Yeni Üyelik
8.
Bölüm

Resim

@lilyum_cicegi

 

İnstaya uygulanan sansür nedeniyle. Telegram grubu açtım. İnsta ile kullanma amacı aynı ismi "lilyumunkitaplari"

 

 

En acı tablo anlaşılmazlık girdabındaki yalnızlıktır.

 

ŞİMDİKİ ZAMAN

Ön yargı, kirli bir camdan dünyayı izlemek gibidir. Benim en çok sakındığım sevmediğim davranıştır. Peki insan en sevmediği şeyin içinde nasıl olur da kendini bulur? Samuel hakkında duyduklarım ve gördüklerim doğru bir izlenim vermediğinden bu durumun içine düşmem biraz normaldi. Ama yine de sanki olmaması gereken bir şeydi. Üzgün gördüğümden mi bu düşünce istilası olmuştu emin değildim. Sadece telefonumun intikamını almak istemiştim. Bir kusurunu yakalamak istemiştim. O kusuru kendimde bulmak tahmin edeceğim en son şeydi.

Onu, video da izledikten sonra iki saat geçmişti. Ve ben bu koskoca iki saatte, camın önündeki sandalyeye kurulmuş beni ıslatan yağmuru izliyordum. Videoyu izledikten sonra arkama bakmadan oradan ayrılmıştım ve içimde ki karamsar duygudan çıkmak için cebelleşiyordum. Onu böyle üzgün görmeyi beklemiyordum. Beklemediğim için kendi açımdan sarsıntı geçirmiştim.

Her insan ağlardı. Ama onun neden ağladığını az çok tahmin ediyordum. Üzmüşlerdi onu, yine kırmışlardı. Ya da benim dediklerime üzülmüştü.

"Geldiğinden beri odadan çıkmadın. Patladım artık. Ne oluyor artık anlat bana!" dedi haklı olan kardeşim. İçimde çoğu şeyi yaşadığım için derdimi birisine anlatmak zor geliyordu.

"Bir şey yok Eyşan. Beni yalnız bırakır mısın?" dedim. Arkamdan ağlama sesi gelince, topladığım bacakları indirerek ona döndüm.

"Neden ağlıyorsun?"

"Bir de soruyor musun? Ben senin neyinim? Dış kapıda ki mandalın mı? Niye bana bir şey anlatmıyor her seferinde başından savıyorsun?" dedi ağlamasına devam ederek. Onun tepkisini anlamlandıramayarak ayaklandım ve onun yanına gidip omuzlarını tutarak:

"Önemli bir şey değil ki? Olsa zaten anlatırım." dedim yatıştırıcı ses tonuyla. O ise omuzlarına koyduğum elleri iterek:

"Hayır önemli veya önemsiz sen hiçbir zaman bir şeyini anlatmazsın. Zaten burada da canım sıkılıyor. Bir de sen böyle yapınca daha çok sıkılıyorum. Annem olsaydı..." ağlaması daha da şiddetlenince, sözlerini tamamlayamadı. Zaten tamamlamasa da ne demek istediğini anlamıştım. Küçük kardeşim yine bunalıma girmeye hazırlanıyordu. Ona sıkıca sarılıp:

"Tamam be sümüklü anlatacağım." dedim ortamın kasvetini ve cümlenin sonunun farklı yerlere gitmesini istemediğim için onu yatıştırmaya karar verdim. "Hadi sus tamam anlatacağım." dedim, saçını çekerek.

O da masamın üzerinde havlu kağıt yırtıp gözlerini ve burnunu sümkürerek sildi!

Kardeşimin adaptan anlayışsızlığına iç çekip duyduğum sesi yağmurun bastırmasına izin verdim.

Yatağa oturdum o da camın önünde ki sandalyeyi alıp karşıma oturdu. Gözleriyle bana hadi işareti yapınca yarı gerçekleri anlatmaya başladım.

"Bir tane birisi var. Hem konuşamıyor hem de duyamıyor.." sözümü tamamlamadan bay söz kesici, ağzımdan çıkmaya hazır kelimelere dahil olmuştu. "Sanki anlatmıştın."

"Bilmiyorum Eyşan, bir sus da dinle. Ha işte onu bugün ağlarken gördüm." dedim.

Bir cevap bekleyerek gözlerini baktım. O ise tek kaşını kaldırıp, alt dudağını dışarı büzerek bana baktı.

"Yani abla bu gayet normal herkes ağlar." dedi. Sonra da diyor ki 'Bını niye bırsıy anlatmıyırısın'. Allah'ım ya sabır!

"Bu adam yani oğlan. Konuşamıyor ve duyamıyor diye çok ıstırap çekiyor." dedim konuyu biraz daha açarak:

"Sen nereden biliyorsun onun ıstırap çektiğini, pardon?" dedi dik dik bakarak. Gözlerimi hızlıca kırpıştırarak:

"Ne alakası var konuyu farklı yere çekme. Ben ondan mı bahsediyorum." dedim. O ise yandan bir sırıtış göndererek. Gözlerini kısıp bana baktı:

"Ne karıştırıyorsun sen?" dedi. Kaşlarımı çatarak, "Hiçbir şey" bu sefer bacağını diğer bacağının üzerine atarak. Dikerek bana baktı.

"Bir şey karıştırmıyorum." gözlerimi devirdim.

Ben yoksa haberim olmadan bir şey mi karıştırıyordum? Yok be ne alakası var. Önüme gelen küçük saçları arkaya gönderdim.

"İyi tamam" dedi, nefesini vererek. "Yani diyorsun ki adamın üzerine çok gidiyorlar da, ya ondan dolayı ağlamıyorsa." dedi bana ikinci seçenek sunarak.

"Olabilir ama aklıma direk o düşünce geldi." dedim.

"Duymadığı ve konuşamadığı için alay edenler olmuştur diye sen de o kişiyi mutlu olmasını istiyorsun." aklıma gelen ama dilime vurmaktan utandığım sözleri bahşetmişti. Kız olsa bu kadar çekinmezdim.

"Yani..."

"Tatlı yap."

"Ne alaka ben karısı mıyım?" dedim.

Düşünmeden ağzımdan çıkan kelimeler esir etmiş, kalbim hızlanmıştı. Bu ona karşı duygu beslemekle alakası yoktu. Onunla ben asla o kefe de düşünmem. Düşünemem, yaptıkları halan daha aklımdan çıkmazken. Ben sinirle kardeşime bakarken. O kahkahalarla gülüyordu.

"Şaka yaptım. Ya canım senin o frambuaz tatlından çekti." dedi gülerek.

Yatağım da ki yastığa uzanıp, ona fırlatmak için hedefimi bulmaya çalışıyordum. Ama çoktan odayı terk etmişti.

Aklı uçuk, anlattık da ne oldu? Bir öneride bile bulanmadan, saçmalayıp gitti. Kalmıştım yine tek başıma, günlükteki Meyra aklıma geldi. Bir olay karşısında meal açıp okuyordu. Ben de onun yaptığı gibi masamın üzerinde ki kütüphaneden meali alıp, rastgele sayfalardan birini açıp bir ayete odaklandım.

"Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir." (Şems Suresi; 7-9. Ayet)

Bu sayfayı es geçip, başka bir sayfa açtım rastgele, tekrar bir ayete odaklandım.

"Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür." (Zilzal Suresi; 7. Ayet)

Yüzümde bir gülümse oluştu. "İşte bu. Buldum!" Eğer ki onu mutlu edersem hem sevap da kazanacağım. Ama sorun şu ben onu nasıl mutlu edeceğim?

...

Bir günü devirmiştim lakin ben halen daha onu nasıl mutlu edeceğimi düşünüyordum. Düşüncelerime dahil olmaya çalışan ikinci sesi yine işittim. 'Sen neden ona mutlu edesin ki?' Onu es geçip, kahvaltı masasında çayımı yudumlamaya devam ettim. Ben kara düşüncelerde yelkenle düşünce avına çıkmışken babamın sesini işitip, avı bırakıp babama yöneldim.

"Eee bakıyorum hiç sesiniz soluğunuz çıkmıyor. Sevmedin mi burayı?" dedi.

"Hayır ben sevdim." diyerek yanıt verdim. Babamla benim gözlerimiz Eyşan'a döndü. O ise sinirle: "Okumaktan zeki birine dönüşeceğim diye çok korkuyorum." diye isyan bayraklarını çekti. Babam da ben de internetten bahsettiğini anlayınca gülmeye başladık. Öğle ki kendimi tutamamış gözlerimden su gelene kadar gülmüştüm.

"Tamam sen üzülme bal kızım. Bugün caddeye inip, görevlilerle konuşacağım. Bugün inşallah halledeceğiz." dedi yatıştırıcı ses tonuyla. Babama yönelip:

"Benim de kırtasiyeye uğramam lazım. Defter ve kalem alacağım. Bu evde hiç yok. Lazım olur." dedim o sırada kardeşim benim söylediklerime çelişir bir tez sundu kahvaltı masasına.

"Görende sanacak kız yazıp yazıp geziyor. Neye yarayacak? Telefon diye bir şey var." dedi. Bazen şu çatalı kardeşimin poposuna saplamayı ne çok istiyorum.

"Tamam sen sinirlenme. Biz beraber gider alırız." dedi babam. Ben de onun lafından sonra hanımefendilerin asla yapmayacağı bir şey yapıp, ona dilimi uzattım sonra gözlerimi devirip kahvaltı masasından kalkıp, aheste aheste odama doğru; evin tüm işlerini kardeşime yüklemiş bir abla olarak zaferle odamın kapısını açtım.

"Baba bak burada kırtasiyeci var." dedim parmağımla arabadan kırtasiye yazısını babama göstererek.

"Tamam o zaman. Sen alacaklarını al, ben de internet işini halledeyim. Bir yerden beni ararsın" dedi.

"Aaa ben sana söylemeyi unuttum. Telefonun şifresini hallettim." dedim feracemin cebinden telefonumu çıkarıp ona salladım. O ise kaşlarını kaldırarak.

"Ne zaman yaptırdın? Hani olmamıştı" dedi. Ben de yalan olmayan ama gerçekleri de kanıtlamayan şeyi söyledim.

"Başka birisine gösterdim, yaptı" dedim. Daha fazla sorguya çekilmeden. Hızlıca indim arabadan "Hadi Allah'a emanet ol." arabanın kapısını kapatıp. Kırtasiyeye girdim. Direk defterlerin olduğu bölüme ilerledim. Buraya gelme amacım aslında günlük almaktı. Hayatım boyunca hiç günlük tutmamıştım. İtiraf etmek gerekirse Meyra'dan heveslenmiştim, tabi onun hayatı kadar benim hayatım aksiyonlu ve anlamı geçmese de hayvan gibi ye, iç ve yat yapmıyordum.

Vitrinde gördüğüm ahşap oymalı defter görünce hemen ona uzandım. Göz zevkime uygun bir defterdi. Alt tarafta ki rafta büyük boy, gökyüzü baskılı resim defteri gözüme ilişti. Acaba... Samuel'e alsa mıydım? Bir şeyler karaladığını görmüştüm. Belki mutlu olabilirdi. Denemeden buna karar vermem imkansızdı. Hemen oradan kalemler alıp hızlıca kasaya doğru ilerledim.

"Resim defterini hediye paketi yapabilir misiniz?" diye sordum kasiyerde ki adama.

"Hediye paketimiz yok." diye cevap verdi.

Başımı salladıktan sonra elimde orta boy bir poşet ve elimde taşıdığım resim defteri ile kırtasiyeden çıktım. Adamın büyük bir poşeti olmadığı için onu da poşeti koyamamıştım. Cebimden telefonu çıkarıp, hızlı aramalardan babamı aradım...

Evin yolunu tutmuştuk. Babam interneti halletmiş. İkindiye görevliler gelip, interneti bağlayacaklarını söylemişler. Eyşan bu duruma çok sevinecekti. Acaba Samuel'de elimdeki şeye az da olsa sevinir beni affedebilir miydi?

Ona bu kadar hassas olmam; kendini eksik ve zayıf görmesinden dolayı, hırçın davranışlar sergilediği için idi. Normalde başka biri olsa bu kadar takacağımı düşünmezdim. Bir özürle geçiştirirdim herhalde. Lakin Samuel'in karşısına çıkıp özür dilemeye bile yüzüm yoktu. Utanıyordum söylediklerimden.

Ona 'Ahmaktan başka bir şey değilsin. Sana özel birisi olduğunu söyledim ve o gün camiyi sen yaktığını bilmeme rağmen pişman olursun diye gidip şikayet etmedim. Sen ne yaptın farklı bir planlar üzerine yoğunlaştın. Şimdi planda ne var? Çocuk parkları mı? AVM'ler mi? Dur artık desem de senin gibi iğrenç birisinin anlayacağını zannetmem.' söylemiştim. Söylediklerimde haklılık payı vardı. Lakin kendimi suçlu hissetmekten alıkoyamıyorum. Onu pis nehirden kurtarmak yerine yine oraya terk etmiştim. Bu sözleri söylemek haddim değildi, doğru düzgün tanımıyordum bile ama bu aynı denizde boğulan insanı kurtarmaya benzeyen bir durumdu. Samuel kendini o pisliğe atmıştı. Ama hala içinin temiz olduğuna inanıyorum. İnanıyorum çünkü Müslümanlara nefret duyan birisi, neden ıslandığım da vücut hatlarım ortaya çıkmışken montunu ısrarla versin ki?

Samuel sanki bir düğüm gibiydi, düğüm zordur lakin ipin giriş yerini bilirsen açman kolay olur.

Eve sonun da gelmiştik. Eyşan'a internetin ikindiye bağlamaya geleceklerini söylediğimizde sevinçten uçmuştu resmen. Ben de hızlıca odama girip, resim defterini koymak için büyük bir çanta poşet veya hediye paketi aradım ama bulamadım. Yapacak bir şey yoktu. Zaten bu defteri götürüp eline değil, kulübesinin önüne koyacaktım. Yüzüne karşı 'Beni affet' demem zor olurdu. Zaten yalnız kalmamız da uygun olmazdı. Hemen masama yönelip, bugün aldığım not kağıtlarından bir tane çıkarıp masaya koydum. Pilot kalem alıp şu cümleleri kağıda yazdım.

“Yanlış anlaşılmadan dolayı özür dilerim.”

Kalemin kapağını kapatıp, kağıdıma şöyle bir baktım. Bence olmuştu. Elin adamına edebiyat yapacak değildim. Başka bir şey daha mı eklesem. Yok ya iyi böyle. Hem belki istemeden kalbini kıracak cümle falan yazarım. Onu zayıf gördüğümü düşünür.

Bir elime kağıdı diğer elime, resim defterini alıp babam ve Eyşan'a görünmeden dışarı çıktım. Yani onlar beni görmedi, ortalıkta yoktu. Sanki kaçamak işler yapıyormuş gibi...

Kulübe görünmüştü eğile eğile kulübenin cam kısmına gelip, içeriye bir göz gezdirdim. Samuel gözükmüyordu. Galiba evde değildi. Omurgamı düzleştirip, rahatlamanın hissiyle derin nefes verdim. Adımlarımı kulübenin giriş yerine doğru adımladım. Resim defterinin ilk sayfasına notumu yerleştirdikten sonra kapağını kapattım. Resim defterini yere koysam ıslanma ihtimali olduğu için kapının giriş yerinde ki çıkıntıya geçirmeye karar verdim. Demir kısmını tahtanın yerine geçirmiştim ki kapı açılınca irkilip geri çekildim. Tövbe bismillah! Karşım da Samuel bana sorgu dolu gözlerle bakıyordu. Ben de olsam aynı şeyleri düşünürdüm. Birisi kapımın önünde bir halt mı yapıyor?

Hırlı mı hırsız mı?... Elimde ki resim defteriyle ona bakıyordum. Daha fazla bakışmayı sürdürmeyerek. O anki heyecan ve gerilimle.

"Bunu sana bırakışlar." dedim uzatarak. O ise gözlerini kısmış, dediklerimi anlamak için dudaklarıma bakıyordu. Onun öyle bakması kadar utanç verici bir durum yoktu. Ama o benim utanç dediğim şey aklından geçmediğine eminim. Kendine gel Sare.

Uzattığım defteri elimden alınca arkamı dönüp yürümeye daha doğrusu yavaş adımlarla kaçmaya başladım. O ise koşarak önüme geçti. Resim defterinin içindeki notu bana gösterince, benim saf yalanım ortaya çıkmıştı. Kaç kere dedim sana yalan söyleme. Ne diye yalan söyledin? İçin de senin adınla yazılmış bir not var hay akıllı. Seni duvar çarpsın Sare!

Gözlerim ondan başka her yerde dolanıyor, ellerim ise oyun oynamaya çıkmış gibi rahat durmuyorlardı. Birden önüme bir adet sağa sola sallanan el görünce gözlerimi Samuel'e çevirdim. Kaşlarını kaldırmış bana bakıyordu. Kaşlarımı çatarak:

"Hayır yani anlamıyorum, ben getirdim işte sana. Neyi daha duymak istiyorsun?" dedikten sonra son söylediklerim idrak edince usulca ağzımı kapattım.

Sen yolda giderken ağaca tosla tamam mı Sare!

Ona usulca bakıp, "Yani şey öyle değil. Aslında şey demek istedim. Şöyle aslında..." sözümü tamamlamadan o benim başörtümü çekmişti yine! Hayır anlamıyorum bu çocuk bu rahatlığı nereden buluyordu? Sinirden gözlerim iyice açılmıştı. Başörtüm kırmızı çizgimdi. Ne zamandır yapmak istediğim şeyi yapıp. Ayağına sert bir tekme geçirdim. Adama mutlu olsun diye bir şey yapıyorum. Bana geçen seferki gibi acayip tepkiler veriyor.

Ayağını tutarak kendini yere attı. Ben başörtümü düzeltmede o ise tekme attığım yeri ovalamakla meşgul idi. Onun yerde ki halini görünce gülmeden edemedim. Elimi ağzıma götürerek kahkaha atarak gülmeye başladım. Normalde bir erkeğin yanın da edepten dolayı gülmezdim. Lakin Samuel için bu geçerli değildi. Bir problem teşkil etmiyordu. O duymuyordu...

Ona baktığım da tebessümle bana baktığını gördüğümde gülmeyi kesip kendimi toparladım. O da ayağa kalkıp üzerini düzeltip, pantolonuna yapışan çam yapraklarını silkeledi. Resim defterini koltuğun arasına koyduktan sonra bana eliyle bir dakika işareti yapıp, sol cebinden telefonunu çıkarıp bir şeyler yazmaya başladı. Sonra telefonu bana uzattı.

“Ben alışkınım böyle tepkilere sen, ilk değilsin. Onları affetmem ama seni bir şartlarla affederim.”

İlk cümlede içim yine burkulurken son cümle de yine bir hinlikle karşılaşınca asabi bir şekilde. Telefonda parmaklarımı gezdirdim.

“Ne istiyorsun?”

“Resmini yapmayı istiyorum”

Yazısını görünce ona bakarak. "Ne münasebet! Niye sana resmimi yaptırayım?!" dedim. O da uzanıp elimdeki telefonunu alıp bir şeyler yazıp bana uzattı.

“Yoksa affetmem. Uzun sürmez yarım saat için de sana yeteneğimi göstermek istiyorum. Hem sen dememiş miydin yeteneğinle insanlara meydan oku diye?”

Resmen benim onu bu bataklıktan kurtarmam için kişisel gelişim kitabından edindiğim bilgilerden onu teşvik etmek için söyledim sözleri bana silah olarak kullanıyordu. Ben ise bunu kabul etmeyecektim.

...

Sandalyeye oturmuş, çizimin bitmesini bekliyordum. Bana ikide bir bakması, hayır bana dikkatli bakması çok rahatsız ediciydi. Bana şimdiye kadar bir erkek böyle bakmamıştı. Ondan ağaçlara bakıyordum.

O sırada yine iç sesim dile gelmiş beni yatıştırır bir şekilde konuşmaya başlamıştı. 'Adam seni çiziyor, ağaçları değil. Herhalde sana bakacak.' Ama rahatsız oldum, diye karşılık verdim.

Bana baktığı an, "Bitmedi mi hala" dedim. O ise gözlerini olumlu bir şekilde kapattıktan hemen sonra başını olumlu bir şekilde salladı. Sevinçle hızlıca yanıma gelip dibimde bitince, iki adım geri gittim. O da aramızdaki mesafeye sonra bana bakarak. Başını tekrar olumlu bir şekilde sallayıp, bana konumunu bozmadan ona aldığım resim defterine çizdiği beni gösterince, ağzım açık yeteneğini izledim. Çok güzel bir karakalem çizimi sergilemişti.

"Çok güzel, olmuş." dedim gülümsememi yüzümden eksiltmeyerek. Sonra devam ettim. "Gerçekten yetenekliymişsin."

Ne yüz ifadem de ne de söylediklerimde zerre yalan yoktu. Gerçekten çok yetenekliydi.

Ona döndüğümde iki elini cebine sokmuş resme bakarak gülüyordu. Dünkü halinden eser yoktu. Bu beni ayrı mutlu etmişti. Cebimden telefonu alıp ona bir şeyler yazmak için resmi ona uzattım. O da hemen alıp merakla bana baktı. Not kısmına girip şu cümleleri yazdım.

“Çok güzel olmuş. Gerçekten yetenekli imişsin. Sen zayıf biri değilsin. Kendini asla zayıf görme.”

Bir an tereddüt etsem de onun da bir inancı olduğunu bildiğimden devam ettim.

“Sadece yaratıcının karşısında zayıf gör. Çünkü onun karşısında hepimiz zayıf varlıklarız. Konuşamaman ve duyamaman seni zayıf ve aciz göstermez. Kalbinde eğer merhamet duygusu kalmamışsa işte o zaman sen aşağılık zayıf bir insana dönüşürsün. Sakın kendini o konuma koyma. İnsanlar seni kırmak için bir şeyler yapacaklar. Ama sen onlara takılı kalırsan işte o zaman ileri değil daha çok geri ve dibe batarsın. Samuel sen zayıf değilsin. Sen çok yetenekli bir ressamsın.”

Tereddüt etmeden telefonumu ona verip, vereceği tepkiyi görmek için ona baktım. Okudu ve telefonu bana verdi. Hiçbir tepki vermemişti. Ne sinirlenmiş ne de gülümsemişti. Telefonu alıp cebime koydum. Resim defterinin başından koparınca, şaşkınca ona bakmaya başladım. Bilmeden yanlış bir mi söylemiştim.

Resmimin kenarına bir şey karaladıktan sonra ona yazdığım notun arkasını çevirip bir şeyler yazdı. Benim resmimi ve notu bana verdikten sonra bana gülümseyerek kulübeye gitti. Hızlıca notu okumaya başladım.

“İlk defa birisini affediyorum.

İlk defa birisini çizdim.

İlk defa birisi benim çizim yaptığımı gördü. İlk defa birisine resim hediye ettim. İlk defa birisi beni anladığı için teşekkür ediyorum.”

Okuduğum nottan sonra kendime gelmem biraz zaman almıştı. Oturduğum yatakta bir elimde altında kendi imzası olan resmim, öteki elimde ise yazılan nota melül melül bakıyordum. İlk defa böyle hissediyordum. Ama hisleri doğru kişide hissetmiyordum. İçimde durdurak bitmeyen düşüncelere hapsolmuştum. Daha fazla düşünürsem ipin ucunu kaçıracak korkusuyla, kafamı dağıtmak için komidinin üzerine koyduğum telefonumu elime alıp sosyal ağa girdim.

Fotoğrafların arasında gezinirken tanıdık bir ayet karşıma çıktı.

"Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir." (Şems Suresi; 7-9. Ayet)

O an bir duraksadım. Samuel’e resmimi çizdirdiğim an aklıma geldi. Bunu nefsim için mi yapmıştım. Yok hayır ya da evet. Ama nasıl reddedebilirdim. Ama böyle düşününce de insanlar ne der için dini yaşayamayan akıma mı dahil olmuştum? Kafam da dönen düşüncelere ve içimde oluşan rahatsız hisleri başımdan def etmek için günlüğü elime aldım. Sayfaları çevirmeye başlayıp, kaldığım yeri hatırlamak için hafızamı kontrol etmeye başladım. 'Meyra en son, direnişçilerle ilaç yardımı için iletişime geçmek için ormana gitmişti. Lakin orada Üzeyir'le karşılaşmıştı.'

"Nerede, hadi neresiydin." Hem sayfaları çeviriyor. Hem de kendi kendime konuşuyordum. Bir sayfa çevirdiğimde tanıdık olan satırları okumaya başladım. Farklı bir kalemle kendine bir not yazdığını gördüm.

 

GÜNLÜK

 

Her gün şu sözleri söylüyorum kendime:

Doğrulanabilir yanlışlar, yanlışlanabilir doğrular...

...

"Neden yüzüme bakmıyorsun?" diye sorunca afalladım. Daha değişik laflar duymayı bekliyordum.

"Neden bakayım?" dedim. Ve işaret parmağım baş parmağımla oynamaya başlamıştı.

"Benimle konuşurken gözlerime yani yüzüme bakardın. Şimdi ise bakmıyorsun." diye sordu. Bu söylediğine üzülmüştüm ve utanmıştım. Önceden demek ki adama nasıl bakıyorsam dikkatini çekmiştim. Ne kadar da utanç verici bir durumun içine düşmüştüm. Allah'ım şu son nefesimi vermeden affet beni.

"Olması gerekeni şu an yapıyorum" diye yanıt verdim.

"Dünden dolayı mı?" elini ensesine götürerek.

"Hayır. Dünle alakası yok. Rabbim bana haramdan gözlerimi sakınmamı istiyor. Ondan" diyerek açıklama yapmıştım.

Omuzlarına baksam da yüzünün yarsı görüş alanıma dahil olduğu için dudaklarında tebessüm yakalamıştım. Niye şimdi güldü bu? Kesin alaya aldı beni. Gözlerimi devirmeden edemedim. Bu ara alışkanlık olmuştu.

"Alay etme! Bu dünyada en nefret ettiğim şey!" diye sitemle karşılık verdim. Sağ tarafına doğru adım attım.

"Etmedim." diye karşılık verip bir adım bana atınca benden ondan uzaklaşmak için iki adım atmıştım. Üçüncü adımı atacaktım lakin ayağım yere temasını bir süre devam ettirip sonra bırakmıştı. Bastığım yeşillik toprağın içerisine gömülünce dengemi kaybedip gerisin geri düşmeye başladım. O ise hızlıca kolumu tutsa da ikimiz de birlikte çukurun içine düşmüştük. Kafamın sert bir şekilde vurulmaması için ellerimi siper etsem de, canımın acımasına engel olamamıştım. Ellerimi kafamdan çekip kalkmak istedim. Lakin üzerimde bir de Üzeyir'i taşıyordum.

Kıpırdanıp ellerini toprağa koyup, kendini üzerimden kaldırmaya çalışırken, göz göze geldik. Ne o çekti gözlerini ne de ben. ̶B̶i̶r̶ ̶i̶n̶s̶a̶n̶ı̶n̶ ̶g̶ö̶z̶l̶e̶r̶i̶ ̶b̶u̶ ̶k̶a̶d̶a̶r̶ ̶m̶ı̶ ̶y̶o̶ğ̶u̶n̶ ̶m̶a̶v̶i̶ ̶o̶l̶u̶r̶d̶u̶.̶ ̶R̶e̶s̶m̶e̶n̶ ̶c̶ü̶r̶e̶t̶k̶a̶r̶ ̶b̶i̶r̶ ̶b̶i̶ç̶i̶m̶d̶e̶ ̶b̶e̶n̶i̶ ̶d̶e̶n̶i̶z̶i̶n̶e̶ ̶ç̶e̶k̶i̶y̶o̶r̶d̶u̶.̶

Her şeyi unutmuş, okuduğum ayetler aklımdan uçup gitmişti. Kendimi nefsimin arzularına bırakmış bir şekilde, gözlerimi okyanuslarından çekmiyordum. Ne kadar geçti; gerçekte bir dakika falandır, lakin bana bir asır gibi gelmişti. Zihnim bir erkekle bu kadar yakın olmamla ilgili alarm sesleri verse de, k̶a̶l̶b̶i̶m̶i̶n̶ s̶e̶s̶i̶n̶d̶e̶n̶ ̶o̶n̶u̶n̶ s̶e̶s̶i̶n̶i̶ b̶i̶l̶e̶ d̶u̶y̶a̶m̶ı̶y̶o̶r̶d̶u̶m̶. Onun gözleri benim gözlerimden konumunu değiştirip, yanaklarıma doğru indiğini gördüğümde. Bana yaptığı büyüden çıkıp, onu ittim. Vücudumun ağrılarını es geçip, toparlandım. Sinirle ona sesimi yükselttim.

"Yine yaptın, yine senin yüzünden. Söz vermiştim." dedim gözlerimin dolmasına engel olamayarak.

Ne kadar da kolay bir şeydi, kendi günahımızı başkalarına yüklemek.

Ellerimi yumruk yapıp, yere sert bir şekilde geçirdim.

"Ne yaptım? Sen kendin düştün." dedi ince ve sakin sesiyle. O da toparlanıp oturdu. Üzerini silkelemeye başladı. Ona değil, karşımda ki çukurun duvarına bakıyordum. Hiçbir cevap vermedim. O ise ayağa kalkarak:

"Kime söz verdin? Yine ne işler karıştırıyorsun?" diye söylendi ince sert sesiyle.

Oturduğum yerden ayağa kalkıp, çukurun yukarısına baktım. Boyumu ve onun boyunu fazlasıyla aşıyordu. Ona hiçbir cevap vermeyip, çukurun duvarına doğru yöneldim. Ayağımı bir çıkıntıya koyup, yukarıda ki taşa uzandım. O sırada kolumdan çekilip, tekrar ona döndürülmüştüm. Çenesiyle yüz yüze gelmiştim. Hayır, yüzüne bakmayacaksın Meyra!

"Ne işler karıştırıyorsun?" diye tekrar sordu. Kolumu bırakmayan adam, kolumu ne kadar çekiştirsem de bırakmadı. En sonun da:

"Bir şey karıştırmıyorum. Bırak artık kolumu," halen daha kolumu bırakmayınca. Gururumu ayaklar altına alıp. Cümlemi son kelimeyle tamamladım. "lütfen." Yavaşça kolumu bıraktıktan sonra tekrar duvara yönelip, çıkıntıya ayağımı koyup ilerde ki taşa uzanıp elimle tuttum. Toprak çok yumuşak olduğundan uğraşmam boşa gitmiş, geriye sendelenmiştim. O sıra da düşme tehlikesine karşı Üzeyir'den bir atak gelmiş, ben ise son anda dengemi sağlamıştım. Onun hiçbir şey yapmadan çukurda dikilmesi sinirlerimi bozmuştu. Nereden geliyordu bu rahatlık. Yoksa çukur da gizli bir giriş vardı da benim mi haberim yoktu.

"Nasıl çıkacağız buradan?" diye sordum. O ise omuzlarını sallayarak, yere oturdu. "Toprak kaygan, istesek de çıkamayız. Devriye gezen askerler yakın da bizi bulur." diye açıklama yapmıştı.

"Ne zaman gelirler?" diye soru yönelttim. Hem geldikleri an sormazlar mıydı? ‘Bu kızın burada ne işi var?’ Bir de Zemheri'nin ormana girdiğimden haberi olmadığı için geçen seferki gibi onu o, halde bulmak istemiyordum.

"Değişir." diye yanıt verdi. Gözlerimi sinirle devirip, ondan uzak yere oturup topraklı duvara sırtımı verdim. Yine bulmuştum belayı. Yine olmuştu olan. Bir şeyi de elime yüzüme bulaştırmasam şaşırırdım. Derin bir nefes verip, karşımdaki duvara gözlerimi diktim. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Saatime baktığımda saat beşi geçtiğini gördüm.

"Neden benden bu kadar rahatsız oluyorsun?" diye soru yöneltince, soruya gülmeden edemedim.

"Bir düşün istersen o kadar subay olmuşsun." diye yanıt verdim.

O ise şimdiye kadar yaptıklarıyla çelişir bir cümle kurdu.

"Düşündüm ve bulamadım." diye cevap verince kendimi ona hızla çevirip yüzüne baktım. Sonra hemen gözlerimi omuzlarına diktim.

"Kafa mı buluyorsun benimle. Ya da alkol mü aldın?" diye sorduğumda kafasını hayır, şeklinde sağa sola salladı. Gören de sanacak adam sütten çıkmış ak kaşık.

"İyi o zaman dinle. Birincisi sen Müslümanlara zulüm ediyor ve öldürüyorsun." Başka bir cümleme geçmeden hemen beni durdurdu.

"Birincisi, ben zulmetmiyorum. Ben bir askerim ve ülkemin güvenliğini tehdit edenlere karşı güç gösteriyorum. Ve benim öldürdüğüm kişiler masum değil. Terörist!" diye son damgasını vurunca sinirden ellerim buz kesmişti. Böyle haksız ve iftiralara gelemiyorum.

"Onlar ülkelerini geri istiyorlar. Ve mücadele ediyorlar. Onlara terö.." sözümü tamamlamadan tekrar söze girdi.

"Biz de ülkemizi geri istiyoruz. Bu topraklarda çok öncelerden beri Hristiyanlar yaşıyordu. Siz gelip ülkemizi işgal ettiniz. Bu topraklar bizim." diye mantıklı ama damı olmayan bir ev inşa etmişti.

"Evet sizindi. Savaştık ve aldık. Peki aldıktan sonra sizin dininize karıştık mı? Size zulüm ettik mi? Biz sahada savaşımızı kazandık. Sahanın dışarısına kan götürmedik." diye yanıt verdim.

Bir süre sustu. Sonra derin nefes alıp bana doğru dönerek devam etti:

"Özgür değildik." diye açıklama bulundu. Bir insan nasıl kendine bunu inandırırdı daha doğrusu buna nasıl inandırıyorlardı? Özgürlük kavramını ya yanlış öğreniyorlardı. Ya da onlarla bizim özgürlük kavramımız aynı kefede değildi.

"Özgür olmasaydınız. Şu an da dedelerinin yaptığı kiliseler halen daha şu zaman da olmazdı. Ama bak, bir tane camii görüyor musun? Var mı göster!" Sesimin yükselmesine engel olamıyordum. Cevap gelmeyince devam ettim.

"Evet dedelerim zamanında sizden topraklarınızı aldı. Sizin başınızda ki adamlar sizi köle gibi kullanıp sefa yapıyordu. Biz geldikten sonra vergiler düştü. Kadınlarınıza özgürlük az da olsa geldi. Ama siz aldınız da ne oldu? Müslümanların bedenlerini, fiziksel güçlerini sömürüyorsunuz. Müslüman kadınlara yapılan zulme girmek bile istemiyorum." diye içimde ki kini kustum. O ise:

"Herkesi bir tutma. Hepimiz öyle değiliz." diye yanıt sundu.

"En büyük zalimlik nedir sana söyleyeyim mi? Zulmün karşısında sessiz kalmak. Yanında olmak. Yani en büyük zalim sizlersiniz." söyledikten sonra tekrar yüzümü topraktan duvara çevirdim. Sonra umurumda olmayan sözler nakşetti.

"Ben aklına gelen şeyleri yapmadım." diye yanıt sundu. Yapmıyorum ama yapanların yanındayım! Bu nasıl bir ideolojiydi.

"Umurumda bile değil." dedim.

“Şimdi soruyorum biz mi özgür değiliz yoksa zamanında bizlerle yaşayan sizler mi?” dedim asıl konuyu unutmayarak. Ama kendisi cevap vermek yerine sessiz kalmayı seçmişti.

Kendimi düzeltmeye çalışırken, yine kontrolümü kaybedip. Cehennemin kapısına toslamıştım. Nefis ne kadar da azgın bir varlıktı.

Eskiden de erkeklerle göz teması kurardım. Lakin baktığım kişilerin gözlerine hiç bu kadar uzun bakmamıştım. H̶i̶ç̶b̶i̶r̶ ̶z̶a̶m̶a̶n̶ k̶a̶l̶b̶i̶m̶ b̶u̶ k̶a̶d̶a̶r̶ ̶h̶ı̶z̶l̶ı̶ ̶a̶t̶m̶a̶m̶ı̶ş̶t̶ı̶.

Saçmaydı hem de çok saçma!

Rabbim zinaya yaklaşmayın derken, gözlerimizi de sakınmamızı söylüyordu. Bu bizim kötülüğümüze değil, iyiliğimiz için söylüyordu. Ama ben bunu daha yeni idrakine varıyordum.

Eskiden göz teması kurduğum erkekler de yanlış bir şey düşünmüyordum. Ama şimdi atan kalbimin yanlış düşüncelere açılmak için hazırlanıyordu. Ben böyle düşünüyorsam karşıdaki kim bilir neler düşünüyordur. Affet beni Rabbim bu azgın nefsime yenik düştüğüm için affet.

Bir de savunduğu ideolojiye rağmen neden gözlerine bakıyordum? Suç bendeydi. En hatalı kişi bendim.

İkimizden de hiçbir ses çıkmadan öylece beklemiştik. Beklemiştik, bana asır gelen tam bir saat. Ne gelen vardı ne de giden. Karnım da açlık sinyalleri vermeye başlamıştı. Daha fazla kendime zulmetmeden. Buraya gelmeden önce hazırladığım poğaçaları almak için yanımda olan çantama uzandım. Çıtçıtından açıp kılıfı yukarı kaldırıp, elimi çantanın içine soktum. Yaptığım iki poğaçayı iki elime alıp, bir tanesini ona uzattım.

"Bana mı?" dedi şaşkın çıkan sesiyle. Bu adam benim hakkım da ne düşüncelere varıyordu da bu cümleyi kuruyordu.

Zulme karşı zulmetmek ne kadar doğru olurdu? En doğru olan düşmanına zulmetmeden gerekli olan cevabı vermekti. Şu an yaptığım tam da buydu. Onlardan farklıydık ve dinimizi nefsimize kaptırmayana dek onlardan farklılığımızı sürdürecektik. Ne zaman nefsimize uyup bence, odaklı din ortaya koyarsak işte zalimlik arkamızda veya önümüzde değil, yanımızda olacaktı. Onlardan bir farkımız kalmayacaktı.

"Açsan alabilirsin?" dedim. Elimden alınmayan poğaçayı uzatmaya devam ettim.

"Benden rahatsız oluyordun hani? Umursamıyordun?" diye yanıt verdi.

"Kolum yoruldu alacak mısın artık?"

"Soruma cevap..." sözünü tamamlamasına fırsat vermeden. Kaşlarımı sinirle çatıp, poğaçayı kendime doğru çektim. "Yemezsen yeme!" diye yanıt verdim. O ise uzanıp elimde ki poğaçayı alırken elini elime değdirmişti.

Bu kadar dikkatsizliğine kızardım, lakin kızmadım. O bir Hristiyandı böyle şeylere dikkat etmesi anormal olurdu. Sen sadece kendi hatalarına kız Meyra!

"Hayır." diyerek elimde ki poğaçayı aldı.

İki insanın sesleri tekrardan sessizliğe bürünmüş, poğaçaların etrafını saran kağıt sesleri kendilerini belli etmeye başlamıştı. Sessiz sakince yavaşça poğaçayı bitirdim. Beynimin su ihtiyacı sesini duyunca, çantamdan mataramı çıkarıp; kapağını çevirip. Ağzımın suyla buluşturdum. Mataranın giriş yerini ağzımdan çektikten sonra onun da susama ihtiyacı vardır diye ona uzattım. Elimde ki mataradan gözlerimi ayırmamaya dikkat ederek:

"İster misin?" diye sorunca. Mavi gözleri bana dönünce benim gözler mataraya kaçmıştı. Elimde olan matarayı işaret ettim.

"Tabi ki isterim."

İnce sesine neşe kaçmış bir şekilde cevap verdiğini duyduğum da doğru yolda olduğumu anladım. Merhamet insanı değiştirirdi. Merhamet her kapıyı açardı. Merhamet kararan kalplere bir ışıktı.

Elimde ki matarayı elimden alınca gözlerim, mataranın gideceği yere kadar takip etmişti. Benim içtiğim yerden içtiğini görünce, şaşkınlıkla ona baktım. O ise benim yüz ifademi görmüş olacak ki:

"Ne geçiyor aklından?" diye sordu gülerek. Hemen başımı duvara çevirerek.

"Ne zaman çıkacağımız!" diye cevap verdim. Umarım anlamamıştır. Yok ya ne anlayacak, ben hemcinsimin aklından geçenleri tahmin edemezken o benim aklımdan geçenleri nasıl tahmin edecekti?!

"Çıkarız." diye yanıt verdi. Onunla daha fazla muhatap olmamak için konuşmayı devam ettirmek yerine saatime baktım. Akşam ezanı çoktan okunmuştu. Kılmam lazımdı ama burada kılamazdım. Yüzümü asıp, ayaklarımı kendime çektim. Ayak ucuma matara konulunca, matarayı alıp kapağını kapatıp çantama koyup elimle seccademi tuttum.

Namaz kılmaya utanmıyordum, lakin yabancı bir erkeğin yanında namaz kılmak ne kadar doğru olurdu? Ama şartlar gereği elimde başka bir fırsat olmadığı için arada gelen cesaretim beni tetiklemiş. Seccademi çıkarmıştım.

"Yüzünü duvara döner misin?" diye soru sordum. Belki saçmaydı sormam. Ama aklıma sahabe hanımları gelince yaptığım şeyde tereddüt yaşıyordum. Lakin eğilip kalkmam helal olmayan bir erkeğin yanın da ne kadar doğru olurdu?

"Neden?" diye mantıklı soru sordu. Yanlış cümleler kullanarak söze girmiştim. Ondan açıklama yaptım.

"Namaz kılmam lazım. İbadet"

"Namaz... evet biliyorum. Eğilip kalkıyorsunuz." diye yanıt verdi.

"Evet." dedim onun söylediklerimi icraata dökmesi için bekledim lakin o:

"Niye yapıyorsun? O çok kudretli ise niye böyle bir şeye ihtiyaç duysun?" diye yanıt verdi.

Ondan böyle bir şey beklemek beni şaşırtmıştı. Ne de olsa o da bir dine mensuptu, haftanın belirli günlerinde kiliseye giderlerdi. Konu derinleşeceği için kalktığım yere gerisin geri oturdum.

"Onun bana değil. Benim ona ihtiyacım var. Yemek nasıl ki bedeni bir ihtiyaçtır. Ruhunda ihtiyacı vardır. Ve namaz cennetin anahtarıdır. Burada Rabbim aslında kendine değil, bana iyilik yapıyor. Sevdiğin bir insana, sevgi göstermek onun ihtiyacı olduğundan değil, ona değer verdiğinden gösterirsin. Gönlünü hoşnut edersin. Bizim yaptığımız da bu. Biz sevdiğimizi beş vakit 10-15 dk bir namazla anıyoruz. O bize cennetin kapısını vaat ediyor. Burada kaybeden de kazanan da yine biz oluyoruz." diye yanıt verdim.

O ise hiçbir cevap vermedi, gözlerini topraktan ayırmadı. Ben ise aklımı kurcalayan o soruyu sordum:

"Siz Hristiyanlar’da ibadet yapıyorsunuz. Neden bana böyle bir soru yönettin?"

Ay ışığının verdiği aydınlıkla. Gözleri yüzümle buluşacağını anladığım için bu sefer ben gözlerimi toprakla buluşturdum. Orada kalın size limon damlatırım.

"Hristiyan mı?" dedi gülüp kafasını salladı. Sonra devam etti. "Sadece ırk olarak onların yanındayım. Din konusuna gelirsek, pek Hristiyan olduğum söylenemez." diye yanıt verince. Şaşırmıştım, nedeni sormak istesem de. Sormadım, yeterince muhatap olduğum kanısına varıp ayaklandım.

"Hadi dön arkanı." diye söylendim. Sert değildim, ondan anlayışla yaklaşacağını sanarken:

"Neden döneyim? Yap işte ibadetini." diye yanıt verdi. Sinirlenme Meyra bilmiyor. Sinirlenme.

"Şimdiye kadar yabancı erkeğin yanında namaz kılmadım. Zaten bu da uygun olmaz." diye yanıt verdim.

O ise kafasını sallayarak, ayağa kalkmadan sürünerek arkasını döndü. Ben de hızlıca seccademi serdim. Ayakkabılarımı çıkarıp, hemen seccadeyle buluşturup. Niyetimi alıp, hızlıca ayetleri okumaya başladım. Ne yapacağı belli olmaz diye hızlıca hareket ediyordum. Farzı bitirip, hemen sünnete niyet aldım ve onu da kazasız belasız bitirdim. Pek orada Rabbime odaklanabildiğim söylenemezdi. Bundan dolayı tespihlerimin sonuna estağfurullah ekledim. Ayakkabılarımı giyinmeye başladım. Ona:

"Tamam arkanı dönebilirsin." diye komut verdim. O ise dönüp, seslice kıkırdağını işittim. Bulutlar ayın ışığını kapattığı için artık yüzüne baksam da pek ne yaptığını seçemiyordum.

"İlklerinden biri oldum ha" dedi tekrar gülerek. Ne diyordu bu dangoz!

“Ne alakası var? Neyin ilkinden bahsediyorsun!" diye hiddetlendim. Yani adam beni burada hazır açılmış çukurda mezarımı yapabilecek iken, efeliğim tutmuştu ya! Onun yanında namaz kıldım diye ilkiyim diye tutturmuştu.

Benim sinirlenmemi es geçip:

"Buradan çıkmanın vakti geldi. 9 olmadan senin yurtta olman lazım." dedi. Ben ise dediklerinden bir şey anlamayarak. Seccademi silkip, elimle toplamaya başladım.

"Bağıralım mı?" diye sordum.

"Kime?" yanıtı vermişti.

"Kime olacak, devriye gezenlere. Bizi duyması için." diye yanıt verdim. Ama etrafta hiç insan sesi duymuyordum.

Karanlıkta yanım da bir hareketlilik hissedince sağıma doğru döndüm. Dökülen toprak sesleriyle birlikte yukarı doğru iki üç sıçrayışla. Çukurun başında Üzeyir'i gördüm!

"Sen ya sen. Yok ben var ya ben! Allah'ım bana sabır ver. Şimdiye kadar niye çıkmadın?”

Sinirden ne diyeceğimi şaşırmış bir şekilde hem ona en çok kendime saydırıyordum.

“Senin sözüne güvenen ben de kabahat!" diye ona son saydırmamı ekledim.

Sinirim bir türlü geçmiyordu. Onun ise sakince susması beni daha çok çileden çıkarıyordu. Nefesimin yetmeyeceğini anlayıp, akciğerlerime hava dolması için izin verdim.

"Hadi elini uzatta çıkarayım. Çok geç olmadan, ormandan çıkalım." diye sakince yanıt verdi. Bu ne sakinlik? Onu da geçtim neden böyle bir şey yaptığı? Hayır, onun hatası değildi. Bütün hata benimdi. Ona neden inanan benim. Bütün suç benim. Ahh azıcık gözü açık kız olsaydım ne olurdu.

"Çıkmıyorum, beni başka birisi bulana kadar çıkmayacağım. Ben bir daha senin lafına güvenir miyim? Beni tekrar çukura atarsın sen!" cevap verdim. Hayır, Meyra şu kalbin şu gözlerin bu adam da ne buluyordu da düdüklünün sesi gibi alarm veriyorlar.

"Söz veriyorum. Hadi artık, ormandan çıkmalıyız." diye yanıt verdi. Sinirlensem de, onu sarı saçlarını o ̶d̶e̶r̶i̶n̶ ̶o̶k̶a̶y̶a̶n̶u̶s̶ ̶mavi gözlerini çekip çıkarmak istesem de, 9'dan önce yurtta olmak zorundaydım. Başım belaya girebilirdi.

Seccadeyi ona atıp, "Tut şunu!" diye sesimi yükselttim.

Onun oflama sesini duysam dahi hiçbir cevap vermedim. Seccade bana doğru uzatılınca, çantamı sırtıma takıp elimle uzanıp seccadeyi tuttum. Yavaş yavaş yukarı çekilmeye başladım. Toprak ile birlikte güzel iletişimimizin sonunda çıkmıştım. Ayağa kalkmaya çalışınca, Gözümün önüne odun karesi girmişti. Tutan kişiye baktığımda karşımda Üzeyir vardı. Ya kim olacaktı Meyra!

Onu es geçip kalktım.

"Odunu tutmana da mı Allah izin vermiyor?"

"Kendim izin vermiyorum." diye hırsla söylenip, üzerimi silkeledim. Her tarafım nemli toprak olmuştu. Yürümeye başlayınca arkamdan ses duydum.

"O taraftan değil." değince yönümü u dönüşü yapıp, onun arkasından ilerlemeye başladım. Ne yapsaydım tanımadığım bilmediğim yerde kendimi yine kaybetse miydim?

Sonun da limon ağaçlarının oraya gelmiştik, yine o taze kokusunu akciğerlerimle doldurdum. Ne kadar da hoş kokusu vardı. O önde ben ise arkada hastanenin yakınına gelmiştik. Sonra o durup, başka tarafa yönelip gidince onu umursamayıp. Adımlarımı yurda yönettim. Arkamdan gelen adım sesleri beni geçip yanım da durunca sol tarafıma döndüğümde Üzeyir'i gördüm. Ağzımı açıp yine saydıracaktım ki:

"Sen istemesen de. Birbirimizden haberimiz olmadan bir araya geliyoruz. Yani o inanmadığın Cennet Kuşu bizim kaderimizi bağladığı kesin. Buna sebep olan kişi ve bana bu çiçeği veren sensin. Beni kendi kaderine bağlayan kişi yine sensin. Anla artık kızım sen benim kaderime, ben de senin kaderine bağlandım." dedi.

Arkasında şaşkın bir kız bıraktığını unutarak yanımdan ayrılıp gitti. Elime kalbime götürdüğüm de resmen ramazan davulu gibi çalıyordu.

Aklıma bir dip not: Kendime gelirsem, iki cümleyle hızlıca atan zayıf kalbimi kavurma yapıp, üzerine yumurta kırıp yiyeceğim!

Loading...
0%