Yeni Üyelik
20.
Bölüm

11. BÖLÜM

@livasayina

Yeni bir bölümden daha merhabaa :)

 

Artık karakterleri iyice tanıdık, olaylara girmeye başladık. Yorumlarınızı ve oylarınızı bekliyorum. Bölümü Bölümü yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın.

 

Keyifli okumalar...

 

                                ♡

 

İnsanın evi neresiydi?

 

Doğup büyüdüğü yer mi yoksa o an içinde bulunduğu yer mi?

 

Ben evimi bırakıp hiç bilmediğim bir memlekete gelmiştim. Şırnak iyi kötü anılarımın bir mekanı olurken artık günleri değil ayları geride bırakıyordum.

 

Artık benimsediğim odamda bugünü de tamamlamak üzereydim. Gelen hastalara bir program oluşturduktan sonra bugün ki mesaimin de sonuna gelmiş bulunuyordum. Bugün eve yürüyerek gideceğimize İpeğe söz verdiğim için ayaklanıp önlüğümü askıya bırakırken çantamı elime aldım.

 

Çantamı omzuma taktıktan sonra saçlarımı geriye doğru atıp kapıyı açtım. Ecem masasında yoktu. İpeğin kapısını açtığımda o da benim gibi hazırlanıyordu.

 

"İpek, Ecem'i gördün mü?"

 

Bilgisayarını kapatıp masasını düzenlerken gülümsedi.

 

"Az önce Mert gelmişti, ona ders vermeye gitti."

 

Ecem boş zamanlarında Mert'e ilk yardım dersleri veriyordu. Operasyon sırasında yardım gelmediği zamanlarda oldukça işine yarayan bu eğitimleri sıkı sıkıya takip ediyordu Mert.

 

İpeğin hazırlanmasını beklerken gözüm pencereye takıldı. Askeriye her zamanki gibiydi. Eğitim yapanlar, sohbet edenler...

 

O günden sonra Selim'i görmedim. Tam iki gündür garip bir şekilde hiç bir yerde birbirimize denk gelmiyorduk. Askeriyeden çıkıp banklardan birine oturan Akın'ı buldu gözlerim. Siyah bir eşofman takımı giymişti. Cebinden çıkardığı sigarasından derin bir nefesi içine çekerken gözleri revire çevrildi.

 

"Sen görüştün mü timden birileriyle?"

 

Pencereyi kapatmak için atıldığı sırada onun bakışları da reviri izleyen Akın'ı buldu. Birkaç saniye oyalandıktan sonra pencereyi çarparcasına kapattı.

 

"Görüşmedim."

 

İşlerini tamamen bitirdiğinde ikimiz de bahçeye çıktık. Artık bahar geldiği için hava yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. İlk geldiğim günlerde etkisini sürdüren ayazlar yerini yavaş yavaş bahar sıcaklığına bırakmaya başlamıştı.

 

Büyük demir kapıya yöneldiğimiz sırada arkadan koşa koşa gelen Tuna'nın seslenmesiyle olduğumuz yerde durduk. Yanımıza geldiğinde nefes nefese kalmış bir halde soluklandı.

 

"Efsun abla, az önce Alp aradı. Tim olarak sizin de gelmeniz lazım bugün dedi."

 

Alp sabah evden çıkarken bir şeyler dememişti ama neden herkesi eve çağırdığını anlamamıştım.

 

"Nedenini söyledi mi?"

 

"Bilmiyorum abla sadece ablamla beraber hepinizin gelmesi lazım, önemli, dedi."

 

Ben Tunaya onay verdikten sonra o diğerlerini çağırmak için giderken vakit kaybetmeden Alp'i aradım.

 

"Alp, neden herkesi eve çağırdın?"

 

Telefonun ucunda ki sessizlik Alp'in kahkahasıyla bozuldu.

 

"Gelince görürsünüz abla, lazım olmasa çağırmam."

 

Başka bir şey demeden telefonu kapatmıştı. Biz İpek ile şaşkınlıkla birbirimize bakarken yanımıza gelen Ecem oldu. Olanları ona anlattığımız da o da bizim gibi bir anlam verememişti.

 

Yavuz, Mert, Tuna ve Berker dörtlüsü her zamanki gibi bir arada yanımıza gelirken diğerleri de onların peşinden gelmişti. Aralarında görmeyi beklediğim kişiyi göremezken bakışlarımı başka tarafa çevirdim.

 

"Ulaş da gelir şimdi," dedi Ercüment gözlerimin içine bakarak. Herkes arabalara binmeye başlarken İpek bizi şaşırtarak Akın'ın arabasına binmişti. Nihayet kapıdan çıkan Selim'i gördüğümde bozuntuya vermeden yanımda ki Ecemle konuşmaya devam ettim.

 

Gözleri birkaç saniyeliğine bana değse de çabuk toparladı. Bu kez Selim ile gitmek yerine Akın'ın arabasına bindim. Herkes Selim ile gideceğime inanmış olacak ki Akın koltuğundan dönüp yüzüme baktı.

 

"Eğer istemiyorsan inebilirim Akın."

 

Önüne dönerken cevap verdi.

 

"Hayır tabii, yanlış anladın. Ben sadece Komutanım ile gidersin diye şey etmiştim."

 

Arabayı çalıştırdığında başka bir şey konuşmadan kafamı koltuğa yaslayıp dışarıyı seyrettim. Akın'ın kaçamak bakışları arada yanında oturan İpeğe kayarken yanımda oturan Kaya her zamanki gibi hiç konuşmuyordu.

 

Evin önüne geldiğimizde herkes kapının önünde toplanırken çantamdan çıkardığım anahtarlarla kapıyı açtım. Hava yeni kararmaya başlamıştı ancak ışıklar yanmıyordu. Arkamdan gelen kalabalıkla beraber salona girdiğimde birden açılan ışıklar ve patlayan konfetiler ile ne olduğunu anlamazken kulağıma dolan sesleri dinledim.

 

"İyi ki doğdun Efsun."

 

Gözlerimi açtığımda karşımda babam ve annem vardı. Babam beyaz bir gömlek ile siyah bir pantolon giyerken annem de aynı şekilde beyaz gömlek ve siyah kalem etek giymişti. Gözlerimde biriken yaşları umursamadan atılıp kollarımı babamın boynuna sardım. Bir eliyle saçlarımı okşarken bir yandan da sırtımı sıvazlıyordu.

 

"Babam," dedim sadece onun duyabileceği bir tonda. Burnunu saçlarıma biraz daha bastırırken sımsıkı sarıldı.

 

"Efsun'um.."

 

Ne kadar süre öyle kaldığımızı bilmiyorum. Kolumdan tutup kendine çeken annemle beraber babamdan ayrılırken bu kez kollarımı anneme sardım. Kokusunu özlemiştim. Burnumu boynuna bastırırken o kendine has kokusunu içime çektim. Geriye çekildiğinde ellerimi tutarak masanın başına götürdü.

 

"Biliyorum daha doğum gününe var ama biz o tarihte Manisa da olacağız. Aklımıza gelmişken böyle bir sürpriz yapalım dedik," dedi bir eli hala saçlarımla oynarken. Babam diğer tarafıma geçerken karşımızda bizi izleyen misafirlere baktı.

 

"Alp haricinde kimsenin geleceğimizden haberi yoktu. Kırmayıp geldiğiniz için teşekkür ederim çocuklar," dedi herkesi tek tek incelerken.

 

Sıra pastada ki mumları üflemeye geldiğinde karşımda duran Selim'e baktım. Kapının yanında ki kolona yaslanmış bize bakıyordu. Tekrar pastaya baktığımda gözlerimi kapatıp her sene dilediğim o dileği diledim içimden. Ben mumları üflerken herkes alkışlamaya başlamıştı.

 

"İyi ki doğdun abla," dedi Alp boynuma sarılırken.

 

Alp geriye çekildiginde herkes tek tek doğum günümü kutlamaya gelirken Ecem, "daha doğum günün değil ama ne demişler, güneş her gün doğar. Doğum günün kutlu olsun güzelim," diye fısıldadı.

 

Sıra Kayaya geldiğinde gülümser gibi samimi bir ifade belirdi dudaklarında.

 

"Ailenle beraber nice yılların olsun Efsun. İyi ki doğmuşsun."

 

Kaya geriye çekilirken arkasında duran Selim önce babama ardından bana baktı.

 

"İyi ki doğmuşsun Efsun."

 

Gözleri gözlerimden ayrılmadan koltuklardan birine geçti. Annem herkese tek tek servis yaparken Alp de ona yardım ediyordu. Ben babamın yanından bir an olsun ayrılmazken diğerleri normalden daha sessiz bir şekilde oturuyordu.

 

"Akın," dedi babam.

 

Akın anında oturuşunu düzeltip gülümsedi. İpek pastasından bir çatal alırken onları izlemeye başladı.

 

"Nasılsın oğlum? Her şey yolundadır inşallah."

 

Babam ile Akın önceden tanışıyorlardı. Akın'ın babası şehit olduktan sonra babam bize bile söylemeden Akın'ı hep kontrol etmişti.

 

"İyiyim Tahir amca," derken bakışları İpeğe kaydı.

 

"Şimdilik her şey yolunda, çok şükür."

 

Babam içeceğinden bir yudum alırken bakışları Selim'e takıldı. Selim tabağında ki pastayı çatalıyla oynarken oldukça çocuksu görünüyordu.

 

Babam uzun bir süre daha Selim'in hareketlerini inceledikten sonra bakışlarını diğerlerine çevirdi. Selim'in yerden kaldırdığı bakışları anında gözlerimi buldu. Telefonunu çıkarıp bir şeyler yazdıktan sonra telefonumdan gelen bildirim sesine gülümsedim.

 

Mesaj atmıştı. Babamın meşgul olduğuna emin olduktan sonra mesajı açtım.

 

Baban tam sekiz dakika boyunca dik dik bana baktı.

 

Benimle ilgili bir şey mi anlattın?

 

Ulaş Selim Karacalı da olsan Tahir Aktay'dan tırsıyordun işte. Gülümsemeye devam ederken yüzüne baktım. Bir yandan bana bakarken bir yandan da sohbetle ilgileniyormuş gibi yapıyordu.

 

Ben bir şey anlatmadım. Herkesi nasıl biliyorsa seni de o kadar biliyor.

 

Belki dikkatini çekmişsindir?

 

Telefonu kapatıp kucağıma bırakırken konuşulanları dinlemeye başladım. Birkaç saniye içinde gelen bildirim sesiyle telefonu tekrar elime aldım. Bordo bereli olurken ışık hızında mesaj yazma dersi de veriyorlardı sanırım.

 

Babanın mı?

 

Mesaj bu kadardı, devamı yoktu. Yok benim, dedi içimde ki ses. Cevap vermeden telefonu kapattım. Yavuz heyecanla bir şey anlatırken babam da sorular sorarak onu dinliyordu.

 

"Ulaş?," dedi biraz daha sert tonlamayla. İsmini doğru hatırladığında emin olmak için soru sorar gibi konuşmuştu.

 

Selim yerinde kıpırdanırken babam hedefini gözüne kestirmişti.

 

"Sen nereliydin oğlum?"

 

Babam birini oğlum diye sevmezdi kolay kolay. Alp haricinde sadece çok sevdiği kişilere derdi. Abimle beraber hepimiz birer parçamızı toprağa gömerken babam da bunları en derininde hissetmişti.

 

"Rize," dedi Selim ciddiyetle.

 

Babamın dudakları bir anlığına yukarıya kıvrıldı.

 

"Rize, severim."

 

Gezmediği il sayısı çok az olduğu için hepsini ezbere bilirdi babam. Herkes pastalarını yerken pür dikkat komutanlarını izliyordu. Sanki öğretmenin bir öğrencisine sözlü yapışı gibi bir ortamdı içinde bulunduğumuz an.

 

"Ay Tahir, çocuğu yormasana. İşten geldiler zaten," diye araya girdi annem.

 

"Bizim mesaisi belli olan bir işimiz yok. O yüzden aslında hala işte sayılırız, ama benlik bir sorun yok. İstediğinizi sorabilirsiniz, rahatsız olmam."

 

Selim'in açıklamasına kaşlarımı yukarıya kaldırarak bakarken bakışları bana değdi. Ben ona bakarken o da göz kırpmıştı. Doğruluğunu teyit etmek istercesine gözlerimi kapatıp açarken tekrardan anneme döndü.

 

"Ay görüyor musun Tahir, aynı senin gençliğin gibi Ulaş oğlum."

 

Artık akışına bıraktığım konuşmayı dinlerken yanımda oturan Ercümentin kolumu dürtmesiyle ona döndüm.

 

"Demedi deme, seninkiler bizim komutanı nüfuslarına alacaklar."

 

Acı ama gerçekti. Normalden daha fazla yoğunlaşmışlardı Selim'e. Ercüment pastasından bir dilim daha alırken keyifle sırıttı. İpek elinde ki boş limonata bardağını doldurmaya gideceği sırada Akın bardağının yarısını dolduran limonatayı tek nefeste bitirdi.

 

"Bende limonata almaya gidecektim de, zahmet olmazsa benimkini de doldurur musun İpek?"

 

Burak yine içinden bir şey mırıldanırken ters bir bakış attı Akın'a.

İpek lafı uzatmamak için Akın'ın bardağını da alıp mutfağa giderken konuşmayı dinlemeye kaldığım yerden devam ettim.

 

"Sen nerelisin Kaya?"

 

Hepimizin bakışları Kayaya dönerken onun yüzünde mimik oynamadı.

 

"Komutanım, İzmirli miydiniz siz?"

 

Yavuz'un sorusuna küçük bir tebessüm etti. Gülümsemesi saniyeleri geçmiyordu ancak güldüğünü görmek hepimizi mutlu ediyordu.

 

"Ankara, Sivas, Van... İzmirli de oluruz."

 

Babam ve annem Kaya'nın hikayesini bilmiyordu. O yüzden merakla onu dinlerken Kaya açıklamaya devam etti.

 

"Ben bir yere bağlı değilim, bir memleketim ya da ailem yok."

 

Biz bir yere ait olamayız Füsun.

 

"Yani özetlemek gerekirse benim bir ailem yok, doğduğum günü, ebeveynlerimi ya da nereli olduğumu bilmiyorum."

 

Babam bir elini Kaya'nın omzuna vururken buruk bir tebessüm etti.

 

"Asker adama memleket sorulmaz ama," dedi duraksarken.

 

"Sen bundan sonra Manisalıyım diyebilirsin, Tahir amcam oralı, bende oralıyım diyebilirsin evlat."

 

Kaya cevabını gözleriyle verirken erkekler sohbete devam ediyordu. Ecem, ben ve İpek bulaşıkları toplarken annem de evi inceliyordu. Bade ailesiyle beraber mezuniyetini kutlamak yemeğine gittiği için bugünden haberdar olamamıştı.

 

Ecem içecekleri buzdolabına koyarken bende İpeğin uzattığı tabakları makineye yerleştirdim.

 

"Ay Efsun, bu ev gerçekten güzelmiş," dedi annem yanımıza gelirken.

 

Bütün odaları tek tek inceleyip onayından geçirmişti. Getirdiği yemek kutularını çoktan dolaba yerleştirip dolabı da elden geçirmişti.

 

"Müjgan teyzem sen her gün gel bizim eve. Şu yemeklere baksana," dedi Ecem hayranlıkla kutuları incelerken.

 

"Her gün gelsem sıkılırsınız ama arada bir uğrarım tabii."

 

Annem biraz daha bu evde kalırsa muhtemelen beni evden atacaklar ve yerime annemi geçireceklerdi.

 

Mutfaktaki işleri bitirip salona gittiğimizde Alp masanın üzerinde ki kutuları getirip önüme bıraktı. Önce en büyük olan kutuyu alıp açmaya başladım.

 

Kutunun içinden küçük küçük birçok resim ve bir de pano çıkmıştı. Annem, babam ve Alple çektiğimiz fotoğraflardı bunlar. Annemin hediyesi olduğunu öğrendiğim kutuyu bırakırken babamın hediyesini aldım.

 

Yeşil tozu olan bir kum saatiydi bu. Kum saatinin içinde küçük bir kız çocuğu vardı. Küçükken babamla yaptığımız konuşmalara göre en son kum aşağıya düştüğünde kişinin hayatında herhangi bir şeyde yeni bir başlangıç olurdu.

 

Son olarak Alp'in hediyesini açtığımda beyaz bir hırka çıkmıştı kutudan. Üzerinde ki notu elime aldım.

 

Çocukluğuma dair hatırladığım en net şeylerden biri, beyaz hırkan.

 

Annemin ördüğü hırkayı asla çıkarmadığım için küçüklüğünü bilen herkesin aklında kalmıştı bu detay. Alp cebinden çıkardığı mektubu bana uzatırken bakışlarını kaçırdı.

 

"Son hediyen bu abla."

 

Ses tonu birden ciddileşmiş gibiydi. Elime aldığım mektupta hiçbir adres ya da isim yoktu.

 

"Kimden bu?"

 

Annem, babam ve Alp üçü birden bana bakmamaya yemin etmiş gibi gözlerini kaçırıyordu.

 

"Abinden," dedi babamın tok sesi.

 

Gözlerimin anında dolduğunu hisserken etrafta ki herkes sanki bir anda yok olmuştu. Parmaklarımın ucunda titremeye başlayan zarfa baktım.

 

"Geçen gün evi temizlerken bulduk. Bunca zaman nasıl bulamadık bilmiyorum ama kısmet bugüneymiş işte."

 

Babam bir elini sırtıma koyarken kendini toparlamaya çalıştı.

 

"Bunu bulduğumuz kutuda bir de not vardı. Yeşil gözlü meleğime, yazıyordu sadece. Elimiz gitmedi okumaya, belli ki sana özel yazmış."

 

Annem valizleri kapıya koyarken göz yaşlarımı kurulayıp onlara baktım.

 

"Anne, saat çok geç olmadı mı gitmek için?"

 

Manisa da işle ilgili sıkıntılar olduğu için kısa sürede dönmeleri gerekiyordu. Otobüste en erken buldukları bilet geceye olduğu için bu saate kalmışlardı.

 

Alp de onlarla beraber gitmek için hazırlanırken kapıda hepsine tek tek sarıldım.

 

"Ben bırakırım sizi Tahir amca," dedi Akın araya girerek. Babam saatine baktı.

 

"Aslında daha otobüsün saatine var. Bizi Ulaş götürsün eğer sorun olmazsa, onunla konuşmak istediğim birkaç şey daha var."

 

"Götürürüm tabii, buyurun."

 

Hepsi birden giderken boşalan merdivene bakakaldım. İpek ve Eceme bir şey demeden elimde ki mektupla odama koştum. Ellerim titriyordu, önce derin bir nefes alıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Yatağın üzerine oturduğumda zarfı yavaşça açıp içinde ki mektubu çıkardım.

 

Abimin el yazısıyla yazılmış bir mektuptu bu. Bulanıklaşan görüntüye rağmen satırları okumaya başladım.

 

Efsunum, abim.

 

Şu an okuldayım, mektup yazmayı öğrendiğimiz için öğretmenimiz hepimizden birer mektup yazmamızı istedi. Biliyor musun, mektup aslında uzakta olan kişiler için yazılırmış. Biliyorum ben hep senin yanındayım ama yine de sana yazmak istedim. Ne yazsam diye düşünürken aklıma geçen hafta kutladığımız doğum günün geldi. Satırlarım az olmasın diye onu yazayım dedim. İyi ki doğmuşsun abim, iyi ki benim küçük kız kardeşim olmuşsun. Eğer ileride çok büyürsem ve başka bir şehre gidersem bu cümlemi hatırla Efsun. İyi ki doğmuşsun, iyi ki senin abin ben olmuşum. Bu mektubu okuduktan sonra beni boğar gibi sımsıkı sarılacaksın boynuma biliyorum o yüzden satırlar çok uzamasın. Seni seviyorum abim.

 

Mektup burada bitiyordu. Gözyaşım mektuba düşmesin diye uzaklaştırırken kafamın içinde binlerce ses aynı anda duyuluyordu sanki.

 

"Ama sen gitmek için büyümedin abi," dedim.

 

Ama haklıydı. Abim hep iyikiydi...

 

 

Valizleri arabaya yükledikten sonra Tahir amca önde, Müjgan teyze ve Alp arkada yerlerine oturmuşlardı.

Akın arabasıyla onları takip ederken otobüsün kalkacağı otogara doğru yol almaya başladılar. Selim, Tahir amcanın söylediği konuşmanın gerginliğini yaşarken arabada kimse konuşmuyordu. Otogara geldiklerinde Müjgan teyze ve Alp banklardan birine otururken Akın da onların yanında ayakta dikiliyordu.

 

"Akın oğlum, sen burada beklersin değil mi? Biz birkaç dakika içeriye gireceğiz, şu kafeye otururuz."

 

Akın memnuniyetle kabul ederken Tahir amca başıyla içeriyi işaret etti. Selim içeriye girdiğinde boş masalardan birine geçip Tahir amcanın oturması için sandyenin birini çekti. Karşısına da kendisi otururken duruşunu bozmadı.

 

"Şimdi diyeceksin nereden çıktı bu konuşma diye ama merak etme fazla vaktini almayacağım evlat."

 

Ellerini masanın üzerinde birleştirirken karşısında pür dikkat onu dinleyen adama baktı.

 

"Efsun'un sana nasıl baktığını gördüm oğlum,"

 

Selim'in bakışlarında birden çok duygu koy gezmeye başlarken Tahir amca boğazını temizledi.

 

"O anlamda demedim, yani yıllar önce abisine baktığı gibi bakıyordu. İçten, samimi, çocuk gibi."

 

Efsun'un abim gibi davranıyorsun, deyişi aklına geldi. Gerçekten abisi olarak mı görüyordu kendisini de?

 

"Bak Ulaş, ben Efsun'un tekrar öyle bakması için çok uğraştım, yıllarımı verdim. Ama hiçbiri işe yaramadı. Efsun hem çok narin hem çok güçlü bir kız. Çok küçük yaşta gözlerinin abisini kaybetti ama bizim yanımızda tek bir damla göz yaşı dökmedi."

 

Birkaç saniye nefeslendi.

 

"Biz uyuduktan sonra bütün odaları gezip uyuduğumuza emin olduktan sonra odasına çekilip ağlardı. Bize bile bunca yıl hep bir mesafeyle yaklaştı, sevdiklerini kaybetmekten çok korkuyor."

 

Benim gibi, diye geçirdi içinden Selim.

 

"Ben sürekli burada değilim, tabii ki gözüm her zaman üzerinde ama olur ya arada bir şeyler olursa kızım sana emanet oğlum. Bunu bir emir olarak görme, bir babanın ricası olarak gör. Bir evladımın daha başına bir şey gelmesine dayanamam oğlum."

 

Sonlara doğru sesi biraz daha yumuşamıştı. Selim duyduklarıyla kendine gelmeye çalışırken bakışları bir noktaya sabitlendi. Baktığı yerde yine yeşilleri gördü.

 

"Gözün arkada kalmasın Tahir amca."

 

Diyecek başka bir şeyi yoktu. Efsun artık resmen ona emanetti. Ulaş Selim için emanet de emir gibi her şeyden önce gelirdi. Gözünden bile sakınır, başına bir şey gelmesine izin vermezdi.

 

"Sağol evlat."

 

Tahir amca ağır adımlarla kafeden çıkıp dışarı da bekleyenlerin yanına giderken Selim bir süre daha olduğu yerde kaldı. Cebinden çıkardığı telefondan Efsun'un resmini açtı.

 

"Her bir karışına bombalar yağan bu şehirde açan tek çiçeksin Efsun. Sen köklerini sıkı sıkıya toprağına sararken ben de sana zarar vermelerine izin vermeyeceğim. Komutan sözü."

 

Kantinden aldığı suyu tek dikişte bitirirken derin bir nefes aldı. Biraz daha kendine gelince dışarıya çıktı. Akın meraklı gözlerle kendini incelerken bozuntuya vermeden Tahir amcayı ve ailesini otobüse binene kadar bekledi. Nihayet otobüs hareket edeceğinde Tahir amca camdan Selime baktı. Bir elini alnına götürüp asker selamı verdi. Selim de başını sallayıp selamı aldığını belirtti.

 

"Abi iyi misin sen, rengin atmış gibi biraz."

 

Arabasının yanına geldiğinde Akın'a bir bakış attı.

 

"İyiyim."

 

İlk defa yalan söylememişti. Gerçekten tüm hücrelerine kadar iyi olduğunu hissetmişti. Arabaya bindiğinde yola çıkmadan önce Füsuna bir mesaj attı.

 

Tam on dakika sonra balkona çık Füsun.

 

 

Anılar, geçmişi bir zincir misali yüreğimize kilitliyordu. Başka bir şehirde de olsam abim yine beni bulmuş ve yıllar öncesinden bugüne hediyesini göndermişti. Mektubu kaç kez okuduğumu sayamazken İpeğin getirdiği çorbadan birkaç kaşık içirmesine izin verdim. İpek odadan çıktıktan sonra mektubu dolabıma koyup saate baktım. Selim'in mesaj attığı zaman gelmişti. Aynaya bakmayı bile umursamadan balkona çıktım.

 

Görünürde kimse yoktu, önce sabaha göre daha serin olan havanın bedenime değmesine izin verdim. Havayı her hissettiğimde biraz daha kendime gelmiş gibiydim. Aşağıya doğru eğilip Selim'in geldiğini kontrol ederken birden kolumdan çekildim. O kadar hızlı gelişen birkaç saniyeydi ki bir anlığına balkondan aşağıya düştüğümü sanmıştım. Sırtım duvara yaslanırken kolumu tutan adama baktım. Selim buradaydı, kapının çaldığını ya da odamda bir yerlerde onu balkona çıkarken gördüğümü hatırlamıyordum.

 

Ellerini yavaşça kolumdan çekerken sağ avucunu duvara dayadı.

 

"Sen nereden geldin? Kapı çalmadı sanki."

 

Duruşunu bozmadan önce sağ tarafa baktı ardından gözleri tekrar gözlerimi buldu.

 

"Alt katta ki yaşlı adam sanırım yanlış anlıyor bazı şeyleri. Gecenin bu saatinde kızların kaldığı bir eve girerken görseler hoş olmazdı."

 

Seyit amca...

 

Mahallenin neredeyse en yaşlısıydı. Yaşına rağmen oldukça kuvvetli görünen vücudu gücünden bir şey kaybetmemişti. Evden her giden misafiri tek tek gözetler ardından da kim olduğunu bize sorardı.

 

"Bende direkt mekana geldim işte Füsun."

 

Ben birkaç adım öne çıkıp Selim'in tırmandığı merdivene bakarken Selim sırtını duvara yaslamış keyifle beni izliyordu. Alt kattan gelen pencere seslerini duyunca Selim'e susması için işaret yaptım.

 

"Kim var orada," diye bağırdı Seyit amca. Başını inatla yukarıya kaldırırken balkonda kim olduğuna bakmaya çalışıyordu.

 

"Benim Seyit amca, Efsun," dedim aşağıya doğru eğilirken.

 

"Efsun kızım, ne yapıyorsun bu saatte balkonda? Hasta olursun vakitlice gir kızım içeri."

 

Aslında havalar artık bahar havasıydı ama Seyit amca inatla havaların hala soğuk olduğunu savunuyordu.

 

"Tamam Seyit amca, şimdi girerim ben. Hadi iyi geceler sana."

 

O da iyi geceler dileyip içeriye girerken derin bir nefes aldım. Yakalanmadan şu anı da atlatmış bulunuyorduk. Selim hala olduğu yerde beni izlerken karşısına geçtim. Geriye çekilip beni yeniden duvarla arasına aldığında gözlerimi gözlerine sabitledim.

 

"Az kalsın yakalanıyorduk, bir daha direkt kapıdan girmeyi dene bence."

 

Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra damağından olmaz anlamında bir ses çıkardı.

 

"Ben sevdim bu yöntemi. Hem alıştığım gibi, tırmanarak, sürünerek. Yani bir süre daha bu yöntemi kullanırım ben haberin olsun."

 

Sırtımı sanki daha ileriye gitmem mümkünmüş gibi duvara biraz daha yasladım. Saatler önce ki o sakin Selim'in yerine daha ciddi, açık sözlü bir Selim gelmişti sanki.

 

"Bir süre? Yani bu balkonuma ilk ve son gelişin değil miydi?"

 

Onu balkona tırmandıracak kadar ne sebepler vardı merak ediyordum. Duyduğu soruyla o da afallamış gibi bir süre sessiz kaldı. Bakışları yere incerken cevapladı.

 

"Yani evet ilk ama son diyemem. Bir mesaja bakar Efsun."

 

Bana kalırsa hep gelsindi tabii ama kafamda ki neden sorusu hala ağırlığını koruyordu. Selim'in yanında olduğum an sanki babam ya da abim varmış gibi gözüm kapalı yürüyordum mesela. Zaman çabuk geçsin diye saate bakmıyor ya da acaba başıma şu gelir mi diye düşünmüyordum.

 

Cebinden mor çiçekli bir toka çıkarırken yeniden gözlerime baktı.

 

"Ben aslında bunu vermek için gelmiştim."

 

İzmir de resim çekindiğimiz çiçeklere benzeyen tokaya baktım.

 

"Geçen gün Umaya hediye alırken bunu gördüm. Beğendiğin çiçeklere çok benziyor, hoşuna gider belki diye düşündüm."

 

Elinde tuttuğu toka vuran ışıkla beraber biraz daha parlarken gülümsedim. Umay'a hediye alırken demişti, artık bir değil iki yeğeni vardı.

 

"Çok güzelmiş, çok beğendim."

 

Elinde ki tokayı avucuna alırken boşta kalan eliyle saçımı topladı. Tokayı yavaşça takarken kulağıma fısıldadı.

 

"Yuvasını buldu."

 

O gün yere düşen çiçeği gördüğümüzde de buna benzer bir şeyler demişti. Belki de bir insanın yuvasını bulmak için köklerinden ayrılması gerekiyordu. Gözlerinde ki ateş parıltıları yeniden görüş alanıma girerken derin bir nefes aldım.

 

"Doğum günü hediyem miydi bu toka?"

 

Eğer değilse bile ben öyle kabul etmiştim. Önce tokaya ardından bana baktı.

 

"Değil. Doğum günü hediyesi doğum gününde verilir."

 

Demek ki vermeyi düşündüğü başka bir hediyesi daha vardı. Bu geceden sonra iki gün kalan doğum günüm şimdiden birçok güzelliği beraberinde getirmişti. Selim yine hapşırırken gülümsedim.

İçinden kendi kendine kızarken gülerek onu izlemeye devam ettim. Artık hapşırmasının sebebini de öğrendiğim için biraz daha utanıyordu.

 

"Havalardan oldu galiba," dedi bozuntuya vermeden.

 

Gözlerim boynunda ki kolyeye kaydığında künyesiyle iç içe karışmış olduğunu gördüm.

 

"Kolyen karşmış, dur düzelteyim," derken elim boynunda ki künyeye gitti. Sarılır gibi biraz daha yakınlaştığında arkasında olan karışıklığı çözmeye çalışıyordum. O an gördüğüm şey beynimden vurulmuşa dönmeme sebep olurken gözlerimi defalarca kez kapatıp açtım. Selim'in sol tarafında, tam kalbinin hizasında kırmızı bir ışık vardı.

 

Bu ışığı tanıyordum, yıllar önce abimin bedenine çevirdikleri silahın ucunda olan ışıktı bu. Etrafa bakındığımda kimse yoktu. Her kimse iyi saklanmış olmalıydı.

 

"Efsun --"

 

Cümlesini tamamlamasına izin vermeden boynunda ki kollarımı kullanarak yer değiştirmemizi sağladım. Artık kırmızı ışığın hedefi bendim. Selim'in şaşkın bakışları üzerimde gezinirken kalbim hızlı hızlı atmaya devam ediyordu.

 

"Efsun?"

 

Gözlerim önce boynuna sıkı sıkı sardığım kollarıma ardından meraklı gözlerine çevrildi.

 

"Bir de bana hızlı hareket ediyorsun dersin. Gördün mü kolye düzeltiyorum ayağına iki saniyede duvara çarptın beni."

 

Gerçekten de beklenmedik bir güçle yerlerimizi değiştirmiştim. Selim gülümserken telefonuma gelen bildirim sesiyle mesajı açtım.

 

Gülerek gidenler bir daha dönerler mi küçük hanım?

 

Bence bunu en iyi sen bilirsin.

 

Tanımadığım numaradan gelen mesaj durumu özetliyordu. Abime saldıranlar bu kez Selim'i hedef almıştı. Hala anlamadığım şey neden bendim? Neden benim çevremde ki insanları öldürmeye yemin etmiş gibilerdi?

 

Sakın ona bir şey yapma. Derdin benimleyse benim karşıma çık.

 

Mesajı gönderir göndermez uygulamadan çıktım. Selim'in bakışları telefona kayarken gülümsemesi kaybolmuştu. Tanışacağız küçük hanım, bu sadece küçük bir fragmandı.

 

Mesajı görür görmez yine dalıp gitmiştim. Selim'in çenemden tutup yüzümü yüzüne çevirmesiyle üzerimde ki şaşkınlığı atmaya çalıştım. Meraklı ve endişeli gözlerle beni süzüyordu. Bir şeyler olduğundan şüphelenmişti ama anlamamıştı.

 

"Bir sorun mu var Efsun?"

 

Az önce ki kırmızı ışık Selim'in üst kısmında kalan duvara önce bir kalp çizdi. Ardından tam ortasına ince keskin bir çizgi. Kalp kırılmıştı, peki bu kırılan kalp kimindi? Benim mi yoksa Selim'in mi? Selim derin bir nefes alıp yukarıya bakarken az önce olanları hissetmiş gibiydi.

 

"Yok dalmışım öyle. Mektuptan sonra duruldum galiba biraz."

 

Elini koluma indirirken yanımda olduğunu belirtircesine omzumu okşadı. Gözlerini gözlerimden hiç ayırmıyordu. Sanki daha dikkatli bakarsa olanları görebilecekmiş gibi bir hali vardı.

 

"Bu arada Efsun," dedi gitmeden önce.

 

"Günlüğü alabilir miyim? Bir daha ki operasyona kadar bende kalsın. Bu kez yazma sırası bende."

 

Aramızda sözsüz bir anlaşma yapılmış gibiydi. Kim daha üzgün ya da yalnız hissediyorsa günlüğe yazıyordu. Diğer kişi ise süreçte günlüğü alıp yazılanları okuyor ve o cümlelerin altına birkaç cümlelik alıntı yazıyordu. Koşar adımlarla gittiğim odamdan günlüğü alıp çıktım. Selim'in hala olduğu yerde beni beklediğini görünce derin bir nefes aldım. Uzattığım günlüğü eline alırken ipin kaldığı yeri baktı. Yaklaşık on sayfa kadar yazmıştım, belki de acılarım ya da düşüncelerim sadece on sayfaya sığmıştı o an için.

 

Gideceğini söyleyip merdivenlere yöneldiğinde hem etrafı inceleyip hem ona bakmaya devam ettim.

 

"Selim," dedim ilk basamağa adımını attığında. Anında olduğu yerde kalırken gecenin karanlığına rağmen kara gözleri gözlerimi buldu.

 

"Eve gidince mesaj atar mısın?"

 

Selim önce şaşırsa da aklına Tahir amcanın sözleri geldi. Sevdiklerini kaybetmekten korkan bir kız oldu. Bugün yaşadığı şeyler de bu korkusunu tetiklemiş olmalıydı. Merdivenin başında onu bekleyen Efsuna bakarken gülümsedi.

 

"İyi geceler dersen atarım."

 

İçimde ki sıkıntı bir anlığına dağılır gibi olurken derin bir nefes aldım. Aldığım her nefes içimi biraz daha şişiriyordu sanki.

 

"Derim."

 

Birkaç saniye daha öylece durduktan sonra yavaş adımlarla aşağıya inmeye devam etti. Son basamağı da indiğinde aşağıya eğilip izlemeye devam ettim. Arabasının kapısını açtığında tekrar yukarıya baktı. Elini havaya kaldırdığında bende elimi sallayarak cevap verdim. Birkaç dakika sonra arabası görüş alanımdan kaybolurken hızlıca içeriye girdim. Sanki az önce ki adam beni hala izliyor gibiydi. Telefonumu kontrol ettiğimde başka mesaj yoktu. Üzerimi değiştirip yatağa girdiğimde gözlerim sanki inatla kapanmıyordu. Komodinin üzerinde ki telefonumu elime aldığım da Selim'in gönderdiği nesajı açtım.

 

Az önce eve geldim. İyi geceler Efsun.

 

İyi geceler Selim.

 

Telefonu kapatmadan önce yıllar önce dinlediğim o ninniyi açtım.

 

Abim öldükten sonra anneme yardımcı olarak gelen Hacer teyze hem bizimle ilgileniyor hem de ev işlerinde anneme yardım ediyordu. Annem uzun zaman sonra kendine toparladığında Hacer teyze işi bırakmıştı. Memleketine taşındığı için bir daha ondan haber alamasam da geride her gece beni uyuturken söylediği ninni kalmıştı.

 

Şirin-şirin yat, ay balam

Boya başa çat ay balam

Səndə bir gün öz səsini

El səsinə qat ay balam

Sənə deyir lay lay

 

 

21 Haziran - Manisa

 

Pencereden gelen kuş sesleri, odada ki o tanıdık koku...

 

Zemine değmeyen ayaklarını uzatıp yataktan indikten sonra abisinin yatağına baktı Efsun. Yerinde yoktu, uykulu gözlerini kırpıştırırken odadan çıkıp salona ilerlemeye başladı. Abisi sanki hiç bir yerde yoktu, bulamıyordu. Babasının çalışma odasının kapısını açtığı an defterin arasına bir şey sıkıştıran abisini buldu gözleri.

 

"Abi, sen burada mıydın?"

 

Yaman masanın üzerine endişeli bir göz gezdirdikten sonra karşısında ona bakan kardeşinin yanına gitti. Uykudan yeni uyandığı için dağılan saçlarını elleriyle düzeltip alnına küçük bir öpücük kondurdu.

 

"Buradayım abim. Sen beni mi arıyordun?"

 

Efsun meraklı gözlerle abisinin masada sakladığı şeyi görmeye çalışsa da olmadı. Ne boyu yetiyordu, ne de görünürde bir şey vardı. Gözlerini abisine çevirip gülümsedi.

 

"Uyandığımdan beri seni arıyorum abi. Yatağında görmeyince gittin sandım."

 

Abisi bazen arkadaşlarında kalmaya gittiği için Efsun artık alışmıştı. Abisi giderdi ama gelirdi. Eve gelmediği gün sayısı üst üste iki gün olmazdı.

 

"Başka nereye gidebilirim ki fıstık? Bak evdeyim işte."

 

İkisi birlikte odadan çıkarken evde başka kimse yok gibiydi. Babası bir aydır görevde olduğu için hala dönmemişti, annesi de hamile olduğundan dolayı doktora gittiği için Efsun genelde evde abisi ile kalıyordu.

 

Salona gittiklerinde Efsun yemek masasının üzerinde duran kitapları getirip abisinin önüne bıraktı. Hangisini okutacağına karar veremeye çalışırken abisi de ona eşlik etmeye başlamıştı.

 

"Pamuk prenses ve yedi cüceler," dedi heceleyerek.

 

"Bunu okur musun abi?"

 

Yaman'ın bakışları kitaba kaydı. Ardından görmezden gelir gibi kitapları incelemeye devam etti.

 

"Okumam. Hem sen artık okuma yazma biliyorsun Efsun. Kendin okuyabilirsin."

 

Sanki daha sevimli bakarsa abisini ikna edebilirmiş gibi sevimli bir bakış attı Efsun.

 

"O kitapta da prenses var. Ben bir prensese prensesli masal okumam Efsun."

 

Efsun abisinin dediklerini anlamıyordu, babasının her görev dönüşünde getirdiği bu kitaplar onun en sevdiği şeydi. Yaman ise Efsun'a kolay kolay kitap okumazdı, kardeşinin masallarda ki gibi bir prense aşık olup olaylı bir ilişki yaşamasını hiç istemezdi. Kapıdan gelen anahtar sesiyle ikisi de koşarak odadan çıktı. Ellerinde pazar poşetleriyle Hacer teyzeleri gelmişti. Hemen arkasında da simsiyah saçları olan, sevimli bir kız. İlahe.

 

"Aman, uyanmışsınız ya siz," dedi Hacer teyze poşetleri mutfağa taşırken.

 

"Hacer teyze annem nerede?"

 

Hacer teyze elindekileri bırakıp karşısında ki küçük kıza baktı.

 

"Kardeşinizi görmeye hastaneye gitti. Gelir birazdan kuzum."

 

Babasının inatla Alp olacak benim oğlum dediği kardeşiydi o. Yaman halinden oldukça memnunken Efsun bir erkek kardeşe daha hoş bakmıyordu. Oyunlar oynayacağı, sohbet edeceği bir kız kardeşi olsun çok isterdi.

 

Elinde ki bebeğine sıkı sıkı sarılan İlahe'ye döndü bakışları.

 

"Bugün İlahe de gelmiş," dedi heyecanla arkadaşının yanına koşarken. İlahe elinde ki bebeği kucağına bırakırken arkadaşına gülümsedi.

 

"Artık okullar da tatil oldu. Bundan sonra oynayabilirsiniz kızlar."

 

İkisi birden koşa koşa bahçeye çıkarken Yaman iki küçük kızın ardından bakıp gülümsedi. Kardeşini mutlu görmek en çok sevdiği şeydi.

 

"Efsun biliyor musun, benim bebeğim öğretmen."

 

Elinde ki bebeği arkadaşına gösterircesine yukarıya kaldırırken imrenerek elinde ki bebeğe baktı.

 

"Bende büyüyünce öğretmen olacağım. Sen ne olacaksın Efsun?"

 

Efsun elinde ki bebeği arkadaşına uzatıp bir süre düşündü. Babası işten gelince çok yoruluyordu başka zaman fırsatı olmadığı için gelir gelmez hastaneye gidiyordu.

 

"Doktor, doktor olacağım ben. Babam gibi olan askerlerin yaralarını iyleştireceğim ki çocukları ile daha fazla vakit geçirebilsinler.."

 

Hacer teyze, bahçede oturmuş sohbet eden kızlara duygulu bir bakış attı. Akşam için hazırlık yapması gerekiyordu. Yaman odayı süslerken Hacer teyze de yemekleri yapıyordu.

 

"Benim bir arkadaşım daha var, Dilara. Biliyor musun o da öğretmen olmak istiyor, her gün koşa koşa geliyor okula."

 

Dilarayı okuldan tanıyordu, tenefüslerde bile bende öğretmen olacağım diye tahtadan inmeyen sevimli bir kızdı. Siyah saçları, yüzüne büyük gelen gözlüğüyle bu yaşta bile öğretmen gibi bir havası vardı. Efsun'un oyuncak bebekleri de gelince artık tamamen oyuna başlamışlardı. Hacer teyze kurabiye yaparken Yaman da şişirdiği balonları odanın dört bir yanına fırlatıyordu.

 

Bahçe kapısının açılmasıyla kızların bakışı oraya döndü.

 

"Annem geldi," diyerek koşa koşa sarıldı annesine.

 

"Anne Alp büyümüş mü?"

 

Müjgan dizlerinin üzerine çökerken kızıyla aynı boya geldi. Yüzüne düşen saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı.

 

"Kardeşin daha dört buçuk aylık kızım, büyüyor elbet ama hala çok küçük. Biraz daha beklememiz lazım."

 

Abisi Efsun'u hiç bekletmezdi. Okulda bitiş zili çaldığı an demir kapının önünde onu bekler hemen eve getirirdi. Ancak Alp öyle değildi, Alp'i görmesi için sürekli beklemesi gerekiyordu. Trip atarcasına yüzü düşerken annesinin elinden tutup arkadaşının yanına getirdi.

 

"Anne bak İlahe de geldi."

 

Müjgan karşısında ona gülümseyen küçük kıza elini uzattı.

 

"Hoş geldiniz küçük hanım. Uzun zamandır görüşemedik çok özlemişim sizi de."

 

Çantasından bir şeyler arayan annesini inceledi Efsun. Çıkardığı iki elma şekerini görünce gözleri sevinçle kocaman açıldı.

 

"O zaman bu da benden size küçük bir hediye olsun."

 

İlahe ve Efsun teşekkür ederek şekerlerini yemeye başlarken Yaman bahçeye çıktı. Annesinin geldiğini görünce o da sıkı sıkı sarıldı.

 

"Anne abim elma şekeri sevmez ki," dedi Efsun.

 

Yaman çok tatlı sevmezdi, annesinin yaptığı kekler ve Hacer teyzesinin kurabiyeleri dışında yediği tatlı neredeyse yoktu.

 

"Biliyorum kızım, o yüzden bende gelirken bir şey gördüm. Abinin seveceğini düşünüp hemen aldım."

 

Elinde ki hediye paketini merakla onu inceleyen oğluna uzattı.

 

"Ama bu babamın kolyesinin aynısı," dedi Efsun şekerinden bir ısırık daha alırken.

 

"Kolye değil o abim, künye. Askerlerin taktığından."

 

Künyenin arka tarafını çevirdiğinde heyecandan neredeyse bayılacağını hissetti Yaman.

 

Yaman Aktay

24.07.1994

Manisa

A (+)

 

Babasının künyesinde yazan bilgiler gibi onun künyesinde de kendi bilgileri yazıyordu. Künyeyi hızlıca boynuna takarken annesine sımsıkı sarıldı.

 

"Oo neşeniz bol olsun. Babaya sarılmak yok mu?"

 

Efsun babasının sesini duyar duymaz koşarak babasına sarıldı. Tam iki aydır babası görevde olduğu için görmüyordu.

 

"Güzel kızım benim," dedi Tahir kucağında ki kızını arka arkaya öperken.

 

Yaman annesinden ayrılırken babasının karşısına geçti. Gözleri buluştuğunda önce gülümsedi, ardından ciddi bir ifadeye bürünüp asker selamı verdi.

 

"Yaman Aktay, Manisa, Emredin Komutanım,' dedi babasından gördüğü gibi.

 

Tahir dolan gözleriyle eşine bakarken gururla gülümsedi. Ailesinin böylesine mutlu olduğunu görmek için her şeyi yapardı, iki davasından başka bir şeyi yoktu bu dünyada. Bir vatanı, iki ailesi...

 

"Müjganım, görmeyeli bizim oğlan delikanlı olmuş. Baksana neredeyse bizi yerimizden edecek."

 

Aklına biricik arkadaşı Cengiz'in dedikleri geldi.

 

"Bizim meslek daha zor Devrem, bir göreve gidiyorsun döndüğünde hiçbir şey bıraktığın gibi değil. Ben mesela, eve bir dönüyorum Akın kocaman adam olmuş, Eylül güzel bir kız olmuş serpilmiş. Ne zor değil mi onların her anında yanında olamamak?"

 

Zordu elbet, ama sonucu güzeldi.

 

Efsun doğum günü olduğunu bilmediği için bahçede İlahe ile oynamaya devam ederken evde ki hazırlıklar tüm hızıyla devam ediyordu.

 

Hava yavaş yavaş soğumaya başladığında Hacer teyzesinin çağırmasıyla oyuncakları toplayıp içeriye girdiler.

 

Salonda kimse yoktu, her tarafta balonlar ve süslemeler vardı. Koltukların arkasından çıkan abisine şaşırarak baktı.

 

"İyi ki doğdun Efsun.."

 

Herkes hep bir ağızdan iyi ki doğdun Efsun demeye başlarken Efsun şaşkın gözlerle etrafı inceliyordu. Herkes masanın etrafında toplanırken tabureye çıkıp pastasına baktı. Çikolatalıydı, abisinin ve kendinin sevdiği gibi...

 

Gözlerini kapatıp dileğini diledikten sonra mumlarını üfledi. Herkes tek tek sarılırken önce anne ve babasına sarılıp teşekkür etti, ardından Hacer teyzesine ve en yakın arkadaşı İlaheye.

 

Son olarak abisine sarıldığı sırada gözlerini kapattı.

 

"İyi ki doğmuşsun abim, iyi ki," dedi abisi kulağına fısıldarken.

 

"Bir dahakine senin doğum gününde ben sürpriz yapacağım görürsün," dedi kollarını abisinin boynundan ayırırken.

 

Oysa ki bir daha ne abisinin doğum günü olmuştu, ne de Efsun doğum gününde çikolatalı pasta üflemişti..

 

 

Gökyüzü sonsuz bir evren gibiydi. Gündüz kaybolan yıldızların gece ortaya çıkışı, güneşin hakimiyetini Ay'a bırakması..

 

Başımı yukarıya kaldırdığım zaman gündüz bile olsa bir yıldızın orada hep benimle olduğunu düşünürdüm yıllar boyunca. Yıllar geçtikçe öğrendiğim şeylerden biri de aslında o yıldıza çok sevdiğimiz birini gizlemiş olmamızdı.

 

Perdemi kapattıktan sonra üzerimi değiştirip salona geçtim. Bugün hafta sonu olduğu için kızlar henüz uyanmamıştı. Mutfağa girip kahvaltı hazırlamaya başladım. Annemin getirdiği börekleri ısıtırken ocağa çay koydum. Mutfakta ki küçük masanın üzeri yaklaşık yarım saatte oldukça lezzetli bir şekilde dolmuştu. Çekmeceden çıkardığım çatalları masaya yerleştirirken bildirim gelen telefonumu elime aldım.

 

Doğum günün kutlu olsun çocuk yanım. İyi ki annelerimiz sayesinde biz de tanışmışız. Seni çok seviyorum, iyi ki doğdun Efsun.

 

Bugün benim doğum günümdü! Aylar önceden gelmesini beklediğim, günler saydığım doğum günümü bu kez ben bile unutmuştum. İlahe'nin mesajına gülerek cevap verirken Ecem ve İpek de uyanıp mutfağa gelmişti.

 

"Günaydın Efsun," diyerek gülümsedi Ecem. Sanırım beni birisi ile gülerek mesajlaşır bir şekilde görünce Selim sanmıştı.

 

Telefonu elimden bırakıp çayları servis ettim. Herkes tabağını doldururken bende sandalyemi çekip yerime oturdum.

 

"Erkencisin bugün," dedi İpek sorar gibi.

 

"Erken uyandım, kahvaltıyı da hazırlayayım dedim."

 

Ecem sürekli birileri ile mesajlaşırken bir yandan da kahvaltı ediyordu. Kahvaltı bitene kadar kimse konuşmadı, ben masayı toplarken ise İpek ve Ecem revire uğramaları gerektiğini söyleyerek evden gitmişlerdi.

 

Bulaşıkları makineye yerleştirdikten sonra kendime bir kahve yapıp balkona çıktım. Bugün hafta sonu olduğu için yol daha sakindi, herkes dinleniyor olmalıydı. Oturmaya devam ederken bakışlarım balkonu taradı. Sanki hala bir yerlerden Selim çıkıp gelecekmiş gibi hissettiriyordu. Saçımda ki tokayı düzeltirken gülümsedim. Selim ya hediye almayı seviyordu, ya da gerçekten bana bir şeyler vermek istiyordu.

 

Kapı çalmaya başlayınca kahvemi masanın üzerine bırakıp hızlıca kapıya koştum. Karşımda bir kargocu görünce şaşırdım, kimsenin bir şey sipariş etmediğini biliyordum.

 

"Efsun Aktay," dedi karşımda ki adam.

 

"Benim."

 

Adam elinde ki kağıda göz gezdirdikten sonra kutuyu bana uzattı. Üzerinde hiçbir isim ya da yazı yoktu.

 

"Kim göndermiş?"

 

"Gönderen kişinin ismi yok, sadece size teslim etmemizi istedi. İyi günler."

 

Adamın merdivenlerden inip gözden kaybolurken tekrar salona girdim. Kutunun dışında ki kırmızı paketi çıkardıktan sonra siyah, kare kutuyu inceledim. Kim göndermişse hiçbir iz yoktu.

 

Kapağını yavaşça açarken içinden bir kağıt düştü.

 

Sana boncuktan kuş yaptım, konacak pencerene, demiş sanatçı. Bilmem bu kuş da pencerene konar mı ama doğum gününü kutlar.

 

Kutunun içerisinde bir papatya tacı ve boncuklardan yapılmış kuş şeklinde bir anahtarlık vardı. Elimde ki nota defalarca bakmama rağmen yazı tanıdık değildi. Timden biri göndermiş olsa ismini yazardı, kızlardan ya da annemlerden de değildi.

 

Koltuğa oturup elimde ki anahtarlığı incelemeye devam ettim. Açık yeşilden yapılmış kuş aslında güzeldi ancak kimden geldiğini bilmediğim için içimde garip bir duygu vardı.

 

Balkonda bıraktığım telefonum ısrarla çalmaya devam ederken kutuyu bırakıp balkona çıktım. Arayan Yavuzdu.

 

"Efsun abla?" Telefonu açar açmaz nefes nefese kalmış gibiydi.

 

"Efendim Yavuz?"

 

Yavuz'un sesi birkaç saniyeliğine gelip gittikten sonra cevapladı.

 

"Biz bugün mangal yapacağız, İpek abla ve Ecem abla revirde zaten onları biz götürürüz. Sende gelir misin?"

 

Mangal? Buraya geldiğim ilk günden beri dahil olmadığım hiçbir kutlama kalmamıştı neredeyse. Yavuz sürekli kendi sesini kapatırken sonunda telefonun ucunda yine sesi duyuldu.

 

"Yani abla, Ercüment Komutanım kebap da yapacak, kaçmaz bence."

 

"Kebap kaçmaz da, senin kaçmana az kaldı Çelik."

 

Arkadan Ercüment'in sesini duyunca gülümsedim. Artık daha iyiydi, kolunu kullanabiliyordu.

 

"Herkes geliyorsa bende gelirim tabii."

 

"Bizim herkes var, sizler de geliyorsunuz. Her zamanki kadro işte abla."

 

Bade de geliyordu. Yavuza geleceğimi söyleyip telefonu kapattıktan sonra kendimi sandalyeye bıraktım. Birkaç gündür yaşadıklarım beni çok yormuştu. Önce Selim'in üzerinde gördüğüm ışık, isimsiz hediye...

 

O anlar tekrar aklıma gelirken Selim'i düşündüm. Birkaç gündür konuşamamıştık. Telefonda ismini bulup aradım.

 

"Efsun," dedi açar açmaz n'yi uzatır gibi.

 

"Nasılsın," diye sordum direkt. Merak ettiğim tek şey buydu. İyi olup olmadığı.

 

"İyiyim, odamda dinleniyorum öyle. Sen ne yapıyorsun?"

 

Birkaç gün önce gittikleri görev kısa sürmüştü, bu dinlenme hali de onun yorgunluğundandı.

 

"Evdeyim, bende oturuyorum öyle. Nasılsın diye sormak için aradım."

 

Kutu hala içeriden bana göz kırpar gibi dururken ciddiyetimi korumaya çalıştım.

 

"İstersen biraz gezebiliriz, birkaç saatliğine müsaitim Füsun."

 

Hem evden uzaklaşmak hem Selim'in iyi olduğunu yakından görmek beni çok daha iyi hissettirecekti.

 

"Olur, ben hazırlanayım o zaman."

 

"Ben alırım seni."

 

Başka bir şey demeden telefonu kapatırken hızlıca odama gittim. Üzerimi değiştirip saçlarımı topladım. Selim'in birkaç gün önce hediye ettiği tokayı taktım. Bileklik ise hala kolumdaydı, o günden sonra kolay kolay çıkmamıştı zaten.

 

Hazırlandıktan sonra salonda ki kutuyu odama sakladım, anahtarlığı çantama kattım. Kapı çalınca çantamı alıp kapıya çıktım.

 

Selim bir elini duvara yaslamış beni bekliyordu. Kapıyı açar açmaz gözleri gözlerimi buldu. Bakışları üzerimde gezindikten sonra gülümsedi.

 

"İşimiz bittikten sonra direkt piknik yerine geçeriz, haberin olsun."

 

Kıyafetlerime kısaca bir göz attım, piknik için abartı değildi hatta oldukça sadeydi.

 

"Üzerimi değiştirmeli miyim sence? Abartı mı olur diyorsun?"

 

Duvara yasladığı eline dayanarak biraz daha öne eğildi. Kaşlarını havaya kaldırırken gözleri pür dikkat gözlerime dikilmişti.

 

"Aksine, bir piknik için çok güzel olursun diye dedim."

 

Boşta kalan eliyle arkamda ki kapıyı kapattığında çıkan sesle kendime geldim. Kolunun altından sıyrılıp merdivenlere yöneldiğimde o da peşimden geliyordu.

 

Arabanın yanına geldiğimizde kapı inatla açılmıyordu. Selim durumu fark edince yanıma gelip kapıya uzandı. Aramızda ki mesafe yeniden kapanırken saçımda ki tokaya dokundu.

 

"Haklıymışsın Efsun, bazı çiçekler yuvasını bulmak için köklerinden ayrılırmış."

 

Bedenlerimiz o kadar yakındı ki çantam arabanın kapısına sürtüyordu. Selim hapşırırken bende derin bir nefes aldım. Kapıyı açtığında gördüğüm şey az da olsa utanmama sebep oldu. Az önce hissettiğim şey gerçekten olmuştu, çantamın kapıya değen kısmı küçük de olsa bir çizik bırakmıştı. Dikkatli dikkatli baktığımı gören Selim de eğilip oluşan çiziğe bakarken gülümsedi.

 

"Çantamdan oldu sanırım, kusura bakma."

 

Kapısını açıp koltuğuna otururken bende kapımı kapattım. Arabayı çalıştırırken gülmeye devam etti.

 

"Önemli değil ama illa telafi etmek isterim dersen elmalı kurabiye yapabilirsin."

 

Elmalı kurabiye, çok severdim ama hiç yapmamıştım. Çantamı arka koltuğa bırakırken Selim'e baktım. Ciddiyetle yolu izliyordu ama eminim ki şu an ne düşündüğüme kadar hissedebiliyordu.

 

"Füsun sözü."

 

Sessizce gülümsediğinde yanağında belli belirsiz oluşan gamzenin baktım. Göreve başladığından beri saçları ve sakalları daha kısaydı. İlk tanıdığım halinden çok daha yıl almıştı.

 

Yol boyunca konuşmadan sahile benzeyen bir alana geldik. Etrafta hiçbir şey yoktu ama insan karşısında ki manzaraya baktıkça derin bir nefes alma ihtiyacı bissediyordu.

 

Belki izleyebileceğimiz bir deniz manzarası yoktu ama dağlar vardı. Boş olan banka oturup etrafı izlemeye başladım.

 

"Elma şekeri satıyorlarmış, ister misin?"

 

Doğum günüm, elma şekeri...

 

Çocukluğuma dair olan anılarımdan biriydi bu. Belki bu sefer annem almamıştı, yanımda İlahe yoktu ama Selim vardı. Onun yanında da sanki onlar varmış gibi hissediyordum.

 

"Sende yiyeceksen olur."

 

Birkaç adım uzağımızda ki adamdan iki tane elma şekeri alıp yanıma oturdu. Birini bana uzattı. Ben yemeye başlamışken Selim öylece oturuyordu.

 

"Sen yemeyecek misin?"

 

Önce şekere ardından bana baktı.

 

"Ben tatlı sevmem ki Efsun. Elma şekerini de sadece çocukken yemiştim, çok küçüktüm o zamanlar."

 

Abime benzeyen bir yönü daha vardı. Belki de en çok bu yönü hoşuma gidiyordu. Selim'i tanıdıkça abime daha çok benzetiyordum.

 

"Ama doğum gününde ki pastayı yedin, geçen gün annemler varken de pasta yedin."

 

Başka bir zaman bende tatlı yediğini görmemiştim ama pasta yiyordu, belki de sadece onu seviyordu.

 

"Çünkü doğum günümde pastayı sen getirdin, senin fikrindi. Senin doğum gününde ki pasta da yine senden gelmişti. Tabağı uzattığın zaman bir şey demedim, normalde yiye yiye bitiremediğim pasta birkaç lokmada bitti sanki. Bunlardan başka tatlı yediğimi hatırlamıyorum."

 

Elimde ki şeker bitmeye yaklaşırken yeniden karşımda ki manzaraya baktım.

 

"Az önce elmalı kurabiye istedin?"

 

"Küçükken ablam yapardı, çok nadir onu yerdim. O an seninle konuşurken de aklıma o geldi, seninki de ablamın ki gibi oluyor mu diye yapmanı istedim."

 

Kendi şekerini Kerem'e vermek üzere bir kenara ayırdı. Çocuklarla arasında başka bir bağ vardı, koca gövdesine rağmen çocuklar onunla oyun arkadaşı gibi eğlenebiliyordu.

 

Telefonuna gelen bildirime bakarken bende etrafta ki insanları inceliyordum. Herkes yaşamına devam ediyordu. Etrafta şüpheli kimseler yok gibiydi.

 

"Efsun, şuna baksana," dedi telefonu heyecanla elime tutuştururken.

 

Avucuma bıraktığı telefona baktığımda ekranda Umay vardı. Kırmızı elbisesini giymiş, uzamaya başlayan saçlarını küçük bir toka ile bağlamıştı.

 

"Hadi kızım, bir daha söyle," dedi Ceren abla kamera arkasından.

 

Umay ekrana bakarak gülümsedi.

 

"Daa," dedi geçen sefer dediği gibi.

 

"Daayı," dedi kendi dilinde. Harfleri tam olarak çıkaramasa da söylediği anlaşılıyordu.

 

"Diğerini de söyle kızım," dedi Ceren abla bu sefer.

 

Umay gülerek elini ağzına götürüp ekrana yaklaştı.

 

"Efuu," dedi telefonu almaya çalışırken. Video burada bitiyordu. Şaşkın gözlerle Selim'e baktığımda onun da gözleri parlıyordu.

 

"Bana Efsun mu dedi?"

 

Başını salladı. İnsanın sevinçten gözleri dolar mıydı? Benim tam şu an gözlerim dolmuştu. Düşünmeden Selim'e sarıldım. Şaşırmamış gibi saçlarımı okşadı.

 

"Bana da dayı demiş," dedi gururla.

 

Geriye çekildiğimde ikimizin de sevinçten gözleri parlıyordu.

 

"Şimdi bir yere daha uğramamız gerekecek Efsun," dedi düşünür gibi. Nereye gideceğimizi söylemeden arabaya bindiğinde koşar adımlarla peşinden gittim.

 

Yol boyunca kaybolmayan gamzesi araba durunca birden kaybolmuştu.

 

Şırnak Mezarlığı, yazan tabela karşımızda bütün soğukluğuyla bize bakıyordu.

 

Ağır adımlarla arabadan inerken büyük demir kapının önünde durdu. Herkese toplu bir selam verdi. Sanki mezarda ki herkes onu görüyormuş gibi selamladıktan sonra başını öne eğerek içeriye girdi. Adımlarım onu takip ederken etrafı inceliyordum. Türk bayraklarıyla çevrilmiş bir alana geldiğimiz de şehitliğe geldiğimizi anladım.

 

Önde ki birkaç mezarın arasından geçip yeni yapıldığı belli olan bir mezarın başına geçti.

 

Yiğit Aydın

Anne Adı: Sevim

Baba Adı: Mehmet

Doğum T: 24.07.1995

Ölüm T: 12.02.2022

Kayseri

 

Yazıları tek tek okşadıktan sonra mezarın yan tarafına geçti. Anında hazır ola geçip asker selamı verdi. Mezarın yanında ki küçük taşa oturduğunda bende yanına oturup onları izlemeye başladım.

 

Biz geldiğimiz de oldukça sıcak olan hava da birden rüzgar esmeye başlamıştı. Esen rüzgarla beraber ağaçların yaprağı sallanırken Selim gülümsedi.

 

"Ne kızıyorsun be Devrem, görevden anca geldik. Gelemedim yanına, kusura bakma."

 

Duygularını gizlemeye çalışsa da titreyen sesinden belli oluyordu.

 

"Bak sana kimi getirdim," dedi öne eğdiği başından yüzüme bakarken.

 

"Ben rapor aldıktan sonra beni tedavi eden doktor var demiştim ya, Efsun. O seni gördü ama sen onu ilk defa görüyorsun."

 

Elini sıkarmışcasına mezar taşına dokundum.

 

"Tanıştığımıza memnun oldum Yiğit."

 

Selim telefonunu çıkarıp az önce ki videoyu açtı. Yiğit'e gösterir gibi ekranı ona doğru çevirdi. Umay'ın neşeli sesiyle ortam ısınırken gözümden akan yaşı sildim.

 

"Dayı demiş devrem, önce sana sonra bana."

 

Elleriyle gözlerini kuruladı. Ağlayamadığı için gözleri kıpkırmızı olmuştu.

 

"İlk gördüğünde de tanıdı beni, sanki seni duymuş gibi dayısı bildi. Ama ben sana verdiğim sözü tuttum devrem."

 

Telefonun arkasından küçük bir resim çıkardı. Siyah saçları olan yaklaşık altı yaşlarında küçük bir kız resmiydi bu.

 

"Bak bu Nur. Umay'ın adına baktığımız ufaklık. Senin adınla sürekli yardım yapıyoruz. Gözün arkada kalmasın."

 

Selim tekrar dalıp giderken ortamda yeniden sessizleşmişti.

 

"Biliyor musun Yiğit, Umay bana da Efsun demiş," dedim heyecanla.

 

Selim gözlerini kurularken buruk bir tebessümle beni dinlemeye başladı.

 

"Tanıştık tabii, çok sevimli bir bebek Umay. Tamam tamam kızma, en çok sen seviyorsun ama biz de çok sevdik onu."

 

Rüzgar yerini yeniden güneşe bırakmıştı.

 

"Ben seninle yüz yüze tanışamadım ama çok duydum seni, çok gördüm. Emin ol şu an yüz yüze konuşsak yine bunları söylerdim."

 

Bir süre daha Yiğitle konuştuktan sonra ona veda edip biraz ileride duran bir mezarın daha yanına gittik.

 

Serhat Bolatlı

Anne Adı: Nilüfer

Baba Adı: Taner

Doğum Tarihi: 13.08.1996

Ölüm Tarihi: 12.02.2022

Erzurum

 

Serhat, Berker'in hala kanayan yarasıydı. Bazen arkadaşlarına bile Serhat diye seslenir ardından dalıp giderdi.

 

"Nasılsın aslanım," dedi az önce ki gibi.

 

Aynı şekilde Serhat'ın yanına otururken bende yanına oturdum.

 

"Oğlun olmuş," dedi adının yazılı olduğu taşı okşarken.

 

"Elif, Barış koymuş adını. Babası bir savaş uğruna şehit oldu, oğlum Barış getirsin demiş."

 

Baba oluyorum ben, demişti Serhat video da. Artık baba olmuştu, bir oğlu vardı.

 

"Berker'i soruyorsan seninle olduğu gibi değil. Çok sessizleşti, arada dalıp gidiyor, senin adınla sesleniyor bize. Ama merak etme Barış doğar doğmaz ilk o gitti yanına. Tek tek ilgilendi her şeyiyle."

 

Hastane masraflarına varana kadar hepsiyle ilgilenmişti Berker.

 

Serhatla da tanıştıktan sonra bir süre de onunla sohbet ettim. Artık Yiğit ile de Serhat ile de tanışmıştık, belki ilk gelişimdi ama son değildi.

 

Mezarlıktan çıkıp arabanın yanına geldiğimiz de Selim telefonla konuşmak için uzaklaşırken ben de arabaya bindim. Birkaç dakika sonra Selim de gelmişti.

 

"Ercü aradı, onlar gitmişler, bizi bekliyorlarmış."

 

Arabayı çalıştırıp yıla çıkmıştık bile.

 

"Desene yine en son giden biz olacağız."

 

Ercüment'in her seferinde solist misiniz oğlum siz? sözlerine maruz kalacak şekilde geç kalıyorduk. Ben gülüp geçerken Selim tepki bile vermiyordu. Çalan şarkıyı dinlerken başımı koltuğa yaslayıp dışarıyı izlemeye başladım. Gittiğimiz yol yabancıydı, daha önce gittiğimiz bir yere benzemiyordu.

 

Asfalt yoldan çıkıp toprak bir yola girdiğimiz de Ercüment ve Bade bizi yolda karşıladı.

 

"Solistler de geldi," dedi Ercüment karşısında bizi görür görmez. Kolunu dürten Bade ile anında susarken etrafa göz attım. Tam piknik alanı gibiydi, sadece ağaçlar ve banklar vardı.

 

"Yaklaşma," dedi Ercüment karşısında ki Selim'e.

 

Selim ne olduğunu anlamadan yanımıza gelirken Ercüment telaşlı bakışlar atıyordu.

 

"Kardeşim üzülme bak, sakin ol. Geçer, cidden geçer ama ben yapmadım eminim."

 

Bade gözlerini devirirken Ercüment yaraya bakan doktor misali arabanın çizilen yerine bakmaya başladı. Yakından inceledikten sonra parmaklarını üzerinde gezdirdi.

 

"Çok derin çizilmemiş, küçük bir işlemle kurtarılır."

 

"Ne kadar ömrü kalmış Doktor Bey?"

 

Selim önce Badeye ardından Ercüment'e bakıp başını iki yana salladı.

 

"İşlem falan yaptırmayacağım, kalsın öyle. Vakit kaybetmeyin, geçin hadi."

 

Ercüment'in verdiği tepkiye bakılırsa arabası Selim için oldukça önemliydi. Kapısını çizen bendim ama hiçbir şey söylememişti, üstelik o kısmın öyle kalacağını, hiçbir şey yaptırmayacağını da söylemişti.

 

Ağaçların arasında ki bankların yanından geçip ağaç eve benzeyen kulübelerin olduğu kısma geldik. Etrafta kimse görünmüyordu. Koyu yeşil bir kulübenin önüne geldiğimiz de Ercüment ve Bade önden geçerek içeriye girdiler. Selim elimden tutup merdivenlerden çıkamama yardımcı olurken bende yukarıya çıktım.

 

Birkaç gün önce olduğu gibi etrafımda patlayan konfetiler beni şaşırtırken kocaman gülümsedim. Piknik diye doğum gününe çağırmışlardı. Herkes sıkıca sarılıp doğum günümü kutlarken sıra Selim'e geldi.

 

"İyi ki," diye fısıldadı sadece.

 

Asıl doğduğum gün bugündü, bugün geçen günün aksine sadece iyi ki demişti. Üflediğim pastayı İpek tabaklara katarken Akın servis ediyordu.

 

"Ercüment'in kebaplar yalan oldu desenize," dedim neşeyle. Yavuz'un gülümsemesi anında solarken Ercüment kısa bir bakış attı.

 

"Yalan olmadı da, başka zamana kaldı," dedi Burak. Herkes bir yandan sohbet edip bir yandan pasta yerken Mert, Tuna, Berker ve Yavuz birlikte tuttukları kutuyu önüme bıraktı.

 

"Bu da bizim hediyemiz abla, umarım beğenirsin."

 

Ercüment pastasını bitirirken Mert'e gülerek baktı.

 

"O ne lan? Danaya falan girdiniz de bizim mi haberimiz yok?"

 

Herkes gülerken Yavuz gururla kutuya vurdu.

 

"Öyle demeyin Komutanım, danaya girer gibi girdik buna da işte."

 

Merakla kutuyu açtığımda bir kahve makinesi çıkmıştı.

 

"Sizin revir dışarıdan küçücük görünüyor ama içeride bambaşka bir dünya var," dedi Mert.

 

"Gelen hastalara içecek ikramı bile yapabiliyorsunuz," dedi Tuna.

 

"Biz de düşündük ki şu sıralar revirin en sık uğrayan hastaları bizleriz," dedi Berker.

 

"Bir kahvenin hatrı çoktur derler, biz de böyle bir şey aldık. Hatrımız hep çok olsun diye," dedi Yavuz.

 

Koro burada sona eriyordu. Ecem hazine bulmuş gibi kutuyu kucağına alırken herkes gülümsedi. En çok onun işine yarayacak bir hediye olmuştu bu. Dörtlüye tek tek teşekkür ettiğimde Ercüment ve Bade doğrularak büyük bir paket uzattılar.

 

Bir gökyüzü resmiydi bu. Tuvale çizilmiş bu resim oldukça güzel görünüyordu.

 

"Ben çizdim, Ecü de üzerinden geçti işte. En son bu hale geldi."

 

Ercüment ve Badeye de teşekkür ettiğimde bu kez İpek bir paket uzatmamıştı. Anlaşılan bugün herkesin bir hediyesi vardı.

 

"Bu kolyenin içine resim koyabiliyorsun, geçen gün böyle bir kolye aradığını söylemiştin. Aklıma geldi, aldım ben de."

 

Ecem, Burak, Akın derken arka arkaya bir çok hediye açmıştım.

 

Ecem'in sahaftan aldığı, yıllardır aradığım kitaplar. Burak'ın aldığı çiçek, Akın'ın aldığı üzerinde adımın yazılı olduğu bir kalem...

 

Kaya da cebinden bir şeyler çıkartırken yerimde doğruldum. Siyah taşlardan yapılmış bir bilekliğin ucunda küçük bir kelebek vardı.

 

"Hoşuna gider mi bilmiyorum ama bunu ben yapmıştım. Yurtta kaldığım zamanlarda sıkıldıkça yapardım, geçen gün eşyalarımı toplarken buldum. Sana vermek istedim."

 

Elimde ki bilekliği özenle inceledim. Siyah küçük taşlar, ucunda ki küçük kelebek.. Gerçekten de oldukça güzeldi.

 

"Çok teşekkür ederim Kaya, çok beğendim."

 

Bilekliği koluma taktığımda eyvallah, der gibi başını salladı. Bir süre sonra herkes yeniden sohbete daldığında hava almak için merdivenden inip tekrar bahçeye çıktım.

 

"Füsun?"

 

Duyduğum sesle irkilirken Selim hızlıca yanıma geldi.

 

"Daldın mı?"

 

Çok mutlu olmama rağmen hala etrafta birileri varmış gibi hissediyordum. Bunları düşünürken de etrafta ki sesleri duymazdan geliyordum.

 

"Dalmışım öyle, sen neden geldin?"

 

Elimi tutup kendine çekti.

 

"Selim, ne yapıyorsun?"

 

Rahatlıkla gülümsedi.

 

"Doğum günü kızını kaçırıyorum."

 

Başka bir şey demeden elimden tutup dediği yete götürmesine izin verdim. Ağaçların arasında biraz daha ilerlediğimiz de çok daha güzel bir yere gelmiştik. Ağaçların türleri değiştikçe daha güzel bir görüntü oluşturmuştu.

 

Ben etrafı incelerken Selim cebinden bir paket çıkardı. İçinden bir müzik kutusu, müzik kutusunun içinden de bir kolye çıkmıştı.

 

"Bu müzik kutusu diğerleri gibi değil. Ustadan öğrendiğim kadarıyla dışını tahtadan ben tasarladım. İçinde ki kolyede yeşil bir kelebek var, kelebeğin arkasını çevir," dedi.

 

Kutuyu açıp içinde ki kolyeyi çıkardım. Kelebeğin arkasını çevirdim.

 

Füsun, yazıyordu.

 

Sadece Selim'in anlayacağı dilden hazırlanmış bir hediyeydi bu.

 

Müzik kutusunun her detayını parmaklarımla tek tek inceledim.

 

"Gerçekten sen mi tasarladın bu müzik kutusunu?"

 

"Herhalde ben yaptım kızım, hazır mı alacaktım bir de. Hazır alsam herkesinkiyle aynı olurdu ama bu değil. Bu sadece sende var, sadece sana."

 

Kolyeyi sormaya gerek yoktu. Füsun sadece Selim'in kullandığı bir kelimeydi, o da sadece ona özeldi.

 

Kolyeyi boynuma taktıktan sonra Selim'e sarıldım.

 

"Hem Efsun olarak hem Füsun olarak teşekkür ederim Selim."

 

Geriye çekildiğimde hapşırdı. Hapşırık bile yüzünde ki gülümsemeyi kaybedememişti.

 

"Ben rica ederim güzelim, ama sadece Selim olarak."

 

 

Evett bir bölüm daha bitti!

 

Bu konuşma kısmını bir bölüm başına, bir de sonuna yazmazsam cidden olmuyor. Bölümü nasıl buldunuz, yorumlarınızı yaptınız mı?

 

Hepsini merakla bekliyorum ve okuyorum. Bu arada Efsun'a dair editler paylaştığım bir tt hesabımız var, orayı da takip edebilirsiniz.

 

Bölümü okurken yorum yapmayı ve bu yazıyı okuduktan sonra yıldıza basmayı unutmayın. Önce yorumlara yeni yıldan çok istediğiniz bir şeyi yazın ardından yıldıza basın, o yıldız sizin için parlasın. Kim bilir belki de dileğiniz gerçek olur :)

 

 

Loading...
0%