Yeni Üyelik
4.
Bölüm

Orman

@lilyum_cicegi

 

Diriliş hiçbir şey yapmak istemediğin halde nefsini dinlemeyip yürümektir.

 

GÜNLÜK

Her düştüğünde pes eden ve zırıl zırıl ağlayan bir kız olmayacaktım. Bazı anlar hatta çoğu zamanlar pes edip hayatı kendime dar ettiğim olmuştu. Peki elime ne geçmişti koca bir hiç. Bir şeyler yapmak zorundaydım. İçimden bir şey yapmak dahi gelmese öylece durmak bana daha çok zarar veriyordu. Evet, olan olmuştu ama oldu diye de geri adım atmayacaktım. Atmamak zorundaydım. Sadece buradaki insanlar için değil, ruh sağlımı sebata erdirmek için….

Kahvaltımızı yapıp hastaneye gitmek için çıkacaktık. Ama ben şifalı otlar bulmak için orman tarafına gidecektim ve tehlikeyi en aza indirmek için tek başıma gitmek daha mantıklı duruyordu.

"Hadi." Zemheri'nin sesiyle yatağı düzenlemeyi bırakıp:

"Siz gidin ben sonra geleceğim. Hem gelip ne yapacağım?" dedim.

"Evet, haklısın." dedi üzgün bir şekilde sonra devam etti. "Bana yardım edersin. Getir götür işleri, olmaz mı?"

Anlayışlı birisiydi. Her zaman çözüm odaklı çalışırdı. Ben ise olumsuz bir şekilde başımı salladım.

"Tamam, sen ilaç yapıyorsun. Görevin, mesleğin bu. Ama buraya gelme amacımız insanlara yardım etme değil mi?" dedi.

Haklıydı buraya insanlara yardım etmek için geldim. Ne gerekiyorsa yapmalıydım. Ona şifalı bitkiler toplamak için gideceğimi söylesem asla izin vermezdi. Bundan dolayı ona açıklama yapmak yerine sessiz kalmayı tercih ettim.

O ise hazırladığı çantasını yataktan alıp odayı terk etmeden önce:

"Şımarık kız çocukları gibisin. Bugün burada kal ve neden buraya geldiğini tekrar düşün. Eğer insanlara ne gerekiyorsa yardım edeceğim düşüncesinden farklı bir düşünceyi seçersen, hiç düşünme git buradan. Buraya tatil yapmak için gelmedik!" dedi sinirle.

Ormana gitmek için tam gaz bana motivasyon verdiğinden haberi bile yoktu.

Zemheri odadan çıktıktan sonra sırt çantamı alıp içine; günlüğümü, şifalı bitkiler yazan defterimi, iki tane kalemimi, su şişemi, bitkileri kesmek için bıçağımı, toplayacağım bitkiler ve tohumlar için poşetlerimi, en son olarak Zemheri'den gizli yaptığım iki tane sandviçimi koyduktan sonra çantamı kapattım.

Şifalı bitki toplamak kolay değildi. Sabır gerekti ve bolca vakit, bundan dolayı yiyecek ve içecek almıştım. Çantamı kapatıp her ihtimale karşı başımızı yazmayla örtüğümüz için onu çıkarıp siyah renkteki başörtümü omuzlarıma kadar örtüp, feracemi giyindim. Yatakta bıraktığım çantamı da başörtümün altından omuzlarıma geçirdim. Örtümü tekrar omuzlarıma indirdim.

Zemheri ile kaldığımız yeri gezdiğimiz için binanın arkasında bir kapı olduğunu biliyordum. Çoğunlukla ön kapının olduğu tarafta askerler olduğu için arka kapıyı tercih edip çıktım. Etrafa iyice göz gezdirdim. Tahmin ettiğim gibi askerler yoktu.

Çalışma saatleri dışında fazla devriye gezmezlerdi. Boş olan yurdu sürekli devriye atmak istememişlerdi.

Kapı, bahçeye açılıyordu. Bahçeden çıkmak için boyumdan uzun olan duvarı atlayıp geçmem gerekiyordu.

Gözlerim etrafı tararken ileride gördüğüm büyük olan taşlar gördüm. Bunları taşıyabilirsem duvardan atlayabilirdim. Camları tekrardan kontrol ettim. Kimsecikler görünmüyordu.

Hızlı davranarak taşların iki tanesini zar zor sürükleyip üst üste koyabildim. Başımı tekrardan kaldırıp camlara baktım, kimsenin olmadığını görünce taşların üstüne çıkıp duvardaki çıkıntıya bir ayağımı koyup ellerimi ise duvarın bitiş yerine koydum. Yukarı doğru kendimi çektim ama başarısız olmuştum. Sırtımdaki çanta ağırlık yapıyordu. Ondan dolayı onu çıkarıp içindekilerin zarar görmemesi ümidiyle duvarın öbür tarafına fırlattım. Tekrar ayağımı çıkıntıya koyup, ellerimi duvarın bitiş yerine koydum. Barfiks çeker gibi yukarı doğru kendimi ittim. Bu sefer çıkmıştım, yani sayılır. Sadece vücudumun yarısı duvarı geçmişti diğer yarısı ise arka tarafımda sallanıyordu. Bacaklarımı da duvarın bitiş yerine çekmeye çalışırken başımı yukarı doğru kaldırdım.

Karşımda yedi tane asker ve yine o vardı. İşte şimdi işim bitmişti. Ben şaşkınca onlara bakarken onlar ise silahlarını bana doğrultmuş bakıyorlardı.

Gözlerim yine lacivertle buluşunca onun da bana şaşkınlıkla baktığını gördüm. Kesin deli olduğumu düşünüyordu. Haksız da sayılmazdı.

Yukarıdaki camdan burayı kontrol etmeyi nasıl akıl edememiştim. Bunların burada ne işleri vardı? Halbuki zamanında Zemheri ile birlikte camdan baktığımızda, boş bir araziden başka bir şey yoktu. Salak Meyra. Yavaşça geriye kendimi bırakmayı düşünüyordum ki:

"Kaldır ellerini." dedi askerlerden biri. Ben ise onları sadece şaşkınca izliyordum. O sırada arkamdan köpek havlama sesi duyduğumda başımı arka tarafıma çevirdim. Resmen benim yarım kadar olan bir köpek arkamdaydı. Nereden çıkmıştı bu? Allah’ım nasıl bir çıkmazın içine kendimi sürüklemiştim. Tehlikeli planımın ilk adımında kendimi çukura atmıştım.

Ne ileri gidebiliyor ne de geri gidebiliyordum. Ama daha fazla kendimi bu duvarın üstünde taşıyamayacaktım orası kesin. Endişe ile etrafıma bakmaya başladım. O sırada rütbeli çantamı fırlattığım yere; duvara yakın gelmeye başlamıştı. Aşağı insem o köpek beni kesin parçalardı, duvarın öbür tarafına insem bu askerler beni parçalardı. Arkamda havlayan köpeğin sesinin kesildiğini duyunca tedirgin olup arkamı döndüm. Köpeğin üzerime atlamak için hazırlık yaptığını ve şu an üzerime geldiğini görünce, köpek tarafından parçalanmak yerine, hızlıca kendimi duvarın öbür tarafına attım. Sert zeminle buluşan vücudum alıştıra alıştıra acısını hissettiremeye başlamışken ben de gözlerimi açtım. Karşımda masmavi bir gökyüzü vardı. Görüş alanıma sonra maviden daha koyu gözler girmişti. Vücudum acısının hepsini dozlu bir şekilde üzerime salınca, başımda feci bir ağrı ve daha önceden yaralanmış iyileşmeye çalışan ama benim bir tülü iyileşmesi izin vermediği elim bana lanet okuyordu. Çünkü hem elim, hem kafam, hem sırtım her yerim zonkluyordu. Annemi istiyorum, diye iç sesim içten içten içe sızlanmaya başlamıştı.

Yerle temas eden sırtımı hızlıca kaldırıp sağ elimi tuttum. Dikişlerim yeniden açılmıştı lakin önceki acılara göre daha feci bir şekilde acıyordu. İnleyerek elimi tuttum. Elimde olmayan gözyaşlarım yine dolmaya başlamıştı. Dibimde dizlerini kırarak oturan olan rütbeli:

"Ne oldu?" dedi ince sesiyle.

"Elim, elim çok ağrıyor." dedim ağlamaya hazır olan ses tonumu kullanarak. O ise hızlıca sol elimden, elimi kurtarıp sağ elimi eline hapsetti. Ve incelemeye başladı. O inceledikçe elim daha fazla acıyordu. Bileğimin üzerine parmağını bastırınca elimi hemen onun elinin üzerine koydum. O ise sakin bir şekilde, benim elimden ayırmadığım gözlerime baktığını hissetmiştim.

"Tamam geçecek. Burkulmuş sadece. Dikişlerin açılmış. Başka yerin ağrıyor mu?" dedi nazik bir şekilde. Ben de acıya o kadar kapılmıştım ki:

"Evet başım, sırtım, kollarım..."

Sözlerimi kestim. Bu adam resmen dibimdeydi ve elimi ellerine hapsetmişti. Diğer elimle hızlıca gözlerimi silip, elim acısa da ondan çekip geriye gittim. Az da olsa ondan uzaklaşmıştım sinirle:

"Sizi ilgilendirmez!" dedim. O ise benim ani değişen tepkilerimi şaşkınlıkla izliyordu. Onun bu şaşkınlığına tokat atmak ve yaptığım her hareketin doğru olduğunu yüzüne karşı haykırmak isteğimi içimde bastırmaya çalıştım.

Ondan önce davranıp duvardan tutunup kalktım. Bir anlık acıyla resmen, düşmanımı geçtim Allah'ın haram kıldığı şeyle dip dip dibeydim. Allah'ım sen affet ne olur bir an gaflete düştüm Rabbim.

Ben nasıl kalktıysam o da kalktı. Yanından geçecekken.

"Nereye?" dedi.

Sahi ben nereye gidecektim? Evet, orman ve şifalı bitkiler. Ona doğru dönüp nereye gideceğimi söylemek için ağzımı açtığım sırada kaşlarımı çatarak kendimi sorguladım ve açtığım ağzı gerisin geri kapadım.

"Başımı çarptıktan sonra geri zekalı mı oldum ben?" diyerek derin bir düşünceye daldım. Onun güldüğünü görünce tuhaf bir yüz ifadesiyle, ona baktım. O ise tekrar bana bakıp daha fazla gülümsemesini yaymıştı.

Yüzüm de mi bir şey vardı? Ellerimi daha doğrusu sol elimi yüzüme götürüp her tarafına sürdüm ama elime bir şey gelmemişti. Başörtüm mü bozulmuştu? Ki bunu takıp güleceğini hiç zannetmiyorum. Yoksa bir tarafım mı açıktı? Üstümü kontrol ettim ama açık değildi. En sonunda dayanamayıp:

"Neye gülüyorsunuz?" Sesimi sakin tutarak merakla sordum.

"Ne?" dedi tebessüm ederek. Takındığım tavırlarla, kendimin tuhaf göründüğünü düşünmüştüm ama bu adamda çok normal birisine benzemiyordu.

"Delirdin mi? Birden gülmeye başladın sen iyi değilsin." Tuhaf gözlerle bakmamı sürdürerek sorusuna cevap verdim.

"Yok, ben delirmedim ve bir yerden düşünce geri zekalı olunmaz."

Ellerini ceplerine soktu ve yine dişlerini göstererek gülmeye başlamıştı. Ben içimden söylediğim şeyi dışarı vurduğumu fark ettim! Sağ elimin yarasını unutup birden başıma vurunca, elim acısını daha fazla artırdı.

"Ahh.." diyerek sol elimle ağrıyan elimi tuttum. O da hemen elimi tutarak:

"Tam olarak neresi ağrıyor?" deyince hemen onu sol elimle itip:

"Size ne! Bir daha bana dokunursanız sizi çok fena ederim!" dedim sinirle. İç sesim ise 'Evet adamı yerden yere vurursun. Neyine güveniyorsun kızım sen!' diyordu. Ama olsun tepkisiz de kalamazdım. Bu kadarı fazlaydı. Ne sanıyordu kendini?

Gözlerini kısıp gayet ciddiyetle:

"Daha önceden de söylemiştim. Sana gücüm yeter ama ben sana karşı gücümü kullanmak istemiyorum."

"Efendim çanta temiz." dedi yanımıza gelen asker. Elinde tuttuğu çanta benimdi. Başka işim gücüm yok bir de bomba hazırlayıp çantayı da üzerlerine atacaktım! Aslında iyi fikirdi çünkü bu gidişle benim ilaç hazırlayacak ne malzemeye ne de o malzemeleri toplayacak bir elim olacaktı.

"Benimle kolaylıkla gelir misin? Yoksa askerlerime emir vereyim mi? "dedi. Ben ise:

"Neden seninle geleyim?"

"Bu durumu açıklamak için?" Ellerini ceplerinden çıkararak mimiklerle bana cevap verdi.

"Açıklanacak bir şey yok. Yoldan geçerken denk geldik." Gayet masumca ve bir o kadar da mantıksızca cevap vermiştim. Galiba ben gerçekten gerizekalı olmuştum. O ise duvarı işaret etti ve sesini yükselterek:

"Yol mu? Benimle bir daha üstten üstten konuşma ve beni takip et." dedikten sonra yanımdan yürüyerek karşıda duran küçük, bir katlı; toprak rengindeki binaya ben de onunla beraber girdim.

Ne yapabilirdim ki? Efelensem ona efeliğim geçer miydi? Kabullenmesi zor olsa da onların kontrolü altında bir yere gelmiştik. İstemesek de onların önümüze sürdüğü emirlere uymak zorundaydık.

Kapıyı açıp içeri girdikten sonra ben de onunla birlikte içeri girip kapıyı aralık bıraktım. Masasına ulaşmadan arkasına dönüp kapanmayan kapıya sonra ise bana bakınca, kaşlarımı yukarı kaldırıp baktı. Sonra ise önüne dönerek başını sağa sola salladı. Onun bu tepkisini anlam veremeyerek bir an önce buradan çekip gitmek için sabırla beklemeye koyuldum. Subay, masasındaki sandalyeye oturup, kendini masaya doğru çekmişti. Ben ise elimin acısıyla savaş veriyordum zafer yakındır dayan Meyra.

"Hadi." dedi ellerini sallayarak.

"Hı". dedim yorgun çıkan sesimle. O ise derin bir nefes çekerek bıraktı:

"Ne işin vardı o duvarda?"

"Her gün aynı yerden gitmekten sıkıldım." Dudaklarıma samimi olmayan bir gülüşle sorusunu sonlandırınca, gerçekleri anlatmam için sinirli yüz ifadesini takınmıştı. Ben de daha fazla konuyu uzatmamak için ve daha ilaç toplayacak bir suç girişiminde bulunmadığımı düşünerek:

"İyi tamam. Şifalı ot toplamak için ormana gidecektim." dedim. Gözlerinin lacivertine takılmış olan, kancalı gözlerimi çektim. Başıma ne gelecekse zaten benim şu gözlerimin inatla lacivert gözlere takılmasından dolayı gelecekti. İkimizde birkaç saniye sustuk.

"İznin var mı?" dedi soğuk ve ciddi havasına bürünmüştü. Ki zaten asker değil mi öyle olmaması tuhaf kaçmaz mıydı?

"Hayır." dedim. Tamam, asker abi teslim oluyorum demediğim kalmıştı. Yakındır onu da söylerim.

"Nereden buluyorsun bu rahatlığı; izin almadan ormana girmek ne demek!" Cümlesinin sonunda, elini sertle masaya vurdu.

"Ben başta kurallara gayet de uydum. Sen yakmasaydın ben de şifalı bitki aramaya gitmezdim."

"Kes be sesini! Burada bizim kuralımız geçer tamam mı anla artık. Sok kafana! Sağlıkçı kimliğine güvenme, birden ayağın bir dala takılır çukura düşersin. O çukurdan da kimsenin haberi olmaz." dedi ciddiyetle ve sinirle. Haklı mıydı? Kendi tarafından haklıydı. Bana, seni gizlice ortadan kaldırabilirim demişti. Yani kısaca seni öldürürüm demişti. En nefret ettiğim güçsüz olmaktı. Çünkü güçsüzsen karşındaki vicdandan yoksun olan insanlar, seni ezmek için ellerinden gelen her şeyi yapardı.

"Suçüstü yakalamadığına göre artık gidebilir miyim?" dedim ona bakmadan.

"Ormana izinsiz giremezsin!"

Ben ise cevapsız kalmıştım. Sonra sesini biraz daha alçaltıp "Gidebilirsin artık." dedi.

Hemen odadan çıkıp kapıyı kapatmadan binadan ayrıldım. Bahçede duran çantamı sol koluma geçirip hastaneye ilerlemeye başladım. Biraz ilerledikten sonra arkamı dönüp baktığımda görünürde kimse yoktu. Etrafta olan tek tük askerler ise dünden kalma sarhoşlukla etrafta geziyorlardı. Hemen onları es geçip ormana doğru koşmaya başladım. Zemheri'nin dediği gibi biz buraya tatil yapmak için gelmemiştik. Amacımız insanlara yardım etmekti. Yardım ederken de her türlü fedakarlığı yapmak zorundaydık. Ne olursa olsun o bitkileri toplayıp ilaç yapacaktım.

İyice ormanın içine girmiştim. Çantamdan hemen poşetleri ve bıçağımı çıkarıp hazır ettim. O sırada gözüme top top olan fesleğenler çarptı. Hemen sol elimde tuttuğum bıçakla onu kestim. Ve hazır ettiğim poşete koydum. İlerde kuşburnu ağacı gördükten sonra hemen oraya gittim. Ellerimi dikenleri acıtsa da mutluydum. Hemen ondan da poşeti dolduracak kadar toplamıştım. Biraz daha ilerde pembe yapraklı olan ekinaz çiçeğini vardı. Hemen oraya gidip onlardan da kopardım. Çuha çiçeği bile toplamıştım. Solunum yolları hastalıklarına çok iyi gelirdi...

Vakit epeyce geçmişti hem ikindi namazını kılmak, hem de aç karnımı doyurmak için ağaçların daha seyrek olduğu bir yer bulamam lazımdı. Kah eğilerek kah yosunlardan dolayı ayaklarım kaysa da durmayı asla düşünmedim. Bir sürü şifalı bitki toplamıştım; gotu kola, deve dikeni, kedi otu, sarı kantaron, meyan kökü...O kadar kendimi kaptırmıştım ki en huzur bulduğum şeyi yaparken gözlerim bir dedektif edasıyla her köşeyi tarıyordu.

Su sesi duyunca temkinli bir şekilde, suyun sesine doğru ilerlemeye başladım. Karşımdaki küçük şelale, hırçınca sesini çıkarmaktan asla çekinmeden özgürce suyunu her tarafa boşaltıyordu.

Karşımda şelale ve şelalenin oluşturduğu bir göl, suyunu paylaşmaktan çekinmeyen göl; kollara ayrılmış nehirleri anımsatan görüntü oluşturmuştu. Suyun sesi, rüzgarın; yaprakları aheste ahaste sallandırması ile yapraklardan çıkan ses, az da olsa kuş cıvıltılarıyla etrafta muazzam bir ses dalgası hakimdi.

Gözlerimi bu hayranlıktan çekemiyordum, bu nasıl bir güzellikti. Keşfedilmemesini ve sadece benim olmasını çok isterdim. Çünkü insan ayağı değdi mi doğallığını bozmadan çıkamıyordu. Burası tam bir tefekkür yeriydi, oturup uzunca düşünülecek bir yer... Ama insanları değil, burayı oluşturan kişinin kudretini düşünmek gerekirdi. Alışık olmadığımız şeyler gözümüze çarpınca işte o an sanki gerçek bir yaratıcının olduğunu inanıyor düşüncesindeyim. Kuran-ı Kerimde nasıl ki; namaz kılın, zekat verin, oruç tutun emirlerinin yanında insanoğlunun yeryüzünü de dolaşmasını söylüyordu. Bence, Allah aslında kendi kudretini göstermek istiyordu. İnsanda öyle değil mi yaptığı şeyleri etrafındaki insanlara göstermek istemez mi? Ben isterim, hele ki başarıyla yaptığım bir işi, bir sanatı en azından sevdiklerimle paylaşırım.

Her zaman yaptığım şeyi yapıp sol elimi kullanarak çantamdan Kuran-ı Kerim mealini çıkardım. Bu da çantamdan asla eksik olmaması gereken kategorinin içindeydi. Arapça Kuran- ı Kerim okuyordum, hatim yapıyordum. Ama Arapça bilmediğim için anlamıyordum. Anlamını bilmediğim şeyler beni pek etkilediğini söyleyemem, makamlı bir kişinin ağzından dökülen muazzam kelimeler haricinde kendi okuduğumda etkilenmiyordum. Bu da benim eksiğimdi öğrenmeliydim, Kuran-ı Kerim'in dilini.

Hemen rastgele bir ayet açtım ve okumaya başladım:

Gökten su indiren O'dur. Ondan hem kendiniz için içecek su hem de hayvanlarınıza yedireceğiniz bitkiler verir. (Nahl Suresi 1610 Ayet)

Dudaklarım yavaş yavaş yukarı doğru kalkarken, içimi ferahlatan bu kokuyu iyice çektim. Acizane ağzımdan şu kelimeleri bıraktım.

"Çok şükür Rabbim! Elhamdülillah."

Sağ elimdeki açılan dikişlerden kan geldiği için abdestim bozulmuştu. Abdest almam lazımdı. Etrafı dikkatli inceleyip; çantamı sonra da feracemi çıkarıp yere koydum. Başörtümün iğnelerini çıkarıp, iğneleri kazağıma geçirdikten sonra bonemi feracemin üzerine koydum. Her ihtimale karşı başörtüm başımdaydı. Ayakkabılarımı çıkarıp nehrin yanındaki taşa geçip, sağ elime su değerse kanar diye, sol elimle abdestimi alıp. Sağ elime mes ettim. Hızlıca üzerimi giyindim. Çantamda taşıdığım olmazsa olmaz ikinci eşyam olan seccademi yeşilliğin üzerine serdikten sonra hemen üzerine çıktım. Sağımı solumu arkamı iyice kontrol ettikten sonra namaza niyet ettim.

İkindi namazımı kıldıktan sonra anın büyüsüne kapılıp Mavi Kıta'ya geldiğimden beri içimi sıkan şeyi düşünmeye başladım. Annemin rızasını aldığım halde içimin sıkıntısı gitmiyordu. Bir şeyleri yanlış yapıyordum lakin neyi yanlış yaptığımı bir türlü bulamıyordum.

Ellerimi açıp dua ettim. Bana yardım edecek tek kişi O'ydu ondan başka içimi ferahlatacak kimse olmazdı.

Sandviçlerimi, yedikten sonra ayaklanmaya başladım. Neredeyse güneş mesaisini bitirecekti. Bu muazzam görüntü beni o kadar etkilemişti ki çok fazla vakit kaybetmiştim. Yatsı ezanından önce kaldığımız yerin orada olmak zorundaydım.

Geldiğim yerden yürümeye başladım. Hafif yağmur çiselemeye başlamıştı, ağaçlar çok olsa da azıcık başörtüme yağmur tanecikleri konmaya başlamıştı. Umarım hızlanmadan ormandan çıkmış olurdum.

Galiba kaybolmuştum. Geldiğim yönde gitmeme rağmen işaret koyduğum yere gelememiştim. Akşam namazımı kılmıştım, neredeyse yatsı okunacaktı. Yağmur hızını daha fazla artırmıştı. Üzerim az çok ıslanmıştı, ayaklarım ve feracemin uçları çamur olmuştu. Soluklanmak için durdum. O sırada insan sesleri duyunca yavaşça o tarafa doğru gitmeye başladım. Müslüman olan insanlar olabilirlerdi ya da Mavi Kıta askerleri. Eğer askerlerse ben çoktan hapı yutmuştum. Işık huzmesi gördüğümde bir ağacın arkasına geçip başımı usulca onlara doğru uzattım. Ateşin etrafında yirmiden fazla erkek vardı. Konuştuklarını pek anlamıyordum. Onları anlamak için daha doğrusu kim olduklarını anlamak için yakına gitmem gerekiyordu. Üzerlerinde asker kıyafeti yoktu ama kendimi tehlikeye atmak istemiyordum. Sanki şu anda tehlikeye giden ben değilmişim gibi…

Benim hemen ilerim de duran koca gövdeli ağaca yetişmek için, ayağımı atmıştım ki kolumdan çekilmem ve kafama silah dayanması bir saniyede gerçekleşti. Ben...

 

ŞİMDİKİ ZAMAN

En heyecanlı yerinde Eyşan günlüğü elimden çekince ona bağırdım.

"Sabah namazı geçecek." dedi gıcıklığı tutmuştu yine. Hemen oturduğum yerden ona uzamaya çalışıyor bir yandan da laf anlatıyordum.

"Eyşan ver şunu beni deli etme! Namazımı kılacağım en heyecanlı yerimde kaldım." dedim.

"Alt tarafı bir günlük amma abarttın." dedi. Elimde ki bir günlüktü ama içine girdim mi sanki roman okuyormuşum gibi bir hissettiriyordu. Meyra’nın yazdıklarını hayal etmek içimde mükemmel bir atmosfer oluşturuyordu.

Resmen onu kovalıyordum. O ise:

"Vermeyeceğim. Sen bana her şeyi anlatana kadar bu benim rehinem olacak." dedi ve odadan fırladı.

Saçım açık ve üzerim pijamalı olduğu için onun gibi aktif bir şekilde odadan dışarı çıkamıyordum. Şu an oda da olsaydı üzerine çıkıp üzerinde at koşturup, saçını yolmak için elimden ne geliyorsa yapardım. Maalesef hanım hanımcık bir kız değildim. Saate baktığımda Eyşan'a hak verdim gerçekten namazım geçecekti. Koştur koştur abdestimi alıp namazımı kıldım. Eyşan'nın odaya gelmesini beklemeye başladım. Ama gözlerimin kapanmasına engel olamıyordum. Eyşan'ı tutmak için enerjimin olması gerektiğine kanaat getirip, enerjimi almak için uyumaya karar verdim.

...

Gözlerimi usulca açıp, hiçte kibar olmayan bir şekilde esnedim. Yorganımın içinde olması gereken ayağım yataktan aşağı da başımın altında olması gereken yastık yerdeydi. Ben mi sadece böyle anormal uyuyordum?

Eyşan, hala odaya gelmemişti. Yataktan kalkıp banyoya girdim duşumu alıp saçlarımı havluya sardım. Kişisel temizliğimi yaptıktan sonra banyodan sessizce çıktım. Eyşan gelmiş olabilirdi. Etrafa baktım ama yoktu. Vakit öldürmekte çok işe yarayan bay telefonumu aldım saat resmen 14:17 'di.

"Ohhyy. Ölü gibi yatmışım." dedim.

Hanım hanımcık bir kız olmadığımı daha önce söylemiştim değil mi?

Hemen telefondan babamı aradım. Evdeki malzemeleri yerleştirmek için Eyşan ile oraya gittiğini anca akşam geleceklerini söylemişti. Galiba Eyşan'ı boğmak istediğimi de söylemiştim.

Yatsı namazımı kılmıştım ama hala babam gelmemişti. Doğal olarak Eyşan'da. Ben de bu süre zarfında Eyşan'nın üzerinde yapacağım psikopatlıkları düşünmüş ve plan yapmıştım. En iyisi öldürmekti ama kardeşim olduğu için o kadar ileri gidemezdim. Babam sonra bana çok kızardı kardeşimi öldürdüğüm için...!

Canım dondurma çektiği için otelden çıkıp markette doğru ilerlemeye başladım. O sırada sokağın ilerisinde insan bağırışları ve toplanmalar görünce meraklanıp oraya doğru ilerlemeye başladım.

O sırada omzuma birisi çarpıp geçti. Çarparken yere bir şişe düşürmüştü. Çarpan kişiye bakmak için yan tarafa döndüm. Yeşil montlu şapkasını başına geçirmiş bir adam vardı. Yere düşen şişeyi almak için ikizimiz de birlikte eğilince birbirimize bakmıştık. Şapkasıyla yüzünü gizlemeye çalışsa da eğilince bütün yüzü ortaya çıkmıştı. Karşım da duran Samuel'di. Oda benim yüzüme bakıp şaşırmıştı. Öyle ki yerdeki şişeyi almadan hızla koşarak gözden kayboldu. Neden böyle bir tepki vermişti anlayamamıştım. Yerdeki sprey boyayı alıp kalabalığa doğru ilerledim. Kalabalığın içerisine girmeden sakin bir yerde ışık gelen yere baktım.

Birisi camiyi yakmaya teşebbüs etmişti. İnsanlarda onu söndürmeye çalışıyordu. Caminin bahçesi alev almıştı. O arada itfaiye gelmiş, insanlar itfaiyeye yol vermek için etrafa dağılmaya başlamışlardı.

O sırda caminin hemen karşısında boş duvarda yazılan şey dikkatimi çekti. Oraya doğru ilerledim kırmızı boyayla yazılmıştı ve tazeydi. Yazılan şey ise:

"Sizi istemiyoruz Müslüman Faşistler!"

Elimdeki sprey boya kırmızı, duvardaki boya kırmızı ve taze. Elimde tuttuğum sprey boya Samuel'in elinden düşen şişeydi.

Farkında olmadan kalbim incinmişti. Asi ve saldırgan bir kişiliği olduğunu anlamıştım ama bu kadar ileri gidebileceğini düşünememiştim. Ya da düşünmek istememiştim.

Bir yerde okumuştum, ‘İnsan, kirli bir nehirdir. Kirli bir nehri, kirlenmeden içine alabilmen için deniz olman gerekir.’

Samuel kirli bir nehir içinde kalmıştı. Ona, doğru bildiği yanlışlar öğretmişlerdi. Ya da o yanlışlara bizzat kendisini sürüklemişti. Aslında bizden nefret ettiğine nedense ihtimal veremiyorum, aklıma bu ihtimal yatmıyor. Evet asiydi, öfkeliydi, saldırgandı ama onun bu tavırları bize değil kendineydi. Konuşamaması ve işitememesi ona ikinci sınıf bir insan yaptığını düşündürmüştü. Kendini zayıf görüyordu. Belki de onun böyle hissetmesinin nedeni etrafındaki insanlardı. Küçükken babasının onu ormanda bırakıp gitmesi ve etrafındaki insanların davranışları nedeniyle böyle bir kişiliğe bürünmüş olabilirdi. Ve o da kendinin zayıf olmadığını kanıtlamak için böyle iğrenç yola başvuracak kadar gözü dönmüştü. Kendince, şiddeti çözüm olarak görmüştü. Onun derdi Müslümanlar değildi. Öyle olsa insanlar camide namazdayken ateşe verirdi. Tesettürüme saygı duyarak bana inatla montunu bile vermişti. Müslümanlarla derdi olan böyle şeyler yapar mıydı? Zannetmiyorum. Onun benim üzerime bıraktığı izlenim buydu, belki yanılıyorumdur umarım yanılmıyorumdur.

Elimdeki şişeyi uzaktaki çöp kutusuna atıp, otele doğru yürümeye başladım. Onu şikâyet etmeli miydim? Yoksa gidip onunla konuşup, kirli olan nehirden çıkarmalı mıydım? Bunu yapabilir miydim?

...

"Camiyi yakmaya çalışmış birisi." dedi odaya giren Eyşan. Ben ise camdan uzaklara bakıyordum. Ona bakmadan:

"Hı hı öyle olmuş." dedim kısık çıkan sesimle.

"Yine bir şey olmuş, neden üzgünsün?" dedi, oturduğum koltuğun yanında dikilerek.

Sahi neden üzgündüm? Samuel'e karşı bir üzüntü hissediyordum. Halbuki onunla olduğum toplam zaman bir saati bile geçmezken, neden ona karşı bu kadar üzüntü hissediyordum. Düşünmek istemesem bile düşünüyordum. Aynı bu duygu uyumak istemeyip de yanlışlıkla uykuya dalmak gibi bir şeydi. Uyku bir ihtiyaçtı evet, ama Samuel denen o adam düşüncelerimi istila edecek bir ihtiyaç değildi. Ona sinirlenmem lazımdı ama içimdeki üzüntü duygum, öfkemin önüne geçmişti.

Kendi iç sesimle olan tartışmama, üçüncü bir ses katıldı. Gelen sesi idrak etmeye çalışınca onun Eyşan olduğunu anladım:

"Aloo kime diyorum. Benim haberim olmadan aşık mı oldun?" dedi söylediği şeyle yüzümü buruşturup ona döndüm:

"Ne alaka be?" dedim. O ise omuzlarını yukarı kaldırıp:

"Tam seninle iki dakikadır iletişim kurmaya çalışıyorum. Ama hanımımız, Leyla olmuş kara kara Mecnun'u düşündüğü için benimle muhatap olma gayretinde zar zor girdi."

"Ne Mecnun'u ben aşık falan değilim." dedim tünediğim koltuktan inerek, yatağıma kuruldum. O ise peşimden gelip benim karşıma oturup, kollarını göğsünde çaprazlayıp bana inanmayan gözlerle bakmaya başlamıştı.

"Bana öyle bakma." dedim daha fazla dayanamayarak.

"Sen de birkaç gündür bir şeyler var. Sen gerçekten aşık mı oldun?"

"Ne alakası var? Modumda değilim." dedim yatakla sırtımı kavuşturarak.

"Çok asi bir tavır sergiliyorsun. Normalde hep böyle espriler yapınca sen de bana katılırdın şimdi ise hırçınca davranıyorsun."

"Ne... ne alakası var bir halt bildiğin yok. Boş boş çene yapıyorsun." dedim birkaç saat önce yaşadığım şeyin etsindeydim. Bu bana aşktan bahsediyordu. Benimkisi içinde yaşadığım ağır duygu yoğunluğu aşktan falan değildi. Ne olduğunu bilmiyordum ama adını aşk olmadığına eminim. Hem ben ona karşı... sinirlendim yine. O ise bana bakıp ciddiyetle:

"O zaman anlat bende bileyim."

"Dünkü olaya üzgünlüğüm geçmiyor. Ondan tamam mı?" dedim, ciddi bir ses tonuyla. Ona, Samuel’e montunu götürdüğüm zaman ki anı anlatmıştım. Ama bazı kısımları atlayarak anlatmış olabilirim. O ise benim takındığım ciddiyeti anlamış olacak ki, "Üzülme demeyeceğim. Ben de olsam üzülürdüm." dedi. Bu kız benim duygularımı daha da yoğunlaştırmak zorunda mıydı? Kardeşim değil sanki düşmanımdı.

Yataktan kalkıp, kendi komodinin gözünden günlüğü alıp, bana fırlattı ve odayı hızlıca terk etti. Giderken ise "Kafanı dağıtırsın." diye eklemesini yaptı.

Ne yani sabahtan beri günlük benim yanımda mıydı? Eyşan seni öldürmek istiyorum!

İçimden sabırlar çekerek mutlu bir şekilde günlükte kaldığım yerden okumaya başladım.

 

GÜNLÜK

Benim, hemen ilerim de duran koca gövdeli ağaca yetişmek için, ayağımı atmıştım ki kolumdan çekilmem ve kafama silah dayanması bir saniyede gerçekleşti. Ben bu sefer galiba ölecektim. Kalın ses tonuyla:

"Ellerini havaya kaldır." dedi, ben de usulca ellerimi yukarı doğru kaldırınca sağ elim ve bileğimdeki acı 'Gitmedim buradayım Meyra.' diye avaz avaz bağırıyordu. Sol omzundan çantamı çekip aldı. Sonra kalın sesiyle bana ateşin oraya ilerlemem için komut verdi. Ben de onun dediklerini yaptım. Kalbim heyecandan o kadar hızlı atıyordu ki, olduğum durumdan değil de kalbimin sesinin duyulmasından endişe etmeye başladım. Ateşin yanında ısınmak için dikilen adamlar, ayak seslerimizle kafalarını bize doğru çevirdiler sonra ise hemen gözleri bana dönmüştü. Sivil giyinimli olup yüzlerini koyu renk içeren bezlerle, gözleri görünecek şekilde örtmüşlerdi. O an aklıma annemi aramak için gittiğim gecenin, bir sonraki günü geldi. Rütbelinin beni rehine olarak kullandığı adamlar acaba bunlar olabilirler miydi? O zaman uzakta olsa da yüzlerinin aynı bu şekilde örtülü olduğunu görebilmiştim.

"Bunu ağaçların arasında, sizi dinlerken buldum." dedi. Ateşin başında olan birisi öne doğru çıkıp:

"Ormana izinsiz girmek yasak, girse bile askerler ile birlikte girebilirler. Ve askerler bu tarafı bilmiyorlar. Çabuk siz hemen etrafı bakının! Bir hareketlik hissederseniz, acil düdüğünü çalın! Koş koş çabuk!" dedi.

Beş kişi hemen yanlarında duran uzun namlulu silahlarını alıp etrafa dağılarak uzaklaştılar. Bunlar Mavi Kıta askerleri değildi. Halktan direnişçiler ya da başka amaçları olan katil sürüsü de olabilirdi. Emri veren kişi, bana yönelerek yüzüme değil de yanımdaki kısa ağaca bakarak:

"Neden buradasın?" dedi. Bu adam beni tanıyor muydu? İlk önce sorması gereken soru 'kimsin sen?' olmalıydı. Yani buraya geldikten sonra başımdan geçen olaylar sonucunda böyle bir sonuca varmıştım. Adamın diğerlerinden değişik olan bu tavrına karşı, içimde güven filizlendi. Ben hiç çekinmeden:

"Şifalı bitki toplamak için ormana girdim." dedim sonra ise " İsterseniz çantama bakabilirsiniz.” diye devam ettim. Arkamda ki adam çantamı karıştırdıktan sonra, bana soruyu yönelten adama:

"Doğru söylüyor." dedi, karşımdaki adam derin nefes alarak ellerini beline koyup:

"Burayı nasıl buldun?"

"Kayboldum. Gerçekten doğru söylüyorum." dedim. Sakindim, heyecanım gitmişti. İçime güven hissi dolduğu için ne söylemem gerektiğini çok fazla tartıp kurcalamadan, dosdoğru bir şekilde anlatıyordum.

"Ormana nasıl girdin?"

"Gizlice, şifalı bitkilere ihtiyacım vardı. İzin almak için gitseydim izin vermezler diye gizlice girdim. Ama dönerken yolumu şaşırdım. Kayboldum ve buradayım." dedim.

Yukarıda yorulan ellerimi indirdim. Ellerimi indirmemi umursamıştı bu iyiye işaretti. O, sırada görevlendirdiği kişiler nefes nefese gelmişlerdi.

İçlerinden birisi, "Kimse yok." dedi. Benim anlattıklarımı kanıtlarcasına başını sallamıştı. O ise başını sallayıp:

"Seni hemen hastanenin oraya götürmemiz lazım, çoktan seni aramaya başlamışlardır." dedi ve ateşin oraya bıraktığı eşyalarını toparlanmaya başlamışlardı.

"Benimle birlikte sen ve sen gel." dedi, içlerinden iki kişiye parmakla göstererek. İsimlerini söylemiyorlardı, dikkatli davranıyorlardı ve bu durum benim için fazlasıyla dikkatimi çekmişti. Aklımı kemiren o soruyu sordum.

"Kimsiniz siz?" dedim, o ise sessizliğini koruyunca tekrar devam ettim. "Sizinle gelmem için size güvenmek zorundayım. Ama ben sizi tanımıyorum." dedim.

"Direnişçilerdeniz.” dedi kalın sesiyle. Kaşlarım düşünceli bir şekilde çatarak:

"Hangi direnişçiler?" Şu anda bu soruları sormanın zamanı olmaya bilirdi lakin işin bir de farklı tarafından bakmak lazımdı. Bunlar, direnişçi kimliğini kullanan kırk türlü zihniyette sahip olan direnişçilerden bir kısmı olabilirdi.

"Ülkemizin özgürlüğü için savaşan direnişçilerden." dedi ve eliyle bana ilerlemem için işaret verdi.

"Peki bana nasıl güvendin? Genelde kafama silah dayatılır."

"Senin sağlıkçı olduğunu biliyorum. Yola çıkmalıyız." dedi, hakimiyet kurmak isteyen bir tavırla. Bir daha karşılaşmayacağım bir insanın tavrı için uyarıda bulunma teşebbüsünde bulunmak istemediğim için sabırsızlıkla onları takip etmeye başladım.

Üçlü sıra halinde yürümeye başladık. Önde bir direnişçi, ortada ben ve kaptanları sandığım kişi, arkada ise bizimle gelen son direnişçiydi. Yürürken arada sırada ona bakıyordum. Aslında bakmak değil de aklımda o kadar soru vardı ki, sormak için kafamı çevirdiğimde o da bu tarafa bakıyordu. Onun kafasını çevirdiğini görünce ben de hemen çekinip gerisin geri sessizliğime devam ettiriyordum.

"Sor artık." dedi bıkkınca. Ben de hiç durmadan:

"Bu ülkede kaç tane direnişçi grup var?" dedim merakla

"Sadece iki tane var. Birisi Müslümanlar diğeri Hristiyanlar." dedi. Birden aklıma gelen şu soruyu sordum.

"Buraya ilk geldiğim günün hemen sonrası, askeri araçtaydım. Ve oradaki askerleri vuran siz iseniz. Neden beni onların ellerinden kurtarmanız?" dedim. Eğer iyi tarafta olan direnişçiler olsalardı beni orada yalnız bırakmazlardı. Beni kurtarırlardı, bir de bunlara güvenip takip ediyordum. Hemen durup bir açıklama beklemeye başladım. Yanlış bir açıklama yaptığı anda kaçmak için bir yandan da zihnimde plan yapıyordum. Müslümanım deyip her türlü caniliği yapanlar da vardı. Belki onlar bu gruptan olabilirdi. Bana anlattıkları doğru olmayabilirdi. Hem neden bana doğru söylesin ki?

"Evet seni orada bırakanlar bizden birileriydi, zaten olması gereken de oydu. Seni oradan kurtarsaydık hem seni hem de buraya gelen sağlıkçıları tehlikeye atmış olurduk. Şu an belki de çoktan ölmüş olurdun." dedi, mantıklıydı söylediği şey, nasıl bunu akıl edememiştim. Çünkü bugün kafamı çarpmıştım yoksa ben bu kadar basit bir şeyi çözebilecek kabiliyette bir insanım.

İç sesim hemen o arada devreye girdi. Ve bana bir uyarı gönderdi: Kibirlenme hemen!

Onlar beni kurtarsalardı, onlarla ittifak yaptığım için başım belaya girerdi. Zaten bir küçük şeyde bizi yakalamak ve gerisin geri tepmek için bahane arıyorlardı; bu da onlar için iyi bir bahaneleri olurdu. Bize suçluluk, kendilerine ise kahraman damgası basarlardı. Çünkü biz buraya sadece sağlık sorunu için gelmiştik başka şeyler yapmaya hakkımız yoktu. Buna benim bugün ormana girmem de dahildi. Onun söylediklerinden sonra, ona hak vererek başımı salladım. O ise:

"Burada gözlerini bağlamam lazım." dedi. Tam güvenecekken böyle şeyler söyleyince ister istemez kuruntu yapıyordum. Kaşlarımı çatarak:

"Neden?"

"Yerimizi gördün."

"Her yer zaten birbirine benziyor. Yani gördüm evet, ama hatırlamam. Unuttun mu geldiğim yere bile dönemedim." dedim. O ise beni dinlemeyerek çantasından çıkardığı mavi tişörtünü hazırlamaya başlamıştı. "Hayır gözlerimi bağlamanı istemiyorum." dedim, inatla. O sırada buluşamayan gözlerimiz buluşmuştu. O ise hemen çekti.

"Bize güvenmekten başka çaren yok." Bir yandan bana açıklama yaparken bir yandan da adımlarını bana atıyordu. Onun attığı son adımda ben de bir adım geri gittim.

“Kaçarım.” dedim, o ise "Kaçsan bile yine kaybolursun. Hem topladığın şifalı bitkilerde bizde. Allah aşkına uğraştırma bizi, vakit yeterince geçti. Askerlerin haberi olmadan seni oraya götürmem lazım."

Beni ikna etmek için uğraştığı çabaya acıyıp, pes ettim. Ama içimdeki kuruntular asla kaybolmamıştı.

“Tamam”

Katladığı tişörtle gözlerimi bağlamak için sol elimi uzattım. O ise benim ellerimi es geçip, yüzüme bile bakmadan:

“İzninle.” dedi ve cevap vermeden hızlıca gözlerimi sıkıca bağladı. Öyle bir sıktı ki başım zonklamıştı. İçerden gözümü açmak için yaramazlık yapsam da açamamıştım.

"Şey ben nasıl yürüyeceğim?" Sağ elime bir şey değdirildiğini hissedince, uyuşmaya çekilen acı sızlayınca, elimi geri çektim.

"Ne yapıyorsun sen?" dedim, endişeli çıkan ses tonumla. Arada siz, kelimesi kullandığımdan o da aynı hitapla yaklaşmıştı.

"Eline ne oldu böyle?"

Ben de ona cevap vermeyerek sol elimle gözüme sardığı kumaşı zorlayarak bir gözümü açabildim. Dışarıdan bakıldığında çok komik göründüğüme kalıbı basardım. Ama şu an elim, ön davetle düşüncelerime engel oluyordu.

"Düştüm."

Sızlayan yerime acıyarak baktım. O ise çantasından bir kutu çıkartarak bana uzattı. Onun çıkardığı kutuya bakarken:

"Alır mısınız şunu?" dedi ve ben de sol elimle kutuyu aldım.

"Bir de şifacı olacaksınız. İçinde ilaç var. Onu elinize sürün ve bilek kısmına da." dedi çocuğu azarlar gibi azarlıyordu. Ne agresif bir adamdı. Şu an bu konumda olmasam, seni mi dinlerdim ben!

Elimde tuttuğum bakır kutuyu açması için ona uzattım. O ise açıp tekrar bana uzattı. Onun hemen yanındaki koca taşın üzerine ilerlemeye başlayınca, hemen benden uzaklaştı. Dönüp ona baktığımda ise başını hemen başka tarafa çevirip,"Sabır Rabbim!" dedi.

Ben de çok normal değildim ama deli miydi bu? Bir şey bile yapmamıştım. Çok acayip tepkiler veriyordu.

Elime merhemi sürdükten sonra görüş alanıma siyah bir kumaş uzatıldı. Elimi sarmak için uzatılan kumaşa baktım. Tek elle bunu yapmam imkânsız olduğu için ondan yardım da istemeyeceğim için "Gerek yok" dedim. O ise:

"Elini uzat ben sararım." dedi. Ben de ona elimi uzatıp, vücudumu ondan uzaklaştırdım. O ise elini bana değdirmemek için halden hale girmesi, beni istemsiz bir şekilde mutlu etmişti. Onun bu tavrı hoşuma gitmişti.

Elini yüzüme uzattığında ne yapmaya çalıştığını anlayınca, ona fırsat vermeden açtığım gözümü kapattım. Sonra da "Yemin ederim görmüyorum." dedim. Yanımda bir hareketlilik hissedince sol tarafıma kulak kesildim. "Şu çubuğu tut, ben seni yönlendireceğim." dedi ve sol elime uzattığı çubuğu kavradım.

Gözlerim kapalı bir şekilde kökleri dışarı fışkırmış ağaçlar, çukurlu ve yosunlu yolda bir çubuk yardımıyla nasıl yürüyeceksem? Yapmam gerekeni yaptım. Bismillah deyip yola koyuldum.

O ise nereye basmam gerektiğini, nereye basmam gerektiğini, atlamam yerde atlamam gerektirdiğini söylemeye başlamıştı. Şimdiye kadar onun dediklerini uyduğum için başıma bir kaza daha gelmemişti.

"Oraya gidince, büyük ihtimal askerler olacak. Onlara Çınar Kütüphanesi’nde olduğunu söyleyeceksin. Ben sana yerini göstereceğim. Orası genelde boş olur. Buralarda çoğu insan kitap okumak karın doyurmadığı için oraya gitmez."

"Çok saçma." dedim o ise kalın sesiyle:

"Saçma değil. Burada insanlar normal bir hayat yaşamıyor. Kimisi evine yemek, yemek için bir şey bile götüremiyor." dedi yüzüm asılmıştı.

Biraz edebiyat yapmak gibi olacak ama insan fark etmese de kitap okumak ruhu dinlendirmekti. Böyle bir hayatta maruz bırakıldıkları için kitap okumanın lezzetinin farkında bile olamayacaklardı.

"Orada olduğunu söyleyeceksin. Çantanda ki bitkiler biz de kalacak. Sabah olmadan onları hastane de odanda bulacaksın. Bir de Üzeyir'den uzak dur." dedi.

"O kim?" dedim merakla.

"Adını bile bilmezken ikide bir onunla olman." dedi, nefret barındıran ses tonuyla.

"Neden bahsediyorsun açık konuş!" Sesimi yükseltmiştim çünkü beni sanki farklı bir kefeye koymaya çalışıyordu. Bu hiç hoş değildi.

"Sarıya kaçan saçları ve mavi gözleri olandan bahsediyorum. Hani seni, bize yem olarak kullandığı halde senin onun hayatını kurtardığın kişiden bahsediyorum."

"Ben sağlıkçıyım görevimi yaptım." dedim. Neden açıklama gereği duyuyorsam. Çubuğun ileri doğru çekilmediğini anlayınca durduğunu anladım. O durunca ben de durdum. Kafamın arkasında hareketlilikten sonra gözlerimi kapatmak için başıma sardığı kumaşı açtı. Gözlerim biraz bulanık görse de biraz sonra netliğine kavuşmuştu. Küstah bir tavırla:

"Bazı insanlar ölümü hak ederler." dedi soğuklukla. Evet haklıydı ama ben de bunu yapacak cesaret yoktu.

"Onu orada bırakıp kaçsaydım, onlardan ne farkım olurdu?"

Başını sağa sola sallayıp, "Çok masumca düşünüyorsun ama emin ol o senin gibi masum bir insan değil." dedi.

"Evet masum olmadığını ben de biliyorum. Ama..." dedim, sözümü tamamlamadan hararetle lafımın arasına girdi.

"O şu an yirmi üç yaşında ve bir subay. Bu kadar genç yaşta nasıl subay oldu hiç aklına gelmedi mi?" dedi. Bu konuyu hiç düşünmedim kii aklıma gelsin, demek istedim.

"Belli ki hiç düşünmemişsin. Bunlar da askerlik farklı, eğer fazla insan kanı dökersen veya şaşırılacak katliam yaparsan. Seni alır, rütbeni yükseltirler. O kurtardığın kişide bunları yaptı." dedi ben ise gözlerimi topraktan ayırmayıp onun devam etmesini bekliyordum.

“O küçük yaşta annesini bile öldürdü.” deyince ellerim buz kesilmişti. Dediği şey ile gözlerim irice açılmıştı.

“Ne!" dedim şaşkınlıkla, evet katildi ama annesi ile ilgili bir anıyı benimle paylaşan birisi, böyle bir şeyi yapar mıydı? Ağzına bile almaması gerekmez miydi? Yoksa pişman mı olmuştu?

“Dur daha bitmedi. Onu yetimhaneye götürdüler, çok geçmeden orada büyük bir yangın çıktı ve tek kurtulan oydu. Bunu duyan zebani, Hristiyan olduklarını iddia eden insanlar; bu çocuğu kaptılar yetiştirdiler ve koltuğa oturttular. Ve büyük bir plan için sabırla bekliyorlar. O kurtardığın kişi yürüyen ölüm makinesi, kendi ailesine, kendinden olan insanlara bunları yapan bir insan merhamete gelir mi? Onu kurtararak büyük bir hata yaptın. Sen çok büyük…”

“Yeter!” dedim. Gözlerimin dolmasını engellemeyerek. Evet hata etmiştim ben bir caniyi kurtarmıştım. "Bilmiyordum." dedim üzgün ve mahcup çıkan sesimle. O ise canlı tuttuğu sesiyle, "Bilseydin yine de kurtarır mıydın?" dedi.

Kurtarır mıydım sahi? Yapar mıydım? Onu ölüme terk edebilir miydim? Bilmiyorum, bilmiyorum işte.

"Artık gitmek istiyorum." dedim. O ise bir şey demeden bahsettiği yere, Çınar Kütüphanesi’nin oraya götürdü ve çantamın içinden topladığım bitkileri alarak çantamı bana uzattı. Ben de alıp sol omzuma astım. Kısa bir teşekkürden sonra, arkamı dönüp kaldığım yere doğru rotamı çizdim. O ise arkamdan:

"Ondan uzak dur. O sana zarar verir. Sağlıkçı kimliğine güvenme."

Ben de hem sinirli hem de üzgün halde yavaş yavaş ilerlemeye başladım. Sanki onunla bilerek yakın oluyordum da bana ondan uzak durmamı söylüyordu.

Katil olduğunu biliyordum. Zaten o üniformayı taşıyıp katil olmayan var mıydı? Hiç zannetmiyorum. Üzgünlüğüm onu kurtardığım içindi, ileride olur da Müslümanlar üzerinde katliam yaparsa bunun vicdan azabından nasıl kurtulurdum. Hiçbir zaman yapmak istemediğim bir şeyi yapıp, 'Keşke onu orada bıraksaydım.' dedim içimden. Büyüklerimiz, keşke şeytandır derler ama onun anlattıklarından sonra kendime hâkim olamayıp demiştim.

Yurdun önüne geldiğimde herkes dışarı da toplanmıştı. Burayla görevli, sağlık başkanları da buradaydı. O an Zemheri'nin sesini duyunca adımlarını hızlandırdım. Resmen buraya ordu dökmüşlerdi:

"Siz yaptınız! Ona zaten zarar vermiştiniz. Nerede arkadaşım?" diye bas bas bağırıyordu; karşısında ki katil sürüsüne ve sürünün başında duran rütbeli daha doğrusu yeni ismini öğrendiğim, Üzeyir'e.

"Zemheri." diyerek seslendim ama duymadı. Yanına hızlıca gitmek için koştum. Gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Benim yüzümden bu hane gelmişti. Sahi ben bu aralar ne çok benim yüzümden demiştim. Beni fark edip o da benim olduğum tarafa koştu ve ortada buluştuk. Elleriyle yüzünü silip, "Neredeydin sen!" dedi bağırmaktan kısılmış olan sesiyle.

"Kütüphaneye gitmiştim." dedim o ise sinirle beni itti. Geriye doğru sendelenirken toparlandım. Sonra bana etraftaki insanları göstererek, sessizce sinirini boşaltmaya başladı.

"Bunu yapmaya hakkın yok tamam mı! Başına bir şey geldi diye resmen burada öldüm. Herkes senin için toplandı, bazıları ise aramaya bile çıktı.”

Nefesi kesildiği için kendini kısa bir an toparlamak için elleri ile kızarmış yüzünü sildi ve derin bir nefes alarak devam etti.

“Sen bir haber vermeden, gecenin birinde kütüphaneden elini kolunu sallaya sallaya geliyorsun. Buraya biz kitap okumak için mi geldik? Sabah söylediklerimi galiba anlayamamışsın. Defol git şimdi nereye gideceksen!”

Onun haykırarak söylediği sözlere tek tek cevap vermek istesem de veremedim. Sadece gözlerim dolmuştu. Onu endişelendirmiştim. Bundan ötürü böyle tepki vermişti.

Ama ben bu sözleri en yakın arkadaşımdan duymayı hak etmemiştim. Ben bu sözlerin hiçbirini hak etmemiştim. Herkesin için de bana dikenlerini batırmak zorunda değildi. Değildi çünkü ben zaten yaralıydım.

"Bak Zem..."

Lafımı tamamlamadan terk etmişti bahçeyi, herkes bana kınayan gözlerle bakıyordu.

Ne biliyorlardı da bana o, kınayıcı bakışı atıyorlardı? Buraya geldiğimden beri bir şeyler yapmaya, yardım etmeye çalışıyordum. Benim morarmayan yerim ve bir türlü iyileşemeyen elim vardı. Daha fazla bu bakışa katlanmazdım. Kaldığımız binaya adımlarımı atmaya başlamıştım.

"Meyra, buraya gel." dedi o, yani subay, yani Üzeyir. Önümü ona dönmüştüm ve işlerin daha fazla uzamaması için dediklerini yapıp yanına gittim.

"Beni takip et." dedi aynı ciddiyetle. Askerler birkaç adım geri çekildiler ben de onu takip ettim. Askeri binaya girdikten sonra tak tak sesleriyle bir odanın kapısını açarak içeri geçti. Ama kapının yanında durmuş içeri geçmem için beklemişti. Sıkıntılı bir nefes verdikten sonra yanından ayrılarak odanın ortasında durdum. Hemen ardımdan kapı kapanma sesi duyulmuştu ama ön tarafa teşrif etmemişti. Meraklanarak kapıya doğru döndüğümde kapıya yaslanarak bana bakan Üzeyir’le karşılaşınca gözlerimi devirerek önüme döndüm.

Odanın ortasında asık bir suratla yere bakmayı devam ettirdim. Adımları yavaş yavaş bana doğru yaklaştığını hissedince kalbim tedirgin bir şekilde atmaya başlamıştı. Şu an da onunla bu ortamda olmak istemiyordum hele ki duyduklarımdan sonra:

"Neredeydin?" dedi ince ses tonuyla. Ben ise birkaç adım ötede olan adama bakmayıp gözlerimi cama dikerek, "Kütüphanede." dedim çıkmaya tenezzül etmeyen sesimle.

"Hımm. Bu saate kadar oradaydın yani…Kütüphane çok çamurluydu galiba?" dedi sorgulayan bakışlarıyla. Üzerime baktığımda ayakkabılarım ve feracemin uçları yağmurdan çamur olmuştu. Ben ise hiçbir şey söylemedim. Aklım halen arkadaşımın sözlerinde ve etrafımdaki insanların bakışlarındaydı.

"Kütüphanede yosun da vardı galiba?" dedi ve üzerime doğru gelince ben de baktığım konumu değiştirip, lacivertler de durdum. O ise hızlıca yanıma gelip üzerimi koklayınca ondan kaçmak için geriye doğru gidip, yumuşak olan koltuğa düştüm. Kalkmak için tekli koltuğun, yanlarından destek aldığımda hemen önümde bana kapı olmuş iki elini de tekli koltuğun yerine koyup kaçmamam için engel olmuştu. Ben ise aramızdaki mesafeyi uzatarak yapıştığım koltuğa iyice yapışmıştım.

Fiiliyatı karşısında tepki vermek için ağzımı araladığım an da o:

"Fesleğen kokusu ve ellerindeki kuşburnu kokusu seni ispiyonluyor." dedi, inatla gözlerini gözlerimle buluşturmaya çalışarak. Ben ise inatla onun üniformasına bakıyordum.

"Sen ormana gittin değil mi?" dedi sakin çıkan ses tonuyla.

Başıma gelen onca şey arkadaşımın sözleri, insanların bakışları ve onun bu kadar ileri gidip dibimde bitmesinin siniriyle:

"Evet gittim oldu mu!" dedim. Öfkem içimdeki acımla birleşerek parmak uçlarımdan akmaya hazırlanıyordu. Yüzüne bile bakmamayı sürdürüyordum. Derin nefes alarak sözlerime devam ettim.

"Buraya geldiğimden beri başıma gelmeyen kalmadı. Buraya insanlara yardım etmeye geldiğim halde hiçbir şey yapamamak hissi o kadar kötü ki! Her seferinde başımı belaya sokmaktan bıktım. Ben de ormana gittim ve ilaç yapmak için bitki topladım oldu mu? En sevdiğim arkadaşımdan asla duymak istemediğim şeyler duydum mutlu musun? Mutlusun tabi niye mutlu olmayasınız ki, sizin de istediğiniz bu değil mi! Şimdi çekil üzerimden!" dedim göz yaşlarım neden böyle akmaya meyillisiniz. Neden güçsüzlüğümü kanıtlamaya çabalıyorsunuz. Ellerimi yüzüme kapatıp, iç çeke çeke ağlamaya başladım. Hem bu adama zayıf olduğumu gösterdiğime hem de olayların birikmesi ile içimde oluşan kaosa ağladım. Neden onun karşında bu halde olmalıydım ki?

Onun ne yaptığıyla ilgili hiçbir fikrim yoktu. Kesin güçsüzlüğüm onun hoşuna gitmişti. Uzaktan gelen sesle ellerimle yüzümü sildim. Masanın oraya gittiğini gördüm. Yüzüne bile bakmak istemiyordum. Gözlerim onun gözlerine inatla dokunmak istese bile onlara izin vermiyordum.

“Ormana gitmemen için seni uyarmıştım. Sen ise kurallara uymadın." dedi o an bana söyledikleri aklıma geldi; 'Burada bizim kuralımız geçer tamam mı anla artık, sok kafana! Sağlıkçı kimliğine güvenme, birden ayağın bir dala takılır çukura düşersin. O çukurdan da kimsenin haberi olmaz.' demişti.

İçimde yaşadığım karmaşık duygularla oturduğum koltuktan kalkarak sinirle, gözlerimi gözlerine dikerek:

“Evet uymadım. Ne o beni mi öldüreceksin? Durma durduğun kabahat. Zaten, beni durdurmak istiyorsan öldürmen gerekir. Annesinin ve bir o kadar kişinin katili olan birisinin şimdiye kadar beni öldürmemesi tuhaf zaten! Öldür hadi beni...!”

Sahi nereden gelmişti bu cesaret, aklımda eksen etrafında dönen sözler, dudaklarımdan yağmur misali sonunu bilmeden nasıl düşmüştü. Sahi nasıl sinirlerime hakim olamamıştım. Aptal gibi kendimi ateşe testim etmiştim. Sahi bugün bu gezegende son günüm olur muydu?

Susmuştum. Ellerimi, yanaklarımdan inatla akan yaşları silip tekrar usulca yerlerine indirdim. O ise ayakta, ellerini masaya koymuş eğmiş olan başı ve gözleriyle masanın bir noktasından ayırmamak için çaba sarf ediyordu ya da içinden öyle yapmak istiyor olabilirdi.

Gecenin sessizliği odaya da çökmüştü. Dışarıdan ayak, araba ve insan seslerinden başka bir şey duyulmuyordu. Ben ise ondan gelecek tepkiyi bekliyordum. Elini yasladığı masadan çekip, önüne gelmiş sarı saçlarını geriye iterek eğilmiş olan yerden dikleşti ve gözlerinin konumu değiştirdi. Benden hariç her yerde gözlerini dolaştırıyordu. İnce olan sesinden daha kısık bir sesle:

"Çık dışarı." dedi doğruya doğru böyle bir tepki beklemiyordum.

Beni meydan da sallandırır diye, bile düşünmüştüm. Yerimden canlanmamış bir şekilde söylediklerinde ciddi mi diye onu inceliyordum ama incelememden pek sonuç aldığım söylenemezdi. Olduğum yerde sırtımı daha dikleştirerek:

"Beni sırtımdan vurarak öldüreceksen, böyle bir ölümü istemiyorum." dedim dudak büzerek.

Bir ara gözleri yine benimle buluşmuştu, usulca tekrar bakışlarını yere indirdi. Tam bir şey söyleyecek iken söze daha başlamadan kestim "Ne de olsa öldüreceğim dedin. Nasıl öleceğimi bırak da ben karar vereyim. O kadarına bari izin ver."

Bugün niye böyleydim. Haa tabi ya başımı çarpmıştım!

"Seni öldürmeyeceğim. Şimdi artık çık dışarı." dedi duygularını okumak için ona baksam da, pek dönüş alamıyordum.

Bu konuda ciddi miydi? Değil miydi bilemiyorum.

"Ci...ciddi misin?" dedim ağzımda gevelediğim sözleri sonunda söyleyebilmiştim. O ise derin nefes alarak beline taktığı tabancaya elini koyup, bana baktı.

Beni öldürmek için mi o el oraya gitti yoksa alışkanlık mıydı oraya koymak ya da amacı korkutmak mıydı? Buna da bilmiyordum sahi ben ne çok şey bilmiyordum. İnsanın İçini okuyan insanlar gibi olmak isterdim.

Gözlerimi tabancasının üzerinde tuttuğu elinden alamıyordum bir türlü. Sanki bana ateş edince ondan kaçabilmek için bir tepki bekliyordum. Eğer o kurşunda kaçabilirsem, her şeyden kaçabilirdim galiba. O ise elini tabancasının üzerinden indirip, tekrar masaya koydu. Gözlerimin içine baktı. Yine takılı kalmıştı gözlerim lacivertler de. Gözlerimin kancası, inatla onun gözlerine olta atıp yanlışlıkla takılmak için çaba sarf ediyordu.

Birden elini masaya vurdu, o sesle gözlerimi ondan çektim o ise:

"Sana diyorum?" dedi, utanmıştım. Gözlerine baktığım anda dudaklarının canlanması, o arada bana bir şey söylemesindenmiş. Ben ise... başımı eğdim bu sefer yeri yarıp içine girmek istiyordum daha kolayı bu odayı hemen terk etmek istiyordum. Sahi sana ne oluyordu böyle Meyra? Ne yapıyorsun sen Meyra! Tıkanmış olan gözyaşı kanallarım açıldığını haber etmeye başlamıştı bana:

"Hadi çık." dedi erkekleri kıskandıracak ince olan sesiyle, hemen adımlarımı kapıya yönlendirdiğim sırada sesiyle durdum.

"Dikkatli ol. Eğer onların dikkatlerini çekersen, seni koruyamam." dedi doğru mu duymuştum. Beni korumaktan bahsetmişti. Beni rehine olarak kullanan daha doğrusu Müslüman olan birisini mi korumaktan bahsediyordu. Hem kimden?

Rotamı es geçerek, ona yöneldim. Kaşlarımı çatıp ona baktım. Anlamıyordum neden böyle davrandığını, az önce karşısında ona öfkesini kusan ben değilmişim gibi davranıyordu.

"Beni neden koruyasın?" dedim bu soruyu beklemiyormuş gibi ya da kendi ağzından o lafları bıraktığı için yüzünde az da olsa şaşkınlık yakalamıştım.

"Cennet Kuşu çiçeği. O bizim kaderimizi bağladı. Aramızda kıta farkı olmasına rağmen bizi bir araya getirdi. Ve ben kader arkadaşıma zarar gelmesini istemiyorum. Bırakalım da kaderimiz bizi çırpındığımız yere kadar götürsün."

Söylediklerini sanki odadaki lamba duymasın diye o kadar sessiz bir ses tonu kullanmıştı ki bundan dolayı onu duymak için ona dikkat kesilmek zorunda kalmıştım.

Bir çiçeği ne kadar da gözünde büyütmüştü. Kader arkadaşım demişti, bir katille sıradan insan aynı kutuya sığar mıydı? Samimiydi söylediklerinde, yoksa söylemek istediği için mi söylüyordu yine bilmiyorum. Samimi olmayan bir gülüşle, kaşlarımı kaldırarak alay serpiştirilmiş ses tonumla:

"Bir çiçek yüzünden mi bunu yapıyorsun?"

Direk gözlerini gözlerimle buluşturarak:

"Neden olmasın?" dedi. Kendinden emin bir tavırla.

"Çok saçma." dedim.

"Bir inanç", dedi. Hafif bir tebessümle, "Ama saçma." dedim yüzümü ekşiterek. O ise:

"İnsanların inançlarıyla dalga geçilmez. Senin dinin öyle demiyor mu?" dedi, kaşlarımı çatıp:

"Ben sadece görüşümü söyledim." dedim o ise kaşlarını kaldırıp, başını salladı. Bizim dinimiz hakkında az da olsa bilgisi olması içten içe şaşırtmıştı.

"Görüşüne ben inanmıyorum. Ve ben senin kader arkadaşın değilim. Ayriyeten söylediklerin inandırıcı durmuyor." diyerek ekleme yaptım.

Gözlerini kısarak düşünür gibi oldu. Yine emin bir tavırla, "İyi o zaman yarın Limon ağaçlarının oraya gel, anlatayım." dedi gözlerime bakıp.

Gözlerine bakınca başıma geleceklerini bildiğim için hiçbir temasta bulunmadan ve onunla daha fazla muhatap olamamak için teklifini reddedip, odayı hızlıca terk ettim. Merdivenlere yöneldim. Onunla ağaç köşelerinde buluşmam hiç uygun olmazdı. Uygun olmaz ne Meyra o senin düşmanın. Yaptığın şeylere bak.

Aşağı inmek için merdivenlere yöneldim. İtiraf etmek gerekirse onun nasıl böyle bir inanca sahip olduğunu bilmek istiyordum. Annesinin söylediğini söylemişti. Yani annemde bana o kadar güzel şeyler söyler; ütüyü zamanında yap yoksa sıkışırsın. Ama ben bu yaşıma geldim yine de ütülenecekleri erteler sonra ne giyeceğim diye telaşa kapılırdım. Onu bu kadar derinden bağlayacak bir çiçek, ona ne yapmış olabilirdi. Hayır bana ne. Sana ne Meyra elalemin inancından... 'Ama o anlatmak istedi ve davet eden oydu' dedi iç sesim, indiğim merdivenleri tekrar çıkıp merdivenlerin başına gelmiştim. 'Katilin hikayesinden sana ne! Saçmalıyorsun' evet kesinlikle saçmalıyorum.

Tekrar merdivenlerden indim. O sırada başka bir ses duyuldu kafamdan bir yerden 'Niye saçmalık olsun. Merak etmek güzel bir duygu' yani haklıydı tekrar yukarı çıkmaya başladım. Merdivenlerin yarısında başka iç ses 'Çok merak iyi değildir. Ya hu bu adam düşmanın, bu adam kardeşlerine zulüm ediyor. Senin sorunun ne?' yüzüm asılmıştı evet haklıydı.

Gerisin geri merdivenlerden inmeye karar verdiğim anda bir ses duydum, merak etmeyin bu ses benden çıkmamıştı:

"Senin derdin ne?" dedi sesin geldiği yöne baktığımda, üniformalı bir askerle karşılaştım. Gerçekten benim içimle alıp veremediğim ne?

"Çıkıyordum."

"Öyle mi? Daha çok şüpheli davranıyordun."

Hem kelimelerini bana sunuyor hem de bana doğru geliyordu. Adamın hareketleri ve bakışları çok rahatsız ediciydi. Onların her hareketi ve bakışı bana batıyordu ama şu an anlatacağım şey bu değil. Başıma bir bela almadan buradan çıksam da hayırlısıyla. Adamı başımdan def etmek için:

"Üzeyir Bey'le, konuşmuştuk. Ona bir şey sormak için gitsem mi gitmesem mi diye düşünüyordum." dedim kurduğum cümlede 'Üzeyir Bey' kelimesine gülmemek için aklımdan kendime komut simgeleri veriyordum.

"Üzeyir'le ne hakkında konuşacaksın sen?" dedi beni aşağılar bir biçimde. Müslüman olduğum için bu tepkiyi vermişti. Ama o aşağılayıcı konuşuyor diye bunu takacak ve kendimi aşağılık görecek birisi değildim.

"Ben sağlıkçıyım, bölümüm ise ilaç yapmak. Üzeyir Bey'de benim ilaç almam için yanımda duran bir askerdi. Ona söylemem gereken ilaç şimdi aklıma geldi." dedim hatırlamış gibi o ise gözlerini kısmış elindeki içki bardağıyla bana bakıyordu.

Ben de tekrardan onun odasına rotamı çizip merdivenleri sırayla çıkmaya, göz ucuyla alt kattaki soruyu yönelten kişiye bakıyordum. Onun odasının önüne geldiğimde eğilip arkaya doğru baktığımda onu görememek beni inanılmaz rahatlatmıştı, etrafta gözcüler haricinde az asker olduğunu fark ettim. Sabahları askerler fazla olurdu ortalıkta, içkiden dolayı ayık halde bile dolaşan çok azdı. Akşamları askerlerin etrafta bu kadar fazla olmamasının nedeni de galiba buydu.

Önümde aralık olan dikili kapıyla yüz yüzeydim. Dışarıdan bir insan bunu yapsa, onu kınamaktan asla çekinmezdim ama içimden gelen isteği kıramayıp, azıcık bakmaya karar verdim. Zaten, azıcıktan bir şey olmazdı!

İlk önce etrafıma 360 derece dönüp baktım. Sonra aralık olan kapıya eğilip, görüş alanıma giren odaya bakmaya başladım. Oda da yoktu, halbuki çıksaydı ilk karşılaşacağı kişi ben olurdum. Kapıyı biraz daha araladım, eğer odanın diğer tarafındaysa rezil olmam çokça mümkündü. Başımı uzatıp, genişleyen görüş alanıma tekrar bakmaya başladım. O sırada tok bir ses gelince gözlerimi odada gelen sese çevirdim.

Yere masanın yanına oturmuş, sırtını masaya yaslamış bacaklarını ise kendine çekmiş elinde içki şişesi olan bir adam vardı karşımda. İçiyordu ama farklı bir içişti onun ki, bu konuda tecrübe edinmiş birisi değildim ama buraya geldikten sonra etrafta çokça içen adam görmüştüm. Ama karşımdaki adam eğlenmek için içmiyordu sanki, içinde hangi acıyı biriktirmiş ise onun için içiyordu. Ya da onu rahatsız eden bir şey yüzünden içiyordu. Mutlu değildi içerken, gözleri tek bir noktaya dikmiş usulca içiyordu, yudum yudum.

Kapıdan usulca geri adım atarak geri çekildim. Merdivenlerin başına yine gelmiştim. İç seslerimin ötüşmesine izin vermeyip, sağ elime dikkat ederek çantamı önüme aldım. Çantama attığım kurumuş kanı yıkamadığım, Cennet Kuşu motifli mendili aldım. Sol elimi tekrar çantamın içine sokarak bir kalem ve küçük bir not defteri çıkardım. Dizlerimi kırarak yere çömeldim, elimdeki defteri yere koyarak kalemimin kapağını ağzımla kalemden kurtarıp, şu cümleyi nakşettim kağıda:

"İnşallah geleceğim."

Kağıdı yırtıp mendile sardım, ne de olsa bu mendille başlamıştı karşılaşmamız, ̶a̶s̶l̶ı̶n̶d̶a̶ ̶b̶u̶ ̶m̶o̶t̶i̶f̶i̶ ̶s̶e̶v̶d̶i̶ğ̶i̶ ̶i̶ç̶i̶n̶ ̶v̶e̶ ̶b̶i̶r̶a̶z̶d̶a̶ ̶m̶u̶t̶l̶u̶ ̶e̶t̶m̶e̶k̶ ̶i̶ç̶i̶n̶ ̶v̶e̶r̶m̶e̶k̶ ̶i̶s̶t̶e̶d̶i̶m̶.̶

Kağıdı, kalemi ve kalemin başlığını çantama fırlattım, çantamı kapatıp sol omzuma tekrar geçirdim.

Hızlıca ve sessizce odanın kapısından baktım. Aynı konumda oturuyordu, hızlıca kağıdı onun olduğu tarafa atıp hızlıca merdivenlere yönelip uzaklaştım. Attığım sırada oda ani tepkiyle kalksa da onun beni görmesine izin vermeden fırladım binadan, etraftaki askerler benim hızlıca çıktığımı görünce hareketlenince onlara aldırış etmeden hızlıca terk ettim binayı.

Yapmıştım yapacağımı almıştım belayı. Sahi ben ne yapmıştım. Ben akıl sağlığı olmayan birine dönüşüyordum!

 

ŞİMDİKİ ZAMAN

Elimde ki günlük günlük değil filmdi resmen. Günlüğün bazı yerlerinde kendinin itiraf ettiği ama sonradan üzerini karaladığı yerler vardı. Kendine asla yakıştırmak istemediği zamanlarda yapmıştı. Günlükte bile cesur olup, içimizde ne düşünüyorsak yazamıyorduk. ...

Bugün otelde son günümüz olduğu için toparlanmıştık bir elimde valizim, sırtımda çantam, sol kol altımda eski kutuyla otelden ayrılmıştık. Babam arabayı getirdikten sonra valizleri yerleştirdik neyse ki araba büyüktü de hepimizin ayrı ayrı valizini ve çantasını alabilmişti Bugün kalacağımız evde kahvaltı yapacağımız için yiyecek birşeyler almak için süpermarkete gitmemiz gerekiyordu. Bundan dolayı arabaya bindik, gideceğimiz yer uzun olmadığı için zamanımızı almamıştı. Babamın arabayı park etme süresi dışında:

"Bu adam feci bir araba kullanıyor. Ama bu adam park etmeyi bilmiyor." deyince Eyşan, ikimizde gülmeye başladık.

"Susun eşek sıpaları." dedi bir koluyla beni diğer koluyla Eyşan'ı alarak göğsüne bastırdı. İkimizin de başına öpücük kondurup bıraktı bizi, bu kadar sevgi gösterisi yeterdi ne olsa caddeydik.

Hızlıca markete ilerlemeye başladık. Hepimiz farklı kollara ayrılmıştık, babam kuru mamullerin oraya, Eyşan abur cubur reyonuna, ben ise süt ve süt ürünleri bölümüne gitmiştim. Bu reyonda iki tane yaşlı amca ve başına montunun kapşonunu geçirmiş bir adam vardı.Elime iki tane yumurta kolisini alıp araca koyacağım sırada yaşlı amcalardan birisi:

"Meydanda ki camiyi yakmaya kalkmış birisi duydun mu? " dedi. Unutmaya çalıştığım olay yine dürtmüştü anılarımı. Öbür amca ise:

"Duydum duymam mı? Bir de duvara yazdıkları. Ulan bizim sayemizde kendi devletlerinin tanımadığı halklar onlara tanınıyor şunların yaptıklarına bak. Hatsizler!" diyerek onun lafına sert bir üslupla bitirmişti.

Haksız da sayılmazdı sonuçta.

"Kimin yaptığını kimse görmemiş. Yüzü kapalıymış."

"Bir an önce bulsalar da cezasını verseler." dedi yine sert üsluplu amca, yan taraftaki süte uzanmak için yöneldiğim sırada üzerimde bir bakış hissedince sağ tarafta duran adama gözlerimi çevirdim. Bu bu Samuel'di!

Az önce yaptıkları konuşmayı büyük ihtimal duymuş olmalıydı. Saçmalama o duyamıyor Sare. O sadece bana bakıyordu galiba vereceğim tepkiyi ölçmek için.

Okuduğum günlükteki Meyra'nın bir şeyler yapmak için cesaret göstermesi beni etkilediği için arabamı sürerek onun yanına gittim. O ise böyle bir şey beklemediği için şaşırarak bana baktı sonra etrafa baktı. Belki de korkudan böyle bir ifade ile baktı. Sanırım onu ispiyonlayacağımı düşüyordu ki düşünsün zaten bunu yapmak aklımın bir köşesinde vardı silmemiştim.

"Dün seni gördüm!" dedim sinirle sözcükler düşmüştü dudaklarımdan.

Konuştuğum sırada o etrafa baktığı için benim söylediklerimi anlamak için dudaklarıma baksa da bir şey anlamamış gibi yüzüme bakmıştı. Bana 'Anlamadım' demeyeceğini bildiğim için feracemin cebine koyduğum telefonu alıp açtım, notlar bölümüne girip söylediklerimin aynısını yazıp ona uzatıp, o ise hızlıca okuduktan sonra elimdeki telefonu uzanıp almıştı. Birkaç dokunuştan sonra bana uzattı.

"Beni şikayet edecek misin?"

"Etmeli miyim?" diyerek cevap yazıp ona uzattım.

O ise bıkkınca nefes vererek. Tekrar elimden telefonu alıp hızlıca klavyenin tuşlarına parmakları gezdirmeye başladı. Tekrar bana uzattı telefonu:

"Beni başına bela etmek istiyorsan bunda zararlı sen çıkarsın." yazmıştı.

Onun boş tehditini es geçip, araştırmalarım neticesinde ne zamandır ona söylemek istediğim şeyi yazıp ona uzattım.

"Biliyor musun? Sen çok özel birisisin."

Mesajı okuduktan sonra bir bana bir mesaja bakıyordu. Hararetli giden konuşmamızdan böyle bir yazı beklemiyormuş gibi yüzünde ifade vardı. Keza aynı ifade şimdi benim içimde filizlenmişti. Bazen düşünmeden adım atmak daha güzel olabiliyordu. Bunu en güzel onun yüz ifadesi kanıtladı.

Yüz ifadesini görünce kalbimde bir sızı hissettim. Böyle bir yüz ifadesi takınacak ne yaşamıştı bu çocuk. Mimiklerine engel olamıyor gibiydi. Yahut dediğim gibi ne diyeceğini bilmiyordu. Güçlü görünmek isteyip de duygularına yenik düşmüş gibiydi. Yahut ben yine aklımdan betimler kuruyordum.

Hemen elimde olan telefonun ekranını ters çevirip, ekrana parmaklarımı dokundurup yazımı yazdıktan sonra tekrar çevirdim:

"Eğer insanlara kendini kanıtlamak istiyorsan bunu şiddetle, sağa sola saldırarak yapamazsın. Şiddet hiçbir zaman çözüm değildir. Yeteneğinle kendini insanlara kanıtla ve göster onlara ne kadar özel birisi olduğunu."

Hızlıca tekrardan okudu, sonra hızlıca telefonumu alınca neye uğradığımı çalıştım. O ise hemen arkasını dönüp telefonumla bir şey yapınca:

"Hey versene telefonumu. Sana diyorum." dedim sen artık sussan mı Sare sen artık sus konuşma. Sabırla bekledim telefonumu vermesini. Sonra telefonumu bana verip, ayrıldı yanımdan. Telefonuma ne yaptığına bakmak için ekranını açtım. Açtığım gibi kalamamıştım. Ekranıma kilit koymuştu hem de parmak izi:

"Seni şikayet edeceğim!" diye sesli bir şekilde haykırdım. Bazen içimde yaşadığım duyguları içimde yaşayamıyordum. O sırada reyonların arasında Eyşan fırlayınca:

"Ne oldu? Neden bağırıyorsun?" dedi galiba sesimi fazla yükseltmiştim. Etrafta onu görebilmek için hızlıca koşmaya başladım. Marketten çıktığını görünce daha da hızlandım. Uçuşan feracem ve uzun başörtümle kesin Batman'i andırıyordum. Dışarıdan bakınca benim gibi koşa koşa bir yere yetişmek isteyen insanlara gülen ben, aynı şey şu an benim başıma gelmişti. Gülün bana!

Hızlıca onun montunun ucundan tutacaktım ki ayaklarım dolandı ve düz yolda düşme potansiyeline sahip ben dizlerimin üzerine düşmüştüm. Yorulmuş olan vücudum kendini toplamak için hızlıca nefes alıp veriyordu. Kalçamın üzerine oturup, kızarmış ve pislenmiş ellerime bakmaya başladım. Görüş alanıma beyaz spor ayakkabı girdi. Ben yerde otururken o çekirge oturuşu ile önümdeydi. Kim olduğuna bakmak için başımı hafif kaldırdım. Gri tişört ve üzeri siyah montlu olan bir gövde, gözlerimi biraz daha yukarıya doğru kaldırdığımda dibimde olan Samuel'i gördüm. Sinirle ona bakmaya başladım. O ise başını hafif uzatıp ellerime baktı, yüzünü ekşiterek başını iki tarafa olumsuz bir şekilde sallamıştı.

Bu bakış, bu beni birde kınıyordu!

Elimle ona vurmak için kaldırdığım sırada bileğimden tutup beni engelleyip gülmeye başlamıştı. Öbür eliyle baş örtümün önünü çekip bozdu. Kaşlarını kaldırıp dişlerini göstererek gülmeye başladı. Ve hızlıca kalkıp benden uzaklaştı.

"Seni öldüreceğim. Yok ya da daha iyisini yapıp seni şikayet edeceğim!" diye bağırdım.

Ara sokak olduğu için iyi ki etrafta birileri yoktu. Bu sinirle bir de edepsiz damgasını yemekle uğraşamazdım. Arkasını döndüğü gördüğümde onu şikayet edeceğimi söylemek tane tane kelimeleri dillendirdim. O ise dudağını büzüp bana tekrar gülmüştü. Arkasını dönüp gitmeye başlamıştı, kalksam da tembel hayvanla benzer özellik taşıyan ben, bu çıta gibi hareket eden kişiyi yakamam imkansızdı.

Yerde avucumun büyüklüğü kadar taşı görünce hızlıca alıp, ona fırlattım. Şahin gözlerim, yanılmış başı yerine sol sırt tarafına gelmişti. O ise hemen elini sırt tarafına koyup ovalamaya başladı. Benimle göz göze gelince asker selamı çakıp gitmişti.

Hareketleri çok tuhaftı. Karşımda başta tanıştığım adamdan eser yoktu. Çocuk kesilmişti. Acaba nerede yanlış yapmıştım?

Ben güzel şeyler söylediğim halde hem telefonuma şifre koymuş bir de parmak izini, hem onun yüzünden düşmüş ve ellerim bu halde ve başörtümü bozmuştu. Allah'ım sen bana sabır ver. Seni parçalamak istiyorum. Allah'ım sen bana çokça sabır ver. Senin o şifreyi koymak için yandaşlık eden parmaklarını baltayla kesmek istiyorum. Allah'ım sen bana yardım et tutamıyorum kendimi...

....

"Olmuyor mu Eyşan?" dedim. Bıkkınca, eve gelmiştik kahvaltı yapmıştık şimdi evin terasında telefonuma şifre koyan kişi yüzünden başımda sinirlerim at koşturuyordu.

"Abla parmak izi koymuş. O adamı bulmalıyız ya da babam yarın birde telefoncuya götürsün telefonunu." dedi Eyşan. Kardeşime başıma gelen o talihsiz vakayı anlatmıştım. Tabi ki de her şeyi değil yalan dolana girmeden. 'Bir adamın elimdeki telefonu alıp şifre koyduğu söylemiştim.' Babam da Eyşan'da çok sinirlenmişti. Hatta babam direk polis karakoluna gitmek istemişti de ben izin vermemiştim. Açız sonra uğraşırız diye bahaneler üretmiştim ki onu polise şikayet etmek müstehaktı da neyse, iyi ki telefonumu çok kullanan birisi değildim. Eyşan gibi biri olsaydım şu an karakolda adamın robotik resmini çiziyor olurduk.

 

Yorumlarınız ve oylarınız çok kıymetli. Lütfen es geçmeyin...

Loading...
0%