaparken bana sorun çıkardığı için, uçlarından tutup iğneyle boynumun arkasına tutturdum. Kovanın su ile dolduğunu görünce sapından tutup beton olan yere indirdim. Ellerime de beyaz eldiven geçirerek başladım bezleri sıkmaya...

Uzun bir süre sonra odayı temizlemeyi bitirmiştim. Bir evin içi kadar temiz olmasa da ilaçları yapabileceğim kadar temiz olmuştu. Eldivenleri çıkardığımda gazlı bezle sarılı olan sağ elim hep kan olmuştu. İş yaparken de beni zorlasa da umursamadığım için bu kadar kötü bir hale gelmişti. Bir an önce burada ki insanlara yardım etmek istediğim için elimi feda etmiştim.

Elime bakması için Zemheri'nin yanına gitmeye karar verdim. Buraya Müslümanlar için gelsek de, askerler de isterse onları da tedavi etmemiz zorunlu kılınmıştı. Bu kuralı getirmelerinde amaç sorulduğunda onlar, ‘Kardeşçe yaşamamız için ayırt etmememiz gerekli!’ demişlerdi. Kardeşim Papaz Petrus’u o kadar çok seviyordum ki, sevmekten öldüresim geliyordu!

Hep yaptığım, kendi kendine konuşma rutinimi yarıda kesip elimi göstermek için kıyafetimi düzenledikten sonra kapıyı açıp çıktım. Hastanenin her katında asker vardı. Oturup etrafı izleyen, kasıntı gibi elindeki silahla insanları korkutmaya çalışan veya kendi haline takılan askerler vardı. Yürüdüğüm koridorda tanıdık gönüllülerden birisini görünce:

"Zemheri'yi gördün mü?" diye sordum.

"Evet. Şu ilerde sağdan ikinci odada hasta tedavi ediyor." dedi teşekkür edip dediği yere yöneldim. Bahsettiği tahta kapıyı açarak:

"Kan kaybından öleceğim galiba kurtar beni!" dedim şakayla, o ise gayet ciddi bir şekilde bana bakıp:

"Tamam. Sen şu benim masamın oraya geç geliyorum." Yanımdan geçip odanın arka tarafına doğru gidince ona doğru arkamı dönerek:

"Bu ne ciddilik, ne olu..."

Dönmemle sözlerim boğazımda kalmıştı. Karşımda üç gün önce yardım ettiğim subay duruyordu. Üst kısmında olması gereken kıyafet yoktu. Kurşun yediği tarafa baktığımda pansuman yaptırmak için geldiğini anlamıştım. Hemen onlara arkamı döndüm. Ne yapacağımı bilemeyerek mıhlandım kaldım. Başım belaya girer miydi? Ama zaten onlar beni orada bırakıp gitmişlerdi. Ellerimi birbirine tutuşturup oynarken:

"Dur." dedi keskin bir ses tonuyla. Sonra devam etti. "O yapsın"

Benden mi bahsediyordu? Bu oda da üç kişiydik, galiba benden bahsediyordu. Ne münasebet! Bir de onun hemşireliğini mi yapacaktım! Ya sabır. Onlara arkamı dönmeyip öylece beklerken Zemheri, adama benim yerime ciddi bir ses tonuyla cevap vermişti.

"O hemşire değil."

Benden bahsettiği kesinleşmişti, daha fazla bu odada kalmak istemediğim için adımlarımı kapıya yönelterek kapının kulpunu tuttum.

"Çabuk buraya gel." Adamın ısrarı üzerine yine Zemheri ağzını açmıştı.

"Bakın o."

"Kes be sesini! Burada bizim sözümüz geçer sizin değil."

Cümlesine noktayı koymadan ona yüzümü döndüm. Zemheri'yi resmen gözleriyle dövüyordu. Çattığım kaşlarımı düzelterek ona:

"Tamam." Bunu sen istedin.

Aniden gözleri bana dönmüştü. Gözlerimin içine öyle bir bakıyordu ki bir türlü alamıyordum. Ya onun gözleri beni içine alıyordu ya da ben onun gözlerine davet kar bir biçimde giriyordum. Bakışlarımı sonunda çekip Zemheri'ye baktım ne yapmam gerekiyor tarzında bakış attığımda o da beni anlamış hemen açıklamaya başlamıştı.

"Dikişleri halettim. Sadece yaranın üzerinden bunu gezdir. Bunu sür sonra da bu gazlı bezle ört." Tepsideki malzemeleri bir taraftan işaret ederek ne yapmamı söyledikten sonra tepsiyi bana uzatarak kenara çekildi. Neyse ki bu durumdan sadece ben değil Zemheri’de gayet rahatsız hissediyordu.

"Sen çık!" Rütbelinin emriyle Zemheri ile göz göze gelmiştik. Zemheri'nin çıkmasını istemiyordum. Ama o bana üzgünüm dercesine baktıktan sonra odadan çıktı. Sinirliydim, heyecanlıydım ve korkuyordum. Birden fazla duyguyu aynı anda yaşıyordum. Daha sonra duygularıma tercüman olmuş bir şekilde ellerim buz kesti. Bu kasvetli ortamdan daha doğrusu ondan bir an önce uzaklaşmak istiyordum. Zemheri'nin makasla sabitlediği tentürdiyotlu pamuğu alıp, yaralanan yere hızlıca ve özen göstermeden sürmeye başladım. O ise gözlerini dikmiş bana bakıyordu. O bana bakmayı kesmiyor ben ise yaramaya bakmayı kesmiyordum. Çek o gözlerini demek istedim. Ama işte güçlü değildim. Ondan durduk yere başımı belaya sokmamak için elimden geldiğince işi hızlı bitirmek istiyordum. Kendimi ondan uzak tutup tedavimi sürdürsem de nefesini ellerimde hissedebiliyordum.

"Elin.." dedi duraksayarak, elime uzanan eli görünce hemen geri çekildim. Onun haricinde gözüm her yerde dolaşıyordu.

"Eline ne oldu?" dedi ince sesiyle. Kaşlarımı çatarak:

"Sizi ilgilendirmez!" dedim sitemle. O ise başını sallamakla yetindi.

Tepsideki krem tarzında sıvıyı elime aldım. Onunla hiçbir şekilde temas kurmak istemesem de yapmaktan başka çarem yoktu. Balkonda en son ipteki çamaşırı toplarken kullandığım çaba ve mesafeyle yaraya kremi sürmeye başladım. Dışarıdan bakan bir insan beni görse 'tuhaf' derdi. Ama tuhaf olsa bile elden bu kadar gelirdi.

İnatla yüzüme bakmaya devam etmesinin siniriyle, tepsideki hazır edilmiş yapışkanlı gazlı kağıdı kibar bir şekilde 'şakk' diye yapıştırınca. Geri sendelenerek sedyeye tutundu. Ağzından bir inleme bıraktı. Tam çıkacağım sırada:

"Bana neden yardım ettin? Gittiğin halde neden geri döndün?"

"Sana değil kendime yardım ettim." dedim o da anlamayan yüz ifadesiyle "Nasıl?" diye sordu. Sinirli bir şekilde gülümseyerek:

"Oradan kaçsaydım. Suç benim üzerime kalacaktı. Ben ve buraya gelen arkadaşlarım zarar görecekti." Bastıra bastıra söylediğim sözlerle ona baktım. Başını yavaş ve sakinlikle yere eğdi.

Onun bu tavırları sanki, söylediğim sözler yerine benden başka bir şey bekliyormuş gibiydi. Yüzünü üzüntü sardığını hissettiğimi sandım. Sandım dedim ya neden üzülsün ki?

"Hatırladığım kadarıyla yüzünü ben yapmamıştım." dedi küstahça.

Az önce üzüldü mü dedim?!

Onun bu sözlerine karşı ben ise göz devirmekle yetindim. İçimden, 'Kuşlar yaptı abisi' demekle yetindim. Oturduğu sedyenin hemen yanında olan yeşile kaçan gömleği alıp kollarından geçirdi. Ben ise odadan çıkmayıp öylece bekledim. Başka bir tepkiyle karşılaşmak istemiyordum. Üzerini giyindikten sonra yanımdan geçeceği an içime doğan istekle açıklama yapma gereği duymuştum.

"Geri döndüm çünkü seni orada yaralı bir şekilde bıraksaydım. Sizden bir farkım olmazdı. Siz katilsiniz. Biz ise kahraman. Sizin arkanızdan beddualar okunur bizim ise dua. Ben size yardım ederken sizden olanlar, yüzümü bu hale getirdi."

Açıklamamı yapıp ondan önce davranarak kapıyı çarpıp çıktım. Çarptığım kapıyla elimle ağzımı kapatarak daha fazla etraftaki insanların göz hapsine girmemek için hızlıca merdivenlerden aşağı inmeye başladım. Ayarımı yine kaybetmiştim. Anlamıyorum, nereden geliyor bu asilik ruhu Meyra nereden?

...

"Seni onunla yalnız bırakmamalıydım. Özür dilerim." dedi Zemheri elindeki çay bardağı ile oyalanırken.

"Saçmalama senin hatan değildi. Çıkmasaydın başına bela gelirdi. Bunların sağı solu belli olmuyor."

"Peki siz ne konuştunuz? Sen sertçe kapıdan çıktıktan sonra bir şey başına gelir diye korktum lakin adam gayet sakince hastaneden çıktı."

Zemheri'ye başımdan geçen olayları anlattım.

"Bari başına bela olmasa."

Onun iç çekerek söylemesiyle ben de iç çekerek:

"İnşallah. Ha bu arada ilaç yapabileceğim hiç malzeme yok. Acaba bu durumu kiminle görüşebilirim?"

"Onu, Şeref diye biri var ona sor." dediği anda hiç vakit kaybetmeden Şeref amcanın yerini buldum. Ona sorunu anlattığımda; tek başıma şifalı bitki toplayamayacağımı ancak bir asker başımda durursa toplayabileceğimi söyledikten sonra, toplanmış şifalı bitkilerin bir kısmını ve kimyasal maddeleri kısacası ilaçla ilgili malzemeleri de bir asker yardımıyla alabileceğimi, söyledi. Yani kısacası buraya yardıma gelmiştik ama elimizi kolumuzu bağlamışlardı. Nereye isterlerse bizi oraya sürüyorlardı. Denilenlere uyup sabah bir askerle ihtiyaçlarımı tamamlayacaktım.

Hastanenin önünde beni bekleyen Zemheri’yi görünce koşarak koluna girdim. Etraftaki meselelerden konuşurken yurda varmıştık. Yemeklerimizi yedikten sonra namazları kılıp uyuduk.

Güneşin ışıkları kara bulutların arasına saklanmasına rağmen benliğini hatırlatıp etrafını aydınlatmaya devam ediyordu. Gri bulutlar akşamdan içini boşaltmış. Toprak ise ölümü hatırlatırcasına kokusunu etrafa salmıştı. Adeta, fazla kibirlenme geleceğin yer benim yanım diye bas bas bağırıyordu. Etraftaki toprak kokusunu koklaya koklaya hastanenin içerisine girdiğim sırada Şeref denilen adam, ismimle bana seslenince askerlerin toplandığı küçük binaya bakışlar eşliğinde girdim.

Şeref amca öndeyken ben arkasında; bir taraftan yürüyor bir taraftan da saatimi takıyordum. Bir odanın içerisine girdikten sonra saatimi sonunda geçirip Şeref amcanın durduğu yerin yanına geçtim. Başımı kaldırdığımda karşımda lacivert göz beni yine içine hapsetmişti. Gözlerini çeken ilk ben olmalıyken, o oldu. Gözlerini yanımdaki adama kaydırdı. Benimse gözlerim bu sefer sarı saçlarına kaymıştı. Gerçekten çok parlaktı. Diğerleri gibi bakımsız görünmüyordu. Ne diyorum ben tövbe tövbe... Ben içimle konuşurken, Şeref amca her şeyi izah etmişti. Sadece dikilmek için bu odaya gelen ben şimdi malzeme almak için askeri araca binmiştim. Bir asker başımda duracağını zannederken, arka tarafta oturduğum koltuğun sağ tarafına, o da oturmuştu. Ben ise o tuhaf soruyu sormuştum:

"Siz niye geldiniz?"

O ise hafif gülümseyerek:

"Benim topraklarımda fazlalık olan biri mi bana bunu soruyor?"

İşte şimdi tüm sinirlerim damarlarımda dolaşmaya çıkmıştı.

Burası bizim topraklarımızdı siz ise zorla işgal ettiniz. Bu toprakların asıl sahiplerini kovup, onların topraklarını aldınız. Bununla da kalmadınız. Kızlarını aldınız, sizin yüzünüzden oyun oynaması gereken kız çocukları karınlarındaki çocukları doğuramadıklarından öldüler. Sizin yüzünüzden melez doğan çocukların çoğu sokaklarda kimsesiz büyümeye mahkûm edildi. Siz insan katilisiniz. Siz çocuk katilisiniz. Siz bebek katilisiniz.

Bunları gözlerinin içine bakarak fakat içimden söylemiştim. O da söylediklerimi anlamışçasına gözlerimizi aynı anda sinirle kaçırdık. Geleceğimiz yere kadar ikimizde birbirimizle konuşmadık. Zaten konuşacak bir şeyimiz mi vardı? Biz iki dost değil. İki düşmandık!

İlaç malzemeleriyle dolu olan yere geldiğimizde, ben liste yaptığım defterle malzemeleri aramaya başladım. Şifalı otları, girerken aldığım kasa şeklindeki arabaya koyuyordum. Kulağımın dibinde:

"Sen neden hep kahve kokuyorsun?" dediğinde refleks olarak zıpladım. Yaptığım fevri hareket yüzünden sağ elimi hemen yanımdaki keskin olan demire vurunca, inleyerek elimi tuttum. Ona sesimi yükselterek:

"Sana ne be adam sana ne? Neden ikide bir bana soru sorup muhatap oluyorsun?" dedim. Bir gözümden tuzlu su, çoktan firar etmişti. Yaram ise dünkünden daha fazla açılmış olacak ki hemen gazlı bez kana büründü. Zaten ben de iki büklüm olmuştum.

"Dur bakayım." İnce sesi depo yankılanırken ben:

"Çek elini!" diyerek ona bağırdım. Canımın acısıyla sesim depodan dolayı sesim fazlasıyla etrafta yankılanmıştı. O ise durmuştu. Evet, ağzımı gözümü kırması gerekirken sadece durmuştu. Elimle ilgilendiğim için yüzündeki ifadeyi bilemiyorum. İki elimde titriyordu. Bana değil de başkasına aynı şey olsaydı gayet rahat bir şekilde yardım edebilirken. İş kendi yarama gelince bir şey yapamıyordum. Sadece sızlanıyordum. O ise benim gibi çömelerek:

"Sadece borcumu ödeyeceğim." dedi. Şapkasını takmadığı için önüne gelen sarı saçlarını, parmaklarıyla tarak misali geriye gönderdi. Cebinden bir şey çıkardı.

"Uzat elini." dese de ben uzatmadım.

"Ne münasebet!"

"Sana gücüm gayette yeter. Ama ben gücümü kullanmak istemiyorum." deyince samimi olmayan bir şekilde ona güldüm. Sonra yapmamam gereken bir şeyi yaptım. Dibimde duran adamın gözlerinin içine baktım. Ne vardı bu gözlerde anlamıyorum. Gözlerimi omuzlarına indirdim. O ise hemen uzanıp elimdeki gazlı bezi çözdü. Cebinden çıkardığı bezi elime sıkıca bağlayınca gözlerimden istemsizce yaş onun eline misafirliğe gitmişti. Gözlerimi elime çevirdim. Gözlerim şaşkınlıkla hem elimde sarılı olan mendile, hem de ona bakarak mekik dokuyordu. Çünkü elimde sarılı olan bez, zamanında evlenirsem eşime vermek istediğim Cennet Kuşu çiçeğini işlediğim mendildi. Bu mendili en son eli yaralı bir adama vermiştim. Adam diyorum çünkü yüzüne bile bakmamıştım. O ise karşıma çömeldiği yerden çekilerek elimi vurduğum demire sırtını dayadı. Ne diyeceğimi bilmediğimden ben de susmuştum.

"Beni tanırsın sanmıştım." dedi tebessümle. Sonra devam etti:

"Üzerindeki motifin ne anlama geliyor biliyor musun?"

Anlamını bildiğimden ona doğru taraf bile bakmıyordum. Avukatımı çağırıp susma hakkımı kullanmayı seçmiştim. Daha fazla alayı ve iğneleyici sözler için cebelleşmek istemiyordum.

"Küçükken annem, bana bu çiçeği göstermişti. Ve dedi ki, bu çiçekle yolları kesişen iki insanın kaderleri birbirine bağlanırmış.' "

Sözünü tamamladıktan sonra sustu. Ben ise zaten çoktan susmuştum.

Kısa bir sessizlikten sonra hiçbir tepki vermeyerek ayağa kalktım. Buradan hemen gitmeliydim. Bundan dolayı kasanın içerisinde ki malzemelerden kucaklayıp hızlıca depodan çıkmaya çalıştım. Çalışmıştım, diyorum çünkü ayağım ayakkabımın iplerinden nasibini alarak yüz üstü yere yapıştım. Ve şu an yerle ısı alışverişi yapıyordum. Görüntüye fazladan bir el girince onu es geçip hemen toparlandım. Ve hızlıca adımlarla depodan çıkmaya karar verdim.

"Meyra!"

İnce sesi deponun duvarlarına çarparken, ben ne yaptım? Çok saçma ve mantıksız bir şey yapıp koşmaya başladım. Neden böyle bir şey yaptığımı ben de bilemiyorum. Belki korkmuştum. Onunla aynı ortamda daha fazla durmak istemiyordum. Sanki yanlış bir şeyler yapıyormuş gibi hissediyordum. Vicdanım rahatsızdı, neden rahatsız olduğunu da bilmiyorum. Yanlış giden şeyler vardı ya da bir şeyleri yanlış yapıyordum. Bundan dolayı kolayını yapıp hem kendimden hem de ondan kaçmak istedim. Ta ki kapıda görevli olan askerler beni durdurana kadar. Geçmek için adım atsam da izin vermeyeceklerini bildiğimden istemesem de onu beklemek zorunda kaldım. Biraz sonra da zaten rütbeli gelmişti sahi bu adamın adı neydi?

Askerlere çekilmelerini ve malzemeleri araca taşımalarını söylerken ben de arabaya binip beklemiştim. Yoldayken oturduğum yerde kapıya yapışmış, inatla camdan gözlerimi ayırmıyordum. Askeri araç hastanenin önünde durunca hiç beklemeden indim ve malzemeleri yerleştikleri yere gidip kapıyı açarak içerisinde şifalı bitkiler olan torbaları kucağıma almaya başladım. O sırada gönüllüler içinde gördüğüm bir adam elimdekileri ve arabadan olan malzemelerden alabildiği kadar aldı. Başıyla selam verdiğinde ben de aynı şekilde o selamı aldım. Geriye kalan eşyaları almak için döndüğümde, ilaç yapmak için bana yardımcı olacak eşyaların olduğu kasayı eline almıştı. Ben ise ona izin vermeden elinden almaya kalkınca, kasayı benimle birlikte kendine çekmişti. Yoğun bakışlar altına alan adamın etkisinden çıkıp toparlandım. Aynı şekilde ben de kasayı çektim, fakat benim çekişim de sadece kasa yer değiştirmişti. O ise tekrar çekince:

"Bırak!" Ciddiyetimi bozmadan sinirli bir şekilde karşımdakine cevap verdim. Sinirliydim, sinirli olmalıydım.

"Bunlar ağırdır, ben taşırım." dedi. Şu an şu konumda olsak ve karşımda düşmanım değil de farklı bir adam olsaydı. 'Ne kadar kibar bir adam' derdim. Ama ne yazık ki ikimizde birbirimize düşman iki kişiydik.

"İstemez, bırakın!" dedim aynı sinirle. O ise beni dinlemeyince daha çok sinirlenip ses tellerime hakim olamayıp içimi dökmüştüm:

"Sizin gibi soysuzlara bizim ihtiyacımız yok!"

Yavaşça önünü bana döndü. Ben ise hastanenin duvarını incelemekle meşguldüm. Elindeki malzeme dolu kasayı sert bir şekilde fırlatınca refleks olarak gözlerim ona döndü. Büyük ihtimal çoğusu kırılmıştı.

"İyi o zaman bizim gibi soysuzların malzemesine de ihtiyacınız yoktur."

Ne kadar sakin bir tonla söylese de gözlerine bakınca fırtınaya yakalanmış bir gemi gibi hissediyordum. Başıyla askere işaret ederek yanına çağırdı ve emir verdi.

"İçeri götürülen malzemeleri geri getir."

Ben ise hem sinirli hem de pişmandım. Sinirliliğim; zalimler karşısında güçsüz olmam, pişmanlığım ise buraya gelip işleri daha berbat hale getirmemdi.

Askerler içeriye taşınan malzemeleri getirdikten sonra o da arabadan bir kutu çıkararak hemen malzemelerin üzerine boşalttı. Kibrit yakınca dökülen şeyin benzin olduğunu ve malzemeleri yakacağını anladım. Onu durdurmak için gururumu ayaklar altına alıp, zalime karşı sadece:

"Yapmayın!" diyebildim.

O ise ciddiyetle bakıp, " Neden yapmayayım?" Gözlerimi yumup derin bir nefes aldıktan sonra:

"Onlara ihtiyacım var."

Kendim için olsa ona bu şekilde konuşmak yerine ‘Durman hata yak.' derdim. Ama o bitkiler buradaki insanlar içindi.

"Bize ihtiyacınız yoksa, bize ait olanlara da ihtiyacınız yok."

Elinde sönmek üzere olan kibriti bitkilerin üzerine attı. Malzemeler, düşen bir küçük ateşle alevlenerek harmanlanmıştı. Dolan gözlerimle ateşi izlerken, o ise yanımdan geçerken önüme doğru eğildi. Ben de hemen bir adım geri çekildim. O ise konumunu bozmadan gözlerini yüzüme dikerek:

"Çok yanlış yaptın çok!"

Yanımdan gittikten sonra zorla tuttuğum gözyaşlarım yanaklarımı ıslatmaya başlamıştı. Yüzümü kaldırıp bakamıyordum bile. Hepsi benim hatamdı. Bunların hepsi benim hatamdı. Başından beri buraya gelmemeliydim.

Başımı kaldırmadan hastane yerine, yönümü kaldığımız binaya çevirip yürümeye başladım. Yanımda tanıdık olmayan bir ses belirdi:

"Senin hatan değildi. Sen iyi davransan da onlar bunu yapardı. Onların istediği de bu." Beni yatıştırmaya çalışan sese karşı kabuğuma çekilerek sustum.

"Sizi buraya getirdiler ama her seferinde önünüze engel koymak için ellerinden geleni yapacaklar. Hastanenin her köşesinde asker olmasının sebebi de bu zaten."

Adamın sesiyle bu sefer durdum. Halen daha barajın suyu gibi akmaya devam eden gözyaşlarımı ellerimle silsem de öncekilerin yerlerini aratmayacak şekilde yeniden yanaklarım ıslanmaya başlamıştı.

"Hayır, benim hatam!" dedim.

Başımı usulca yanımdaki adama çevirip baktım. O ise bana değil, ayak uçlarına bakıyordu. Siyah saçları, beyaz tenine sanat oluşturmak için siyah kirli sakalları vardı. Ve Allah ona gerçekten bir heybet vermişti. Benimle göz teması kurmadığı için göz rengini bilemedim. Zaten olması gereken, lakin benim bir türlü başaramadığım teması o çok güzel başarmıştı. Resmen halimden utanmıştım. Başımı önüme çektim ve yürümeye devam ettim.

"Benim sözlerimin ve hareketlerimin üzerine bu olay olmasaydı. Dediğin gibi kendimi suçlamazdım. Ama benim yüzümden oldu."

"Senin hatan...", onu elimle durdurup. "Benim hatamdı!" yoluma devam ettim. Etrafta tek tük insanların arasından gidiyordum. Lakin yanımdaki adam da beni takip edince:

"Neden beni takip ediyorsunuz?"

"Hayır. Sizi takip etmiyorum." Eliyle ileride ki binayı gösterdi. Bu bizim kaldığımız binaydı. "Arıza varmış ona bakmam gerekiyor." dedi. Adamı resmen farklı bir konuma koymuştum. O beni teskin ederken bu yaklaşımım hiç uygun olmamıştı. Kim bilir benim hakkımda ne düşünmüştü. Hemen durup ona doğru döndüm. Ama bu sefer gözlerimi yüzüne değil. Omuzların; sabitledim. O arada fark ettim. Aklımda yine sorgulayıcı tarafım ağır basınca:

"Çantanız yok?"

"Çanta? İyi hatırlattınız. Ben onu arabada unutmuştum." dedi ve hızlıca uzaklaştı yanımdan. Bu haline şüpheli baksam da şimdi bu durumu düşünemezdim. Aklıma yine olay gelince ağlaya ağlaya kaldığımız yere gittim.

Yatsı namazı için abdest almaya gidince aynada yüzüme baktım. Gözlerim, burnum ve dudaklarım kızarmıştı. O sırada Zemheri içeri girerek elini sırtıma koyarak ovalamaya ve beni teskin edecek sözler söylemeye başlamıştı.

"Senin suçun değildi.”

"Geldiğimden beri doğru düzgün bir şey yapamadım. Sen yine yapıyorsun. Ben ise buraya gelerek felaket getirdim."

"Saçmalama üff. Tamam, orada efelenmen biraz fazla kaçtı yani..."

"Bak sen de diyorsun." dedim bu sefer sesli ağlamaya başlamıştım.

"Şifalı bitkiler evet yakıldı. Ama biz yenilerini toplarız. Unuttun mu buranın toprağı şifalı bitkilerle meşhur."

Burnumu sertçe peçeteye silip yeterince ıslanmış olan peçete yerine başka peçeteye uzandım. Söyledikleri mantıklıydı ama tehlikeliydi.

"Sence buna izin verirler mi? "dedim. Siyah gözleriyle bakarak.

"Vermezler." dedi yüzü asık bir şekilde. İkimizde susmuştuk. Biraz zaman geçtikten sonra ona iyi olduğumu pes etmeyeceğimi söyledikten sonra uyuması için yatağına göndermiştim. Benim ise aklımda olan tek şey, 'Ne zamandan beri düşmanın sözünü dinler olduk?' Evet, elimden ne geliyorsa yapacaktım. Burada, her düştüğünde ağlayan bir kız olmayacaktım.

“Bu arada işlemeli mendil senin değil miydi?”

Zemheri’nin uzattığı mendile baktığımda yaşadığım bu kader çatılmasınına iç geçirdim. İleride eşime vermek istediğim mendil düşmanıma gitmiş ve ondan bana farklı bir hikâye ile geri dönmüştü.

Benim kanımla boyanmış ve sinirimle hiçbir suçu yokken buruş buruş mendile yine sinirle baktım. Bana tekrardan rütbeliyi hatırlatmıştı.

“Hey! Bana geri dön.” diye bağıran Zemheri’ye bakıp, “Elim kanayınca öyle onu taktım.” dedim ve banyodan çıkmaya başladım.

“İyi ki motife zarar vermemişsin. Onca emeğin gidecekti.” dedi ve beni takip etmeye başladı.

“Aman ne emek.” diye sessiz bir şekilde fısıldayıp onun uzattığı mendili alıp iyice elimle sıktıktan sonra çantama fırlattım.

Nereden bilebilirdim ki o güzel motifim bu kadar acıtasyon yaşayacağını...

Şimdiki Zaman

"Dejavuya gel!" dedim üzerimdeki yorganı fırlatarak. Hemen arka sayfaya geçmek için harekete geçmiştim ki, o ara da beni sıkıştırmak için bahane arayan Eyşan:

"Hani sen uyuyacaktın?!" dedi sinirle.

Bornozuyla karşıma geçip bana şov yapıyordu. Ben ise usulca günlüğü yanda ki komidinin üzerine koyup, üzerimi örtmek için yorganıma uzandım. Lakin o elimden tutunca:

"Fantezilerini kocana yaparsın. Beni rahat bırak." dedim ciddi bir ifadeyle.

O ise gülmeye başlayınca daha da ciddileştim. Yüzü resmen kıpkırmızı kesilmişti. Tek kaşımı kaldırıp:

"Hayırdır. Fazla heyecanlandın."

"Ay abla o konular girme yaaa!" dedi kendini yatağa bırakarak.

"Tövbe estağfurullah. Tamam, şaka yaptık da şeyini çıkarmasan! Yoksa biri mi var?"

Yattığım yataktan hemen toparlanıp ondan cevap bekliyordum. Ama o adeta baleciler gibi değişik hareketler sergiliyordu. Sonra bana dönüp:

"Belki vardır." dedi göz kırparak.

"Sinirleniyorum. Eyşan söyle."

"Sen bana her şeyini anlatıyor musun ki ben de sana anlatayım."

Şimdi bunun bu saçma sapan hareketlerinin sebebini anlamıştım. Uzandığı yataktan kalkıp çamaşırlarını almak için valizine yönelince, yine de ben her ihtimale karşı sözümü söylemiştim.

"Eğer öyle bir şey varsa sadece kendine zarar verirsin. Bir insanın kendini temiz tutması kadar güzel bir şey olamaz. Her insan temiz olmayı sever. Temiz olanı sever. Temiz olan bir ev güzeldir, arabada, kumaşta, elbisede ne bileyim yani her şey… Taşınacağımız bir yeri sevmemenin nedeni kirli olmasından dı...Bunu sadece kadınlar için değil erkekler içinde aynı şeyler söylüyor Kuran-ı Kerim. Hem..."

"Abla beni bu kadar heyecanlandıranın kim olduğunu söyleyeyim mi?"

İşte şimdi gerçekten sinirlenmiştim. Başı örtülü olmasa da bilgisi benden fazlaydı. Ama bunu icraata dökmek konusunda iyi değildi.

"Söyle!"

O ise gayet ciddi bir şekilde yüzüme bakarak.

"Sabah kalkıyorum ya karşımdaki aynayla karşı karşıya gelince dönüp dönüp bakasım geliyor. Bu ilişki daha yeni başlamasına rağmen ciddi düşünüyoruz. Tabi kimde bu zarafet, bu endam, bu boy..."

Ben ise ona şu an aynen, öküzün trene baktığı gibi, bakıyordum. Hemen yorganımı alıp başıma geçirdim. Ama o durur mu durmaz:

"Abla ya babamla sen bu konuyu konuşsana ben utanırım."

"Hay Allah'ım! Git başımdan." dedim. Gülme sesini duyuyordum ama eminim şimdi gözlerinden yaş gelene kadar gülüyordur.

...

İnsan değişince farklı birisine dönüşebiliyordu. En basit karşıdan bakan birisi, üzerindeki giysisine bakarak bile anlayabilirdi hangi düşünceye sahip olduğunu, anlık duygusunu...

Camları kırılmış, duvarları küf tutmuş, etrafı sarmaşıklar sarmış her basıldığında bana eşlik eden sesler yok olmuştu. Karşımda duran ev intihara kalkışmış bir insanın yaşamaya tekrar karar verip hayatını değiştirmeye çalışması gibi yıldız gibi parıl parıl parıldıyordu. Önceden yağmurların etsiyle solmuş olan mavi boyasından eser yoktu, haylaz çocukların hedef tahtası haline gelmiş camlardan eser yoktu.

Duvarlarda oluşan küçük çukurlar kapatılmıştı. Bu ev çok güzeldi. Bahçeden buram buram biçilmiş çimen kokusu geliyordu. Çardağın olduğu tarafa başımı çevirince kırık dökük çardak yerine taptaze bembeyaz renge boyanmış, zarif bir kadın gibi süzüldüğünü hissettim. Babamın geç saatte eve yorgun gelmesinin sebebi buydu. Yüzüne baktığımda amacına ulaşmış zafer naatları yakıyordu.

"Çok güzel olmuş baba, sarmaşıklar yüzünden denizi göremiyorduk şimdi az da olsa görünüyor.” Mutlulukla söylediğim sözlere de babam katılmış gibi kafasını sallayarak:

"Elhamdülillah." Dedi. Eyşan'nın yüzüne baktığımda biraz üzgündü, gözlerimi devirip:

"Ne oldu yine?"

O ise aceleyle "Tamam bakın çok güzel olmuş. Hatta mükemmel ötesi. Ama burada telefon çekmiyor. Evet, manzara güzel ama ben burada sabahtan akşama kadar manzara izleyip ne yapacağım ya hu!"

"O işi bugün halledeceğiz. Hem eve eşya alırız. Hem de Eyşan'nın problemini hallederiz." Babamın sözleriyle Eyşan gözlerini kapatıp:

"Allah’ım sana şükürler olsun." deyince aramızdan küçük bir kahkaha tufanı geçti.

Arabaya binip yola koyulduk. Yarım saatten fazla sürmüştü. Ev, kasabaya fazla uzaktı. Sanki evi insanlar bulamasın diye o kadar yeşilin arasına ve uzağa inşa etmişlerdi.

"Baba bugün evde mi kalacağız?" dedim merakla.

"Hayır. Su da arıza var onun giderilmesi lazım. Bir de bugün eşyalar anca yerleştiririz. Yarın inşallah evimize gideriz." dedi ben ise kafa sallamakla yetindim. Kaldığımız otelin orada helal ve bir o kadar da leziz yemekleri olan lokantanın orada durup, yemek yemeğe karar verdik...

Yemeğimi sonlandırmış babam ve Eyşan'nı beklemeye başlamıştım. Cama yüzümü çevirince erkeklerden oluşan grubun içinde onu gördüm. Aklıma montu geldi. O montu ona vermeliydim yoksa o manyak montu için yine beni rahatsız edebilirdi.

"Ben üşüdüm de otelden hırkamı alacağım. Siz mobilya dükkanına gidin ben gelirim."

"Dur ben de geleyim." diye atılan Eyşan’ı elimle engelleyerek "Yok gerek yok gelmene hemen alır gelirim" dedim. O da omuz silkince, lokantadan çıkıp grubun nerede olduğuna baktım.

İleri ki parkta olan çardakların birine kurulmuşlardı. Şimdi aklımda tek soru ben onca erkeğin arasında ona bu montu nasıl verecektim? En iyisi bu sorunu montu aldıktan sonra düşünmekti.

Hemen otele girip hızlı adımlarla odamın anahtarını cebimden çıkarıp kapıyı açtım. Odama girip siyah uzun hırkamı ve poşete koyduğum hafif nemli olan yeşil montu aldım. Ne, yıkamamı beklemiyordunuz herhalde!

Parktaki gruba baktığımda onu içlerinde görememiştim. Etrafta onu görmek için gözlerimi gezdirirken o sırada ormanlığa giden yolda onu görünce, yetişmek için koştum. O kadar hızlı yürüyordu ki nefes nefese kalmıştım. Ormanda onunla yalnız kalmamak için, ona seslendim:

"Hey! Sana diyorum. Tuhaf! Hristiyan!"

Aramızda beki on beş ya da yirmi adımlık yol vardı. Bu mesafede ve ses tonumla yaşlı bir insan bile duyabilirdi. Biraz daha ilerleyip aramızdaki mesafeyi biraz daha aza indirerek tekrar bağırdım. Duymadı ve ben tekrar tekrar bağırdım, cevap vermedi. Kesin bilerek yapıyordu.

Kaba bir insan değildim lakin bana karşı kabalık yapana gül uzatacak kadar Müslüman olduğumu düşünmüyorum.

Yerden bir taş alıp hafif bir şekilde sırtına attım. Aramızdaki on adımlık mesafede ne kadar hafif taş atılırsa işte o miktarda hafif attım. Tamam biraz sert atmış olabilirim. Beklediğim tepkiyi vermedi. Şaşkınlıkla ve korkuyla ne yapacağını şaşırmıştı. Galiba gerçekten beni duymamıştı ve ben boşu boşuna suizan yapmıştım. Öyle bir korkmuştu ki yaptığım şeyden büyük bir utanç ve pişmanlık duymaya başladım.

Gözleri gözlerimle buluşunca, sinirli bir şekilde bana bakmaya başladı. Gözlerimi hemen onun yanındaki ağaca çevirdim. Hızlıca ve öfkeli bir halde benim üzerime gelmeye başlayınca. Korunur gibi hızlıca ellerimi ona uzattım.

"Bak ben çok seslendim ama duymadın. Ben de bilerek yapıyorsun diye düşünüp taş attım. Korkutmak istemedim." dedim ellerimi uzattığım sol elimde tuttuğum montu ona doğru sallayıp devam ettim. "Montunu vermek istemiştim. Ama sen cevap..." o sırada tekrar yüzüne bakmıştım o ise benim dudaklarıma dikkatlice baktığını görünce, elimle dudaklarımı kapatıp, "Çok oluyorsun sen! Nereye baktığına dikkat et!" dedim.

Ellerimle dudaklarımı kapatınca gözleri gözlerimle buluşmuştu. Ona halen daha söylenirken, o ise yabancı dil konuşan insanların arasında kalmış gibi masum bir şekilde bakıyordu.

Masum mu dedim yani pek böyle insanlar için söylenmez tabi ama her insanın içinde duygusal bir tarafı vardır. Lakin insan sadece ağır olan tarafa baskı uygulayan duyguları kullanıyor diye de diğer duyguları yok olmuyordu.

Bana doğru tekrar ilerlemeye başlayınca aramızda üç adımdan fazla mesafe bırakmamıştı. Ben de tedirgin olup yerden tekrar bir taş alıp ona doğru atacaktım ki cebinden hızlıca telefonunu çıkarıp, bir şeyler yazdı ve bana uzattı. Ben bir ona bir de telefona 'sorunun ne' der gibi bakınca, tekrar telefonunu uzattı.

“Ne yapıyorsun be dilini mi yuttun! Al şu montunu benimle daha fazla uğraşma." dedim o ise, bu sefer daha çok sinirlenmişti. Yine bir şey mi yapmıştım? Hiç sanmıyorum.

Uzattığım monta değil de dik dik bana bakmaya devam edince elimdeki montu yere fırlatıp ormandan hızlıca uzaklaşmaya başladım. Ormandan çıkmak üzereydim ki birden nefes nefese istenmeyen ot gibi yanımda bitmişti. Hızlıca elindeki kağıdı feracemin cebine sıkıştırınca geri çekilmiştim. O ise hızlıca tekrar yönünü ormana çevirip yürüme başladı.

“Bunun sorunu neydi böyle?”

Hemen cebimdeki sıkıştırdığı hızlıca açıp, okumaya başladım:

"Dudaklarına bakmamdan rahatsız olduğunu biliyorum. Ama seni anlamak için dudaklarına bakmam lazım. Ben hayatım boyunca duymadım demedim çünkü ben zaten duyamıyorum. Dilimi yutmadım, başından beri var olan dilim, hiçbir işe yaramıyor. Konuşamıyorum. Benimle alay eden herkesin hayatını mahvedeceğim. Ve bu herkese sen de bugün dahil oldun. Ben aciz değilim zayıf hiç değil. Buna sana göstereceğim. Herkese göstereceğim."

O an başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Beni mahveden son yazdıkları değil. Onlar umurumda bile değildi. Tek umrumda olan ben bilmeden onu incitmiştim. Ben onunla bilemeden alay etmiştim. Ben ona yapılabilecek en büyük kötülüğü yapmıştım. Onun bana olan tavırları karşısında kaba davranmış ama bu kaba davranışlarımın bu kadar derin yaraya tuz basacağını bilememiştim.

"Ben çok özür dilerim." desem de. Bir yararı olmamıştı. Çünkü o zaten çoktan gitmişti...

 

 

Yorumlarınız ve oylarınız çok kıymetli. Lütfen es geçmeyin...

Loading...
0%