Yeni Üyelik
47.
Bölüm

31.BÖLÜM

@livasayina

Bölümler su gibi akıp gidiyor, olaylar gelişiyor. Bir yandan hiç bitmesin istiyorken bir yandan da her şeyi yazmak istiyorum. Bu süreçte sizleri tanıdığım ve sizlerle devam ettiğim için çok mutluyum. Bu bir veda konuşması değil yanlış anlaşılmasın, söylemek istedim sadece.

 

Efsun'u yazsam ne olur ki, deyip başladığım bir yoldu bu. İlginiz için çok teşekkür ederim. Yorumlarınızı okumak, bildirimlerinizi görmek beni çok mutlu ediyor.

 

Herhangi bir paylaşım vb. yapacağınız zaman beni de etiketlerseniz ya da bir şekilde görmemi sağlarsanız da çok sevinirim. Bana kalsa daha çok konuşurum ama uzatmadan bölüme geçelim istiyorum, keyifli okumalar..

 

Annem beni yetiştirdi,

Bu ellere yolladı...

 

Yeri döven postal sesleri marşın yanında sönük kalıyordu. Hepsi gür bir sesle marşı söylüyordu Boralar Timinin...

 

Terleyen saçlarını elleriyle hızlıca karıştırıp yoluna devam edenler, hızlı hızlı alıp verdiği nefesi artık kontrol edemeyenler ve en önde ki Yüzbaşı.

 

"Komutanım, Yavuz Çelik adına bir kargo gelmiş."

 

Yavuz ve Berker hızlıca birbirine baktı. Koşu bir anda son bulurken herkes aklına gelen düşünceye gülümsedi. Kargo geldi demek memleketten kutu geldi demekti. Kaya demir parmaklıkların olduğu kısma yönelirken geride kalanlar kutunun yanına ilerledi.

 

Tam da tahmin ettikleri gibi koca bir kutuydu bu. Yanında birkaç tane küçük kutu da bulunuyordu. Burak kutulardan birini eline aldı. "Eylül Akbulut," dedi üzerinde ki yazıyı itinayla okurken. Akın'ın kaşları da aynı anda havalanırken arkadaşının elinde ki kutuyu hızlıca çekip aldı.

 

"Bula bula kardeşimin adının yazdığı kutuyu mu buldun?"

 

Aralarında ki sohbete artık alıştıkları için kimse kafaya takmıyordu. Yavuz kutunun üzerinde ki mektubu okumayı bitirdikten sonra gerekli açıklamayı yaptı. "Bu büyük kutu bizim içinmiş. Küçük kutularda İpek yengegilin ekibin."

 

Ercüment daha fazla dayanamadan Bade'nin isminin yazılı olduğu kutuyu kucağına alıp kapağını açtı. Buram buram kokan baharatlar, kokusu dahi ağız sulandıran yemekler... Herkes hunharca gelen yemekleri yerken Selim de Efsun'un yazdığı kutuyu eline aldı. Beş dakika önce ayrıldığı odaya geri dönmek için bir bahanesi olduğuna seviniyordu. Kaya'ya da başıyla diğerlerine katılmasını işaret ettiğinde revirden içeriye girdi.

 

"Şu an dışarda öyle bir lezzet cümbüşü yaşanıyor ki, senin haklarını da Mert yiyor," dedi belgeleri dolduran Ecem'e.

 

"Ay yine birisi yemek mi göndermiş?"

 

Başını salladığında Ecem çoktan dışarıya çıkmıştı. Kapıyı yavaşça aralayıp başını uzattı. Efsun dikkatini önünde ki evraklara vermiş, onlarla ilgileniyordu. Terlemiş olacak ki bileğinde ki tokayı kullanarak saçlarını bağladı, derin bir nefes aldı.

 

Biraz daha araladığı kapıdan zorlansa da sığmayı başardı. Efsun'un tam arkasına geldiğinde adımları durdu, saçların açıkta bıraktığı boynuna bir öpücük bıraktı. Efsun irkilerek geri çekildiğinde karşısında ki kişiyi görünce derin bir nefes daha aldı.

 

"Selim?"

 

Elinde ki kutuyu masanın üzerine bırakıp kalçasını masaya yasladı Selim. Efsun'un şaşkın bakışları hala geçmiş değildi.

 

"Boş zamanlarımda kurye olarak çalışmaya başladım. Kutu senin adınaymış onu getirdim."

 

Üzerinde isminin yazdığı kutuyu inceledi Efsun, başka bir şey yoktu. Kapağını açtığında içinde büyüklü küçüklü saklama kaplarını görünce gülümsedi. Yavuz'un beklenen kargoyu gelmiş olmalıydı. Küçük bir kavanozda ki reçeli görünce gülümsemesi daha da büyüdü. Vişne reçelini her zaman çok sevmişti.

 

Öleceksin Karacalı. Belki bugün belki yarın ama sende öleceksin.

 

Zihninde beliren seslere kaşını çattı Selim. Bunlar şimdi aklına gelmemeliydi. İlgi çekmek ister gibi boğazını temizledi. "Güzel ne güzel olmuşsun görülmeyi görülmeyi..."

 

Amacına ulaşmıştı, Efsun'un yeşil gözleri anında gözlerini buldu. İçinde ki bütün kara bulutları anında dağıtmaya yetti.

 

"Görülmeyi dediğin de beş dakika öncesi sanırım?"

 

Beş dakika bazen beş ay bazen beş yıl gibi geliyordu. Her seferinde Efsun'a daha da çok yaklaşmak istese de bir şeyler yakasından tutup başlangıç noktasına geri dönmesini sağlıyordu sanki.

 

Türk askerleri onların elinde. Teslim olmazlar, şehit olurlar ama teslim olmazlar! Senin görevin onlar şehit olmadan önce onları sağ salim bulup kurtarmak.

 

Görevi kolay değildi. Ölüm bir nefes kadar yakınındaydı. Çoğu zaman Efsun zarar görmesin, daha da çok üzülmesin diye onu kendinden uzaklaştırmak zorundaydı. Canını ne kadar yaksa da sözün üstüne söz koyamıyordu.

 

Tuna yeni doğmuş bebeğini, Mert daha bir hafta anca olmuş eşini bırakıp gidiyordu. Zorlukları vardı ama hiçbir zaman keşke dememişlerdi vazifelerine hep iyi ki demişlerdi.

 

"Üstlerimle konuşmam gerekiyor, demiştin?"

 

Dün her şeyden habersizken bunu söylemişti. Aklına şehit olarak gösterildiği operasyon geldi. Onun kadar büyük bir operasyon değildi ama sınırları zorlayan cinstendi.

 

İçlerinde bir köstebek var. Her operasyonda bir şekilde bize haber gönderiyor. Çocuklar araştırdı, gönderdiği bütün haberler doğru. Bunu onlardan biri yapmaz Karacalı...

 

Kim onlara yardım ederdi? Hangi cephede daha yoğun olduklarını, yerleştirdileri bombaların yerini kim onlara söylerdi?

 

Efsun'un davası kapandı, kapandı ama telefonunda ki mesajlar o numaraya ait.

 

"Komutanım, operasyon için yola çıkacağız, demiştiniz?"

 

Tuna'nın sesiyle irkildi. Dakikalardır Efsun'un sözlerini, Tuna'nın seslenmelerini duymamıştı. Bakışları duvarda ki saate kaydı. İnanması zor olsa da saat o kadar hızlı ilerlemişti ki yolculuk saati gelmişti. Kollarını sevdiği kadına sımsıkı sarmak istedi ama yapamadı. Böylesi daha zor olacaktı.

 

"Kendine iyi bak Efsun."

 

Odadan çıkarken son sözleri bunlar olmuştu. Arkasından şaşkınlık ve üzüntüyle bakan Efsun ise neyin ne olduğunu anlamadan öylece kapanan kapıya bakakalmıştı...

 

2 gün önce

 

Siyah ve deri karışımı koltuklar, ahşap masa, büyük ekran. Herkes buradaysa mevzu mühim demekti. Birkaç saat önce aldığı telefonla kendini burada bulmuştu Selim.

 

"Efsun'u bu işten uzak tutmak için konuyu kapattık ancak konu kapanmadı Yüzbaşım, bunu sende biliyorsun."

 

Ahmet komutan her zamanki gibi ciddi bir ifadeyle olacak olanları anlatıyordu.

 

"Onların istediği Efsun ya da İpek değil. Biziz, sensin. Onların hassasiyetinden faydalanıp tehdit etmeye çalıştılar ancak başaramadılar."

 

Güney bulduğu bütün iletişim numaralarını masanın üzerine bıraktı. Erdem komutan dosyaları tek tek dağıttı.

 

"Efsun'un bilgilerini kullanarak kendi adamlarını tezgaha çıkarıyorlar. Köstebekten gelen bilgiye göre amaçları Efsun'u yanlarına çağırıp bizi onunla tehdit etmek."

 

Selim'in gözleri aniden en kara haline büründü. Cafer denen terörist her ne yapıyorsa oldukça profesyonel yapıyordu. Garip bir şekilde sadece Efsun'u baz alarak yapıyordu üstelik bunları. Bütün pislik oyunlarını Efsun'un bilgilerini kullanarak yapıyordu.

 

"Neden Efsun?"

 

Cevabını biliyordu ama bu kadar ileriye gitmelerini sağlayacak sebep neydi onu bildiğini düşünmüyordu. Ahmet komutan gözlüklerini biraz daha aşağıya indirdi.

 

"Araştırdıklarında en dikkat çekici bilgiler onda olmuş olmalı. Asker emeklisi bir baba, polis bir abi, yüzbaşı bir erkek arkadaş. Üstelik sürekli askeriye de."

 

Cafer'in sevmediği bütün özellikler, bir kişide toplanmıştı. O gün dosyadaki bilgilerin yalan olduğunu bildiği halde kafayı yemiş gibi hissettiğini düşündü Selim. Cafer Efsun'un canını yakıyordu, Efsun'un canı yandıkça da kendi canı daha da çok yanıyordu.

 

"Bu olayda en masum kişi Efsun. Onun istediği benim," dedi Selim bakışları önünde ki dosyadayken.

 

"Bu yüzden Efsun'u kendinden uzak tutmalısın. Tabii ki gerçek anlamda değil ama Cafer öyle bilmeli. Efsun'a planı anlatamazsın. Durumu tehlikeye atabilir."

 

"Komutanım," diyen Güney aldığı onayla telefonu cevapladı. Cafer'in sesi tüm odayı doldururken ekranda resmi de belirdi. Konuşma görüntülü aramaya dönmüştü.

 

"Vaay, herkes de buradaymış."

 

Çirkin gülümsemesi yüzüne yayılırken önünde ki adamı ayağıyla öne itekledi. Başına çuval giydirdiği bir adamdı bu.

 

"Oyunu kurallarına göre oynadığını düşünürdüm komutan," derken bakışları Tuğrul Albayın üzerindeydi. Önünde oturan adamın eline bastı ancak adamdan ses gelmedi. "Bu arkadaş size ufak bir köstebeklik yapmış." Belinden çektiği silahı adamın kafasına dayadı.

 

"Biz kimseden haber almıyoruz," dedi Ahmet komutan. Köstebek istihbarattan biri de olabilirdi. Ne olursa olsun tehlikeye atamazlardı. Cafer silahı adamın koluna ateşledikten sonra tekrar kafasına yasladı.

 

"Ula şerefsiz!"

 

Selim'in bakışları kollarını yaslayarak destek aldığı sandalyeden ekrana kaydı.

 

"Bir daha konuş," dediğinde komutanları kendisine baksa da umursamadı. Ses kesik kesik gelse de bu konuşma tarzı onda bir şeyleri hatırlatmıştı.

 

Cafer silahı daha sert bastırınca adam kıpırdandı. "Şimdi niye söylemiyorsun bilgileri?" Cafer adamla uğraşmaya devam ederken Selim pür dikkat onları izliyordu. Ekran kapanacağı sırada köstebek son kez konuştu.

 

"Komutan,"

 

Sesi bağlantıdan dolayı çok net gelmiyordu. Kalın ve cızırtılı bir ses olduğu için anlaşılması zordu.

 

"Aha yere tükürdum, kuruyuncaya kadar gelecesun."

 

Bu sözlerden sonra ekran tamamen kapandığında Selim olduğu yere çivilenmiş gibiydi. Bu konuşma şekli ona çok iyi bildiğini hatırlatmıştı ama imkansız olan bir şeyi düşünüyordu. Devresine benzeyen bu adamı ne olursa olsun bulmalıydı.

 

Konuşmanın geri kalan kısmında aklında olan tek şey Efsun'u bu durumdan uzak tutması gerektiği ve bu köstebeği ne olursa olsun bulması gerektiğiydi.

 

 

İnsan sevdiğinden bile bile uzaklaşır mıydı? Uzaklaşırdı, yapmak zorundaydı. Komutanının da söylediği gibi Efsun'u kendisinden uzak tutmalıydı. Elinde ki sigaradan bir nefesi daha içine çekti. Şu üflediği duman kadar bile yoktu. Köstebeğin söylediği sözler, Cafer'in yaptıkları başını ağrıtmaya yetiyordu. Omzunda hissettiği elle duruşunu bozmadı.

 

"Çok dertli duruyorsun komutanım."

 

Sigarasını söndürüp gökyüzüne baktı. Rahatlamaya ihtiyacı vardı ana olmuyordu. O yeşil gözlere bakmadan asla dinlendiğini hissetmiyordu.

 

"Duymadın mı köstebeğin söylediklerini Ercü?"

 

Ercüment hızlı bir hareketle komutanının yanına oturdu. İkisi beraber bir kaldırım taşına oturmuş öylece yeri izliyordu. Ercüment kısa bir süreliğine toplantıyı düşündü.

 

"Duydum ama bizlik bir şey olduğunu düşünmüyorum. Cafer'in bir oyunu olabilir. Biz köstebek istihbarattan olabilir diye düşünüyoruz ama ya onların adamıysa ve bunlar bir oyunsa?"

 

Selim başını iki yana salladı. O konuşma tarzı, o sözler tesadüf olamazdı. Çok yakından tanıdığı bu ifadeler şaka olamazdı.

 

"Anlamıyorsun Ercü. Adam resmen Yiğit gibi konuştu!"

 

Ercüment anında sessizleşti. Yiğit'i Selim kadar olmasa da tanırdı. Trabzon da doğup büyüdüğü için öyle konuştuğunu duymuştu ama bu aklına gelenler imkansızdı.

 

"Ellerimizle toprağa verdik be," dedi ikna etmeye çalışır gibi. Karnına saplanan demiri gözleriyle görmüşlerdi. Türküsünü söyleye söyleye şehit olmuştu Yiğit Aydın. Selim başını ellerinin arasına aldı. Evet, kendi elleriyle toprağa vermişti kardeşini ama bu tesadüfü de göz ardı edemezdi.

 

"Kucağımda verdi son nefesini lan, benim kardeşim gözlerimin önünde şehit oldu!"

 

Öfkeliydi, kardeşlerini kendinden ayıran o hainlere öfkeliydi. Serhat baba olduğunu bile öğrenememişti. Yiğit sevdiğine kavuşamamıştı...

 

Bir süre daha konuştuktan sonra yanlarına gelen Bade ile sohbetleri kesildi. Ercüment yarı ciddi bir ifadeyle ayağa kalkıp sevdiği kadını karşıladı. Bade sorgulayıcı bakışlarıyla ikiliyi süzdükten sonra yanlarında ki banka oturdu.

 

"Ne bu hal? Kimsede neşe yok bugün. Bende gerildim."

 

Buraya gelmeden önce kızla görmüştü, onlar da Akın ve Selim'in mesafeli tavırlarını anlamış olacaklar ki keyifleri yoktu. İkisi de bu operasyon sonlanana kadar sevdiği kadınları uzak tutmalıydı.

 

"Ben çok mutluyum, o mutsuzların içinde yokum yani."

 

Bade utangaç bir ifadeyle saçlarını düzeltti. Özellikle burada babası her daim onları görüyormuş gibi hissettirirken buluşmak zor oluyordu.

Onlar kendi arasında konuşmaya daldığında Selim oturduğu yerden kalktı. Adımları onu revirin önüne götürdü. Bir kez daha görse gidebilir miydi? Arkasına bakmadan o odadan çıkabilir miydi?

 

Girip girmemek üzerine düşünürken duvara yaslanmış Akın'ı gördü. Anlamlı bir gülümseme belirdi yorgun yüzünde.

 

"Hayırdır Hızır, seni de mi ayakların buraya getirdi?"

 

Akın da aynı şekilde gülumseyerek cevap verdi. Damdan düşenin halini damdan düşen anlar dedikleri bu olsa gerekti. Sadece İpek'in omzuna yatıp öylece onu dinlemeyi isterken şimdi odasına bile giremiyordu. Biliyorlardı ki onları tekrar görürlerse veda edemezlerdi.

 

"Beyler?"

 

Ecem'in sorusu ikisini de kendine getirmeye yetti. "Liseli aşıklar gibi ne yapıyorsunuz revirin önünde?" Akın durumu açıklamaya çalışırken Selim bir şey yapma ihtiyacı hissetmedi.

 

"Mert'i soracaksan içerde Ece," dediğinde Ecem'in keskin bakışları kendisini buldu. Her şey değişiyordu ancak Selim'in Ece demesi geçmiyordu. Herkes buna alışsa da Ecem hala bu durumdan memnun değildi.

 

"Balayına bile gitmedik, bırak kalsın orada. Akşam görüşüyoruz nasılsa."

 

Selim umursamaz bir ifadeyle omuz silkerken Akın şaşkındı. Mert ve Ecem evlenmişti, birbirlerini her daim görmek istemiyorlar mıydı?

 

"Evlenince böyle mi oluyor? Ben olsam İpek'in yanından bir saniye ayrılmam."

 

Ecem deneyimli bir gelin edasıyla güldü. Önüne düşen saçları geriye attı. Mert'i ilk gördüğü günden beri seviyordu ancak evlendikten sonra cidden de böyle oluyordu. Her daim görmeye ne gerek var, dedi iç sesi.

 

"Evlilik daha başka bir şey, birbirini sürekli görmekle alakası yok. Çok seviyorum kocamı ama iş yerinde de rahatsız edecek değilim," dedi bilmiş bir edayla.

 

Ecem ve Akın evlilik üzerine derin bir sohbete dalmışken kapıdan çıkan Efsun'u gördü Selim. Dalgın olduğu için onları fark etmemişti. Fırsattan istifade ederek konuşmadan sıyrıldı ve adımlarının kendini yönlendirmesine izin verdi. Yap, dedi iç sesi.

 

Bu sözlere karşı çıkma isteği duymadı. Kolları sevdiği kadının beline dolandı. Yuvasına geri dönmüş gibi hissediyordu. Efsun irkilerek başını çevirdiğinde gözleri kendini dikkatle izleyen bir çift siyah gözle karşılaştı.

 

"Bugün gelmediğini bile düşündüm," dedi itiraf eder gibi. Sabahtan beri Selim'i hiç görmemişti. Daha sakin bir köşeye geçtiklerinde Efsun'un sırtı duvara yaslanmış haldeydi. Sağ kolunu duvara yaslamış, onu izleyen Selim ise karşısındaydı.

 

"Eğer çok sevdiğin birini kaybetmiş olsaydın ve üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra sanki onu yaşıyormuş gibi hissetseydin ne yapardın?"

 

Efsun'un gözleri boşluğa daldı. Bu his ona çok tanıdıktı. Abisini kaybettiğini sandığında tüm okulu gezip abisine benzeyen kişilere sorular sormuştu. Bu bir süre böyle devam ettikten sonra kabullenmişti.

 

"Bu maalesef ki kendini kandırmak oluyor bir yerde."

 

Başka bir şey soramadı Selim. Efsun'un bunları söylerken neyi düşündüğünü biliyordu belki de söylediklerinde haklıydı. Bir tesadüfün üzerine çok düşünmüştü. Telefonuna gelen bildirim aklında ki sis perdesini araladı.

 

Kaya: Komutanım yarın sabah Cafer'in sığındığı yere doğru yola çıkıyoruz.

 

Yavuz: Köstebek hayattaymış, Cafer yanlış kişiyi yakalamış, ondan aldığımız istihbarata göre gideceğiz.

 

Ercüment: Ha bu deli soyka köstebek her kimse benim sinirlerle oynamaya başladı.

 

Burak: Deli soyka mıdır bilmem de, istihbarat Ulaş komutanın adına geldi. Onu baz alarak iletmiş mesajını.

 

Arka arkaya gelen mesajları okurken kaşları çatıldı Selim'in. Efsun mesajların okuyabildiği kısmını kafasında birleştirmeye çalışırken bildirim sesleri gelmeye devam ediyordu.

 

Burak: Yüzbaşım, bir detay daha var ama bilmek ister misin?

 

Bakışları bir anlığına birbirlerini buldu.

 

Ulaş Selim: Onu da ekle, bir o kaldı zaten.

 

Kaya: Damat mı olayusun da? Düğününe davetli değil miyiz keleş komutan? Bu cümleleri eklemiş mesajın sonuna komutanım.

 

Ercüment: Şimdi emin oldum ki bu adam istihbarattan değil, tahtası eksik çünkü bunun!

 

Mesajların kalan kısmını okumadı Selim. Sıktığı dişlerinin arasından nefesini kontrol etmeyi denedi. Bu köstebek her kimse profesyonel bir şekilde kendisine karşı oynuyordu. Bu operasyonu hem başarıyla bitirecek, hem de köstebeği kendi elleriyle bulacaktı.

 

Telefonunu cebine kattı, ağaçların arasında volta attı. Efsun artık bu yaşam tarzına adapte olmuştu, ansızın çıkan operasyonlar, gelen tehditler korkutmuyordu artık.

 

"Sen çok başarılı bir askersin komutan," dedi seslenir gibi. Selim adımlarını aniden durdurup sevdiği kadına baktı. Ondan bunları duymak ruhunu okşardı. "Sonunda ben olsam bile o operasyonu başarıyla tamamlayacaksın. Ben gerekirse vatanım için şehit olmaktan asla korkmuyorum, sende benim için savaşmaktan korkma."

 

Selim küçük bir çocuk gibi Efsun'un yanına sokuldu. Saçlarını kulağının arkasına sıkıştırıp yanağını okşadı. Parmakları sus dercesine dudağını buldu. "Ölmek yok," dedi fısıldar gibi. Sıcak nefesi Efsun'un yüzüne yansıyacak kadar yakınlardı.

 

"O yangının içinde ben yanarım ama seni yakmam Efsun. Evet, bu operasyon da başarıyla bitecek ama sana da bir şey olmayacak. Komutan sözü."

 

Efsun başını Selim'in göğsüne yasladı. Bunları zaten biliyordu ama hatırlatması gerekmişti. Omzuna küçük bir öpücük kondurdu. "Bu köstebek kendini belli etmemek için mi farklı konuşuyor?"

 

Selim aklına gelen düşünceleri geri göndermeye çalıştı. İmkansızı düşünmek istemiyordu daha fazla. "Tamamen oyun, bizi tuzağa çekmek için yapıyorlar ama işe yaramayacak."

 

Dudaklarını Efsun'un saçlarına bastırdı. Kokusunu doya doya içine çekti. "Senin sevdaluğun bende olduğu sürece değil o köstebek, itleri gelse yine rahat yok onlara."

 

Ve son sözleri bunlar olmuştu. Geri kalan kısımda ikisi de konuşmadan öylece sarıldı. Zaman durmuş gibi gelirken bir anlığına olan biten her şeyi unutmuşlardı. Bu gecenin sabahında yeni bir operasyon başlayacak olsa da şimdi sadece aşk vardı, huzur vardı...

 

 

Loading...
0%