@livasayina
|
Evett, yeni bir bölümden daha merhaba. Şimdiye kadar okuduğunuz bölümlerde oy vermediğiniz varsa lütfen geriye dönüp yıldıza basın.
Sizlerin yorumlarını, bildirimlerini görmek çok çok güzel. Ben sizleri çok sevdim umarım sizlere de kendimi sevdirebilmişimdir.
Kurgu nasıl gidiyor, karakterler nasıl kısaca yorumlarınız neler? Çok uzatmadan hadi, okumaya geçelim o zaman..
◇
Zaman, mekan, sahne ve kişiler.
Hepimiz yaşadığımız zaman diliminin içinde oradan oraya savrulan kuklalara benzemiyor muyuz?
Kimimiz ileriye, kimimiz geriye savrulurdu ama mutlaka hayatında bir şeyler değişirdi.
Serumun usul usul damlayan damlalarını izlerken içimde bir huzursuzluk vardı. Birkaç dakika önce Selim ile yaptığımız konuşma yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Gitmeden önce ki son hali zihnime kazanırken gözlerim kapıya kaydı. Ecem'in gelip beni kontrol etmesi dışında yanıma gelen olmamıştı.
Keşke bu kadar yasak olmasaydın.
Yasak?
Biz birbirimize yasak değildik, biz birbirimize merhemdik.
Onun yarası bende, benim yaram onda deva bulurdu. Selim'i böyle düşündüren şey neydi? Akmasına engel olamadığı bir damla göz yaşı yanaklarına süzülmüştü. Ben Selim'i ne zaman ağlarken görmüştüm?
Kardeşlerini kendi elleriyle toprağa verdiğinde...
Ağlamasındı, eğer ağlamasına sebep olan bensem hiç ağlamasındı. Selim demek güçlü demekti benim için, hep de öyle kalmalıydı. Başka bir şey demeden çıkıp gitmesi içimi huzursuz ederken kapı yavaşça aralandı. Ercüment uyuyup uyumadığımı kontrol ettikten sonra içeriye girdi.
"Efsun, geçmiş olsun."
Ses tonu alıştığım neşeli haline göre daha ciddiydi. Ben teşekkür ederken birkaç dakika önce Selim'in oturduğu sandalyeyi çekip sedyenin yanına koydu. Otururken huzursuz bir nefes verdi.
"Biliyorum hastasın, şu an konuşmanın hiç zamanı değil ama kısaca birkaç şey söyleyeceğim."
Kafamı sağa çevirip dinlediğimi belirttim. Ciddiyetini bozmadan duruşunu dikleştirdi. Kahverengi gözleri kısıldı.
"Bak Efsun, artık sende beni tanıdın sayılır. Ben düz bir adamım, içimden geçen neyse dışımdan dökülen de odur."
Öyleydi. Dobra, fikirlerini olduğu gibi aktaran, net bir insandı Ercüment.
"Ben kardeşimi en son yıllar önce ağlarken gördüm."
Konuyu şimdi anlamıştım. Konu Selimdi. Belli ki içinden geçenler neyse kimseye anlatmamıştı. Herkes hala ne olduğunu bilmeden Selim'in bu tavırlarını inceliyordu.
"Asker olamayabilirdi," dedi sesinde ki güç biraz daha kaybolurken.
"Önüne birçok engel çıktı ama hepsini fazlasıyla yendi. Ya olamazsam, ya abim gibi asker olup vatanımı kollayamazsam, diye ağladı yıllar önce. Ben o günü hiç unutmam Efsun. Benim dağ gibi duran kardeşimin karşımda ağlayışını ben ölsem unutmam."
Aralarında ki bağ Yiğit ile olan bağları kadar eski değildi ama sağlamdı. Onlar kardeşti, dosttan öteydi. Ercüment bakışlarını pencereye çevirdi. Boyası dökülmüş beyaz parmaklıkların ardından bir noktaya baktı.
"Şimdi yıllar sonra kardeşimin ikinci kez ağladığını gördüm ben Efsun. Kaçıyordu, kimseye görünmeden odasına gidecekti ama olmadı. Koridorda karşılaşınca saklanacak bir yeri kalmadı. Odasında konuştuk biraz,"
Asıl konu buradan sonraydı. Selim'i ağlatan şey, benim ona yasak olduğumu düşündüren şeydi. Ercüment ciddiyetini toplayıp konuşmaya devam etti.
"Korkuyorum dedi. Bu kolların artık başkasına zarar vermesinden korkuyorum, diye bağırdı."
Yaşadıkları bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Onların etkisi hala üzerindeydi, dediği gibi çok korkuyordu.
"Selim'in yaptığı hiçbir şey beni üzmez, bana zarar vermez ki," dedim ilk defa konuşurken. Ercüment gülümser gibi oldu.
"Benden duymuş olma, sana yan gözle bakanı mermiye dizer o. Komiserin arkasından Yavuz'u gönderip gittiğine iyice emin oldu."
Komiserde sevmediği, onu tedirgin eden bir şeyler vardı. Ercüment'in söylediklerine tebessüm ederek ortamı biraz daha yumuşatmaya çalıştım. Sözlerini toparlamak istercesine boğazını temizleyip duruşunu dikleştirdi.
"Kısacası Efsun, Ulaş içine düştüğü şeyden korkuyor. Yanlış anlama ki burada ki korkusu sen değilsin, yaşadıkları. Belki zaman ver, belki yanında ol ama onu anla. Başka söyleyeceğim bir şey yok."
Ayağa kalkarken gülümsedi. Tekrar geçmiş olsun dileyip odadan çıktı. Söyledikleri zihnimde yankılanırken birisi ile konuşma ihtiyacı hissettim. Ecem yemek hazırlamak ve beni beklemek için eve dönmüştü. İpek ve Akından hala haber alan yoktu. Kapım çalınırken biten serumuma baktım.
Serumu çıkarmaya çalıştığım sırada Eylül koşar adımlarla yanıma geldi.
"Ben yardım ederim abla."
Serumu oldukça pratik bir şekilde çıkardıktan sonra sedyenin üzerinde oturmama yardımcı oldu. Teşekkür ettiğimde gülümseyerek yanıma oturdu.
"Eylül ben, Akın'ın kardeşi."
Kendini tanıtmasına gerek yoktu ama konuşacak bir şeyler arar gibi konu açmaya çalışıyordu. Duş aldığı belliydi, sarı saçlarını gevşek bit at kuyruğu yaparken üzerine de bir eşofman takımı giymişti.
"Efsun bende. Burada çalışıyorum, fizyoterapistim. Peki, sen? Sen de mi doktorsun?"
Bakışları bir anlığına uzak bir noktaya daldı.
"Aslında evet ama hiç çalışmadım. Mezun olduktan sonra evlenmiştim."
Cümlesini bitirirken bakışlarım sırtına kaydı. Anlattıklarından çok daha fazlası orada, belki de daha bir çok yerinde gizliydi.
"Severek evlendim demiştin, anlatmak ister misin?"
Eylül oldukça olgun bir kadındı. Yaşadığı zorluklara tek başına göğüs gererek bugünlere gelmişti. Yaşadıklarını anlatırken yüzünde mimik bile oynamıyordu.
"Arkadaşlarım aracılığıyla tanıştım. Başlarda abime benzettim. Abim o sırada yeni göreve başladığı için yokluğunu çok hissediyordum, belki de o yüzden birine sığınma ihtiyacı hissettim bilmiyorum. Sonra okul bitmeden evlenme teklifi etti, kabul etmeyecektim ama, etmek zorundaydım. Sinan'ı başlarda sevdim dedim yalan yok ama o evlenilecek birisi değildi, belki de bir arkadaştan ibaretti."
Babasını kaybettikten sonra annesi başka bir adamla evlenmişti. Eylül o adamın elinden kurtulmak için Sinan'ın teklifini kabul etmişti.
"Aşk bazen yorucu, bazen üzücü,"
"Bazen de masal gibi," diyerek tamamladı cümlemi.
Oturduğu yerden bedenini biraz daha bana döndürdü.
"Ben aşka küsmedim ama rafa kaldırdım abla. Anladım ki aşk o kadar basit bir şey değilmiş, günlerini, yıllarını beraber geçireceğin kişiyi seçmek en zor seçim demekmiş. Kaderimde ne var, ne olur bilmiyorum ama aşk benim için bir masaldan ibaret. O masala dahil olur muyum, olmaz mıyım bende bilmiyorum."
Bakışlarım istemsizce pencereye döndü. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Selim gideli ne kadar olmuştu bilmiyorum ama çok uzun bir zamanmış gibi hissettirdiği kesindi.
"Peki, sen? Seninde anlatmak isteyeceğin bir şeyler var mı?"
Bakışlarımı pencereden çevirip yeşile çalan gözlerine çevirdim. Sanki gözlerinde bir ayna misali kendimi görürken cümleler kendiliğinden ağzımdan döküldü.
"Benim için aşk tamamlanmak demek. Kaybettim sandığını onda bulmak, onun yanında en üzüldüğün ana gülümsemek demek. Aşk yasak demek değil, aşk yaşamak demek..."
♡
Güneş yerinde, ortam müsait ve atış.
Poligonda kaç dakika geçirdiğimi umursamadan odama çıktım. Üzerimde terleyen kısa kolluyu değiştirip başka birini üzerime geçirdim.
Kıyafetlerin arasında göz kırpan günlüğü görünce önce almak istemedim, ancak kaçamadım.
İnsan her zaman en çok kaçtığına yakalanırdı.
Günlüğü alıp yatağa oturdum. İlk sayfasını açtığımda üstte Yiğit'in yazısı, altta benim yazım olan bir sayfa çıktı karşıma. En altta kırmızı kalemle parantez içinde yazılmış söze kaydı bakışlarım.
Bu sayfalar sizi dinlemese bile ben dinlerim.
Füsun.
İsmine gülümserken parmaklarım yazıyı okşadı. Füsun, Selim'in Füsun'u...
Hipnoz olmuş gibi parmaklarım usul usul çevirmeye başladı sayfaları. Göreve gitmeden önce odama geldiği gün yazmıştı bunu. Günlüğü verir vermez içindekileri anlatmaya başlamıştı anlaşılan.
Gittiğinizi sonradan öğrendim, yazıyordu siyah kalemle.
Mesaj geldiğinde hiçbir tepki vermedim.
Son cümleyi kırmızı kalemle yazmıştı. Kırmızı kalem anlatmak isteyip anlatamadıkları demekti. O an aklıma gelince yüzümde kendiliğinden bir tebessüm oluştu. Merak edeceğini bildiğim için mesaj atıp haber vermiştim. Parmaklarım benden bağımsız bir şekilde diğer sayfaları çevirirken her bir cümleye göz gezdirdim. Sayfanın birini tam geçecekken fark edip durdum.
Bu sayfada ki bütün cümleler kırmızı kalemle yazılmıştı.
Selim,
Diye başlamıştı bu satırlara diğer sayfalardakine göre.
Bugün abimin doğum günü. İnanabiliyor musun, ben bile unutmuşum neredeyse bu günü. Manisa da olmadığım için ziyarete gidemedim, belki sen olsaydın konuşurduk. Hani o gün sordun ya bana, abin olarak mı yapıyorum sana bunları diye, hayır. Selim olarak yapıyorsun, ama gariptir ki öyle hissettiriyorsun. Abimin davranışları gibi, abim yanımdaymış gibi...
Günlüğü kapatıp yan tarafıma bırakırken derin bir nefes aldım. Olmamalıydı, ama olmuştu da. Telefonumu çıkarıp içinde ki tek resmi açtım. Lavantalar arasında parlayan bir çift yeşil göz. Haberi yokken çekilmiş bu fotoğrafta bile oldukça güzeldi. Kapım çalınırken elimde ki telefonu kapatıp hızlıca cebime kattım. Gelen askerlerden biri albayın çağırdığını söyleyip gitmişti. Vakit kaybetmeden hazırlanıp komutanın odasına gittim.
"Gel, Ulaş."
Komutanın işaret ettiği koltuğa otururken bakışlarımı ondan ayırmadım.
"Bunu timle konuşmadan önce seninle konuşmak istedim Ulaş. Şimdi anlatacağım şey çok fazla detay içeren bir plan. Bir kısmı yalnızca seninle benim aramda kalacak."
"Emredersiniz komutanım," dedim düşünmeden.
Tuğrul Albay ellerini masada birleştirip öne doğru eğildi. Her operasyon öncesi olduğu gibiydi yüz ifadesi; ciddi, düşünceli, heyecanlı...
"Operasyonun adı Vuslat. Şahbazı biz ele geçirdikten sonra Tamar çok güç kaybetmeye başladı. Yanına yeni birilerini almaya çalışıyor. İki gün sonra bir resim sergisinde Adrian, adı verilen bir ressamla görüşmek için adamlarını gönderecek."
Komutanın anlattıklarıyla beraber kafamda bir şeyler oluşmaya başlamıştı.
"Yani resim sergisinde ki kalabalıkta Tamar'ın adamları, Adrian ile iş birliği yapmak için konuşacaklar."
"Aynen öyle evlat," diyerek onayladı.
Bir başka asker komutana birkaç dosya getirirken etrafı inceledim. Tamar yine bir şeylerin peşindeydi. Son patlamadan sonra ilk kez sahaya iniyordu. Günler yerine aylar geçen o güne döndüm tekrar. Her tarafta ateşler, dumanlar ve kan...
Bütün Tim yaralı bir şekilde tarafa savrulurken şehit olan iki asker...
"Önceliğimiz bu görüşme olacak. Bunun için istihbarat ekibi ile beraber çalışıyoruz. İçinizden birinin o davete katılması lazım."
Tamar beni tanırdı, Ercüment'i, Berker'i ve diğer herkesi tanırdı.
"Aklından geçenleri biliyorum. Sorunu cevaplamak gerekirse davete çiftler halinde katılım olacak. Tamar bu konuşma için Elena adında bir kadın gönderecek. Elena davete Yakup adlı birisiyle katılacak. Onların dikkat çekmemesi içinde böyle bir sey düşünmüş olmamalılar. Sizleri tanıyorlar, ancak Burak ve Yavuz sonradan katıldı. Bu durumda onlardan birisi davete katılacak. Ona eşlik eden kadın istihbarattan birisi olacak, çalışmalar devam ediyor."
Tuğrul Albay gerekli açıklamaları yaptıktan sonra dosyayı bana uzattı. İçinde birkaç resim ve bilgi vardı. Odadan çıkmadan önce Burak ve Yavuz'u dışarıya çağırmam gerektiğini seslenirken hızlı bir onay verdim. Burak ve Yavuz silahları ile ilgileniyorlardı, geldiğimi görünce ikisi de ayaklanırken dışarıya gelmelerini söyleyip odadan çıktım.
Bahçeye çıktığımda derin bir nefesi içine çektim. Günlerdir ne nefes alıyordum, ne yaşamaya devam ediyordum sanki. Revirde yaşadığımız o andan itibaren birkaç gün geçmişti, birkaç yıl gibi geçen birkaç gün.
Önce Burak ve Yavuz ardından da albay gelirken hepimiz banka oturduk. Bana anlattıklarını onlara da anlattıktan sonra özet kısmına geçti.
"Burak yanında bir kadınla beraber davete katılacak. Yavuz da orada çalışan bir eleman gibi davranıp güvenlikten emin olacak. Geriye kalanlar davetin dışında bekleyip tetikte olacaklar. Gerekli bilgilendirmeyi zamanı gelince Ulaş size yapacak."
Albay giderken hepimiz ayakta onu bekliyorduk. Tamar her neyin peşindeyse bu sefer daha farklı planları vardı. Yavuz izin isteyip giderken geriye Burak kalmıştı.
"Rütbede miyiz?"
Eğer rütbedeysek Komutanım, değilsek Ulaş diye başlayacaktı cümleye. Beremi çıkartıp avucuma aldığımda derin bir nefes aldı.
"Ulaş, iyi misin?"
Birkaç gündür dalgın olduğumu onlar da fark etmişti. Belki de Ercüment konuştuklarımızı anlatmıştı ama olmazdı. Ercüment bugüne kadar konuştuğumuz her şeyi ölse bile kimseye açık etmemişti.
"Doğruyu mu söyleyeyim, yalanı mı?"
Alacağı cevabı tahmin edermiş gibi başını salladı.
"Efsunla mı bir şey oldu?"
Artık herkesin diline düşmeye başlayan bir konu olmuştuk. Timde ki herkes belli etmese bile durumu biliyordu. Ben sessiz kalırken Burak bu sessizliği cevap olarak almıştı.
"Aşk bazen üzer kardeşim," dedi gözleri bir noktaya sabitlenirken.
"Kalbin sıkışır mı, acır mı bilemezsin. Eğer seviyorum dersen hiç vakit kaybetme, geç karşısına konuş."
Biz her yere tam vaktinde giderdik. Salise sekmezdi ama bir tek yere geç kalırdık. Sevdiklerimize...
Bazen vedalaşamadan giderdik mesela, bazen en güzel günlerinde yanlarında olamazdık. Bazen de sevdiğimizi Bile söyleyemezdik.
"Babası, onu bana emanet etti lan. Şimdi bana emanet edilene yan gözle mı bakmış olacağım? Onun beni sevip sevmediğini bilmeden öylece seni seviyorum mu diyeceğim?"
"Sen bir yolunu bulursun kardeşim. Hem Tahir amca ilk görüşte tuttu seni, baksana adam kızını emanet etmiş sana. Sende al bu emaneti sahip çık diyorum işte."
Bahçede gezinen Eylül'e kaydı bakışlarım. Burak'ın bakışlarını takip edince direkt Eylül'e çıkmıştı.
"Aklından bile geçirme."
Bozuntuya vermeden bakışlarını kaçırıp bana döndü. Yüzünde afallamış bir ifade vardı, her zaman sert duran çenesi bile ciddi durmuyordu.
"Adama destek olalım dedik, oku bize çevirdi."
Eylül yaşına göre çocuk gibi biriydi. Her zaman cıvıl cıvıl bir enerjisi vardı. Şimdiden İsmetle bile tanışmış sohbet ediyordu. Burak'ın ise takıldığı büyük bir engel vardı; Akın.
"Şu halimize bak Hızır. İki gün önce dağın tepesinde sırt sırta silah yarıştırırken şimdi oturmuşuz burada sevdadan laf ediyoruz."
Gerginliği yüzünden yavaş yavaş silinirken gülümsedi. Saçlarını eliyle düzeltip etrafı inceledi. Berker mesajı almış gibi çay getirmeye giderken tekrar bana döndü.
"Fena mı?"
Berker ışık hızında gelip çaylarımızı önümüze bırakırken bahçede dolaşan birine kaydı gözlerim. Saçlarını ensesinde toplamış, yüzü hastalıktan bembeyaz olmuş, göz altları kızarmış birine.
"Fena."
Efsun'u o da görünce gülümsedi. Ben çayımdan bir yudum alırken Burak, Efsun'a seslendi. Efsun'un bakışları da bizi bulurken gözlerinin altında oluşan halkalar daha çok dikkatimi çekmişti. Ağır adımlarla yanımıza gelirken içimden Burak'a bir şeyler mırıldandım.
Efsun yanımıza geldiğinde bakışlarını direkt Burak'a çevirmişti. Bana özellikle bakmıyor gibiydi.
"Oturmaz mısın?"
Tam olumsuz bir cevap verecekken duyduğu sesle olduğu yere oturdu. Badeyi gördüğüm için sevindiğim ilk an olabilirdi belki de. Kolundaki çantayı masaya bırakıp hızlıca yanıma otururken yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
"Ben geldim, oturdum böyle ama sorun olmaz umarım," dedi saçını düzeltirken.
"Olmaz, Bade. Otur tabii."
Burak iki çay daha söylerken bir şeyler bahane edip içeriye girdim. Berker elinde ki bardaklarla dışarıya çıkacakken çaylardan birini alıp düşünmeden içtim. Sıcak çay boğazımı ısıtırken Berker boşalan bardağa öylece bakakaldı.
"Söyleseydiniz getirirdim ben Komutanım."
"Vakit kaybetmede mutfağa gel çabuk."
Aldığı emirle hızlıca mutfağa yöneldi. Bulduğum malzemelerle nane limon kaynatmaya başladığımda şaşkın gözlerle beni izliyordu.
"Komutanım, siz sevmezsiniz ki. Başka biri için mi yapıyorsunuz?"
Kaynayan nane limonu alıp kupaya boşalttım.
"Şimdi ben önden gideceğim, sen arkadan gel. Komutanım yaptı dersen,"
"Demem Komutanım, asla öyle bir şey demem."
Cümlemi bitirmeden devamını anlaması güldürür gibi olsa da bozuntuya vermedim. Berker tepsiye bardakları yerleştirirken hızlı adımlarla bahçeye çıktım. Bade konudan konuya geçerken karşı da ki ikili konuşmadan onu dinliyordu.
"Yurt dışı teklifi diyorum Efsun. Çocukluk hayalim bu benim."
Berker elinde tepsiyle yanımıza gelirken çayı Bade'nin önüne bıraktı. Kupayı Efsun'a verirken Burak anlamış gibi göz kırptı.
"Nane limon," dedi Efsun sorar gibi. O da beklememişti bunu.
"Evet abla. Sen hastasın ya daha iyi olur diye düşündüm ben."
Berker kekelemeye başladığını fark edince koşarcasına yanımızdan ayrıldı. Burak olanları anlamış gibi bana bakıp alttan alttan gülerken Efsun kupayı avucuna aldı. Bade az önce anlattığı konuyu bitirince Ercüment'in yanına gitmek için yanımızdan ayrıldı.
Masada kimse konuşmazken Burak önce bana sonra Efsun'a baktı.
"Küs müsünüz siz?"
Efsun geldiğinden beri bakışlarını ilk defa bana çevirdi. İyileşmeye başlasa da gözlerinin altı hala kırmızı gibiydi. Kupasından bir yudum alırken dudaklarına belli belirsiz bir gülümseme yayıldı.
"Ben değilim."
Başka bir açıklama yapmamıştı. Cevabı bu kadardı.
"Bende değilim," diyerek cevapladım ya da atlamış bulundum.
Burak ikimizi de tekrar inceledikten sonra aramızda ki garip sessizliği düşünmeye devam etti. Bakışları arkamda ki bir noktaya döndüğünde bana da başıyla işaret edip hızlıca ayağa kalktı.
"Burak Üsteğmenim sende buradayken konuşacaklarımız var."
Albay yanıma otururken bizlere de oturmamızı söylemişti. Normalde operasyon ile ilgili şeyleri sadece bizim yanımızda anlatırdı ancak bu sefer Efsun da vardı. Bu önemli bir şey değilmiş gibi hızlıca konuya girdi.
"Biliyorsunuz ki sırada ki operasyon için istihbarattan biri Yavuz'a eşlik edecekti. Ancak olmadı, plan değiştirmeye gidiyoruz başka bir şeyler düşüneceğiz."
Efsun merakla elinde ki kupadan bir yudum daha aldı.
"Tam olarak nasıl birisi gerekiyor bu iş için Tuğrul amca?"
Bakışlarım anında ona dönerken beni görmezden gelerek tüm dikkatini karşısında ki albaya verdi.
"Resim sergisinde Yavuz'a eşlik edecek birisi olmalı. Aynı zamanda çok dikkatli olup sergide olan biten her şeyi analiz etmeli."
Gözlerimiz buluştuğunda kaşlarımı kaldırabildiğim kadar havaya kaldırdım. Orası güvenli değildi, Elena ve yanında ki adam ne yapacak henüz biz de bilmiyorduk. Efsun saçlarını düzelterek yüzüne samimi bir gülümseme yerleştirdi.
"Bu saydıklarınızı bende yapabilirim."
Burak şaşkınlıkla bana bakarken ben tırnağımı dizime olabildiğince batırıyordum. Komutanın yanında konuşamadığım için fırsatı çok iyi değerlendiriyordu.
"Efsun, sende benim bir kızımsın. Seni tehlikeye atamam."
"Tehlikeye atacak bir şey yok Tuğrul amca. Tüm sorumluluk bana ait. Hem yanımda timden birileri de olacak."
Albay, Efsun'un ısrar edeceğine emin olduğu için sessiz kalıp düşünmeye devam etti. Haklıydı yanında timden birileri olacaktı ama ben yoktum. Biz dışarıda bekleyen ekiptik.
"Bana kabul etmekten başka seçenek bırakmayacaksın değil mi?"
Efsun kocaman gülümserken ilk defa yüzümde ki ifade yumuşamıştı. Aksine olabildiğince ciddi bir ifade yüzümde yerini korurken başıma bir ağrı saplanmıştı. Albay yanımızdan gider gitmez Efsun'a döndüm. Burak olacakları tahmin eder gibi çoktan yanımızdan ayrılmıştı.
"Neden yaptın bunu?"
Sesimde ki ciddiyeti fark edince o da gözlerini kısıp bana baktı. Artık sadece ikimiz vardık, bir başkası yoktu.
"Çünkü yapabilirim. Tuğrul amcanın anlattığı her şeyi bende yapabilirim Selim."
Derin bir nefes alıp ayağa kalktım. Başımda ki ağrı hala geçmiyordu. Olduğum yerden birkaç volta attım.
"Sen endişeleniyor musun komutan?"
Olduğum yerde kalırken başımı yerden çekmeden gözlerimi ona çevirdim. Endişelenmek az kalırdı, korkuyordum. Tamar olur da beklenmedik bir şey yaparsa diye deli gibi korkuyordum.
"Senin düşündüğün her şeyi yapacağını biliyorum ama beni onlar endişlendiriyor. Seni görünce yapacakları, düşünecekleri endişlendiriyor Efsun."
Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra kupasında kalan son birkaç yudumu da içti. Ben masaya yaslanırken o da ayağa kalkıp karşıma geçti. Bir şey demeden gözlerime baktı. Yeşilleri uzun zaman sonra en net haliyle karşımdaydı. Yüzüme doğru eğilirken dudaklarını kulağıma yaklaştırdı.
"Hasta olduğum için elleriyle nane limon yapan adamın böylesine endişlendiğini görmek hiç şaşırtmadı. Endişelenme Selim, benim ateşimde onlar yanmaz."
◇
Uyanmak, işe gitmek, yemek yemek ve tekrar uyumak. Günlerim böyle geçip giderken artık burada geçirdiğim günleri bile saymaz olmuştum. Tuğrul amcayı ikna edip göreve katılacağımı öğrenmemin üzerinden dört gün geçmişti. Yarın akşam Yavuz beni evden alıp serginin olduğu salona götürecekti.
İki gün izinli olduğum için kızlardan önce uyanıp kahvaltı hazırladım. Bugün Bade gelecekti, yarın için giyeceğim elbiseyi onunla beraber seçecektik. Ben omletleri tabaklarına bırakırken İpek ve Ecem uyanmışlardı.
"Erkencisin," dedi Ecem esnerken.
"Gececisin," dedim bende onun gibi konuşarak.
Birkaç gündür sabaha kadar telefona baktığı için oldukça geç uyanıyordu. Gülümseyerek yerine otururken İpek bardakları alıp masaya yerleştirdi.
"Seni de uzun zamandır gördüğümüz söylenemez İpek."
Eylül geldiğinden beri hep Akın ile beraber vakit geçiriyordu. Revirde işi bittiği zaman Akın yanına geliyor ve beraber bir yerlere gidiyorlardı.
"Ya öyle oldu bu hafta," dedi gülümserken.
Çayları doldurup masaya oturduğumda Ecem çatalına taktığı salatalığı ağzına attı. Bakışları bir şeyi ima edercesine bana bakarken yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
"Görevi nasıl da almışsın ama," dedi bir kez daha.
Anlattığımdan beri hala gülüyordu. Benden çok onun hoşuna gitmişti. İpek çalan kapıya bakmak için giderken ağzıma küçük bir parça peynir attım.
"Günaydın," diyerek mutfağa giriş yaptı Bade.
Sandalyelerden birini çekip yerine otururken önünde ki tabağı doldurmaya başladı.
"Bugün çok işimiz var acele etmemiz lazım," dedi bir yandan.
"Çok abartıyorsunuz, sadece bir görev."
İpek de bana katıldığını belirtircesine bir mırıltı çıkardı. Bade ve Ecem göz göze geldiklerinde ikisi birden gülümsedi.
"Efsun, benden duymuş olma ama Ulaş abi dün bizim evdeydi."
Bunda bir şey yoktu. Belki iş için, belki ziyaret için uğramış olabilirdi.
"Ya istihbarattan birini bulalım ya da başka bir şey düşünelim demek için gelmiş."
İçtiğim çay boğazımda kalırken birkaç kez öksürdüm. Bu görevi gerçekten çok kafaya takmıştı, o günden sonra mesaj bile atamamıştı. Artık İpek de dahil gülmeye başladıklarında oturduğum yerde geriye yaslandım.
"Komutanım, komutanım diye diye bir hal oldu akşam. Gülmekten çayları dökecektim en son."
Bade anlatmaya devam ederken ben hala olanları sorguluyordum. Selim birkaç gündür hiç dışarıya çıkmıyor ve mesaj, arama gibi şeyler de yapmıyordu. Kahvaltı bittikten sonra kızlar işe giderken biz de Bade ile beraber odama geçtik. Birkaç dakika içinde odada görünen her yer elbise ile kaplıydı. Kendi evinden getirdiği elbiselere göz attım. Hepsi oldukça dekolteli elbiselerdi.
"Bu sadece bir resim sergisi," dedim sıyrılmaya çalışırken.
Eline aldığı kırmızı elbiseyi yerine bırakırken siyah bir elbiseyi diğer eline aldı.
"Bence de bu güzel," dedi elinde ki elbiseyi bana gösterirken.
Siyah, üzerinde küçük pullar olan bir elbiseydi bu. Cevap vermemi beklemeden onu da yerine bırakıp diğer elbiselere bakmaya devam etti.
"Sadece bir sergi diyorsun da dün gece hepsini araştırdım. Davete gelen kadınlar bunlardan çok daha abartılı şeyler giyiyor. Senin de ortama ayak uydurman için onlardan biri gibi görünmen lazım."
Haklıydı, her şeyi en ince ayrıntısına kadar araştırıp düşünmüştü. Ben bir köşede sessizce onu izlerken Bade bir modacı havasıyla bütün elbiseleri tek tek inceledi. Yarım saat sonra elinde ki askıyı havaya kaldırıp işte bu, der gibi baktı.
Siyah, dizinde yırtmacı olan saten bir elbiseydi bu. Siyah ince askıları ile de oldukça hoş görünüyordu. Elbiseyi bir kenara ayırıp odayı topladığımızda artık ikimiz de yorulmuştuk. Bade ile alışveriş yapmak, kıyafet denemek kesinlikle yorucu bir eylemdi. Önce mutfakta kendimize kahve hazırlandıktan sonra salona geçtik. İkimiz de kendimizi koltuğa bırakırken derin bir nefes aldım.
"Sen ne yapıyorsun, uzun zamandır hiç konuşmadık."
Bade ile neredeyse hiç uzun uzun konuşmamıştık. Hatta hiç dertleşmemiştik bile. O garip bir şekilde benim hayatımda ki tüm detaylara hakim olduğu halde ben onunki hakkında neredeyse hiç bir şey bilmiyordum. Ercüment ile aralarında ki arkadaşlık haricinde bildiğim çok bir şey yoktu.
"Yurt dışından teklif aldım, mezuniyetten sonra."
Bu geçen sefer anlattığı teklifti. Konservatuvara başladıktan sonra çocukluk hayali olan o teklif...
"Gidecek misin peki?"
Kahvesinden bir yudum alırken bana döndü.
"Çok düşündüm, hatta gideyim dedim ama,"
Devamını getirmeden önce bekledi.
"Ama gidemedim Efsun. Sanki bir şeyler oldu o an, bilmiyorum. Ama gitmeyeceğim."
Elimde ki kupayı masaya bırakırken öne doğru eğildim.
"Peki bu kararın sebebi birileri olabilir mi?"
Yok artık, demesini beklerken sessiz kalması şaşırtmıştı. Gerçekten de onu düşündüğü için bu karardan vazgeçmiş gibiydi. Birkaç saniyeliğine gözleri parlarken gülümsedi.
"Teklifi aldığım gün Ercüment'e de söyledim. O da biliyordu bu teklifin hayalim olduğunu."
"O ne cevap verdi," dedim.
Bakışları bir noktaya dalmış gibi sabit kalırken anlatmaya devam etti.
"Şimdi aramıza gerçekten şehirler mi girecek, dedi. Çocukken olan konuşmalarımızda bile bu kadar yumuşak bir ses tonuyla konuşmadı Efsun," dedi.
"Bugüne kadar hep bunları düşündüm. Söylediklerini, tepkisini. Sonra aklıma vurulduğu o gün geldi. O gün ki o korkum, yanına girdiğimde omzundan akan kanlar, hepsi film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti Efsun. Ben gitmemeliyim, gidemem dedim."
Aralarında ki şeyin çocukluktan gelen bir arkadaşlık mı yoksa duygusal bir ilişki mi olduğunu ikisi de anlamıyordu. Onlar için bir şeyler hep öyle kalmıştı. Ercüment, Bade'nin babasının askeriydi. Bade bu yüzden hiç farklı bir şeyler düşünmemişti. Ercüment'in düşündükleri ise; onu büyüten, asker olması için her şeyi yapan komutanının kızına aşık olamayacağıydı.
Bunların dışında bir şey düşünmek onlar için garip geliyordu, belki yasak gibi.
"Neyse ne işte, sen nasılsın?"
Bu soruya verecek iki cevabım vardı. Birisi içimde garip bir sıkıntı olduğu yani iyi olmadığım, diğeri ise yalan söylemek yani iyi olduğumdu.
"Aslında bilmiyorum. İçimde garip bir sıkıntı var, o günden sonra Selim de hiç konuşmadı. Görevi almayı çok istedim ama o bu konuda hala çok gergin. Bu kafamı karıştırıyor."
O çocuksu, enerjik halinden uzaktı bu konuşmayı yaparken. Onun yerine, usul, sakin ve anlayışlı birisi gibi davranıyordu.
"Onun endişelendiği şey sensin Efsun. Görevmiş, kötü adamlarmış umrunda değil. Eğer yanlış bir şeyler olursa direkt içeriye girmek için izin istiyorum komutanım dedi akşam. Yani birisi sana yan gözle bile baksa silahını alıp sergiyi basacak neredeyse. Ben Ulaş abinin bugüne kadar hiçbir görev için bizim eve gelip babamla konuştuğunu görmedim Efsun. Dün akşam gözlerinde ki tek şey endişe değildi aynı zamanda kıskançlıktı."
Konuşmasını bitirir bitirmez Yeliz teyze aradığı için Bade eve gitmişti. Yalnız kaldığımda balkona çıkıp derin bir nefes aldım. Parmağım elimde ki telefonun üzerinde yazan isme gitse de arayıp aramamak konusunda emin değildim. Selim'in bana karşı duyguları olduğuna artık emindim. Geçen gün revirde yaptığı konuşma, davranışları bunları desteklemişti. Sesli aramaktan vazgeçip görüntülü aradım. Birkaç dakika içinde cevapladığında siyah gözleri karşımdaydı.
"Füsun," dedi şaşırmış gibi.
Cevap vermeden önce uzun zaman sonra Füsun, demesine gülümsedim. Yeni duş almıştı, saçları ıslak olduğu için alnına düşmüştü. İlk defa görüntülü aradığım için bir şey mi oldu diye merak etmişti.
"Nasılsın," diye sordum konu bulmak ister gibi.
Telefonu bir yere sabitleyip tamamen görüş alanıma girdi.
"Antrenmandaydım, odaya geldim şimdi. Sen nasılsın?"
Daha çok ne yaptığını anlatmıştı, duygularını anlatma gereği duymuyordu. Künyesini boynuna geçirmesini izledim.
"Az önce Bade vardı, o da gidince yalnız kaldım evde. Ne yapıyorsun diye seni aradım."
Ev boş, deseydin dedi yanımda ki meleklerden birisi. Onu susturmaya çalışarak bozuntuya vermeden Selim'i izlemeye devam ettim.
"Bir şeyler mi yapsak?"
Bir şey demesini beklemeden atlayan yine ben olmuştum. Belki beraber zaman geçirmek ikimize de iyi gelirdi. Birbirimizi daha iyi anlayabilirdik.
"Eğer kek yapacaksan pikniğe gidebiliriz," dedi.
Hava çok güzeldi. Selim de işlerini bitirdiği için gitmemize bir engel yoktu. Yüzüme kocaman bir gülümseme yayılırken başımı salladım.
"O zaman sen gel buraya, hem keki yaparız hem de diğer malzemeleri ayarlarız."
"Yaparız," dedi sorar gibi.
"Yaparız," dedim daha ciddi bir ifadeyle.
Başka bir şey demeden geleceğini söyleyip telefonu kapattı. Hızlıca odama gidip üzerime daha rahat bir şeyler giydim. Saçımı tarayıp annemin hediyesi olan kurdeleyi bağladım. Oldukça sade bir makyaj yaptıktan sonra kapı çalmıştı. Zaten az olan mesafeyi de oldukça hızlı geldiği için Selim çoktan kapıdaydı.
Kapıyı açtığımda duvara yaslanmış bir halde bekliyordu. Üzerinde beyaz, üstten birkaç düğmesi açık bir gömlek ile krem tonlarında bir pantolon vardı. O içeriye girerken ben Hoşgeldin, diyip mutfağa gittim. Peşimden geldiğinde yüzünde birkaç güne nazaran daha samimi bir ifade vardı.
"Vakit kaybetmeden başlayalım," dedim küçük bir çocuk gibi heyecanlanırken.
Masanın etrafından dolanıp yanıma geldiğinde bir şey demeden tezgaha yaslandı. Sadece benim yapacağımı düşünüyor gibiydi hala.
"Dolapta yumurtalar ve süt var, sen onları çıkart."
Ben keki hazırlamak için büyük bir kase ve şekeri çıkartırken o da söylediklerimi hazırlamıştı.
"Şunu yapmaya hala devam ediyorsun ya," dedi hayıflanır gibi.
"Neyi," dedim doldurduğum şekeri kaseye dökerken.
"Emrederek yapmam dediğim şeyleri bile yaptırıyorsun."
Onun amacı keki benim yapmamı izlemekti. Ancak şunu yap, bunu ver dediğim için istediği maalesef ki olmamıştı. O da bana yardım etmek zorunda kalmıştı. Kaseyi önüne ittiğimde ciddi misin, dercesine yüzüme baktı.
"Yumurtaları kırarak başlayabilirsin."
Elinde ki yumurtayı usulca tek hamlede kaldı. Tek eliyle kırdığı yumurtayı tezgahın üzerinde bekleyen çöpe atarken diğerini de aynı şekilde kırdı.
"En son ne zaman kek yaptın?"
Ben diğer malzemeleri masanın üzerine çıkarırken o düşünmeye devam etti.
"Altı yaşında, annemle. İlk defa o zaman yaptım ve şu ana kadar da bir daha yapmadım."
Birkaç malzemeyi daha kaseye ilave edip çırpması için Selim'e uzattım. Aldığı komutla beraber çırpmaya başladı.
"Kaslarını burada değerlendirmek çok mantıklı geldi."
Ben gülerek onu izlerken o çok ciddi bir iş yapıyormuş gibi keki çırpmaya devam ediyordu.
"Askeriyenin gözü yaşlı," dedi kendini acındırmaya çalışarak.
Kasede ki karışım tamamen birbirine karıştığında kalıba döküp fırına yerleştirdim. Artık sepeti hazırlayabilirdik. Tezgahın altında ki çekmeceden piknik sepetini çıkardım. Dolaptan aldığım birkaç kutuyu içine yerleştirdim.
"İçecek olarak da limonata mı alsak yanımıza," diye bir öneride bulundum.
Birkaç saniye düşünüp onayladı. Dolaptan çıkardığım limonları ve sıkacağı önüne bıraktım.
"Sen baya baya ciddisin," dedi şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışır gibi.
"Hangi konuda," dedim eğlenmeye devam ederken.
"Yapılacak her şeyi bana yaptırmak konusunda. Bunun hoşuna gittiğini de açık açık gösteriyorsun."
Ben masanın üzerine otururken o beni izlemeye devam etti. Ayaklarımı boşlukta sallayıp gülümsemeye devam ettim.
"Gitmesin mi, hoşuma?"
Öne doğru biraz daha eğilerek aramızda ki mesafeyi en aza indirdi.
"Gitsin. Ancak kaslarımı izlemenin başka yolları da var."
Kaslarını izlemek değil, iş yaptırmaktı benim niyetim. Yanımda böyle bir kas yığını varken bunları benim yapmam daha saçma olurdu sonuçta. Her zamanki gibi küçük bir bebekmişçesine hapşırırken gülümsedim. Hala heyecanlanıyordu. Ortadan ikiye ayırdığı limonları sırasıyla sıkmaya başladı. Neredeyse tek hamlede elinde ki limonu sıkıp diğerine geçiyordu.
"Selim," dedim bir anlığına.
Bakışlarını limonlardan ayırıp gözlerime çevirdi anında.
"Söyle güzelim."
Yanaklarıma hücum eden kan akışını bastırmaya çalıştım.
"Seslenmek istedim sadece. Öylesine adını söylemek istedim."
Gülümsedi, yanağında ki gamze uzun zaman sonra kendini belli ederken günlerdir içimde ki o garip duyguda bir anda yok olmuştu. Ellerini yıkayıp karşıma geçti. Kollarını masanın iki yanına yasladığında ben ortada kalmıştım.
"Hep söyle," dedi fısıldar gibi.
Ellerim benden bağımsız davranarak boynuna gitti, bükülen yakasını düzeltti. Gözlerini gözlerimden çekmeden bakmaya devam etti.
"Beni o kadar alıştırıyorsun ki Ulaş artık çok yabancı geliyor. Sanki hep Selimmişim gibi."
Ellerim saçına gitmek istedi, ardından boynuna. Bir şey demeden sadece sarılmak istedim o an.
"Onlar için Ulaş olabilirsin ama benim için hep Selim olacaksın."
Hayranlıkla bir şeyi izlermiş gibi beni izlemesi karnımın içinde gerçekten kelebeklerin uçtuğunu hissettiriyordu. Sonunda içimden geçenler dışarıya yansıdı, ellerim usulca saçlarını buldu. Önce önüne düşen birkaç küçük saç telini okşadım. Ardından geri kalan tüm kısımda gezindi parmaklarım. Bu hareketi beklermiş gibi gülümsedi. Ellerim yanağına indiğinde gözlerini kapattı.
"Tam şurada küçük bir yara izi var," dedim parmağımla o yeri usulca okşarken.
"Yara varsa anısı da vardır, anlatırım belki."
Onun eli de omzumdan dökülen saçları geriye attı. Usulca çenemin altında bir noktaya dokundu.
"Seninde tam şuranda bir iz var."
İkimiz de birbirimizi zihnimize kazıyorduk tam şu an. Sanki zaman durmuş, geriye tek biz kalmıştık. Elini çekip tekrar masaya yasladığında yanağını okşadım.
Kollarım boynuna sarıldığında derin bir nefes aldım. Şampuan kokusuyla beraber kendi kokusu da burnuma gelmişti. Kıpırdamadan öylece kaldım. Önce şaşırsa da çabuk toparladı. Kollarını belime sardı. Şu an yaşadığımız şey neydi bilmiyorum ama uzun zamandır ihtiyacımız olan şeydi.
Fırından kekin piştiğine dair ses gelene kadar öyle kaldık. Alarm birkaç kez çalınca geriye çekilen ilk ben oldum.
"Yanan da, yakan da sensin Efsun," dedi.
Geriye dönüp keki fırından çıkardığında bende masadan inip bir şey olmamış gibi devam ettim. Sıktığı imonatayı şişelere doldurup sepete koydum. Dilimlediği keki kutuya yerleştirip bana uzattı. Sepete onu da koyduğumda artık hazırdık.
Arabaya bindiğimizde ikimiz de konuşmadık. Gideceğimiz yere gelene kadar da bu sessizliği bozan olmadı. Dağlardan sonra az da olsa yeşillik görmek iyi gelmişti. Selim arabadan getirdiği bezi sererken ben de sepette ki eşyaları yerleştirdim. Yaptığımız kekten kocaman bir ısırık aldı. Ben de bir parçayı ağzıma attım. Çok güzel olmuştu ya da bence öyleydi.
"Mutfak konusunda sandığımdan daha becerikli çıktın," dedim.
Limonatasını içerken gülümsedi.
"Sadece yemek alanında mutfak mı, genel olarak mutfak mı?"
Eline geçenleri uzun bir süre kullanacak gibiydi. Ben sessiz kalırken göz kırpması sakinleştirmek yerine daha da gerilmeme sebep olmuştu. Telefonu çalarken ortamda ki havayı dağıtmak dağılmıştı. Ekranda yazan ismi gördükten sonra yüzü düştü, telefonu kapatıp cebine koydu. Arayan her kimse açmasına gerek yoktu anlaşılan.
"Rahatsız olmazdım, açsaydın keşke."
Yüzüme bakıp biraz düşündü.
"Açsaydım hem sen rahatsız olurdun hem de beni oldukça güzel bir şekilde rahatsız ederdin emin ol."
Aklıma gelen ismi en arka köşelere gönderip unutmaya çalıştım. Çağla tabi ki de şu an aramazdı. Selim de konuyu değiştirmeye çalışır gibi etrafa bakındı.
"Papatya," dedi bir fikir bulmuş gibi.
"Taç yapayım sana."
Oldukça güzel bir fikir olsa da çok az trip atmaya devam edebilirdim. Ayağa kalkıp papatyaların olduğu tarafa yöneldi. Birkaç tanesini yavaş bir şekilde toplayıp avucunda biriktirdi. Tekrar yanıma geldiğinde elinde ki çiçekleri yere bırakıp birbirine geçirmeye başladı. Eli oldukça hızlıydı, birkaç dakika içinde yarısına gelmişti bile. Telefonuma gelen mesaja baktım.
Efsun, Ulaş yanında mı? Telefonunu açmayınca merak ettim.
Ercüment'in mesajına cevap olarak papatyalardan taç yapan Selim'in fotoğrafını çektim. Ercüment sürekli onun yanındaydı, bir nevi ilişkilerde her taşın altından çıkan o üçüncü kişiydi. Fotoğraf çektiğimi fark edince kadraja baktı.
"Fotoğraf mı çektin?"
Başımı salladım. Elinde ki taca son dokunuşunu yaparken yüzünde garip bir ifade vardı. Gülümser gibi, anımsar gibi.
"Ercüment sana ulaşamayınca mesaj atmış, bende cevap olarak fotoğraf attım."
Fotoğraf anında görüldü olmuştu. Ercüment önce bir şeyler yazdı, sildi, tekrar yazdı.
Bu adamla bize sabah antrenmanda depar attıran adam aynı kişi mi?
Ayrıca geçen gün silahıma bakım yapmış, bu da bizim dilimizde seni seviyorum demek Efsun :)
Son sözünü de söylemeyi ihmal etmemişti. Mesajları okuduktan sonra telefonu Selim'e verdim. Mesajlara kendi adına cevap verip telefonu tekrar bana uzattı.
Kurşun atmayı da, çiçek atmayı da bilirim ben Ercü.
Annemden başka kimseye papatya tacı yapmamıştım, yapmayı babam öğretti. Anlaman gerekeni anla ve telefonu tam şu an kapat.
Son mesajı okuduktan sonra bende telefonu kapattım. Selim elinde ki taca bakarken bende şaşkınlıkla onu izliyordum.
"Son mesajda yazdığın doğru mu?"
Başını salladı. Kafasını kaldırdığında yüzünde buruk bir gülümseme vardı. Tacı saçıma yerleştirdikten sonra geri çekilip nasıl durduğuna baktı. İyi olduğuna emin olmuş olacak ki tekrar gülümsedi. Önümüzde ki eşyaları kaldırıp dizime uzandı.
"Annemle ilk defa kek yaptığım gün de, taç yaptığım günde aynı gündü Efsun," diyerek anlatmaya başladı.
"Hatırladığım ilk piknik olacaktı bu. Abim ve ablam yokken annemle beraber mutfağa gidip kek yapmıştık. Pikniğe gittiğimizde bulduğumuz papatyalardan öğretmişti babam taç yapmayı. Bu çiçekler kendileri gibi narin kadınları severler, demişti. O zaman hiç düşünmeden gidip anneme vermiştim o tacı."
Yattığı yerden direkt yüzüme bakıyordu.
"Annemden sonra ilk çiçek verdiğim kadın sensin. Ve bütün çiçekler sende yuvasını buluyor sanki."
Alnında ki saçları okşadım. Daha bugün ilk defa ellediğim saçları bağımlılık olmuş olabilir miydi? Hiç düşünmeden cevabı evet olan bir soruydu bu.
"Bende en son pikniğe abim varken gitmiştim. Benim için de ilk olabilir bu."
"Efsun," dedi son heceyi uzatırken.
"Hem söyleyecek o kadar çok şey var, hem de bir o kadar susacak şey var."
Parmaklarım saçlarında gezinirken gülümsedim.
"Bugün sadece Selim ve Füsun olalım. Sadece içinde bulunduğumuz anı yaşayalım."
Onaylar gibi başını salladı.
"Sen varken ben sadece Selim olurum, sende ben varken Füsun olursun. İkimiz de birbirimizin yanında çocuk oluruz, yaralarımızı sararız..."
|
0% |