Yeni Üyelik
45.
Bölüm

29.BÖLÜM

@livasayina

Hepinize yine yeniden merhaba.

 

Bir önceki bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz? Birkaç cümle ile olaylar hakkında ki düşüncelerinizi yazarsanız çok memnun olurum.

 

Keyifli okumalar.🤍🎀

 

                                  ◇

 

Denizde ki dalgalar gibidir insanoğlu. Bazen dingin bazen oldukça hoyrat. Hayatın ne getireceğini hiçbir zaman bilemezdik. Karşısında oradan oraya savrulur dururduk. Bazen oturup hıçkıra hıçkıra ağlamak isterken gözümüzden tek damla yaş düşmezdi mesela. Bazen de hiçbir sebep yokken dünya da ki en mutlu insan gibi hissederdik. Peki bunlardan hangisi gerçek bizdik?

 

Kim nasıl hissediyordu bilmiyordum ama ben çok farklı hissediyordum. Bir şeye gülüyorsam içimde ağlama hissi beliriyordu mesela. Kendi başıma kaldığım zamanlarda ağlamak için uğraşsam da gözümden tek damla yaş düşmüyordu ki bu beni daha da yoruyordu. Son günlerde yaşadığım iğrenç olaylar kendi içime kapanmama sebep olmuştu.

 

Cafer'in yalanına kimse inanmasa da bana bir kez iftira atılmıştı artık. Selim'in dediğine göre dışardayken küçük bir oyun oynayacaktık. Bu oyunda herkes benim hain olduğuma inanacaktı.

 

"Kızım."

 

Kulaklarıma dolan yumuşacık ses tonu Tuğrul amca'ya aitti. Olayları konuşmak için sabah erkenden odasına çağırmıştı. Parmağımda ki yüzüğe bakarken derin bir nefes aldım. Masanın diğer ucunda hiç konuşmadan oturan Selim'e göz ucuyla bakarak dikkatimi tamamen Tuğrul amca'ya verdim.

 

"Siz," dedim sonunda sessizliğimi bozarak. "Neden bu olanların yalan olduğuna inandınız? Çok kısa bir sürede hemde."

 

Postalların çıkardığı ses haricinde ortam sessizdi. Burak ve Ercüment de bizimle beraberken üst olarak sadece albay vardı.

 

"Çocuklar operasyonu bitirip sizin yanınıza gelmek için yola çıktığında bir ihbar aldık."

 

Ellerini arkada birleştirip odanın içinde yürümeye devam eden Tuğrul amca'ya baktım. "Cafer'in gerçek adını ve sana oynadığı oyunu anlattı. Bu ihbarın doğruluğunu araştırmak için çok kısa bir zamanımız vardı. Ancak şuna emin olabilirsin ki hepimizin sana güveni tamdı. Deliller de bunu söyledi zaten."

 

İçim yine de rahatlamıyordu. Selim'in kızgın hali, timdekilerin birbirlerine bakışları hala aklımdaydı. İki gün öncesinde telefonuma gelen mesaj aklıma geldiğinde tüm vücudum gerildi. Cafer'in çocuklardan birine işkence ettiği bir videoydu. Olanları öğrenmişti. Adamları sürekli peşimde olduğu için dışardayken kimseye bir şey anlatamıyordum. Bu görev her neyse başrolü bendim. Anlaşılan dediklerini yapıp yanına gitmem ve planını öğrenmem gerekiyordu.

 

"Ben," dedim. Yutkunmaya çalışsam da nafileydi. İçimde ki gerginlik hiçbir şey yapmama izin vermiyordu. "İstifa ediyorum."

 

"Ne?"

 

İlk tepki Selimden gelmişti. Burak ve Ercüment şaşkınlıkla birbirine bakarken Tuğrul amca çok şaşırmamış gibiydi. Bu sırada görevime devam edemezdim. Yıllar önce işime başlamadan ettiğim yemin insanlara hizmet etmek içindi. Ben ise bu aralar sadece insanlara zarar veriyordum. En azından kafamı boşaltana kadar bunu yapmam gerekiyordu.

 

"Sebebini açıklamak ister misin?"

 

Bakışlarımı inatla Selim'in olduğu taraftan kaçırıp duvarda bir noktaya odakladım. "Şu an için en doğru olanı olduğunu düşünüyorum."

 

Fizyoterapist Efsun Aktay...

 

Yaklaşık beş, on dakika daha konuştuk. İstifa dilekçemi yazılı olarak vermeyi de aklımın bir köşesine not ettikten sonra odadan çıktım. Diğerlerinin gelmesini beklemeden hava almak için bahçeye çıktığımda etrafta tanıdık kimse olmadığı için sevindim.

 

"Efsun," dedi Selim kavradığı kolumu kendine çekerken. Gözlerinde ki ifadeyi anlamak zordu. "Bu, ne demekti?"

 

Benim sevdiğim adam canını vatanına adamış birisiydi. Kardeşlerini bu yolda şehit vermiş, yıllar önce asker olamazsam düşüncesi yüzünden günlerce gözyaşı dökmüş bir adamdı. Teröristlerle iletişim halinde olan birisi ile sözlü olmak yakışmazdı. Evet, masumdum ama iki tarafa yetişmeyi de beceremiyordum. Bu olaylar bitene kadar sevdiğim herkesi kendimden uzak tutmam gerekiyordu.

 

"İstifa ediyorum, demekti."

 

Gözlerini birkaç saniyeliğine kapatıp derin bir nefes aldı. Kolumda ki eli biraz daha sıkılaşırken bunun farkında değildi. "Her şeyi konuştuk," dedi sesi az öncekine göre daha sakin çıkarken. "Sen, masumsun. Cafer'in de içeriden haberi olmayacak. Dışarda her şey kontrol altında. Nereden çıktı bu istifa?"

 

Cafer'in karşısına sadece Efsun olarak çıkmak istiyordum. Fizyoterapist olarak ya da Yüzbaşı Karacalı'nın sözlüsü olarak değil. Bu sıfatları en güzel şekilde taşımak istiyordum. O çocukların iyi olduğuna emin olduktan sonra kaldığım yerden devam edecektim ama önceliğim onlardı. Daha anne karnındayken ölen bebekler, işkencelerden dolayı adını bile unutmuş kadınlar vardı o pisliğin elinde...

 

Cevap vermek için dudaklarımı araladığımda bakışları dudaklarıma kaydı. Sinirli olduğunu belli etmek ister gibi sertçe yutkundu. "Füsun," dedi sakinleşmemi ister gibi. "Eğer o ihbar gelmeseydi de ben senin masum olduğuna inanırdım. O pisliğin adamları hala orada olduğu için yaptığımız bir oyundu o sadece. Bak, her şey düzelecek ama istifa falan etmiyorsun." Söyledikleri doğruydu ama benim yaptıklarım? Kafam o kadar karışmıştı ki şu an yaptığım şeyin doğru olup olmadığını bile düşünemiyordum.

 

"Biz acele mi ettik biraz?"

 

Parmağımda ki yüzüğü diğer bir parmağımla düzelttiğimde dudaklarında alaylı bir gülümseme belirdi. "Yok, sen gerçekten şaka yapıyorsun." Yaptıklarım o kadar saçma gelmiş olacaktı ki şaka yaptığımı düşünüyordu. Bakışları sorgular gibi yüzümü inceledi.

 

"Önce istifa, şimdi yüzük atma? Sen benden mi uzaklaşmak istiyorsun?"

 

Yüzük atma...

 

Parmağımda ki yüzük birkaç gündür benimleydi. Varlığını hatırlayıp gülümseyerek ona bakacak zamanım bile olmamıştı. Zihnimi yoran düşünceler, çevremde ki insanların bakışları beynimi o kadar bulandırmıştı ki farkında olmadan Selimden uzaklaşmıştım.

 

"Senden uzaklaşmak," diye tekrarladığımda kaşları çatıldı. Tek adımıyla aramıda ki mesafeyi tamamen kapattı. Bir kolu belimi sımsıkı kavrarken beni kendine çekti.

 

"Ben seni severken acele etmedim,"

 

Hem konuşuyor hem de saçlarımla oynuyordu.

 

"Sevdamdan da söylediklerimden de eminim ben Efsun. Sende öylesin."

 

Sanki unuttuğum bir şeyi yeniden hatırlatıyormuş gibi konuşuyordu. Baş parmağı yüzüme düşen bir tutam saçı geriye ittiğinde bakışları gözlerime sabitlenmişti.

 

"Sen beni iyileştiren o fizyoterapistsin. Bir şerefsiz yüzünden işinden olmana izin vermeyeceğim."

 

Belimde ki elini çektiğinde bir anlığına ayakta durmakta zorlanır gibi oldum. Sahi, varlığına bu kadar alışmışken yokluğunu düşünmek saçmalık değil miydi? Odasına doğru giderken peşinden gittim. Zaten bunu beklermiş gibi tepki vermedi. Çok geçmeden odasına geldiğimizde kendini yatağa bıraktı.

 

"Sen, benim konuşmadıklarımı nasıl duyuyorsun?"

 

Beklemediği bir soruymuş gibi kaşlarını havaya kaldırdı. İçinde kaybolduğum bu ortamda tek tanıdığım oydu. En başından beri olduğu gibi sadece o vardı... Ben de yanına uzanıp tavana baktım. Gözlerine bakarsam daha çok şeyi anlayacağından korkuyordum.

 

"Çünkü aşığım," dedi düşünmeden.

 

Başımı yavaşça yana çevirip yüzüne baktım. Görüş alanıma giren çenesi tüm hatlarıyla zihnime çok önceden kazınmıştı.

 

"Ve Füsun'umu tanıyorum."

 

Bunu söylerken siyah gözleri gözlerimle buluştu. Bu kez bakışlarımı çekme ihtiyacı hissetmeden özlediğim gözlerine baktım. Günlerdir köşe kapmaca oynamıştım sanki. Ancak nafileydi. Dediği gibi beni gerçekten iyi tanıyordu. Yanağıma bir damla yaş düştüğünü hissettiğimde kolunu uzatıp beni kendine çekti. Başımı omzuna koyup kucağına sokuldum. Küçük bir çocuk gibi hissetmiştim.

 

"Ben, beceremedim hiçbir şeyi değil mi?"

 

Dudaklarını belli belirsiz saçlarıma bastırdı. Gözyaşlarım üniformasına düşerken yavaşça ıslanan yere dokundum.

 

"Aksine, çok şey başardın güzelim. Sadece kafan karıştı, o pisliğin oyunlarını düşünmek zorunda kaldın. Tek başına karşısına çıkıp masumları kurtarmak istedin. Yapardın da ama arkanda koca Türk Silahlı Kuvvetleri var."

 

İnsanın anlaşıldığını hissetmesi güzel bir duyguydu. Küçükken abimle yaşadığım bu anları şimdi sevdiğim adamla beraber yaşamak hoşuma gitmişti. Abim de saçımı okşayıp her şeyin geçeceğini söylemişti. Her şey geçip gitmişti gerçekten de abim yıllar sonra gelip yeniden bana sarılmıştı. Şimdi de Selim'e inanmak istedim.

 

"Seni seviyorum."

 

Söyleyecek bir şeyler arasam da bu iki kelime hepsini özetlemişti. Uzun uzun konuşacak cümleler aklıma gelmiyordu. Selim beni sustuklarımdan anlardı. İkimiz de ne kadar süre geçtiğini bilmeden öylece kaldık. Sanki yaşadığım bütün duyguların patlaması şu an olmuş gibiydi.

 

"Yüzük sende kalıyor o zaman," dedi sinsi bir ifadeyle. Elimi onun da göreceği şekilde kaldırıp yüzüğüme baktım. Gayet büyük sayılabilecek taşı tüm ihtişamıyla parlıyordu.

 

"Evlilik teklifini de aradan çıkarttık işte," dedim onunkine benzer bir ifadeyle. Bütün askerlerin tebrik etmesini beklerken kendimi kapıda bayramlaşan yaşlı teyzeler gibi hissetmiştim.

 

"Senin suçun," dediğinde başımı olabildiğince kaldırıp yüzüne baktım.

 

"Tam olarak böyle bakıyorsun. Sonrasında ben bakıyorum, elde avuçta ne varsa uçmuş gitmiş..."

 

Sözleri gülümsetirken yanağımı öptü. Başımı tekrar omzuna koyup eski konumuma döndüm.

 

"Şu işler bitsin ailelerimize de söyleriz. Her şey olabildiğince kısa sürede olsun bitsin."

 

"O işler öyle olmuyor maalesef," dedim keyfim yavaş yavaş yerine gelirken.

 

"İstemesi var, kına, düğün... Hepsinde aradan zaman geçmesi lazım. Hem annem yıllardır çeyiz yapıyor bana onlar var."

 

Güldüğünü duyduğumda bende güldüm. Karnında ki elimin üzerine elini koydu.

 

"Ablam çeyiz diye diye tüm evi doldurmuştu. Müjgan teyze de öyle yapmamıştır umarım."

 

Alt tarafı örgü işleri vardı annemin çeyizinde. Bir de her indirimde lazım olur diyerek aldığı mutfak eşyaları... Abimi öldü sandığımız zamanlarda bütün ilgisini Alp'in ve benim çeyizime vermişti.

 

"O konuda yorum yapamayacağım. Hem hoşuna gitmemiş gibi?"

 

Rahat bir ifade takındığını belirtircesine mırıldandı.

 

"İşleri ne, taşısınlar."

 

Timden bahsettiğini anlayınca benim yüzümde de minik bir gülümseme oluştu. Bugünleri atlatıp bir an önce o günlere gelmek şu an için en büyük dileğim olabilirdi. Telefonuma bildirim geldiğinde Selim'e göstermeden bakmaya çalıştım. Bilinmeyen numaradan gelen mesajı görünce günlerdir benimle olan o dönük ifade yeniden yerini aldı.

 

Bu akşam konum atacağım yere geleceksin.

 

"Gideceksin," diyen Selim'i duyduğumda dirseğimden destek alıp doğruldum. Mesajı görmüştü, gerçi görmemesini beklemek saçmalık olurdu.

 

"Ama biz de geleceğiz."

 

Cafer bunu öğrendiği an kendimizi yeniden bir çatışmanın içerisinde bulurduk. Aklımdan geçenleri okurmuşçasına yüzüme baktı. Kaşları çatılmıştı. "Bunu senden başka kimse bilmeyecek, kendi yöntemlerimizle geleceğiz." Boralar timi artık tamamen arkamdaydı. Masum olduğumu da bildikleri için kendimi daha da güvende hissediyordum. Bunun verdiği rahatlamayla kendimi yeniden Selim'in kollarına bıraktım.

 

Dudaklarını saçlarımda hissettiğimde hızlı hızlı çalınmaya başlayan kapıyla irkildim. Alacaklı gibi çalmak, bu olsa gerekti. Söylene söylene ayağa kalktığında konuşmadan onu izledim. Kapıyı açtığında Mert şaşkın gözlerle önce komutanına sonra bana baktı.

 

"Komutanım, ben şey," derken neden geldiğini unutmuş gibi etrafına bakındı. Elinde ki zarfa baktığında gözleri parlayadı. "Tabii ya davetiye," derken elinde ki davetiyeyi Selim'e uzattı. Oturduğum yerden kalkıp yanlarına gittiğimde zarfı elime alıp davetiyeye baktım. Pasta, davetiye, gelinlik derken bütün seçimler tamamlanmıştı. Nikahları daha önceden kıyılacaktı ancak araya giren aksilikler nedeniyle her şey ertelenmek zorunda kalmıştı.

 

"İki hafta sonra değil mi işte oğlum düğün?"

 

Herkesin bizden önce evlilik girişiminde bulunması hala hoşuna gitmiyordu.. "Bir hafta erkene çektik komutanım, şu bu derken iyice erteledik zaten." Selim masasına doğru yürürken duyduklarıyla anında geri döndü. Bizim evlilik işi de bir an önce olsun bitsin istiyordu, ancak bizimki ertelenip dururken herkesin bu planı öne çekmesi hoşuna gitmiyordu.

 

Mert biraz daha yüzümüze bakıp gülümsedikten sonra yanımızdan ayrıldı. Ben elimde davetiye ile kapıda kalırken Selim'in huysuz bir çocuk gibi masasına oturmasını izledim. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırıp yanına yürüdüm. Üzerinde üniforması varken daha ciddi duruyordu. Kaşlarının arasında ki yara izi biraz daha belli oluyordu. Boynunda zinciri görünen künyesi gözüme çarptığında künyeyi incelemek için üniformasının üzerine çıkardım. Konuşmadan öylece duruyordu.

 

Ulaş Selim Karacalı

 

Her bir hareketine, özelliğine aşık olduğum adamın ta kendisiydi...

 

"Şu üç kelime bambaşka şeyler anlatıyor," dediğimde dikkatini çekmiş gibi yerde ki bakışlarını gözlerime çevirdi. Masaya oturup künyeyi incelemeye devam ettim.

 

"Ulaş, herkesin tanıdığı o kişi. Ciddi, soğukkanlı, herkesten gizlemeye çalışsa da bir o kadar da duygusal, merhametli birisi. Karacalı; yüzbaşı, komutan. Askerlerine otoriter bir komutan ama arkalarında dağ gibi duran bir abi aynı zamanda."

 

Şaşırmış gibi dudaklarını büzdü. Biraz daha geri yaslanıp yüzüme bakmaya devam etti. "Beni senden dinlemek ne güzelmiş öyle," derken ses tonu mayışmış gibiydi. Böyle anlarda gözleri karanın en çekici tonuna bürünüyordu sanki. Parmaklarım hala künyenin üzerinde gezinirken öylece beni izlemeye devam etti.

 

"Selim," dediğimde yüzünde bu kez merak ifadesi belirdi. İlk günden beri bende olan anlamını merak ediyordu. Selim, Füsun. Biz bunlardık, Efsun ve Ulaş diğer insanların tanıdığı kişilerken Selim ve Füsun birbirimize özeldi. "Nereden düştüm buraya, diye hayatı sorgulayıp ruh gibi gezdiğim o günlerde sarmaladı beni. İçimden geçenleri anlarmış gibi inatla "önceden tanıyor muyum," diye sormaya devam etti."

 

Gözlerim dolmuştu. İlk kez bu denli içimden geçenleri söylüyordum. "Önce abim yok, dedim sana. Söz veriyorum abini bu çerçeveye getireceğim, dedin yanıma getirdin sayılır. Seni seviyorum, dedim ben sana aşığım, dedin. Öldün sandım," bu noktada hafif bir hıçkırık dudaklarımın arasından firar etti. Bir eli bacağımı okşarken bir yandan da merakla anlattıklarımı dinliyordu. "İlaçlar içtim, Bade'nin psikolog arkadaşıyla görüştüm birkaç kez ama sen o zaman da geldin. Senin evinde uyuyakaldığım da üzerimi birinin örttüğünü hissettim, gözlerimi aralayınca seni gördüm ama hemen kayboldun. Deli derler, dedim kimseye anlatamadım ama ne bileyim işte sen öldü bilinirken bile onca çatışmanın, işin gücün arasında gelip benim üzerimi örttün..."

 

Cümlelerim birbirine giriyordu, çok konuşuyordum ama boş olduklarını da düşünmüyordum. Bunca zaman içimde tuttuğum şeylerin dışa vurumu olmuştu biraz da. Konuşmamı ister gibi bakıyordu gözlerime, konuştukça rahatladığımın o da farkındaydı.

 

"Bir insanın ailesi tek bir adam olabiliyormuş, bunu bana sen öğrettin,"dediğimde yavaşça ayağa kalktım. Dizinin üzerine oturup başımı omzuna koydum. "Yüzbaşı Karacalı," derken sesim düşündüğümden daha ciddi çıkmıştı. "Babam tuz kadar, diye bir hikaye anlatırdı ne onun kadar ne de çok seviyorum seni." Başımı kaldırmaya çalışarak gözlerine bakmaya çalıştım. Başını eğerek o da bana yardımcı oldu. "Bütün sınırları aşacak, engelleri yıkacak kadar aşığım sana..." Bu noktadan sonra konuşacak bir şeyim yoktu. Göz yaşlarım usulca üzerini ıslatırken yerinden hiç kıpırdamadı. Başımı göğsüne biraz daha bastırıp saçlarımı öptü. Bir eliyle belimi desteklerken boşta kalan eliyle yüzümü avucunun arasına aldı.

 

Gece gökte yıldızlarda dinleyin dertlerimi,

 

Şaşkınlıkla ıslak kirpiklerimi kırpıştırdım. Şu an ki pozisyonumuz öylesine rahat ve huzurluydu ki üstüne bir de kulaklarıma dolan kadife sesi bütün endişemi, korkumu yatıştırmıştı.

 

Yarde iman kalmadı oy nayino,

Bilmeyi hallerimi nayinoma kurbanisi oy..

 

Yüzümde ki eli biraz daha sıkı bir şekilde yanağımı kavradı. Parmakları yavaş yavaş ilerleyip çenemi bulduğunda gözlerine bakmamı ister gibi çenemi yukarı kaldırdı. Başını biraz geriye çekip yüzünü tamamen görüş alanıma soktuğunda odaklanmış bir biçimde gözlerine baktım.

 

Çatma kaşlarını da al vereyim bu canı..

 

Şarkı bizim için burada bitmişti ama garip bir şekilde hala arka fonda çalıyor gibiydi devamı. Masanın üzerinde ki cüzdanı alıp açtı. Bir yanda rozeti varken diğer yanda gördüğüm şey bir kez daha şaşırmama sebep oldu. Daha önce de resimlerimi alıp taşıdığını biliyordum ama cüzdanına koyduğunu görmemiştim. Cebinde taşırdı diye hatırlıyordum. Yüzünde ki ifade son derece ciddiyken önce cüzdana ardından bana baktı.

 

"Şu ikili için kurşun atar, kurşun yerim. İkisi de vatan demek, yaşamak demek. En ufak bir zarar gelse taş üstünde taş bırakmam. Vatanıma göz diken olursa o komutan olurum. Sevdiğime göz diken, gözünden tek damla yaş düşüren olursa komutan kimliğini bir köşeye bırakır Ulaş Selim Karacalı, olurum."

 

Annenin karnından da mı asker olacağım diye çıktın be oğlum, diyen Mehmet amcanın sesi doldu kulaklarıma. Vatanına aşık olan bir adam sevdiği kadına nasıl aşık olmazdı ki?

 

"Çekilecek çile değil şu dünya, o yeşiller olmasa.

Çekilecek adam değilim, şurada ki o Füsun güzeli olmasa," derken kalbini kastetmişti. Yanağıma süzülen yaşları tek tek sildi. Gülümsemeye çalıştım.

 

"Edebiyat da yaparım diyorsun? Yok mu başka şiirin falan?"

 

"Şair ne bilecek bende ki seni?"

 

Kolumu omzuna atıp ensesinde ki saçları okşadım. Yüzü yüzüme biraz daha yaklaşırken bakışları dudağıma kaydı. Aniden kendini geriye çekip başını geri çevirdi. Hapşırmıştı.

 

Kendimi tutamayıp gülmeye başladığımda kaşlarını çatıp yüzüme bakıyordu. Testten geçmişti.

 

"Efsun," dedi uyarır gibi.

 

"Bakmasana öyle. Selimle değil de Nazım Hikmetle konuşuyormuş gibi hissettim kendimi bir an. O ne öyle edebi edebi cevap vermeler? Ufak bir test yapayım dedim hala normal misin yoksa gizli bir şaire mi dönüştün diye?"

 

Az önce ki gibi arkasını dönüp küçük bir bebeğin hapşırması gibi küçük küçük hapşırdı.

 

"Heyecanlanınca hapşı-"

 

Cümlemi yarıda bölen şey dudakları olmuştu. Az önce ki hapşırıklar tam da bu an için olmalıydı. Dudakları dudaklarımın üzerine kapandığında gözlerimi kapattım. Birkaç saniye sonrasında dudağımın yanına küçük bir öpücük daha bırakarak başını geri çekti. Az önce sürekli konuşan ben bu kez ağzımı açmamıştım.

 

"Ben sana şiir yazsam dudaklarına ayrı, gözlerine ayrı yazardım be Füsun. Bende ki sen hiçte öyle üç beş satıra sığdırılabilecek bir şey değil."

 

Bu adama gün geçtikçe bir haller oluyordu. Benim yanımda açıldıkça açılan, bazen saçma ama komik bile konuşan adam bir askerlerinin yanında hep aynıydı. Ciddi, disiplinli...

 

Dudaklarım mutlulukla yukarıya kıvrıldı. Bakışları masanın üzerinde ki davetiyeye kaydığında bir şeyler söylendi. Selim yan tarafta çalan telefonu cevaplarken ben olduğum yerde gayet memnundum..

 

Telefonda ki kişiyle selamlaşma faslı bitince sesini benim de duyabileceğim şekilde açıp masanın üzerine bıraktı. Bu sırada belimde ki eli biraz daha sıkılaşırken bedenimi biraz daha kendine çekti.

 

"Abilerin en sevileni," diyen sesi duyduğumda şaşırdım.

 

"Alp'in sesi," dedim en son ne zaman konuştuğumuzu hatırlamaya çalışırken. Ciddi anlamda neredeyse bir haftadır hiç konuşmamıştık. Belki de daha uzun süredir.

 

"Yok abla, abim enseme vurdu. Onun sesiydi o duyduğun."

 

"Ver lan şu telefonu, uyuz," diyen abimi duyduğumda gülümsemem genişledi. Neredeyse her gün telefonda konuşuyorduk. Şimdiki halim gidiyor yerine o küçük kız kardeşi geliyordu sanki.

 

"Ulaş, Efsun da yanında mı?"

 

"Yanımda," dedi benimki.

 

Oldukça yakındayım abicim demek istedim o an. Bir polis bir asker arasında kalınca bazen komik sohbetler olabiliyordu. Abimin bizi bu halde görmediğine dua ettim.

 

"Görüntülü ara o zaman," deyip telefonu kapattı abim.

 

Dualarım hızlı bir şekilde red yemişti sanırım. Selim abimi ararken ben hala olduğum yerde oturmaya devam ediyordum. Umarım abim sen adamın dizinde mı oturuyorsun diyerek mevzuya girmezdi.

 

Çok geçmeden telefon açıldığında ekranda Alp vardı. "Enişteme bak be, internetim gitmesin diye o beni arıyor."

 

Alp yine Ulaş abim, sohbetlerine başladığında abim ensesine bir tokat daha attı. Yavaş ama uyarıcı vuruşlardan nasibini alan Alp sessizce telefonu abime verdi.

 

"Size bir şey göstermek istiyorum, daha doğrusu Pelin göstermek istedi."

 

Pelin ile uzun uzun konuşma fırsatımız çok olmamıştı ama sık sık arayıp sohbet ederdi. Kesinlikle bir yengeden daha çok abla gibiydi. Abim bir odaya girdiğinde arka kamerayı açtı.

 

"Hı," diye bir mırıltı kaçtı dudaklarımdan. "Doğdu mu?"

 

Pembe örtülere sarılmış açmaya çalıştığı gözlerle etrafı inceleyen dünyalar güzeli bir bebekti bu.

 

"Gece sancıları başladı Pelin'in sabah erken de doğum oldu."

 

Nazlı Aktay.

 

Ailemizin en küçük üyesi, benimse Oğuzdan sonra ikinci yeğenim olmuştu. Yaklaşık bir, bir buçuk ay önce de Selim'in yeğeni Asena dünyaya gelmişti. Bebekler konusunda git gide deneyim kazanıyorduk.

 

"Allah analı babalı büyütsün."

 

Selim'in sözlerine katıldığımı belirtircesine başımı salladım. Pelin uyuduğu için onunla konuşmasam da birkaç dakika boyunca küçücük ekrandan yeğenimi sevdim.

 

Abim doktorlarla konuşmaya gidip telefonu Oğuz'a verdiğinde yüzümde ki gülümseme çok daha geniş bir hal aldı.

 

"Yaa Alpi, tutsana telefonu," deyip ufak bir kargaşadan sonra telefonu amcasının eline tutuşturdu.

 

"Badi bak, kardeşimi görmeye gelmeden önce hazırlandım. Papyon da taktım, abi oldum."

 

Gülsem de gözlerimin dolduğunu hissettim. Kardeşini görmeye gitmeden önce takım elbise giyip süslenmişti Oğuz. Yaşından büyük davranan, kalbinde herkese, her şeye karşı sevgi taşıyan bir çocuktu.

 

"Papyonu Alpi taktı, yamuk oldu sadece."

 

Bu noktadan sonra kendimi tutamayıp iyice gülmeye başladım. Alp çocukluğundan beri asla kravat ya da papyon takmazdı. Oğuz'a taktığı papyon da hediye paketinin üzerine konan kurdeleler gibi duruyordu.

 

"Hayatımda gördüğüm en yakışıklı abi olmuşsun," dedi Selim.

 

"Ben bu aileden olmadığımı fark ettim. Yaklaşık yarım saattir," diye de belirttim kadraja daha çok gitmeye çalışırken. Telefonu açan herkes benden önce Selim ile konuşuyordu bizim ailede. Gerçi onun ailesi de hep benimle konuşuyordu.

 

"Halaa," diyen Oğuz'a sıkı sıkı sarılmak istedim. Çok özlemiştim. "Dedem ve babaannem baş başa yemek yemeye gittiler biliyor musun," dedi muzip bir tavırla. Birkaç dakika heyecanlı bir şekilde ailede olup bitenleri anlattı.

 

"Okulda legolar ile matematik yapıyoruz biliyor musun Badi? Dün Alpinin kitabına da matematik yaptım ben."

 

"Öyle bir şey olmadı," diye itiraz etti Alp.

 

"Tam olarak öyle oldu ve benim oğlum üniversiteye giden amcasının kitabında ki toplama işlemini çözdü. Üstelik kreşe gidiyor henüz."

 

Benden önce Selim'in gülüşünü duyduğumda bende gülmeye başladım. Abim oğlunun saçlarına öpücük bırakırken Alp hızlı bir şekilde ekranı kendine çevirdi.

 

"Ulaş abi yani abla denklemi ben kurdum zaten sadece toplama işlemi yapılması gerekiyordu Oğuz da cevabı söyleyince abarttı bizimkiler işte."

 

Selim yanağında ki gamzeyi en net belli edecek şekilde gülerken Alp hala bozulan karizmasını düzeltme çabasındaydı. Sonunda pes edip telefonu yeniden Oğuz'a verdi. Birkaç dakika daha konuşup telefonu kapatacağım sırada "hala," deyişiyle durdum. "Nazlı da mı sana hala diyecek? Dese bile sen en çok benim halamsın değil mi?" Az önce ki gülüşlerin yerini duygusal bir ifade almıştı. Oğuz'un doğduğundan haberin yoktu. Nazlı'nın doğum sürecini başından beri biliyordum ve Oğuz da bunun farkındaydı. Bizleri çok seviyordu, geçmişte yaşanmayan günleri doldurmaya çalışıyordu küçücük yaşıyla.

 

"Aramızda kalsın ama en çok senin halanım," dediğimde tombul yanakları neşeyle gülümsedi. Ekrana kocaman bir öpücük bırakıp telefonu kapattı.

 

"Aramızda kalsın ama sen dünya da gördüğüm en güzel halasın."

 

Bunu duymak mutlu etmişti. Elimden geldiğince Oğuz ile vakit geçirmeye çalışıyordum ama geçmişte ki boşlukları doldurmak mümkün değildi. Öncesinde yanında olamasam da sonrasında yanında olduğumu bilmesini istiyordum.

 

"Sende en yakışıklı amcasın. Hem amca, yeğen demişken sende arasana sizinkileri onları da çok özledim."

 

Hiç beklemeden abisini aradı. Yeğenimi ver telefona, diyerek onu da es geçti hatta. Neredeyse her gün aile grubuna atılan resimlere bakarak seviyordu yeğenini. Bir tur da onlarla konuştuktan sonra aklıma başka birisi daha geldi.

 

Serhat'ın oğlu ile sürekli iletişim halindeydik. Özellikle Berker başta olmak üzere herkes ihtiyaçları var mı, iyiler mi diye kontrol etmeyi ihmal etmiyordu. Birkaç gün önce Ceren ablanın gönderdiği videoyu açtım.

 

"Day, Day," demeye başlamıştı Umay. Sonda ki harfi söylemeden gülüp geçiyordu. Yiğit'in resmine bakarken kendi kendine day diyordu. Ceren abla bu anı bizlere de göndermişti. Selim derim bir nefes aldı.

 

"Çocuklar çok masum. Berke, Nazlı, Oğuz, Umay, Asena.. Çevremizde ne kadar da çok bebek var aslında. Hepsi de birbirinden güzel, masum."

 

"Bebeğimizin bu kadar çok abisinin ablasının olması güzel tabii ama kendisi de bir an önce onların arasına katılsa keşke," derken davetiyeyi eline aldı. Memnuniyetsiz bir ifadeyle inceleyip masanın üzerine geri savurdu.

 

"Hiç beklemediğim bir anda evlilik teklifi ettin. Hadi kalk nikah dairesinde randevumuz var, evleniyoruz, dersen de şaşırmam."

 

"Hiç fena fikir değil aslında," dediğinde göz devirdim. Ne bu sabırsızlık be adam?

 

"Efsun Karacalı, olmam için gün sayıyorsun resmen. Ne bu sabırsızlık anlamıyorum ki tamam bende çok istiyorum ama adamlar evleniyor diye döveceksin neredeyse."

 

Başını boynuma saklamak ister gibi omzuma yattı. "En kısa sürede karım ol istiyorum. Yaşanan olumsuzluklar canımı sıkıyor. Abin, baban da sürekli gözlem halindeler. Kimseye hesap vermeden karımla olayım istiyorum. Beni dizlerinde uyutsun, her sabah yanımda uyansın istiyorum."

 

Bundan sonrasında hiç konuşmadı. Küçük bir çocuk gibi olduğu yerde öylece kalırken bende halimden gayet memnundum. Aksiyon dolu bir hayatımız olsa da günün sonunda yine birbirimizde dinleniyorduk. Müptelası olduğum kokusu, ayrı bir tona bürünen gözleri, uyku sersemi gibi çıkan ses tonu... Hepsine ayrı aşıktım. Beni sevme şekline bile ayrıca aşıktım.

 

İçimden her gün yaptığım gibi dua ettim. İyi ki karşıma Selim çıkmıştı, iyi ki onca şeye rağmen pes etmemiş ve şu an burada olmamı sağlamıştı..

 

 

 

Loading...
0%