@livasayina
|
Yine, yeniden merhaba...
Bir önce ki bölümde yazmaya başladığımdan beri hiç yapmadığım bir şeyi yapıp sınır koydum. Ancak an itibariyle ondan da vazgeçtim. Yorum yapmıyor oluşunuz gerçekten önemli değil ama satır arası düşüncelerinizi merak edip kendime ona göre çeki düzen vermek istiyorum. Birkaç kelime belki bir emoji de olsa fikrinizi belirtirseniz çok mutlu olurum.
İyi okumalar...
◇
Bir anne çocuğunu kaybettiği zaman yüreğinde bir delik açılırmış denirdi. Yüreğinde ki delikle yaşayan, o boşluğa biricik evladını koyan binlerce, milyonlarca anne vardı. Asla unutulmuyordu o kişi ama alışılıyordu. Her seferinde hatrımıza geldiklerinde göğsünüzde kabaran gururla anıyordunuz onları. Kimi nişanlı, kimi evli, kimi ailenin biricik çocuğu, kimi daha doğan çocuğunu görmemiş...
Geçti, nice yiğitler...
Gördüğüm tek şey karanlığın içine yayılan bir sis olurken etrafa bakınmaya çalıştım. Neredeydim ben, neden kimse yoktu? Birkaç adım daha ilerleyip artık alıştığım karanlığa daha dikkatli bakmaya başladım. Anında ayağıma değen şeyle olduğum yerde kalırken bakışlarımı ona çevirdim. Beyaz bir güvercindi bu, kanadı yaralı olduğu için düşmüş olmalıydı. Eğilip onu elime aldığımda karanlık da eskisi kadar sisli değildi. Sanki gece bitmiş ve gündüz olmuş gibiydi.
Dağılan sisin arasından bir siluet bana doğru yaklaşırken elimde ki güvercinin kanatlarına özen göstererek biraz daha avucumun içine aldım. Üzerinde siyah bir kazak olan, saçları özenle taranmış gibi görünen abimdi gelen. Gözlerimin içine bakarak yanıma geldiğinde kalbimin hızlı atışından başka bir ses duyamıyormuş gibi hissettim.
"Yarası olan seni bulur," dedi hatırladığım son halinde ki gibi.
Şimdi kocaman adam olmuş olacaktı ama karşımda ki abim hala çocuktu, ben ne kadar büyümüş olsam da onun karşısında hala o küçük kız çocuğu gibiydim. Avucumda ki haraketliliği fark ettiğimde bakışlarımı zorlukla abimden çekip güvercine çevirdim. Yaralı olan kanadına rağmen uçup gitmişti.
"Ağlama, gitse de yine geri gelecek. Yarasına merhamet eden birisini hiç kimse unutmaz Efsun."
Ben neden abime sarılmıyordum, ya da dudaklarım neden birbirine yapışmış gibiydi? Abimin anında kararan odanın içinde tekrar kaybolduğunu izlerken yataktan fırlarcasına uyanmıştım. Yine rüya görmüştüm. Terlediğim için boynuma dökülen saçları tekrar toplayıp ayağa kalktım. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra telefonumu inceledim. Selimden ya da bir başkasından mesaj yoktu. Kızlar hala uyuyordu, onları uyandırmamak için balkona çıkıp Ercüment'i aradım. Telefon birkaç defa çaldıktan sonra açmıştı. Ondan ses gelmezken ben aklıma gelenleri sormaya başladım.
"Ercüment, dün ani bir görev çıktı demiştiniz. Gittiniz mi, ya da ne zaman döneceksiniz?"
Kulağıma dolan ses ufak bir hıçkırığa benzese de ayırt edilmiyordu.
"Ben seni sonra arayayım mı Efsun?"
Ercüment'in gür sesi değildi gelen. Belli ki ağlıyordu, az önce duyduğum hıçkırık sesi de onundu. Balkon demirini biraz daha sıkı kavrarken telefona sıkıca sarıldım.
"Neden ağlıyorsun sen? Bir şey mi oldu?"
Ercüment'ten cevap gelmemişti. Yanağıma düşen göz yaşını fark ettiğimde içimde ki merak daha da artmıştı.
"Ercüment söylesene! Ne oldu orada?"
"Ameliyata aldılar komutanım," dedi Kaya'nın kulağıma dolan sesi.
Belli ki hastanedelerdi. Peki hasta olan kimdi?
"Ulaş," dedi güçlükle. Dizlerimde ki gücün aniden kaybolduğunu hissettiğimde olduğum yere çöktüm.
"Vuruldu, buraya gelirken nabzı durmuştu. Sonra ne oldu bilmiyorum ama tekrar nabzı atmaya başladı. Ameliyata aldılar şimdi."
Hangi hastanede olduklarını da öğrendikten sonra koşarak üzerimi değiştirdim ve evden çıktım. Kimseye haber vermemiştim, arabaya binip hastanenin önüne gelene kadar da Selim'in durumu dışında hiçbir şey aklıma gelmemişti. Bir hemşireden bulundukları katı öğrenip yukarıya çıktığımda koridorun sonunda bekleyenleri gördüm. Her biri bir köşeye oturmuş, bir noktaya dalmış bakışları ile Boralar Timi. Koşarak Selim'e sarılmak istesem de aralarında o yoktu.
Ercüment ve Akın beni görünce kendilerini toparlamaya çalışıp ayağa kalktılar. Ameliyathanenin önünde bekliyorlardı. Akın ile karşı karşıya geldiğimizde ela gözlerinde ki yaşlara baktım.
"Bir şey olmayacak de bana," dedim titrek çıkan sesimle.
"Ameliyathaneden çıkınca kendine gelir de," derken onu sarsmak için kollarını tutmuştum. Yanağına bir damla daha yaş düştüğünde kollarını belime sarmıştı. Verebileceği tek cevabı da vermişti. Geri çekilmeye güç bulamazken kendimi belimi saran kollarına bıraktım. Sandalyelerden birine oturmama yardım ettiğinde herkese kısa bir bakış attım.
"Durmasanıza öyle, komutanımız iyi olur diyin!"
Hiçbiri bunu söyleyemiyordu. Nabzı durdu demişti Ercüment. Doktor ile ne konuşmuşlardı bilmiyorum ama kimse bana hiçbir şey anlatmıyordu. Ameliyathanenin kapısı aralandığında içeriden çıkan doktor bize baktı.
"Durumu nasıl?"
Berker'e konuşmadan baktı doktor. Hepimizin yüzüne teker teker baktıktan sonra bakışları benim üzerimde durdu.
"Başınız sağ olsun."
Başka bir şey demeden yanımızdan gittiğinde o an çok uzakta gibi görünen duvara uzattım elimi. İçeride yatan gerçekten Selim olamazdı, gidemezdi o. Sertçe duvarın dibine çöktüğümde Ercüment durduramadığı göz yaşlarını elinin tersiyle kurulayıp yanıma geldi.
"Olamaz," dedim kendi kendime inanmak istemez gibi.
Birkaç kişi birbirine sarılırken diğerleri ağlamaya devam ediyordu. Etrafta ki sesler bir uğultu gibi kulağıma gelmeye başladığında midemin bindiğiniz hissettim. Güçlükle ayağa kalktığımda kapıya ilerledim. Hala açık olan kapıdan görünen tek şey beyaz bir örtüydü. Siyah saçların bir kısmını açıkta bırakan düz, beyaz bir örtü. Gördüğüm son şey rüyamdakine benzer bir karanlık olduğunda gözlerim tamamen kapanmıştı.
◇
Ahşap bir raf, yeşil bir duvar ve merakla bana bakan gözler.
Uyanır uyanmaz gördüğüm şeyler bunlardı. Yine rüya görmüş olmayı diledim, gözlerim Selim'i aradı. Yoktu. Kolumda ki serumu çıkartmak istediğimde Mert'in elimi tutmasıyla bunu yapamamıştım.
"Selim'in yanına gitmek istiyorum."
Sesim hangi ara kısılmıştı? Gözlerimin ağrıdığını hissettiğime göre onlar da kızarmış olmalıydı.
"Morga götürmüşler," dedi Ercüment buz gibi sesiyle.
"Yarın tören yapılacak, bak bizde buradayız. Hiçbirimizin yapacak bir şeyi yok çünkü. Sende bekle Efsun."
"Morga götürmüşler," diyen ses yankılandı zihnimde. Aklıma düşen görüntüleri engellemek ister gibi gözlerimi kapatıp başımı yastığa iyice bastırdım.
"Ben çığlık atamıyorum, ağlayamıyorum," dedim sesimde yüksek çıkarken.
Kendimi o kadar halsiz hissediyordum ki verilen ilaçlardan dolayı tepki bile veremiyordum. Yatakta doğrulduğumda Akın yastığı arkama koyarak yardımcı oldu.
"Selim yok, birkaç saat önce nasıl olduysa gitti," dedim sesim tekrar yüksek çıkarken. Battaniyeye düşen damlaları gördüğümde fark etmiştim ağladığımı.
Ercüment cebinden çıkardığı bir kağıdı önce kendisi inceledi ardından bana uzattı. Söylediğine göre Selim bana vermesini söylemişti. Kağıdın üzerine bulaşmış küçük kan damlalarını görünce kalbimin sıkıştığını hissettim.
"Yalnız bırakır mısınız beni?"
Tepki veremiyorsam, yerimden kalkamıyorsam en azından bu mektubu okumalıydım. İlacın etkisine daha fazla maruz kalmak istemiyordum. Herkes birbirine bakıp başını salladığında nihayet odada yalnız kalmıştım. Elimde ki kağıdı açtığımda gördüğüm satırlar gözyaşlarıma bir yenisini daha ekledi. Selim'in yazısıydı bu. Parmaklarımı kağıdın her bir köşesinde gezdirdikten sonra okumaya başladım.
Efsun'um,
Sen benim hayatıma bir girdin, pir girdin. Hani seni ilk gördüğümde tanıyor olmalıyım dememe çok kızıyordun ya, kızma. Çünkü seni yeni tanıyormuş gibi hissetmedim, sen sanki hep vardın. Sadece uzun zaman sonra görmüştüm seni. Sen şimdi bunları okuyorsan ben gözlerine bakıp bunları söyleyemez olmuşumdur. Ağlama benim için, gururlan. Bu arada ben bunları yazarken karşımda ki resminden gülümsüyorsun bana, birkaç gündür çok üzdüm seni. Ama bil ki seni üzdükçe ben daha da çok üzüldüm, mahvoldum. Hani önceden hissetmiş derler ya, öyle oldu sanırım. Karşına geçip ben şehit olursam konuşmasını yapamadım sana. Bir resimden bile gülümseyen gözlerini izlerken yazdım bu satırları. Ben seni bütün sınırları aşacak kadar sevdim Füsun, sadece bu dünya için sevmedim. Kalbimde, dilimde, ruhumda hep sen vardın hep de sen varsın. Yaş düşmesin Füsun gözlere, sevgilim.
Mektup bittiğinde son cümle için gözlerimi kuruladım. Özenle katladıktan sonra cebime sıkıştırdım. Serumu kolumdan çıkarttıktan sonra odadan çıktım. Herkesin burada olduğunu düşünsem de kimse yoktu. Asansöre binip morg'un olduğu kata indiğimde demir kapılar ile karşı karşıya geldim.
"Buraya gelmeniz yasak hanımefendi."
Görevli adam arkamdan seslenirken sesimi düzeltmeye çalışıp yanına gittim.
"Farkındayım şu an çok yanlış bir şey yapıyorum belki ama bir kez görebilir miyim onu? Söz veriyorum uzun süre kalmam sadece bir kez görmek istiyorum."
Düşünürken elleriyle saçını düzeltti. Yüzümde ki ifadeye bakıp derin bir nefes aldı. Başını salladığında yüzümde ki ifade ilk defa gülümser gibi olmuştu. Gerekli bilgileri söyledikten sonra odalardan birine gitmesini takip ettim. Bir zeminde yatan bedene baktım öylece.
"Sadece üç dakika," dedi kapının önünde beklerken.
Titreyen parmaklarımla örtüyü açtığımda birkaç adım geri sıçradım. Her bir detayını gözümü bile kırpmadan izlediğim adam karşımda öylece yatıyordu. Bulunduğumuz yer çok soğuk olduğu için yüzü beyaz ve sarı arası bir renk almıştı. Parmağımda ki yüzüğe baktım. Gerçeğini takacağız, demiştik.
Belki de son kez bu fırsatı bulduğumdan saçlarını düzelttim. Soğuk olan alnına bir öpücük bıraktım.
"Çok kızgınım sana. Sen abim gibi gitmeyecektin söz vermiştin ama,"
Yüzüm yüzüne hala oldukça yakınken konuşmaya devam ettim.
"Çok seviyorum seni."
Tekrar ağlamaya başladığımda geri çekildim. Süre dolmuştu. Görevli adam tekrar yanıma gelip örtüyü kapattığında teşekkür ederek çıktım bulunduğumuz odadan. Üst kata çıktığımda Tuna ve Kaya beni bekliyordu.
"Haberimiz yokken gitmişsin abla, yapma bunu kendine."
Kaya'nın ağladığını görsem de sonrasında ağlamamıştı. Ağlamamak için direnen gözlerine baktım. Göz göze geldiğimizde bakışlarını kaçırdı.
"Oğlum," diye bir haykırış doldu kulaklarımıza. Asansörden inen Şirin teyze ve ailenin diğer üyeleri arkasında belirirken koşarak sarıldım ona.
"Kızım, duyduklarımız doğru mu?"
O da benim gibi bir umut inanmak istemiyordu. Cevap vermek yerine başımı omzuna biraz daha yasladığımda sıkıca sarıldı bana.
"Vatan sağ olsun," dedi Kemal amca.
Ela abla dengesini kaybettiğinde Levent abi onu oturtmak için götürürken Poyraz abi de arkasına dönmüş gözlerinde biriken yaşları kuruluyordu.
"Ulaş'ım, oğlum," dedi Şirin teyze tekrar.
Geri çekildiğimde gözlerimi kurularken ona baktım. Yaşına göre oldukça genç görünen yüzü anında solmuştu. Kemal amca tansiyonunu ölçtürmek için Şirin teyze'yi götürdüğünde bu kez de kızlar gelmişti.
"Efsun," dedi İpek.
Herkesin gözlerinde yaş olduğu için artık normal geliyordu bu. Kollarını sıkıca bana sardığında hissettiğim sıcaklıkla göğsüne saklandım.
"Gitti o İpek. Selim gitti."
Saçımı okşarken daha sıkı sarıldı. Ecem Mert'e sarılırken Merve ve Tuna da hava almak için dışarıya çıkmıştı.
"Ulaş abiden bahsediyoruz Ercüment," dedi Bade duyduğum kadarıyla. Onlar da birbirini teselli etmek ister gibi sımsıkı sarıldığında karşımda ki görüntüye baktım. Herkes derbeder olmuştu, bana belirli aralıklarla verilen ilaçlar yüzünden feryat figan ağlayamasam da yüreğim çok sıkışıyordu. Sabah gördüğüm rüyaya sığınmak isterken yapacak başka bir şeyim yoktu.
◇
"Şehit al!"
Kulağıma dolan sesle beynime bir darbe daha yemiş gibi hissettim. Selim'in tabutunu askerler omuzlarına alırken yaslandığım annemin omzunda göz yaşlarımı umursamadan ayakta durmaya çalıştım.
Sevdiğim adamın şehit törenini izliyordum.
Cenaze yürüyüşü başladığında dudaklarımdan benim bile anlamadığım bir mırıltı döküldü.
Tören bitene kadar her şeyi pür dikkat izledim. Hafızama tek tek kazındı her bir saniye. Tören bitip herkes gittiğinde yanımda kalmak isteyen kim varsa geri çevirdim. Karşımda toprağı bile henüz kurumamış olan mezara baktım çöken göz altlarımla.
"Anlamıyorum Selim," derken yanına oturdum. Elimle adının yazdığı kısmı okşadım.
"Neden bu haldeyiz biz? Neden yoksun burada, niye bu haldeyim ben?"
Abimi benden alanlar bu kez de sevdiğim adamı almıştı. İçimde yıllardır dinmeyen öfke tekrar gün yüzüne çıktığında mezarın üzerine bırakılan beyaz güllerle başımı yukarıya çevirdim. Revir'e gelen komiser gelmişti. Giray Taşçı.
"Başınız sağ olsun," dedi o da yanıma çökerken.
Sorgular gibi mezarı inceledi. Kimse inanamamıştı. Şirin teyze ayakta duramadığı için tekerlekli sandalyede taşırlarken Kemal amca da tansiyonu düzensizleştiği için hastanede gözlem altında tutuluyordu.
"Ağlamayın diyeceğim ama diyemiyorum."
Günlerdir ağlamak benim için normaldi. Anormal olan Selim'in yanımda olmayışıydı. Kendimi oldukça yalnız hissetsem de mektubuna ve yüzüğüme sımsıkı sarılıp ayakta durmaya çalışıyordum.
"Geldiğiniz için sağ olun."
Getirdiği beyaz güllere baktığımda aklıma yine abimle gördüğüm rüya gelmişti. Geri döner, demişti. Selim de döner miydi? Başını olumlu bir şekilde salladığında cebinden çıkardığı mendili uzattı. Elime aldığım mendilde siyah kumaş üzerine işlenmiş beyaz bir güvercin vardı.
"Eşim yapmıştı, sizde kalabilir sorun değil."
Cevap olarak gözlerimi kuruladığımda komiser de son bir şeyler söyleyip gitmişti. Arkasından baktığımda yeşile benzeyen ela gözlerinin yerini artık geniş omzu ve siyah saçları almıştı.
◇
Bir hafta önce.
Yemyeşil dağlar ve kulağıma dolan kuş seslerine gülümsedim. Günlerdir uyumamama rağmen içinde bulunduğum ortam tüm yorgunluğumu üzerimden almıştı. Arabadan inip evin önüne geldiğimde mutfaktan gelen yemek kokuları çoktan burnuma dolmuştu. Kapıyı çaldığımda birkaç dakika içerisinde açıldı. Annem beni gördüğü için şaşırsa da üzerinde ki önlüğü bir kenara atıp sıkıca sarıldı.
"Oğlum."
Öptüğü yerleri okşarken bahsettiği çocukluk kokumu da içine çekmişti. Göreve başladığımdan beri bunu yapmasına alışmıştım.
"Dışarda mı otursak biraz?"
Teklifime anında kafa sallayarak onayladı ve arkasında ki kapıyı kapattı. Evin önünde ki banka oturduğumuz da gözleri merakla beni inceliyordu.
"Haber vermeden ve tek başına gelmişsin. Bir sorun yok değil mi Ulaş?"
Bir sorun yoktu, birden çok sorun vardı. Derin bir nefes alıp başımı dizlerine koydum.
"Ben verdiğim sözü tutamadım anne."
Efsun'a abisi gitse bile gitmeyeceğimi belirten defalarca söz vermiştim. Artık bende yoktum. Ne kadar süre geçerdi, ne zaman alırdı bilmiyorum ama aramıza çok mesafe girecekti.
"Nasıl bir söz olduğunu bilmiyorum ama olabilir anneciğim," dedi saçlarımı okşarken.
"Sen sevdin mi Efsun'u?"
Konuyu değiştirdiğimi düşünse de benim için hala aynı konuydu. Gözleri sevinçle parlarken gülümsedi. Yüzümü rahat görememesi için yan döndüğümde onun bakışları da karşıda bir noktaya sabitlenmişti.
"Sevmek ne demek, bayıldım oğlum. Efsun hem çok güzel hem çok akıllı bir kız. Kalbi de kendi gibi çok güzel."
Gözümden akan bir damla yaş yere düşerken devamının geleceğini fark ederek anında kuruladım. Ayağa kalktığımda annem şaşkın bakışlarla beni izliyordu.
"İznim yok anne, gitmem lazım."
Uzun süre söylense de sonunda pes edip kocaman sarılmıştı. Bir süre sarılamayacağımızı bildiğimden olabildiğince uzun süre sarılarak ona eşlik ettim. Ben arabaya tekrar bindiğimde annem hala beni izliyordu. En kısa sürede yine gel, demişti arkamdan. Aramıza girecek olan zamandan habersizdi.
◇
Üç hafta sonra.
Selim'in olmayışının üzerinden tam üç hafta geçmişti. Bu süreçte ailesi tekrar evine dönerken annemler de benim ısrarımla geri dönmüşlerdi. Her gün yaptığım gibi Selim'in evinden çıkıp yakınlarda olan şehitliğe gittim. Adımlarım kendiliğinden isminin yazılı olduğu mermeri buldu. Adının yanında duran küçük fotoğrafını okşadım.
"Günaydın, sevgilim."
Uykusuz geçirdiğim üç haftaya rağmen gözümde gram uyku yoktu. Artık hisleri bile olmayan bir insana dönüşmüştüm. Cevap vermesini beklesem de ses gelmedi. Artık konuşan hep bendim. Hemen alt tarafında Yiğit'in isminin yazılı olduğu mezara baktım. Yan yana sayılırlardı.
"Tabii siz devremi buldum, diye konuşurken beni duymazsınız şimdi."
Sıcak yaz gününe rağmen birkaç saniyeliğine esen rüzgara gülümsedim. Mezarın üzerinde ki toprağı saçlarını okşarmış gibi okşadım.
"Tamam kızma, sen duyarsın."
Yiğit'in mezarında bulunan su birikintisinden bir kuş su içmeye gelmişti. Her hareketini konuşmadan izledim. Cebimden çıkardığım telefonla karşımda ki mezarın fotoğrafını çekerken kalbimi sızlatan bir şey olmuştu. En son çekilen fotoğraf Selim'e aitti. Onun üzerine mezarının fotoğrafını çekmiştim şimdi.
"Bu ayrılık bitsin istiyorum ama bu anca benim senin yanına gelmemle olur."
Ki bu ne zaman olurdu bende bilmiyordum. Orası benim de bilemeyeceğim bir kısımdı. Okşadığım toprakta gülün dikeni elime batmıştı. Dün komiser'in verdiği beze elimde ki kanı silip ayağa kalktım.
"Sanmasınlar ki her gün sadece ağlıyorum, elimden gelenin çok daha fazlasını yapacağım. Hem sana hem abime bunu yapanlara hesabını soracağım."
İsminin üzerini öpüp geldiğim yoldan eve geri döndüm. Dolabından çıkardığım kıyafetleri giymeden önce ılık bir duş aldım. Yatağa uzandığımda üzerimde ki örtü hala onun gibi kokuyordu. Havanın sıcak olmasına aldırmadan örtüyü başıma kadar kapatıp günler sonra ilk defa uykuya daldım.
◇
İki saatlik bir uyku günlerdir uyuyormuşum gibi hissettirirken vakit kaybetmeden ayağa kalktım. Aşağıdan gelen seslere bakılırsa kızlar yemek hazırlamak için gelmişti. Tuğrul amca o günden sonra çok görünmediği için Bade her fırsatta dışarıya çıkabiliyordu. Aşağıya indiğimde masanın üzerinde hazırlanmış tabaklara baktım. Kendilerine de koymuşlardı, tek başıma yemediğim için bana eşlik ediyorlardı.
"Gel, Efsun."
Ecem samimi bir gülümsemeyle koluma girip oturmama yardımcı oldu. Hepsi yerlerine oturduğunda tabağımda ki yemeklere baktım. Hiç aç hissetmiyordum. Yiyormuş gibi görünmek için tabağımda ki yemeklerle oynarken onlar da azar azar yemeye başlamıştı.
"Babam izin konusunu düşünmesin, dedi. İstediğin kadar kalabilirmişsin."
O günden sonra revir'e bir daha gitmemiştim. Gitmeyi denesem de saat hep on oluyordu, Selim sedye de uzandığı yerden bana gülümsüyordu. Yemek bitince kızları zorla ikna ederek eve göndermiştim. Odaya çıkmak yerine salonda ki koltuğa uzanıp tavanı izlemeye başladım. Uykuya yakın bir hal almıştım. Her gün böyle oluyordu, tam uyuyacakmış gibi olsam da bir türlü uyuyamıyordum ve hep Selim'in hayalini görüyordum. Gözlerim kapanır gibi olduğunda saçımı okşayan birini hissederek araladım.
Yine karşımdaydı işte. Gerçek gibi görünse de değildi, biliyordum. Morg da o halde gördüğüm birisi gerçek olamazdı.
"Yine gerçekte gelmedin ama hayalime geldin," dedim uykusuzluktan sürekli kırptığım gözlerimle.
"Sabret," dedi.
Başımı salladıktan sonra gözlerimi tekrar kapatsam da birkaç dakika içinde tekrar açmıştım. Karşımda değildi, gitmişti.
Her zaman görüyordum ama hiç konuşmamıştı. Bu kez gerçek gibi konuşmuştu. Zihnimde ona dair biriktirdiğim anılara bir yenisini daha ekledim. Tekrar uyumayı denesem de olmamıştı, belki tekrar gelirdi. Sabah olduğunda evin içinde attığım voltalara söylenerek üst kata çıkıp üzerimi değiştirdim. Bugün revir'e gidecektim. Normal davrandığımda onu daha sık görüyordum. Belki bu sayede tekrar konuşurdu benimle, daha fazla görürdüm onu?
Odama geldiğimde herkesin şaşkın bakışlarını atlatmanın haklı bir gururu vardı üzerimde. Bir yanım hiçbir şey yapmadan sadece ağlamak istese de bir yanım da inanılmaz bir güç vardı. Her şeye kafa tutan, yaşantısına devam eden.
Hasta almadan evrak işlerini bitirip tekrar eve gitmek üzere odadan çıktım. Yolda revir'e uzak bir mesafeye geldiğimde çantamı orada unutmuş olduğumu fark etsem de umursamadım. Telefonum yanımdaydı. Arkamdan gelen adım seslerine bakmak için başımı çevirdiğimde burnuma tutulan bez o kişiyi göremeden bayılmama sebep olmuştu.
◇
Her yer karanlıkken algıladığım tek şey burnuma gelen kötü kokuydu. Ellerimi kullanabildiğimi hissettiğimde başımda ki çuvalı çıkartıp arka arkaya birkaç derin nefes aldım. Birileri beni kaçırıp bırakmış mıydı? Koşarak gelen birisini duyduğumda sesin geldiği tarafa döndüm.
"Efsun, iyi misin?"
Kaya'nın elinde çantamı gördüğümde neden geldiğini anlamıştım. Kalkmama yardım ettiğinde öncekine göre daha da zayıf olan bedenim beni hiç zorlamamıştı.
"Ne olduğunu anlamadım, burnuma bir bez tutup bayılttılar. Gözümü açtığımda burada yatıyordum."
Koluma girerek yürümeme yardım etmişti.
Keşke Selim gelseydi, sıkıca sarılsaydım...
"Yine ağlıyorsun," dedi şaşırır gibi. Birilerinin ağlaması onu şaşırtıyordu. Verdiği tepki bir bebeğin etrafında ki olayları yeni yeni keşfetmesine benziyordu.
Ben olduğum yerde öylece dururken koluma girdiği için o da benimle beraber durmuştu.
"Dayanamıyorum Kaya," dedim sesim güçlükle çıkarken.
"Bir ay oldu, bir ay! Her gün bir öncekinden çok daha fazla özlüyorum onu, sürekli hayallerime geliyor. Delirecek gibi oluyorum artık. Önce abim sonra o. Benim en sevdiklerimi benden alıyorlar, almasınlar onları. Gerekirse beni alsınlar ama onları almasınlar."
Sokağın ortasında kendi kendime bağırırken yakınlardan bir arabanın fren sesi gelmişti. Kaya bir kedi misali sese kulak kabartsa da geldiği yönü bulamadı. Gözlerini tekrar bana çevirdiğinde yüzünde ne yapacağını bilmez bir ifade vardı.
"Seninkiyle yarışacak kadar bizde üzülüyoruz, nasıl olduğunu anlamadık ama komutanım artık aramızda değil."
Her zaman kendinden emin çıkan o gür sesi o günden beri kısık çıkıyordu. Kimse eski halinde değildi, Yiğit ve Serhat şehit olduktan sonra nasıllarsa öylelerdi. Yarın ilk fırsatta Manisa'ya gidip Elif ile konuşmam gerekiyordu. Sabah telefonda konuşurken kendimi ona yakın hissetmiştim. Oldukça benzer olaylar yaşamıştık artık, ikimizin de sevdiği adam şehit olmuştu.
Askeriye'ye geldiğimizde Kaya olanları bizi bekleyen Tuğrul amca'ya anlattı. Herkes iyi olup olmadığımı sorarken dudaklarımdan tek bir cümle döküldü.
"Canımı hiçbir şey o kadar acıtmadı."
◇
Otobüsün ilerlemesini izlerken gözlerimi kapattım. Her zamanki gibi tek bir yüz belirdi zihnimde. Siyah saçları, siyah gözleri ile gülümseyen Selim. Artık abimle aynı çerçeveden gülümsüyordu bana. Otobüs durduğunda gelmiştik, yanıma aldığım ufak çantayı sırtıma takarken aşinası olduğum şehrin artık acı gelen o havasını soludum. Buraya en son gelişimde çok mutluydum, yanımda Selim vardı. Doğmamış bebeğimize aldığımız hediyeler vardı, yaşanmış ve onlardan çok daha güzel olan yaşanacak anılarımız vardı...
Buraya geldiğimi annemler bilse de eve gitmek istememiştim. Selim'in yokluğu hala çok yeniyken bir de abimin yokluğuna, eve tekrar gidemezdim. Geldiğimde bahçeyi inceledim. Daha şimdiden Berke için kurulmuş bir salıncak vardı. Bakışlarım bahçede gezinirken kapıyı çaldım. Çok geçmeden açılırken Elif görüş alanıma girdi. Benim gözlerimde zaten kurumamış olan yaşlar onda da hazır bekliyordu. Sıkıca sarıldığında ağlayamadım. Onun da acısı vardı, bebeğini hiç göremeyen bir eşi vardı. Çantamı aldığında düşüncelerimden kaçmak istercesine salona girdim.
Pencerenin önünde duran beşikte Berke oturmuş oyun oynuyordu. Daha küçücük olsa da tombul yanakları onu daha da sevimli gösteriyordu. Yanına oturduğumda çatık gibi duran kaşlarıyla bana baktı. Bir süre sonra tanımış gibi elini uzatıp bir şeyler söylendi.
"Annem evde yok, bende kahveleri yapıp geliyorum."
Elif cevap vermeme fırsat vermeden mutfağa gittiğinde tekrar Berke'ye döndüm. Git gide babasına benziyordu. "Sen daha bu kadarcıkken nasıl dayandın babanın gitmesine?" Söylediklerimi anlamış gibi bakışlarını elinde ki oyuncaklara uçaktan çekip yüzüme yöneltti. Göz teması kurmaya devam ederken dudakları gülümser gibi kıvrıldı. Ellerini uzattığında kucağıma aldım. Öylece yüzümü izliyordu.
"Şimdiye kadar bulmuşlardır belki," dediğimde bir eli üzerimde ki kıyafeti sıkıca kavradı.
"Ulaş amcan da artık babanın yanında," derken hala titreyen sesime engel olamadım. Berke kıpırdandıktan sonra dudaklarını büzdü, ağlamaya başlamıştı. Susturmak için her yolu denesem de olmuyordu. Elif salona girip elinde ki tepsiyi masaya bıraktığında Berke'yi hızlıca kucağına uzattım. Kucağında ki oğlunu sakinleştirdikten sonra beşiğe bıraktı.
"Ben çok özür dilerim, ağladı, çok ağladı," dedim kendimde ağlamaya devam ederken. Ellerim oturduğum koltuğu sıkıca kavradığında Elif de yanıma oturdu.
"Sen nasıl alıştın?"
Yüzünde buruk bir gülümsemeyle oğluna baktı.
"Hiç alışamadım ki, Serhat bende hep vardı, hep de var olacak. Berke olmasa bu kadar bile dayanamazdım sanırım."
Peki ben kimden destek alacaktım? Etrafımda o kadar insan varken neden kendimi yalnız hissediyordum? Zaman ilerledikçe hava kararmaya başlamıştı. Elif kalmak için ne kadar ısrar etse de ikna olmadığımı görünce mecburen pes etmişti. Otobüse binip onlara el salladığımda derin bir nefes alıp koltuğa yaslandım.
Olmayan birini özlemek, çok çok zordu. Sanki bir nefes kadar uzağımdayken benden çok uzaklardaydı. Asla ulaşamadığım o gökyüzüydü onlar. Otobüsün ani fren yapmasıyla gözlerimi araladığımda homurdanan yolcuların sesleri kulaklarıma doldu. Şoförü görmeye çalışırken kapılar açılmıştı. Yüzünde siyah kar maskeleri olan, terörist olduğu belli olan insanlar içeriye girip ellerinde ki silahlara sarılmışlardı. Üç kişiydiler, birisi şoförü ve hostesleri dışarı çıkartırken birisi sol tarafta oturan yolcuları indirmekle meşguldü. Şoför ile işi bittikten sonra yanıma gelen adama baktım.
Koluma uzanacağı sırada yanında daha sessiz duran adam kolunu tutunca durmak zorunda kaldı.
"Kızı ben hallederim."
Ses tonu bir robotunkine benzeyecek kadar pürüzlüydü. Garip olmasını önemsemeden olabildiğince arkama yaslandım.
"İşini biliyorsun ha, Boran kardeş."
Adam bana bakıp sırıttıktan sonra yanımızdan ayrıldı. Adının Boran olduğunu öğrendiğim adamla kaldığımızda otobüste başka kimse kalmamıştı. Kolumdan tutacağı sırada ayağa kalktığımda eli boşlukta kaldı.
"Dokunma bana, kendim inerim ben."
İtiraz etmeden elinde ki silahı yeniden kavradı. Diğer kalabalık olan ekip bizden önde yürürken biz daha geriden ilerliyorduk. Boran'ın bakışlarını sürekli üzerimde hissediyordum.
"Çevir kafanı!"
Öndekiler bizi duymazken Boran kolumdan tutup beni kendine çekti. Bu karşı karşıya gelmemize sebep olurken gözlerine baktım. Mavi ya da yeşildi gözleri. Diz kapağımla karnına vurduğumda eliyle kavradığı kolumu bıraktı.
"Bana ne baktığını ne de elini sürdüğünü görmeyeceğim."
Gözlerimde olan gözlerini kısaca beni incelemekte kullandı. Konuşmamak için direniyor gibiydi.
"Zorluk çıkarma, kendin için."
Garip bulduğum sesiyle yine konuştuğunda onu arkada bırakıp öndekilere yetiştim. Belki de kaçmalıydım ama çevremizde bizi takip eden araçlar varken ve telefonum dahil olmak üzere çantam onlardayken başka bir yol bulmam gerekiyordu.
Depo gibi bir yere geldiğimizde en öndeki adam demir kapıyı sertçe açtı. İçimizden birkaç kişiyi oraya kapattıktan sonra bana ve grubun içinde kalan kızlara baktı.
"Hanımefendileri arka taraftaki depoya götürün."
Boran benimde dahil olduğum beş kişilik grubu arka taraftaki depoya getirmişti. Diğer adam gibi bizi sertçe içeriye iteklememişti, kapıyı açıp geçmemizi beklediğinde yüzüne küçümseyen bir bakış attım.
Arkamızdan girip kapıyı kapattığında bir köşede duran ipleri aldı. Ellerimizi bağlamaya başladığında sıra bana gelmişti. Tahmin ettiğimden daha yavaş davranırken hareketlerini inceledim. Sol avucunda küçük bir ben vardı.
"Geleceğim," diye mırıldandım.
Bakışları gözlerimi bulduğumda yüzümü ona biraz daha yaklaştırdım. Daha iyi duyacağını düşündüğüm için uyguladığım bir yöntemdi bu.
"Emin ol, buradan çıkıp evime gitmek için çok büyük sebeplerim var. Beni orada bekleyenlerim var."
Selim aklıma gelirken gözlerime dolan yaşları saklamaya çalıştım. Bir süre sessiz kaldıktan sonra boğazını temizledi.
"Bekleyenlerine veda etmişsindir umarım."
Sahi Selim bana veda etmemişti, veda etmeden de gelmemek üzere gidilebilir miydi?
"Asla," dediğimde gözleri bir anlığına kısılır gibi oldu. Bir de bana gülmüş müydü?
Bir adam gelip Boran'ı burada kalıp bize göz kulak olması için tembihlemişti. Ellerimde ki ipi çözmeye çalışırken diğer kızlara baktım. Hepsi konuşmadan birbirine bakıyordu. Kapı açıldığında içeriye giren kişi gerilmeme sebep olmuştu. Herkesle tek tek konuştuktan sonra karşımda durmuş öylece bana bakıyordu. Benim kadar onun da şaşırdığı belliydi.
"Sen," dedi harfleri uzatarak.
Tüm ciddiyetimi toplayıp yüzüne baktım. Yakup en az o günkü kadar itici duruyordu. Bakışlarında yer yer sinir yer yer keyif almış bir ifade vardı.
"Sen bizdendin, öyle demiştin. Değilmişsin Zeynep. Gerçi," dedi alnını ovcalar gibi yaparken.
"Efsun, gerçek ismin değil mi? O küçük aklınla bizi kandırabileceğini düşünüp içimize sızdın. Ama şanslısın ki ben senin kadar kötü birisi değilim. Hanımefendiye daha özel davranalım," dedi Boran'a.
At kuyruğu yaptığım saçlarım bozulup enseme değmeye başlamıştı. Üzerimde ki kıyafetim tamamen toz içinde olmuştu. Başımı geriye atıp yüzüne daha dikkatli baktım.
"O günde baktım tipsizdin bugün de baktım şerefsizsin be Yakup."
Hemen arkasında duran adamlar kendi arasında gülerken Boran'ın sesi duyuldu. "Gülmeyin." Kendi ses tonundan anladığım kadarıyla o da keyiflenmişti. Yakup'un gözleri öfkeyle açıldı.
"Senin de dediğin gibi o küçük aklınla gerçek ismimi bulmuşsun, tebrikler. Ancak, o izlediğim görüntüler, gördüğüm her şey sadece orada kalmadı. Madem tekrar bir araya geldik bu hesabı kapatalım artık Yakup, gerçi adi herif mi demeliydim?"
Boran'a başıyla bir işaret verip açtığı kapıyı sertçe çarptı. Yakup gittiğinde diğer adamlar kendi arasında konuşuyordu.
"Hatuna bak, iki dakika da giydirdi patrona."
Boran hepsine bir bakış atıp uyandığında yanıma gelip ellerimi çözdü. Ben ne yaptığını anlamaya çalışırken kolumdan tutup kalkmama yardım etti. Dışarıya çıktığımızda hiç konuşmadan yürüyorduk. Dağ başı denilebilecek bir yere geldiğimizde kolumu bıraktı.
"Ne o sahibin beni öldürmeni mi söyledi?"
Elinde ki silahı inceleyip bir kenara fırlattı.
"Zorluk çıkarırsa sık kafasına dedi."
O zaman buradan çıkamazdım. Birkaç saniye içerisinde ateş ederdi. Oldukça rahat bir tavırla yere oturduğunda gerçekten mi der gibi yüzüne baktım.
"Zorluk çıkartmıyorsam neden buradayım?"
Rengini anlayamadığım gözlerini gözlerime çevirdi. Karşısına oturduğumda onunla konuşmayı denemeye karar verdim. Belki bu sayede gidebilirdim.
"Çıkartıyorsun, ama bana değil."
Kaşımı kaldırıp hoşnutsuz bir yüz ifadesi ile baktığımda yüzümü inceliyordu.
"Ses tonunu sevmesem de seninle konuşmak zorundayım," dedim. Bir teröristle oturup onu ikna etmeye mi çalışacaktım? İç sesimin dediğine göre gerçekten de kafayı yemiştim artık. Ancak burada daha fazla kalamazdım. Birçok sivil buradayken olmazdı.
"Neden bu kadar dönmek istiyorsun, ailen mi orada?"
Şırnak bize gerçek anlamda bir kavuşma borçluydu artık. Tam şu an olmak istediğim yer Selim'in kollarının arasıydı. Saçlarıma kondurduğu öpücüklere, kulağıma fısıldadığı sözlere ihtiyacım vardı.
"Ailem, orada."
Gözleri net bir şekilde beni inceliyordu. "Patron sinirli, seni görmek istemediğini söyledi. Bir süre burada vakit geçirmek zorundayız." Halinden oldukça memnun görünüyordu. Maskesini hala çıkartmazken yüzünü merak ettim. Sürekli garip davransa da bütün intikamımı ondan da almak istedim.
"Sizden iğreniyorum," dedim onunla sohbet ettiğim gerçeğini reddederek. Başını eğip beni dinlemeye devam etti. "Her şeyim dediğim iki kişiyi benden aldınız siz."
Anında başını kaldırdı. Gözlerime öyle derin baktı ki mavi olduğuna emin olduğum gözlerini bir saniye bile kırpmadı.
"İster Yakup olun ister Boran, hepinizden intikamımı alacağım. Sırada Elena ve Ökkeş de var. Hepinizi kendi ellerimle adalete teslim edeceğim."
Sessizliği şaşkınlığından gibiydi. Maskeden sadece gözleri ve dudakları görünürken altında yatan görüntüyü merak ettim. Sürekli yanımda maskeyle oturan birisi sıkıcıydı. Gitmek için ayağa kalktığımda o da doğrulmuştu.
"Ef," ismimi söyleyeceği sırada vazgeçti. Adımlarım durduğunda omzumun üzerinden geriye dönüp baktığımda elinde ki tabancayı bana uzatıyordu. Birkaç adımda yanıma geldiğinde tekrar elinde ki tabancayı uzattı.
"Al şunu, beni vuracaksın."
Yüzümde ki sorgular ifadeyi görünce anında kavradığı elime tabancayı bıraktı. Düşüncesinde kararlıydı.
"Patron ikna olmaz, yoksa benim sana ateş etmem gerekiyor. Sen beni vur, böylece tartışırken yaralandım diyebilirim."
Belki de en uzun cümlesi bu olmuştu. Neden bana iyi davranıyor gibi bir haki vardı? Neden acımadan yapmıyordu bunları bana? Ellerimi tutarak havaya kaldırdığında elimde ki tabancanın ucu omzuna denk gelmişti. Ben kendimi geri çekmeye çalışsam da tüm gücüyle tuttuğundan asla hareket etmiyordum. Başımı iki yana salladığımda onun kararı netti. Başıyla yap, dediğinde elimde ki tabancayı kavradım.
Onun denk getirdiği yerden kaldırdığım tabancayı kolunda bir noktaya ateş ettim. Sıyırmıştı, omzunda ki kadar acımayacak bir yerdeydi. Meraklı gözlerle beni izlerken kolunu tuttu. Geri döndüğümüzde ben tekrar depoya girerken Yakup ve Boran da peşimden gelmişti.
"Beceriksiz," diye bağırdı Yakup.
"Daha bir kıza sahip çıkamıyorsun."
Onlar kapının önüne çıktığında başımı arkada ki duvara yasladım. Haftalar geçiyor derken neredeyse üç ay oluyordu. Her gün daha derinden özlüyordum, daha da ihtiyacım olduğunu hissediyordum. Gece olduğu için herkes uyurken etrafa boş boş bakmaya devam ettim. Boran içeriye girdiğinde etrafa bakındı. Herkes uyumuştu, benim uyanık olduğumu fark edince yanıma geldi. Elinde ki ekmeği ve suyu uzattı.
"Sizin hiçbir şeyinizi istemiyorum."
Israr etmeden elindekileri masanın üzerine bıraktı. Kolunu sarmıştı. Başımı yasladığım yerden Selim'i düşünmeye devam ettim. Masanın başıma oturmuş, beni izleyen Boran'a aldırmadan hayal etmeye devam ettim.
◇
4 gün sonra.
Dört gündür depoda kapalı bir halde bekliyorduk. Boralar Timi şimdiye kadar gelmediğimi görünce harekete geçmiş olmalılardı. Günlerdir çantamdan zorla alarak içtiğim su dışında hiçbir şey yememiştim. Boran yanıma geldiğinde çantamı bana uzattı.
"Madem kendi eşyalarını istiyorsun al, bir şeyler yemelisin."
Çantamı elinden kurtarıp içinde bulduğum kurabiyeden birkaç tanesini yedim. İşim bitince çantamı alıp tekrar masanın üzerine bıraktı. Kapı açıldığında nefes nefese kalmış adama baktım.
"Patron seni istiyor," dedi gözleri beni bulurken. Adam yine koşa koşa yanımızdan ayrıldığında Boran yanıma gelip yine koluma girdi. Kaldığımız yerden daha büyük bir depoya girdiğimizde odalardan birine girdik. Masalar ve sandalyelerden oluşan bir odaydı.
"Geldi bizim ajan," dedi keyifle sırıtırken. Onu bu kadar kolay kandırmış olmamı hazmedememiş gibiydi. Küçümseyen gözlerle Boran'a baktı.
"Bir de iyi diye gönderdiler seni, şuncacık kıza vurulmuşsun lan!"
Yakup sinirini kontrol etmeye çalışıp boynuna masaj yaptı. Eline aldığı değneği gördüğümde aklıma yine o gün gelmişti. Keyifli sırıtırken bilgisayardan açtığı görüntü karşımızda ki beyaz perde de belirdi.
"Geçen sefer bizim kara oğlan'ı alamamıştık. Ama bak artık ne oldu?"
Selim'in fotoğrafının üzerinde kırmızı renkte kocaman bir çarpı işareti çıkmıştı. Sinirden kocaman açılan gözlerimi yüzüne çevirdim. Yapmaya çalıştığı şey buydu, beni kızdırıp kullanmayı düşünüyordu. "Hatta bak sırada kim var?"
Kaya'nın fotoğrafı çıktığında ekrana iğrenir gibi baktı. Bir şeyler mırıldandı. Elena kendi oğlunu mu öldürmek istiyordu? Korktuğum şey Selim'i bile kaybetmişken sıranın Kaya'ya gelmiş olmasıydı. "Uzak dur onlardan!" diye bağırmamı umursamadı. Masanın etrafından dolanıp yanıma geldi. Gözleri ışıldarken yüzümü inceledi.
"Yazık olacak bu güzelliğe."
"Ne yapacaksınız, " dedi Boran anında. Varlığını hatırlatırmışçasına ilk defa konuşmuştu. Yakup onu duymazlıktan gelirken çekmeceden çıkardığı kelepçeleri Boran'a uzattı.
Alt katta ki depoya kelepçele. Sende nereden geldiysen oraya defol git artık. Bana vurulacak adam değil vuracak adam lazım. Boran başını sallayıp onayladığında odadan çıkmıştık. Dar ve dik olan merdivenlerden indiğimizde oldukça soğuk bir depoya gelmiştik. İki tarafta duran direklerin arasına bileklerimi kelepçelerken kendimi kurtarmaya çalışsam da nafileydi.
"Bu Boran'ı son görüşündü," dedi yukarıya çıkmadan önce.
Artık yalnız kalmıştım. Yakup'un benden kurtulmak istemesi, Selim, Kaya, Elena hepsini düşünmekten artık başım ağrımıştı. Asıl zorluklar bugünden sonra başlayacaktı.
◇
Ahşap masanın etrafına dizilmiş olan Boralar timi merakla komutanlarını dinliyordu. Selim'in şehit oluşundan sonra time yeni birisi katılmamıştı. Herkes kendi halinde günlerini geçirmeye çalışırken aniden gelen bildirim ile hepsi bu masada buluşmuştu.
"Lafı fazla uzatmayacağım arkadaşlar," diyerek anlatmaya başladı Tuğrul albay.
"Yiğit ve Serhat'ın şehit olduğu saldırıyı düzenleyen kişi Tamardı. Tamar özenle aradığımız bir isim, sizler de biliyorsunuz. Ve şimdi," dedi elinde ki dosyalara bakarken. Masada oturan Boralar timinin kaşları çatılmıştı.
"Elimizde iki bilgi var. Bu bilgilerin ikisi de sırada ki operasyonun gidişatını belirleyecek."
Arka tarafında ki ekrana yansıyan resme baktı. Kahverengi saçları, iri gözleri ile orta yaşlarda bir kadındı.
"Bu Elena, Tamar'ın sağ kolu diyebiliriz. Saldırıların görünmeyen tarafında o var. Ancak sizlerin bilmesi gereken bir detay daha var."
Ekrana yansıyan videoyu pür dikkat izlemeye başlamışlardı. Elena olduğu belli olan kişi kucağında ki battaniyeyi bir çöp kovasının yanına bırakıp koşarak uzaklaşmıştı. Birkaç dakika sonra ekrana giren adama baktı Kaya. Asla unutmayacağı o yüzün sahibi yerde ki battaniyeyi alıp kaçarak uzaklaşmıştı. Albayın bakışları ile göz göze geldiğinde başında keskin bir ağrı hissetti.
"Elena," dedi Tuğrul albay. Herkesin nefesi tutulmuştu.
"Kaya'nın annesi."
Herkesin bakışları Kaya'ya çevirirken Kaya tepki veremiyordu. Nefes alamadığını hissettiğinde ayağa kalktı. Komutanıyla göz göze geldiğinde tekrar yerine oturdu. Kalbi acımıştı. Midesi bulanıyordu. Annesi onu doğar doğmaz terk etmiş olsa bile böyle birinin annesi olacağını beklememişti.
"O kadın benim annem olamaz komutanım," dedi güçlükle.
Ellerine tiksinircesine baktı. Gözünden akan bir damla yaş yanağına süzüldü.
"Benim abim, arkadaşlarım şehit oldu komutanım. Bu ellerle mezara verdim ben onları. Siz diyorsunuz ki o kadının, onların katillerinin kanı var sende."
Akın'ın elini omzunda hissettiğinde yine utandığını hissetti Kaya. Sadece bir annesi olsun istemişti, terörist olamazdı.
"Yok, sende onun kanı yok," dedi Tuğrul albay.
"Sen şerefli bir türk askerisin. Kendini onunla bir tutma."
Albay diğer konuya geçmek ister gibi önündeki dosyaları herkese birer birer uzattı. Tim şaşkınlıktan konuşamıyordu, Kaya sürekli derin nefesler alırken onu izliyorlardı. Açın, emrini aldıklarında önlerinde ki dosyayı açtılar. Hepsinin yüzünde ki şaşkınlık daha da büyümüştü. Dosyanın içerisinde Ulaş Selim'in resmi ve birkaç evrak çıktığında belgeleri incelediler.
Yüzbaşı Ulaş Selim Karacalı'nın bu operasyon için görevlendirilmesi uygun görülmüştür.
Ercüment alayla gülümsedi. Karşısında ki Burak'a baktı.
"Komutanım, her şey,"
"Operasyon içindi."
Ercüment'in yarıda kalan cümlesini albay tamamlamıştı. Bu demek oluyordu ki Selim ölmemişti. Yaşıyordu. İçlerinde bir sevinç dalgası oluşurken Kaya'nın haline derin bir üzüntü duyuyorlardı.
"Yüzbaşı Karacalı, Emredersiniz komutanım."
Oldukça yakından gelen sese hepsi aynı anda başını kaldırıp baktığında uğradıkları şaşkınlığa bir yenisi daha eklenmişti. Herkes şaşkınlıkla birbirine bakıp öğrendiği bilgilerin gerçekliğini sorguluyordu.
"Ben böyle işin,"
Ercüment'in küfre giden cümlesini komutanın bakışı kesmişti. Albay yanlarından ayrıldığında artık baş başa kalmışlardı. Selim uzun zaman sonra üniformasını giymenin sevincini yaşarken arkadaşlarına tek tek bir bakış attı.
"Hortladı komutanım," dedi Mert üzerinde ki şaşkınlıkla.
Selim masanın başına geçtiğinde etrafında ki hiçbir şeyi duymuyordu.
"Artık öğrendiniz. Buradayım, kaldığımız yerden devam."
Burak yerinden kalkıp sarıldığında herkes şaşkınlığını yavaş yavaş üzerinden atıp sarılmak için sıraya geçiyordu. Yavuz son olarak sarılıp geriye çekildiğinde Selim boğazını temizleyerek konuşmaya başladı.
"Boralar, gidiyoruz. Efsun Tamar'ın elinde, onu kurtarmamız lazım."
Efsun'un kaçırıldığı bilgisi o gün ellerine gelse de kimin kaçırdığına dair bir bilgi bulamamışlardı. Tuğrul albaya tekrar veri geldiğinde herkes ayağa dikilmişti.
"Biraz ağır olman gerekecek Karacalı. Bu operasyonda sen yoksun."
Selim duyduğu cümlenin şaşkınlığıyla bir şey söyleyecek gibi olsa da komutanın bakışı ile susmuştu. Evraklar da ismi yazarken nasıl olurdu da bu görevde yer alamazdı?
"Eğer ben kafamın dikine giderim diyorsan sen bilirsin yüzbaşım. Askerliğin düşer."
Albay gittiğinde herkes öylece kalakalmıştı. Bundan sonrası sisli bir yol gibiydi, ne olacağı belli değildi. Ortada bir operasyon vardı ancak Selim yoktu. Ortada bir anne vardı ama çocuk yoktu.
◇
Buraya kadar gelenler Boralar Timine hoş gelmiş der miyiz?
Bölüm nasıldı, yorumlarınız neler? (Bu kısmı belirtirseniz çok sevinirim*)
|
0% |