@lilyum_cicegi
|
Eski olan her şeyin değerli ve özel olduğuna inanırım. Eski ile ilgili bir fotoğraf, bir eşya veya bir hikâye anlatıldı mı farklı bir alemlerde dolanırım. Veya hepimizin ağzında dolaşan o meşhur sözden dolayı kaynaklanır, içimdeki bu eskiye karşı sevda; giden geleni arattırır. Meşhur bir sözdü ama ağızlarda çerez misali dolaşırdı. Sindirilmesine, anlamının derinliğinin anlaşılmasına bakılmazdı. Halbuki o cümle anlaşılsa 'Eskiden böyle miydi?' diye sözler kulaklarımızı tırmalamak zorunda kalmayacaktı. Benim eskiye olan özlemim; taşından, toprağından, çiçeğinden, böceğinden değildi. Benim eskiye olan özlemim insanındandı, insanlıktı. Zaman ilerledi ve insan vahşileşti. Merhametini kaybetti. En küçük bir şeyde etrafa saldırmaya, kırmaya ve öldürmeye adadı kendisini. Biz kelimesi kalktı ve onun yerine ben, kelimesi oturdu. Yani kısacası nefsimizi dizginlemek gerekirken, dizginleri nefsimize bıraktık. O ne dediyse onu yaptık. Sonuç insanlık duygumuzu kaybettik. "Hümeyra'm" Ninemin bana seslenişiyle kendi iç alemimden çıkıp onun o tatlı sesine odaklandım. Evimizde erkek olmamasına rağmen başını örtmüş ton ton beyaz yanaklarıyla bana nasihat veriyordu. "Efendim yastık yanaklım." dedim onun yanaklarını sıkarken. Hemen o buruş buruş olmuş elleriyle, ellerime vurarak güldü. O böyle hareketleri sevmezdi. O ne kadar sevmiyorsa, ben ise o kadar fazla seviyordum. "Ben zaten büyük ihtimal senin evleneceğini göremeyeceğim." diye hayıflanmaya başlayınca evin içinde kahkaham yankılandı. O ise sesli bir şekilde gülmemle bacağıma cimcik bastı. "Yine başladık." Başımı sağa sola sallayıp gülerek ona cevap verdim. "Başlayacağım tabii. Sen benim tek torunumsun." Ben çok ciddi bir şeymiş gibi başımı sallayıp onu onayladım. "Milletin içinde çıksan, bak talibinde artar." "Onun yerine kitap okumak daha güzel." diye hemen yanıtlayınca bu sefer alttan sinsi bir şekilde uzanan çimdikten kaçtım. "22 yaşına geldin..." "İyi ki diyorsun ben daha 22 yaşındayım. Daha minnak bir şeyim. Yastık yanaklım, eski devirde değiliz." dedim. Aslında eskiden bu kadar baskı yapmazdı. Lakin nasıl ki 22 yaşına girdim diye kadın resmen bana, evde kaldın muamelesi yapıyordu. Halbuki bu evde kalma muhabbeti cahiliye devrindeki Araplardan kalan bir sözdü. Evlilikte nasibim varsa elbet beni bulacak yok ise, aciz olan insan ne yapsın? Hem belki böyle daha hayırlı. Nereden bileriz? "Ondan diyorum ben senin evlendiğini görmem." Ellerini kucağında birleştirip bana duygu sömürüsü yapmaya başlamıştı. Böyle davranınca üzüldüğümü bildiğinde dayanamıyordum. "İstediğim tarzda birisi karşıma çıkarsa belki evlenirim." dediğimde birden bana önünü döndü, gözleri ışıldadı. "Işıldamasın o gözler!" diyerek ona kızdım. O ise başını edalı bir şekilde salladı. Bir şeyler yapmaya çalışıyordu lakin elini boş çıkartacaktım. "Evliliğe karşı olmadığını öğrendim ya, hadi hayırlısı." "Ehh buyurun cenazeme." "Ölüm hakikat ben sana yine nasihatimi vereyim de.." dedi ve koyu bir nasihata girdi. "Eskiden dükkan kilitlenmezdi; güven vardı. Şimdi nerede o güven. Ondan dolayı nasıl ki ekmekçi dükkanını sıkı sıkı kilitliyor güvene alıyorsa, sen de kalbini öyle güvene alacaksın. Alacaksın ki serseriler ve haydutlar içeri girip tarumar etmesin. Eskiden sevmenin bile hayası ve edebi vardı. Kavuşma hasreti vardı. Bunlar güzel şeyler kızım. Seversen sevgini mundar etme diye sana bunları anlatıyorum." Anlattığı şeyle durdu ve gözlerini benden çekti. Düşünceli bir şey anlatacaktı ki yüzü ciddileşti ve devam etti. "Deden askere gittiği vakit, ben de daha yeni gelindim. Öyle eskiden nerede böyle bolluk bereket, kendi evin falan yoktu. Kayınbabanın evinde kalırdın. Dedenden mektup geldiği vakit. Hızlıca zarfı alır; içinden aceleyle mektubu çıkarıp son satırına bakardım. Üç noktayı görmem benim için dünyalara bedeldi." "Üç nokta mı?" diye, merakla sordum. İlk defa duymuştum. Nenem de zaten çok fazla böyle şeylerden bahsetmez, ne zaman sorsam geçiştirirdi. "Hee üç nokta. Deden askere gitmeden önce bana dedi ki 'Ayşe, ben mektup yazarım. Ama sana özel mektup yazarsam ayıp olur. Ben her mektubuma üç nokta koyacağım. O üç nokta sana ne hissediyorsam orada o yazıyordur.' demişti. Bundan dolayı ben de her seferinde o üç noktayı gördüğüm vakit, yüreğimden ne geçerse oraya gözlerimle yazardım." Anlattığı şeyi hayran hayran dinlerken o, utançla yazmasını düzenledi. 82 yaşında ki nenem, dedem vefat etse de böyle şeylerden hep utanırdı. Nenemin yaptığı haya idi. Bizim bir türlü yapmayı beceremediğimiz. Yere serdiğim fotoğraflara gözüm ilişti, nenem ve dedemin yan yana resimleri vardı. Gülümsedim, heveslendim. Dedem ve nenem kaçarak evlenmesi aklıma gelince, sessizce kıkırdadım. "Ne gülüyorsun?" dese de sadece omuz sallayarak onu geçiştirmiştim. Böyle şeylerden utandığı için ona neden güldüğümü söyleseydim; bir daha bana böyle şeyler anlatmazdı. Sonra ileride babam ve annemin fotoğraflarına gözüm ilişti. Yan yana durmuş karşıya doğru bakıp gülümsemişlerdi. Annemi doğumda kaybederken, babamı kanserden kaybetmişim. Kaybetmişim diyorum çünkü bana da babaannem söylemişti. Ben annem ve babamın fotoğraflarıyla büyürken onlar halen daha o küçük karede genç ve dinçlerdi. "Namazını kıldın mı sen?" dedi ninem. Büyük gözlükleriyle bana ciddiyetle bakıyordu. Namazı bir fetih olarak gören bir nenem olduğu için böyle bir bakış sergiliyordu. "Evet kıldım." dedim. Saate baktığım da yemek vakti gelmişti. Ben de hemen hızlıca fotoğrafları toplayıp mutfağa girdim. Dünden kalma yemekleri çıkarıp ocağın üzerine koydum. Öğlen yemeğinde ekmeği yediğimiz için evde ekmek yoktu. Hızlıca odama gidip kapının arkasına astığım bonemi taktım üzerine koyu yeşil şalımı başıma sardıktan sonra dizlerimin hemen üzerinde biten uzun krem rengi hırkamı omuzlarımdan geçirdim. Altımda duran siyah eşofmanımı çıkarmaya erinip cüzdanımı aldım ve odadan çıktım. "Ben ekmek almaya gidiyorum." Antreye doğru bağırarak, kapıyı açtım. Hızlıca ayakkabılarımı giyinip merdivenlere yöneldim. Kısa sürede asfalt yolda ayaklarım buluştu. Bunu en büyük etkisi birinci katta oturmamızdı. Köşedeki markete ilerlerken adımın zikredilmesiyle durdum ve sağıma döndüm. Siyah feracesi, üzerine kondurduğu; omuzlarından aşağıya sarkan lacivert başörtüsü, gözlüklü, esmer tenli bir kadınla göz göze geldim. Bana gülümseyerek yaklaştığını görünce ben de tebessüm ederek gülümsemesini karşıladım. "Nasılsın Hümeyra?" diyen kadını gülerek süzdükten sonra içimden, 'Sakın pot kırma! Sakın pot kırma!' adeta sayıklar gibi söylüyordum. "İyiyim siz nasılsınız?" dedim. Resmen kadına, kırk yıllık tanıdığımmış gibi bir ses sonu ve samimiyet izlenimi vermiştim. Kısa süreli konuşmanın ardından kırklarında olan teyzeyle yollarımı ayırdık. "Ohh iyi atlattım." diyerek markete girdim. Yolda bir insanla daha doğrusu dünyalı biriyle karşılaşmayı sevmezdim. Çünkü ben insanlarla samimiyet kurmayı sevmeyen, asosyal, halkımızın tabiriyle insan görünce kaçan cinsteydim. Kendimi bildim bileli böyleydim. Nedense içimde insanlara güven duygusunu yoktu. Tek hayatımın merkezinde nenem vardı. O ve kendim, bana yeterdim. Bu halimden mutluydum. Ben insanların arasında olunca aksine huzursuz oluyordum. Onlarla kurduğum muhabbetler yüzünden gece yastığa başımı koyunca, 'Neden böyle söyledim? Şöyle davransaydım?' moduna girerdim. Halbuki böyle bir moda girmeme sebep olan büyük bir neden de olmuyordu. Ama işte ben böyleydim. Evde olmaktan mutluluk duyan, kendi kendini mutlu etmekten hoşlanan biriydim. Ekmek poşetini sağ elime alırken: "Hümeyra!!!" Sokağı ismimle kaldıran Selime'ye şaşkınlıkla baktım. Ben dikkat çekmemeye çalıştıkça, sanki inatla insanlar benim dikkat çekmemi sağlıyorlardı. Bırakın beni karanlık köşemde ben mutluyum, desem de insanlar inatla mutluluğumu gasp etmeye çalışıyordu. Ona kaşlarımı çatarak baktım. O ise gözleri gülerek yanımda bitti. "Naber?" dedi. Ben de nazik olmaya çalışarak, "Lütfen bir daha benim ismimi arşı inletecek şekilde dudaklarında zikretme!" "Yaa ne yapayım çok mutluyum!" deyince bu sefer adımlarımı daha hızlandırdım. Lakin bu Selime idi, bir şeyi ima etsen de anlamazdı. "Hümeyra, ben galiba aşık oldum!" Benim adımlarımı yan tarafta takip ederken heyecanla söylediği şeyle gözlerimi devirdim. "Ne kadar şaşırdım." diyerek yanıt verdim. Şu sözü belki beşinci defa duymuştum. Ama her seferinde heyecanla başlayan sözleri hüsranla bitiyordu. "Öyle deme be, bu sefer başka." "Dedi, bilmem kaçıncı kez aynı lafı söyleyen Selime!" diyerek yanıtladım. Ona ters ters bakarken onun da yüzü düşmüş, "İyi tamam ya anlatmıyorum." deyince içimden Allah'ıma şükrettim. "Bu sabah beraber pastaneye gittik." Ayaklarımı durdurup gözlerimi sımsıkı kapattım. Bu sözleri artık duymaktan bıkmıştım ve usanmıştım. "Selime, haram olan bir şeyi bana güzelmiş gibi gösterme lütfen! Yapıyorsan bile beni günahında şahit tutma ve lütfen benimle artık şu haram şeyleri konuşmak yerine normal şeyler konuş. Çünkü senin içinin kararmasına dayanamıyorum." Söylediklerim belki ağır gelmişti belki de değil. Lakin artık ben onun bu tavırlarından bıkmıştım. Kaç kere onu tatlı dille uyarmama rağmen aldırmamış sanki inadına yapıyormuş gibi baskılarını daha fazla artırmıştı. Günahını işlemesine aldırmasam da bana gelip anlatmasına sinir oluyordum. "Kimse seni sevmiyor diye beni kıskanma." dediği anda arkamı dönerek ona baktım. "Allah beni İslam yolundan ayırmasın ve ikimize de hidayet nasip eylesin!" dedim ve dış kapıdan içeri girdim. Ona söylenecek çok lafım vardı. 'Bayatlamış kalbini al da git.' demek istedim. 'Seni sevenler, beni severlerse ölsem yeridir.' demek istedim ama demedim. Sustum, her zaman yaptığım gibi kabuğuma çekildim. Çekilmeseydim gece başımı yastığa koyduğumda düşünceler aklımı istila ederdi. ... Yemekler yendikten sonra kısa bir çay faslından sonra ikimizde odamıza çekilmiştik. Nenem uykunun levelini atlarken ben elimdeki kitabın son sayfalarını okuyordum. Eski zamane sevdasını konu alan bir kitaptı ve beni bu denli içine çekmesine sebep olan şey ise gerçek sevmekti. Bu dönemde eşi benzerini bile göremeyeceğim bir sevgi. Nenemde zaten benim bu tavrımdan korkuyordu. Çünkü ben evlilikten çok uzak biriydim. Şu zaman da sevginin varlığına, güvene, samimiyete inanmıyordum. Ya da vardı da ben görememiştim. Sevilmek ve sevmek isterdim. Lakin bayatlamış bir sevgiyi istemiyordum. Ben gerçek sevginin tadına varmak istiyordum. Ve bu yoktu veya bana imkansızdı. Telefonumdan gelen bildirim sesiyle gözlerimi ona çevirdim. Fragmanını her izlediğimde tiryakisi olduğum tarihi film internet sitesine eklenmişti. Hemen elimdeki bitmiş kitabımı masamın üzerine koyarak ayağa kalktım. Laptopumu ve şarj cihazını yatağa koydum. Hızlıca mutfağa koşarken sevinçten zıplamamaya dikkat ederek koca bardağıma suyu koyup tekrardan hızlıca odama girdim. Lambayı kapatırken suyum dökülmesin diye yavaş adımlarla yatağımın hemen yanındaki masama koydum. Yatağın üzerine çıkıp kurulmadan, laptopumun açma düğmesine bastım. O açılana kadar ben de yastığımı falan ayarlayıp yaslandım. 13. yüzyılda geçen tarihi filmi açtım. Ben 21.yüzyıla ait değildim. Benim yerim 13. yüzyıldı. Etrafta koca koca binalar, o binalarda sıkışıp kalmış biz gibi insanlar, orada yoktu. En basit at kullanıyorlardı. Her at sahnesinde ben sanki kullanıyormuşum hissediyordum. Kadın kadınlığını erkek ise erkekliğini yapıyordu. Hemen oynatma tuşuna basarak kendimi yastıklarımın arasına gömdüm. ... Uyanmış hissiyle derin bir nefes verip gözlerimi araladım. İlk gözüme çarpan sarı bir ışık huzmesi oldu. Sonra her zamanki gibi gözlerim tavanı buldu. Benim tavanım ne zamandan beri tahtalar vardı ve rengi kahverengiydi? Renk körü mü olmuştum? Ama o, birden de olmuyordu. "Hümeyra Hatun, uyandınız sonunda!" Birden yattığım yere bir kız acele ile oturmuş heyecanlı sözler sarf edince şaşırarak hemen yattığım yerden kalktım. Kimdi bu? Odamda ne işi vardı? "Sen de kimsin?" diye şaşkınca sordum. O sırada etrafı inceleme turuna çıkmıştım. Yattığım yer, nenemin bir türlü vazgeçemediği; yatağı olduğu halde bana serdirip yattığı döşekte yatıyordum. Başımda keten kumaşına benzer, beyaz bir parçayla saçlarım örtülmüştü. Şaşkınlık içerisinde gözlerimi etrafta gezdirmeye devam ettim. Bu oda benim odama hiç ama hiç benzemiyordu. Laptopum neredeydi? İç sesim tekrar devreye girdi. 'Şimdi onun sırası değil. Sen neredesin!' Sahi ben neredeydim? Yanımda ki kız hızlıca kalktı. Kalın örtüyü kaldırıp bulunduğum mekandan çıktı. Odada yeni bir kızın varlığını hissedince gözlerim onu buldu. Şaşkınlıkla bana bakıyordu ve ben de ona bakıyordum. Üzerindeki kıyafetler, tuhaftı yani geleneksel kıyafetlere benziyordu. Odanın ortasında yanan bir ateş vardı. Bunlar deli miydiler? Evimi mi yakacaklardı. Sahi burası benim evime bile benzemiyordu. Tavanı çok yüksekti. Benim evimin duvarı vardı. Burada ise kalın kumaş gibi bir şey vardı. Benim evimde nenemden başka kimse yoktu! Sonra kalın kumaş kalktı; içeri bana soru soran kız ve bir adam girince, olduğum yerde toparlandım. Saçlarım görünüyor mu diye kontrol etmeyi es geçmedim. "Hanımım tuhaf davranır, şifacı?" deyince şaşkınlığın bilmem kaçıncı tonunu yaşadım. Asıl tuhaf davranan onlardı! "Hafsalasını yitirmiş olabilir, Aybike Hatun." "Ahh Hanım'ım!" diyerek ellerimden tutunca olayın gidişatına dayanamayıp ellerimi hızlıca ondan çekerek: "Ne Hanım'ı ne yaptığınızı sanıyorsunuz?" diye bağırdım. Yoksa kamera şakası falan mı yapıyorlardı? Hemen üzerimdeki kalın yorganı itip ayağa kalktım. Nedenini anlamadığım bir sarsıntı geçirsem de yürüyerek kamera arayışına çıktım. "Nerede kamera?" Artık sabrım öyle taşmıştı ki, sinirden başıma ağrılar girmeye başlamıştı. "Hanım'ım anlamıyorum?" dedi, adı Aybike olan kız. Ellerim ile yüzümü kapatıp, "Şaka yaptığınızı anladım! Ve sizi şikayet edeceğim!" Bir yanım sinirle bu lafları söylese de bir yanım, neden birisinin bana şaka yapmasını sorguluyordu. İnsanların bakışları ve tuhaf ortam...O sırada dikkatleri dağılıp kendi içlerinde konuştuklarını görünce, kalın olan kumaşı kaldırdım. Genişçe bir odaya çıkmıştım. Yerdeki kürkler, ayağımın altında hissettiğim sert halıyı es geçip kapı tarzında gördüğüm odunu itekleyerek açtım. Açtığım gibi kapının her iki tarafında dikilmiş adamları görünce tedirgince onlara baktım. Lakin onlar da bana şaşkınlıkla bakıyorlardı. Bakışlarına anlam veremeyip nasıl tepki vereceklerini bilemeyerek yavaşça dışarıya bir adım attım. Onlar ise birbirlerine bakıp kendi içlerinde anlaşır gibi başlarıyla birbirlerini onayladılar. Sonra başlarıyla selam verip tekrar önlerine döndüler. Bu adamların neden böyle yaptıklarını düşünmem gerekiyordu ama şimdi sırası değildi. Ayaklarım çıplak, üzerimde beyaz tonlarda bir elbise aynı renk tonunda başörtüyle yalın ayak, insanların bana şaşkın bakışlarını es geçip koşmaya başladım. Etrafımda izlediğim dizilerde olan çadırlar ve eski giyimli insanlar vardı. Ayaklarıma batan taşlara inat koşmayı bırakmadım. Sonunda kendilerine odunlardan giriş kapısı yaptıklarını zannettiğim insanların arasından geçip ağaçların içine doğru koşmaya devam ettim. İleride bir kaç kişi gördüm. Kimisi yol da dolaşırken kimisi odunlar üzerinde kule gibi bir şeyin üzerinde duruyordu. Nefesimi toparlayıp koşmalıydım. Şehir çok uzak olamazdı. Yaptıkları şakanın onların yanına bırakmayıp hak ettiği cezaları almaları için elimden geleni yapacaktım. Bir şaka için bu kadar teçhizatlı olunması beni ayrı şaşırtmıştı. Umarım paraları çok diye cezasız kalmalarına izin vermezlerdi. Aralarından hızlıca koşarken bir kaç kişi adımı söylese de durmadım. Karanlığın içindeki kurtuluşa doğru koştum. Yorulunca nefeslenmek için durdum. Baya hızlı koştuğum için nefes nefese kalmış; alnımda terden tomurcuk sular oluşmuştu. Bir hırıltı sesi duyunca kafamı kaldırdım. Etrafımda üç tane kurt vardı. "Tövbe bismillah bu ne! Şakanın da yani..." demeden içlerinden birisi üzerime atlayıp ne ara ağzına aldığı kolumu idrak edemeden, hissettiğim acıyla çığlığımı bıraktım. Resmen ben yerde, hayvan ise o cüssesiyle üzerimdeydi. Ben çırpınıp çığlığımı basarken etrafımda dönen olayların şaka olmadığını idrak ettim. Birden yüzüme sıcak bir sıvı sıçrayınca, şaşkınlık içerisinde kıpraşmayı bıraktım. Hayvan üzerime yığılıp kalmıştı. Yana çevirdiğim başımı ortaladığımda, hayvanın tam alnında ok olduğunu gördüm. Ok mu! Onu geç Hümeyra kolun! Sağ kolum hayvanın ağzının içerisindeydi. Ama canlattıkça canım daha çok acıyordu. Hissettiğim acıyla kendime engel olamayıp ağlamaya başladım. Kolumda ki sızı daha fazla artınca, sızlanarak gözümü açtım. Karşımda heybetli bir adam vardı. Gecenin bastırdığı karanlıkta yüzünü seçmek için gözlerimi kıstım. Gördüğüm tek şey ışığın verdiği gölgeden ibaretti. Eğilerek, üzerimdeki kurdun ağız tarafını iki eliyle açtı. Etim dişlere sürtünerek çıkarken acım daha atmıştı. Ağlamamı durduramayarak kolumu yavaşça çektim. Kurdu üzerimden diğer tarafa atarak beni sol kolumdan tuttu ve kendine çekince hemen ondan uzağa gitmeye çalıştım. Ama o inatla kolumu bırakmıyordu. Gecenin bir saatinde, kim olduğu belli olmayan adamla yalnızdım. Aklıma türlü türlü sahneler gelirken, kaşlarımı çattım gecenin siyahlığına benzer renkteki gözlere baktım. "Bırak beni!" Ağlamaklı çıkan sesimin üzerine, öfke tohumlarımı saçarak onun önüne sundum. O ise sanki yüzümde bir şey bulmak gibi bir hal takınıyordu. Kolumu hızlı bir şekilde elinden bıraktı. Ben de hemen onda kurtulur kurtulmaz o anlam konduramadığım bakışlardan kaçtım. Gözlerimi sağ koluma çevirdiğimde hiç alışık olmayan bir yarayla karşılaşınca şaşkınlık ile gözlerim açıldı. Kanın akış hızı sızın gibi akarken etimin bazı yerleri içeriye doğru çöküşe uğramıştı. Hayvan resmen dişlerini geçirmekle kalmamış sanat eseri gibi şekil vermişti. Ben onlara bir şey yapmamışken neden bana saldırmışlardı? "Sürü gelmeden buradan ayrılmalıyız." Beş adım ötemdeki sesi duyunca başımı yerde yatan üç kurdun cesetine çevirdim. Hepsi okla vurulmuştu. Yüzümü buruşturup başımı ona çevirirken gözlerim hemen onu incelemeye koyuldu. Kaçtığım yerdeki insanlar gibi giyiniş tarzı vardı. Adını bilmediğim ama tarih filmlerinde gördüğüm bir giyiniş şekliydi. Ayın verdiği ışıkla, omzunda okların gölgesini gördüm. Elinde ise onları hedefine ulaştıracak yay aleti vardı. Belinde kılıcı ve aynı kılıcın eğikliği gibi sert kaşlara sahipti. "Hadi!" dedi tekrardan. Bu sefer gözlerimi ona çevirdim. Bir erkeği geçtim, bir kadınla bile yüz yüze konuşmakta zorlanan ben; direk gözlerimi omuzlarına indirdim. "Hayır!" dedim kesin bir yanıtla. İlk önce nerede olduğumu öğrenmeliydim. "Uyanır uyanmaz hangi planının peşine düşeceksin? Hangi cana göz diktin!" Bastıra bastıra tehditvari söylediği sözleri, en son cümlesiyle yüzümü tükürür gibi sonlandırmıştı. Adımlarının bana yaklaştığını görünce, "Uzak dur benden!" diye bağırdım. Sonra yanaklarımdan süzülen yaşları sol elimle sildim. Korkuyordum, bir bilinmezliğin ortasında olmak beni daha çok korkutuyordu. "Bırak bu masum ayaklarını!" dedi, ikinci bir adımla bana yaklaşırken. O adımlarını attıkça ben geri gidiyordum sonra ağaçlık taraftan kurt ulumasını duyunca dikkatim dağılmış, gözlerim ağaçlara doğru gitmişti. "Neresi burası?" Ondan korksam da tek alternatifim oydu. O ise ciddi bir yüzle bana bakmaya daha doğrusu dediklerimi anlamaya çalışıyordu. "Burası neresi? Onlar kim? Sen kimsin?" Art arda sarf ettiğim cümlelerin cevabını almak için onu bekledim. "Oyun oynama." dedi ciddi ses tonuyla. Ne oyunundan bahsediyordu? Ortada bir oyun yoktu. Bunu kolumdaki acı kanıtlıyordu. Elimde dur durak bilemez kan akarken, vücudum bu dengesizliğe dayanamayıp sendelemişti. Sağa doğru yalpalanarak tutunmak için bir yer ararken tanımadığım adam elini bana uzatmıştı. Ama ben ona değil yanımdaki ağaca sığınmıştım. Zaten o da elleri görülmesin diye hemen geri çekmişti. Ama sonra adımları bana yaklaşınca geriye doğru gitmeye çalıştım. Eliyle beni yakalarken, "Kan kaybından, ölmek istemiyorsan rahat dur." Sağ kolumda hissettiğim kumaşa izin verdim. Yavaşça hareket ederken daha önce duymadığım acıyı hissedince iki büklüm olmamak için kendimi zor tuttum. İnledim ve gözlerimi kapadım. Uyuşan kolumla birlikte, açtığım gözlerim direk yaramı buldu. Hemen sonra bana tuhaf davranan adamın kolunu tutan elimde, gözlerim durdu. Hızlıca elimi, kolundan çektim. Nefesini yakınımda hissettiğim adama, çekinerek dikkat çekmeyecek şekilde bakmaya çalıştım. Çalıştım diyorum çünkü gözlerim, direk arayış içinde olan gözlerle karşılaşınca hemen geri kaçmış kendine sığınmıştı. Hızlı bir şekilde nefes aldığım için inip kalkan göğsümü dindirmek için elim hemen orayı buldu. "Gerçekten seni tanımıyorum! Beni birisiyle karıştırıyorsun. İzin ver gideyim." "Sürü birazdan burada olur. Buradan acil ayrılmalıyız." dedi ve yanımdan ayrılıp ilerlemeye başladı. Ben ise ortada nasıl bir tercih yapacağımı ölçmeye başlamıştım. Nerede olduğumu bilmiyordum. Bir şeyler olmuştu ama ne olmuştu? Ben bir yaşam yerindeydim ama nerede? Onu mu takip etmeliydim yoksa bilmediğim bir yerde bütün tehlikelerle baş başa mı kalmalıydım? "Hümeyra!" İlk defa adımı, tanımadığım bu adamdan duyunca irkilerek ona baktım. O ise gecenin öfkesini sarmış gözleriyle bana baktı ve başıyla yanına gelmem için işaret verdi. Sesli bir şekilde yutkunurken, ondan gelen öfkenin nedenini bilmeden; adama doğru ilerlemeye başladım. O ise ilerlememiş yanına gelmemi beklemişti ama ben ondan üç adım ötede durmuştum. İlerlemeyen adamın ayak uçlarına bakarken yavaş yavaş gözlerim gözleriyle buluştu. Gecenin öfkesi gibi parıldayan gözlerden tekrardan kaçtım. O sırada tekrardan kurt uluma sesi duyduğumda yerimden irkildim. Neden bekliyordu? Neden bakıyordu? Belki de bana inanmıyordu. "Ben..." diyerek başladığım sözlerimle, gözlerim onun gözleriyle buluşunca; sözcüklerim ürkmüş boğazıma kaçmıştı. Bu kadar korkak birisi değildim. Sadece bu olaylar.. "Beni.." diyerek söze başladım. Dudaklarımı yalayıp devam ettim. "Beni nereden tanıyorsun?" "İnsan en yakınındaki kişiyi tanımaz mı?" dedi ve yoluna devam etti. Onun şifreli sözcüklerine anlam veremeyip onunla aramdaki mesafeyi korumaya dikkat ederek, "Anlamadım." dedim. Sesim öncekilere göre daha sesli çıkmıştı. "Ben de anlamıyorum." Ne diyordu bu? Hayır acaba farklı bir lisan konuşuyordu da ben mi anlamıyordum? Kaşlarımı bilmem kaçıncı boyutta çatıp, aramızdaki adımları yok sayıp önüne geçtim. "Ne dediğini anlamıyorum?" Cümlemi tamamlarken bir eli kılıcının kabzasına doğru gittiğini görünce çattığım kaşlarımı düzelttim. Öyle ki kaşlarım düzeltince alnımda bir hafifleme olmuştu. Derin bir iç çekiş sesini duyduğum da bir ümit kendimi daha iyi ifade etmek için: "Bakın ben sizi, burayı ve o insanları tanımıyorum!" "Anladım." dedi sakince ve yoluna devam etti. Gözlerimi sıkı bir şekilde kapayıp, sabrım taşmış bir şekilde ona bağırdım. "Neyi anladın be adam neyi?" Hızlı giden ayakları durdu ve arkasını dönerek bana baktı. Çattığı kaşlarına inat, gecenin öfkesine bürünmüş olan gözlerine inat, ben de ona aynı şekilde bakmak istedim. Ama olmadı, yapamadım. "O olmadığını." "Ne olmadığımı biraz açık konuşursan." dedim ve sonra içimden ona söylenmeye devam ettim. 'Zahmet olmazsa.' O ise sadece, "Bir an önce şu durumu çözmem lazım!" dedi hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Ben ise ortada kalakaldım. Onu takip etmedim. Hem neden etmeliydim ki? Başından beri yanlış tercih yapmıştım. Daha doğrusu kocaman bir belirsizliğin içinde yanlış bir tercihti. Adımlarım ona doğru değil, bu sefer başka tarafa doğru yönelmişti. Hızlı adımlarla ondan uzaklaştığımı sanarken, sol kolumdan hızlıca çevrilip arka tarafıma döndürüldüm. Alnım farklı bir tenin varlığını hissedince, gözlerime uyarı verdi. Gözlerim anı anlamak için keşfe çıkarken alnımı adamın çenesinde ve vücudum adamın vücudu ile iç içe görünce o uyarıyı vermeden, refleks işi çözmüş; hemen geri kaçmıştı. "Nereye gittiğini sanıyorsun?" dedi öfkeli sesiyle. Ben ise ona aynı öfkeyle ama onu kadar etkisi olan bir ses tonuyla: "Asıl sen ne yaptığını sanıyorsun?" "Hadi!" dedi ama ben direndim. "Tanımadığım bir insana neden güveneyim!" "Tanımadığın..." dedi ve hiç hoş olmayan bir şekilde güldü. "Benim içinde bu dediğinin geçerli olmasını isterdim." Yine şifreli cümleler kurmaya başlamıştı. Ben ise hiç o toplara girmek istemeyip o şifreleri çözmek için çaba sarf etmedim. "Sen Okçular Obası'ı, Mirza Bey'in Hatun'usun. Sen benim karımsın Hümeyra!" Selamünaleyküm, taktit maktit yok bam bammm diyerek konuya gireyim dedim 🤭 🎈İlk bölüm hakkında azcıkta olsa paylaşır mısınız? 😊 Bu arada mektuptaki, üç nokta olayı gerçek. 🤤 🌛Bölüm hoşunuza gittiyse lütfen yıldızlamayı unutmassanız musmutlu olurum. |
0% |