Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3.Bölum

@livasayina

Öncelikle hepinize merhaba. Kısa sürede kitabıma gösterdiğiniz ilgi için teşekkür ederim. Twitter da @ayseenuruslu tiktok da @mavilugudiebiri sayfalarında kitap ile ilgili paylaşımları görebilirsiniz ya da oralardan da takip edebilirsiniz. Efsun'u umarım sevmişsinizdir. Biz sizi çok sevdik, yorumlarınızı görmeyi de merakla bekliyorum. Keyifli okumalar..

Yeni doğan güneşin kime ne getireceği bilinmezdi, kimine neşe kimine keder getirebilirdi örneğin. Yeni bir gün daha başlamış akşam olmayı bekliyordu.


Her zamanki gibi yatağımdan kalkmadan tavanı izledim. Koca bir üç hafta geçti gözümün önünden. Düşündüğümden daha çabuk alışmıştım buraya, bir değil birden çok arkadaşım olmuştu.


Birkaç gün önce Sevim teyze ile de konuşmuş ve biletlerini ayarlamıştım. Haftaya buraya geleceklerdi, başta biraz tereddüt etsem de Sevim teyzenin gelmek için istekli olması bir nebze de olsa içimi rahatlatmıştı.


Yattığım yerden kalkıp üzerimi değiştirdim, bugün diğer günlerden farklı olarak biraz da makyaj yaptım. Artık eski hayatıma dönmem gerekiyordu. Rujumu da sürdükten sonra mutfağa gittim. İpek ve Ecem kahvaltı yapıyordu, sandalyemi çekip otururken ikisinin de bakışları üzerimde gezindi. Ne var, dercesine bir bakış attım ikisine de.


"Ben başta şaka yapmıştım ama ateş gerçekten bacayı sarmış galiba," dedi Ecem.


Ya kardeşim yok diyorum işte, ateş de yok, baca da yok.


"Yani, geldiğin ilk günden sonra ilk defa makyaj yapmışsın. Kombinin falan da bugün daha bir şık. Bilemedim."


Bari sen yapmasaydın be İpek.


"Yani ben zaten böyle giyiniyordum. Adapte olmak falan derken salmıştım biraz," diyerek kendimi savundum.


İkisi de inanmadığını belirten bakışlar atarken ben kahvaltımı yapmaya devam ettim.


O son ruju sürmeyecektin dedi iç sesim. Yani biraz kırmızımsı olmuş olabilirdi ama olsundu.


Gerçekten uzun zaman sonra kendime zaman ayırınca rahatlamış hissettim.


Bugün önce Sevim teyze ile konuşacak ardından Akınla organizasyon planları yapacaktım. Kahvaltımı yarıda bırakıp revire gitmek üzere evden çıktım.


"Sen harbiden normal değilsin," dedi Ecem ben kapıdan çıkarken.


Cevap vermeyip kapıyı kapatıp çıktım. Yürüyerek çok uzun sürmeyeceğini bildiğimden yürümeye başladım. Bir süre yürüdükten sonra arkamdan sürekli kornaya basan adama söylenmek için arkama döndüğümde karşımda Mert vardı.


"Efsun abla? Revire mi gidiyorsun?"


Üniforması yoktu üzerinde, sivildi. Ağzıma gelen hakaretleri geri gönderip gülümsemeye çalıştım.


"Evet, sen ne yapıyorsun buralarda?"


"Birkaç işim vardı, seni görünce durayım dedim. Hadi gel istersen, aynı yere gidiyoruz sonuçta. Yürümezsin hem."


Şu an oldukça cazip gelen bir teklif olmuştu bu. Kapıyı açıp ön koltuğa kuruldum. Gri bir passat olan araba anlaşılan Mert'indi. Ulaşın değildi, onunki siyahtı, siyah bir bmw.


"Komutanımın arabasının yerini almaz ama, bununla idare edeceğiz artık abla."


Gayet tutuyordu, yani beni yürütmüyordu tamamdı işte. Cevap vermeden gülümsedim böylece daha fazla uzatmadı. Radyodan çalan şarkıları gülümseyerek dinleyen Mert'i izledim bir süre. Alp'e çok benziyordu, o da beni ne kadar kızdırsa da sonrasında abla diyerek her şeyi unutturuyordu.


"Ee abla, alıştın mı buralara?"


Alışmıştım tabii, neredeyse bir ay olacaktı geleli.


"Alıştım tabii, ortamı da sevdim."


Gerçekten sevmiştim, tim dahil bir çok arkadaşım olmuştu burada. Bir gün gitsem bile varlığını hatırlayacağım bir çok arkadaşım olmuştu.


"Başta biraz gözün korkuyor ama alışıyorsun işte ya, ülkemin her yeri ayrı güzel."


Onayladım. Sonrasında revire gidene kadar hiç konuşmadım. Nihayet askeriyeye geldiğimizde arka taraftaki toprak yola park etti aracı Mert. Ercüment önderliğinde tim dışarda eğitim görüyordu.


Önce revire girip hızlıca Sevim teyze ile konuştum. Son detayları da konuştuktan sonra her şey tamamdı, onlar geldiklerinde ben karşılamaya gidecektim sonrasında buraya gelecektik. Telefonumu kapatıp cebime kattım, önlüğümü giyip bahçeye çıktım.


"Günaydın," dedim karşımda ki time gülümseyerek.


"Oo doktor hanım, siz buralara uğrar mıydınız?"


Ercüment abartılı bir giriş yaparken yüzünde ki gülümseme daha da büyüdü.


Saçımı düzeltip derin bir nefes aldım.


"Artık tanıştık diye düşünerek gelip selam vermek istedim. Ayrıca doktor hanım ben değilim İpek. Konuşurken Efsun derseniz sevinirim."


Akın'ın gözleri açılırken bizi dinlemeye başlamıştı.


"Akbulut, sen bir yirmi metre daha koş ama revire doğru."


Ercüment arkasında birleştirdiği elleriyle Akın'ın etrafında bir tur döndü. Akın ise mesajı anlamış olacak ki saniyesinde yanımızdan kayboldu, diğer askerler de eğitimi tamamladıktan sonra nefeslenmek için oldukları yerlere oturmuşlardı.


"Ee Efsun, nasıl gidiyor? Alıştın mı bizin Komutana?"


Yine benimle tek konuşan Ercüment olurken göreceğini bile bile göz devirdim.


"Alışmayacak ne var canım? Hastam işte, yani tedavi sürecinde beraber vakit geçiriyoruz ikimiz de. Korkma yaklaşık iki hafta sonra Komutan tekrar senindir."


Ercüment'in hiç geçmeyen gülümsemesi daha da büyüdü.


"Aman istemem, sende kalsın. Şimdi burada olacak var ya, Ercüment'in E si kalmazdı. Pestilimi çıkarırdı. Elin değmişken şu sinirine de bir bakıver hayrına."


O kadar da sinirli bir insan değildi yani, öyle birine yükseldiğini görmemiştim.


Ercüment'in gülümsemesi yavaşça solarken kaşlarım çatılmıştı. Arkama dönüp baktığı noktaya bakarken Ercüment'in şaşkın hali bana geçmişti.


Üniforması ve bordo beresi ile karşımızda Komutan Karacalı vardı.


Bir kaç adımda aramızda ki mesafeyi kapatıp yanımıza geldi.


"Füsun, sen ne yapıyorsun burada?"


Füsun sadece odada kalmıyor muydu yani?


"Füsun ne be?"


Ercüment gülmeye başlarken Ulaş'ın boğazını temizlemesiyle gülümsemesi durmuştu.


"Ya ben az önce sana dedim ya Efsun, Komutan şimdi burada olsa Ercüment'in E si bile kalmazdı diye, gerçekten çok mu içten istemişim onu? Şuna baksana üniformalı bir şekilde karşımda dikiliyor."


Öyleydi, ilk defa üniformalı görmeme rağmen sanki öncesinden aşina olduğumuz bir görüntüydü bu. Boyunu daha da ortaya çıkarmıştı.


"Ercü, sus. Git koş, zıpla. Defol."


Sonunda konuşmuştu. Beni hala görmüyordu, çatılan kaşlarıyla Ercüment'e bakmakla meşguldü.


"Zıplayayım mı? Heidi miyim oğlum ben? Koluma sepet de takayım mı?"


Ben gülmemek için dudaklarımı ısırırken Ulaş'ın bakışları kısa bir süre bana döndü.


"Ercü, sen harbiden kafadan hasar almışsın. Üzerimde ki üniformayı da mı görmüyorsun? Nasıl dalga geçiyorsun, bereme doğru anlatsana biraz."


Sinirlenmişti, hemde çok. İlk defa bu kadar kızdığını görmüştüm. Gerçi o an sıktığı çenesi daha çok dikkatimi çekse de bozuntuya vermedim.


"Özür dilerim Komutanım. Ben sağdan sağdan def oluyorum izninizle."


Ercüment başka bir şey demeden yanımızdan ayrıldı. Artık baş başa kalmıştık, tim Ulaş gelmeden kısa bir süre önce dağılmıştı.


"Sen neden geldin buraya?"


Cevap vermek için ağzımı açıyordum ki arkadan gelen Komutanım! çığlığıyla susmak zorunda kalmıştım.


Tuna birkaç adımda yanımıza geldi.


"Komutanım?"


Ulaş rahat bıraktığı çenesini tekrar sıktı, bu kez ellerini de yumruk yapıyordu. Bugün biraz gergindi anlaşılan.


"Ne var lan ne? Hiç mi görmediniz beni? Bir defolun lan."


Aslında sadece Tuna Komutanım diyerek yanımıza gelmişti, neden bu kadar sıkılmıştı anlamamıştım.


"Ben, ben özür dilerim Komutanım. Sizi böyle görünce heyecan yaptım sadece."


"Sizinle sonra konuşacağız, kaybol şimdi."


Tuna başıyla onaylayıp yanımızdan ayrılmıştı. Başka birisi var mı diye döndüğünde Mert'in de koşar adımlarla bize geldiğini görünce bileğimden tutup içeriye sürükledi.


Şu an ne yaşadığımız hakkında en ufak fikrim yoktu. Akışına bırakmaya karar vermiştim.


Bir koridordan geçip odaya girdiğimizde kapıyı kapattı. Derin bir nefes aldı.


"İyi misin?"


Sonunda konuşabilmiştim. Konuşmamı bölen birisi yoktu. Kapının arkasından çekilip karşıma geldi.


"İyiyim, yani iyiydim neyse boş ver sen. Ne yapıyorsun burada?"


Üzerinde bir gerginlik vardı, şansımı zorlamadan kısa cevaplar vermeye karar verdim.


"Timi dışarıda görünce hem bir selam vereyim hem de Akın'ı göreyim dedim."


Kolunda ki saati çıkarıp masanın üzerime dikkatle koyduktan sonra çatılan kaşlarıyla tekrar bana döndü.


"Niye göreceksin Akın'ı?"


Annen izin verdiyse oyun oynayalım mı diye demek gelse de dışardan söylememiştim bunu.


"Hani dün dedi ya, doğum günü var diye onun için işte."


Sıkıntılı bir nefes verip yatağa oturdu. Ben de odada olduğumuzu yeni hatırlamış gibi etrafımı incelemeye başladım.


Bir dolap, bir yatak ve bir masadan başka bir şey yoktu aslında. Oldukça sade bir odaydı.


"Boş ver sen kendi ilgilenir onun. Zaten İpek Akın'ın parmağı olduğunu öğrenince çok kızacak. Hiç bulaşma bence."


Yatakta oturan bedenini inceleyip sağ tarafına geçtim. Oturmam için biraz daha ileriye kaydı.


"Ne bu şimdi? Komutan uyarısı mı?"


Gülmesini bekledim ama gülmedi.


"Aynen ondan."


Bir süre hiç konuşmadan nefes alıp verdim sadece. Bilmediğim bir odada Komutan ile baş başayken başka yapılacak bir aktivite yoktu.


"Bitti mi soruların? Bittiyse sıra bana geçiyor artık."


Ellerini geriye koyup geriye doğru yaslandı. Artık yüzü görüş alanımdan çıkmıştı.


"Bitti."


Önce derin bir nefes alıp aklımda ki soruları sıraya koydum.


"Öncelikle neresi burası, niye geldik buraya?"


Tekrar doğrulup görüş alanıma girdi. Boynunda usul usul ben buradayım diyen künyesi dikkatimi çekmişti.


"Burası benim odam. Yani sana da biraz emrivaki oldu ama bizimkiler dışarda rahat vermezdi."


Yani çok emrivaki olduğu söylenemezdi ama bir yerde doğruydu.


"Haftaya salı günü bir yere gitme olur mu?"


Gerçi buradan dışarıya çıktığını pek görmemiştim ama yine de işimi garantiye almam gerekiyordu.


"Zaten çıkmıyorum da neden? Bir şey mi oldu?"


Sağıma doğru dönüp sırtımı yatağın ayak ucuna dayadım. Onun da bakışları omuzları üzerinden benim üzerimdeydi.


"Hayır olmadı, ama yeni bir tedaviye başlayacağız. Ve eminim ki sende çok seveceksin, çok iyi gelecek."


Kaşlarını demek öyle dercesine yukarıya kaldırırken ben içimden nefesimi kontrol altında tutmaya çalışıyordum. Bu kadar yakın mesafeden burnuma dolan parfüm kokusu hiç iyi gelmemişti.


"Ayrıca sen neden giydin üniformayı?"


Yani bana kalırsa hep giysindi ama yaklaşık iki hafta daha bunu ertelemesi gerekiyordu.


"Üstlerimle görüştüm bugün, o yüzden giydim. Tedaviyi konuştuk. Eğer,"


Balon alsın diye annesine ısrar edip en sonunda o balonu aldıran küçük bir çocuk gibi bakmaya başlamıştı.


"Böyle devam ederse tedavi bitince direkt göreve başlayabiliyorum Efsun. Başka bir engel yokmuş."


Gözlerinin içi parlıyordu. İlk defa bu kadar hırslı görmüştüm onu. Üniformasını giymeyi sabırla beklerken..


Yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi.


"Ben sana demiştim, elimden geleni yapacağım söz demiştim bak. Sen yapman gerekeni yapıyorsun bende sana yardımcı oluyorum. Eminim ki tedavi bitince bu üniformayı bir daha çıkarmak zorunda kalmadan giyeceksin. "


Uzanıp sarılmamak için zor duruyordum. O ise konuşmadı, yüzünde ki gülümsemeye yakın bir edayla beni inceledi. Çalınan kapı beni şaşırtmasa da onu tekrar sinirlendirmişti.


"Ne var lan yine, ne var, ne?"


Kapıyı daha açmadan söylenmeye başlamıştı.


Karşısında Tuğrul Albayı görünce afallamıştı. Başını öne eğip selam verdi albaya.


"Ne bu sinir Karacalı? Tedavi yaramadı mı sana, hani artık çok iyiyim diyordun," dedi albay alaylı bir tavırla.


"Özür dilerim Komutanım, bizimkiler sandım. Ondan öyle oldu,"


O sırada olmasını hiç istemediğim bir şey olmuştu. Albay beni fark etmişti. Başa gelen çekilir diyerek ayaklanıp yanlarına gittim.


"Misafirin varmış Karacalı. Fizyoterapist Efsun, değil mi?"


Evet anlamında başımı salladım.


İkimizin bakışları da alttan birbirini bulmuştu. Bir bakıma basılmıştık. Tuğrul Albaya.


"Neyse Karacalı, sana vermek istediğim bir haber var. O yüzden kendim çağırmaya geldim seni. Bahçeye çık hemen," dedi. Ardından benim de gelebileceğimi söyleyince albay önde biz arkada bahçeye çıktık. Bizi bekleyen iki tane asker vardı.


Albay karşılarına geçip askerleri bize tanıtmaya başladı.


"Bu astsubay Kıdemli çavuş Yavuz Çelik. Serhat'ın yerine Boralar timine katılacak," dedi kumral saçlı ela gözlü bir askeri tanıtırken.


Ardından diğer sarışın olana geçti.


"Bu da Üsteğmen Burak Şanlı. Yiğit'in yerine katılacak time."


İki şehit yerine iki yeni asker..


Aslında bütün mevzu buydu nice Serhatlar Yiğitler ölürdü ama yerine yine nice Buraklar, Yavuzlar gelirdi.


Memleket mücadelesi asla bitmezdi. Son Türk şehit olana kadar sürerdi bu.


Askerler önce albaya ardından Ulaş'a selam verdi.


"Ben gidiyorum, siz tanışın."


Albay gitmişti. Askerlerin endişeli bakışları ile baş başa kalmıştık. Ulaş karşılarına geçip hazır ol da durdu.


"Boralar timine Hoş geldiniz aslanlarım. Duydunuz ki bundan sonra beraberiz. En kısa zamanda sizinle de sırt sırta mücadele etmek istiyorum. Teğmen Ercüment gelince onunla da tanışırsınız, o sizi timle tanıştırır. Şimdi gidebilirsiniz."


İkisi birden sağ ol deyip yanımızdan ayrıldılar. Yüzünde yine aynı bakış vardı, yine aynı hüzün.


Belki Burak'ı hiçbir zaman Yiğidin yerine koyamayacaktı ama alışacaktı.


Çalan telefonum aramızda ki sessizliği bozmuştu.


Arayan annemdi. Anında kapatıp tekrar arayınca hemen açmak zorunda kaldım.


"Efendim anne?"


Bakışları merakla yüzümde gezindi.


"Efsun, direkt konuya girmem gerekiyor kızım. Hani bizim eski mahalleden komşumuz vardı ya, Fatma teyzen o aradı. Oğlu Faruk da senden bir yaş büyüktü, işte seni ona istemek istiyorlarmış kızım. Öncesinde bir görüşün diyorlar sen gelebilir misin buraya?"


Annemin tek nefeste söylediği cümleleri sindirmeye çalıştım. Sesi yüksek çıktığı için Ulaş da duymuş olacak ki kaşları çatılmıştı.


"Kılkuyruk Faruk mu? Hani futbol oynarken top üzerime geliyor diye korkup ağlayan Faruk?"


Kaşları daha da çatılmıştı.


"Ay çocuğa niye öyle diyorsun Efsun? Gayet yakışıklı bir delikanlı olmuş. Mimarlık yapıyormuş hem. Fena mı olur bir görüşsen?"


Çok fena olurdu anne çok.


Son bir kez daha çatık kaşlarıyla yüzümü inceleyip gitti. Arkasına bırakmadan içeriye tekrar girdi.


"Anne istemiyorum, Faruk da istemiyorum Furkan da. Lütfen beni bir daha böyle şeyler arama."


Cevap vermesini beklemeden telefonu kapattım.


Gereğinden fazla tepki veriyordu. Ortada olan bir şey yoktu, gayet bekar bir insan olarak gelen taliplerimi geri çeviriyordum. Saat dokuz buçuğa geliyordu, yarım saat sonra tedavi için gelecekti. Bende odama döndüm. Ecem ve İpekte gelmişti. Kısa bir konuşmanın ardından herkes yerlerine dağıldı. İpek bugün yoğundu, yapması gereken bir çok pansuman vardı. Ecem de ona yardımcı oluyordu.


Yaklaşık on dakika sonra Akın odama damlamıştı.


Selam verip masanın karşısındaki koltuklara oturdu.


"Ee doktor, düşündün mü bir şeyler?"


Düşünmemiştim ama tam şu an aklıma gelen bir plan vardı. Heyecanla öne eğilip anlatmaya başladım.


"Geçen gün Mert'in evine gittik ya, ben bir şekilde ikna edip timi bize çağıralım diyeceğim. Biz yarın buralarla ilgilenirken siz de eve gidip süslersiniz. Seni sorarsa da ben çağırdım derim. Korkma aşırı tepki vermez bence."


Plan hoşuna gitmiş olacak ki gülümsedi. Onaylayınca rahatlamıştım. Bir süre teşekkür konuşması yaptıktan sonra odadan çıktı. Selim'in gelmesine beş dakika vardı.


Çantamdan rujumu alıp dudaklarıma sürmeye başladım.


Kahvaltı yaparken orada direkt siliniyordu. Beceremiyordum bir türlü. Sabahkinden biraz daha kırmızı olan rujumu dudaklarıma dağıtırken kapım açılmıştı. Artık alıştığım bir durum olduğundan tepki bile vermiyordum. Selim gelmişti. Gelir gelmez de yaptığımı görmüştü. Tam karşısında durmuş dudaklarıma ruju yedirmeye çalışırken beni inceliyordu.


Haklıydı. Odaya her geldiğinde beni en garip halimle buluyordu. Ama sadece ona böyle denk geliyordu, yoksa gayet normal bir insandım. Yukarıya bakıp hafifçe hapşırdıktan sonra doğrudan gidip sedyeye yattı. Her zamanki gibi koltuğa oturup konuşmamıştı. Bozuntuya vermeden saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yapıp yanına gittim. Değişmeyen tek şey yine yattığı yerden beni izliyordu.


"Konuşmayacak mısın?" Diye sordum bacaklarına bazı hareketler denerken.


"Hayır."


Tek bir kelime edip susmuştu. Konuşmayacaktım, sessizliği ilk o bitirene kadar konuşmayacaktım. Sağ bacağını bırakıp sol bacağına geçtim.


"Şimdi sen Manisa'ya gidince tedavi bir süre duracak ya sorun olmaz değil mi," diye sordu alttan alttan laf sokan ses tonuyla.


Benim bir yere gittiğim yoktu. Kıstığım bakışlarımı yüzüne çevirdim.


"Bak benim bir yere gittiğim falan yok. Annemi sende duymuş bulundun ama bakma sen ona. Yok isteme falan."


Bakışları birkaç saniyeliğine yumuşasa da banane dercesine çevirdi bakışlarını. Sıra kollarına gelmişti. Artık ilk geldiğinde ki gibi sınırlı bakmıyordu. İkinci defa kapım çalındığında şaşırmıştım. Benim odanın kapısı çalınabiliyordu demek. Masaja devam ederken girmesini söyledim. Gelen Tuna'ydı. Selim'i görünce olduğu yerde durup bir baş selamı verdi.


"Kusura bakmayın Komutanım böldüm ama," dedi alaylı sesi.


Elinde sıkı sıkı tuttuğu davetiyenin birini bana birini Selime uzattı.


Tuna & Merve


Tuna evleniyordu! Bunu ilk defa duymuştum, nişanlı olduğunu bilmiyordum.


"Sonunda evleniyorum Komutanım, hem davetiye vermek için geldim hemde bizim çocuklar bu akşam bir şeyler düzenlemişler benim adıma. Siz ve doktor abla da katılırsa çok sevinirim."


Artık doktor hanım değil abla olmuştum. Beni mutlu eden gelişmelerden biri olmuştu bu.


"Gelmeyi çok isterim nerede?"


Tuna'nın gözleri parladı.


"Komutanım bilir aslında, bizim her zaman gittiğimiz bir kahvaltı salonu var. Sahibi Kaya komutanımın amcası. Orayı ayarlamışlar. Bu gece bize rezerve yani," dedi gülerken.


İkinci kez komutanla bir yere gitme vakasını kaldırabilir miydim bilmiyordum. Bugün oldukça garip davranıyordu.


"Tamam geleceğim. Şimdiden hayırlı olsun aslanım," diye tebrik etti Tuna'yı.


Tuna teşekkür edip bir süre daha gülen bakışlarıyla bizi inceledi. Ardından selam verip odadan çıktı.


Konuşmama kararım hala devam ediyordu.


"Gerçekten gidecek misin?"


Şüphen mi var, diye kısa bir bakış attım.


"Timle çok çabuk kaynaştın, davetten davete koşuyorsun. Sevdin mi gerçekten?"


Sevmiştim, hemde çok.


"Sevdim tabii, arkadaşım oldu hepsi."


Biri hariç Komutan.


Hala hangi kategoriye koyacağımı bilmiyordum. Sırık kuala olarak kalmalıydı bence.


Masaj bitince konuşmadan masama geçtim. Bugün tek başına yürüyecekti. Gelip gelmeyeceğimi merak etmiş gibi kısa bir süre yüzüme baktıktan sonra aleti çalıştırdı. Üniformasını çıkarmış, eski haline dönmüştü. Asıl sorun bendeydi, akşam ne giyeceğimi bile bilmiyordum. Ama Ecem vardı, makyözüm, stilistim olan Ecem. Umarım onları da davet etmişlerdi.


Ben kafamda yapabileceğim kombineleri canlandırırken Selim çoktan aleti kapatıp yanıma gelmişti.


"Füsun?"


Ama artık doktoruna da, Füsun'una da diye bağırasım geldi. Sanırım böyle davranması gerilmeme sebep oluyordu.


"Ne var?"


"Bitti."


İlk defa bitti mi diye sormadan bittiğini kabullenmişti.


"İyi gidebilirsin o zaman."


Tripli bakışlarımı zeminde gezdirirken gördüğüm şey yerimden sıçramama sebep olmuştu.


Gri, kocaman bir fare. Dolabın altına doğru ilerlemişti. Çocukluğumda yatağımda gördükten sonra fobim olmuştu. Hızla sandalyeye çıktım. Selim garip bakışlarıyla beni inceliyordu.


"Ya durmasana orada," dedim elimde farenin gittiği yeri gösterirken.


O esnada fare dolabın altından sedyenin altına geçmişti.


"Ayy, Selim orada. Kocaman, fa-"


Kırık olan sandalyem yine beni şaşırtmadan düşürmüştü. Ama bu kez beni sıkıca kavrayan iki kola. Ben bir anda düşünce Selim tutup düşmemi engellemişti. Gözlerimi gözlerine odakladım. Hiç çekmeden.


"Fare," dedim fısıldayarak.


"Gördüm kocamandı, duramam ben burada. Çıkalım buradan."


Ben başımı boynuna biraz daha gömerken Selim bir eliyle beni tutup bir eliyle kapıyı açtı.


"Korkma, çıkamaz dışarıya," diyen sesi kulaklarıma doldu.


Dışarıya çıkmıştık. Ecem bizi bu şekilde görünce şaşkın bakışlarla yanımıza geldi.


"Efsun? İyi misin sen?"


Ben hala Selim'in kucağından inmezken o da beni yere bırakmıyordu.


"Fare, kocaman fare vardı odamda."


Ecem'in bakışları soldu. O da korkmuştu.


"Ay fare mi?"


Dışarıya kaçmak için hızla geriye dönerken birine çarptı. İsmi Mert olan birine.


Başını kaldırıp kime çarptığına bakınca ikinci şokunu yaşadı.


"Ecem, iyi misin?"


"Fare, Mert Efsun'un odasına fare varmış. Sevmem ben fare," diyerek kendini bahçeye attı Ecem. Mert koşar adım Ecem'in yanına giderken Selimin seslenmesiyle olduğu yerde kaldı.


"Mert, yanına Kayayı da al temizleyin şurayı. İpek Hanıma da haber verin. Eğer siz temizledikten sonra da burada fare görürsem ne olacağını biliyorsun."


Biliyorum Komutanım anlamında başını sallayıp İpeğin odasına girdi Mert. Dışarıya çıkmıştık, hala Selim'in kucağında olduğum için bizi gören birkaç askerin bakışı bize dönmüştü. Selim'in çatık kaşlarını görünce herkes önüne döndü.


Askeriyeden biraz daha uzaklaştıktan sonra beni yere bıraktı. Arabaların olduğu kısma gelmiştik.


"Şu fare işi bitsin, sandalyeyi de tamir edelim artık. Düşüp durma sürekli."


Bu seferki düşmeden çok şikayetçi olduğum söylenemezdi aslında.


"Kusura bakma, sende kucağına almak zorunda kaldın beni."


Aslında zorunluluk değildi ama neyse.


"Ondan bahsetmiyorum," dedi ve duraksadı.


"Ben orada olmayabilirdim. Yine düşüp bir yerlerini vurabilirdin. Canın acırdı."


Huysuz şirin moodumuz kapanmıştı anlaşılan. Hep bu haliyle kalsın istedim. Düşünceli, sakin.


"Şimdi ne yapacağız? Ecem ve İpek de gelmedi. Anahtarımı da evde unutmuşum."


Tellerle çevrili duvarın ardından İpek belirdi. O da korkmuş olsa da belli etmiyordu.


"Efsun, iyi misin? Çok panik olmuşsun."


İyiyim anlamında başımı salladım.


"Bu arada akşam gidiyor musun davete?"


"Evet, sen?"


Düşünmeden cevapladı.


"Hayır, yorgunum ben dinleneceğim. Siz Ecemle gidersiniz."


Akın'ın geleceğini bildiği için gelmiyordu. Allah'tan yardımcı olacak bir Ecem'im vardı.


Anahtarlarımı verip eve gitti. Bu kez aynı yerden Ecem geliyordu. Koşa koşa.


"Oh gitmemişsiniz. Ya İpek gitti de beni de eve bırakabilir misiniz? Akşama hazırlanmam lazım."


"Efsunu bırakacaktım zaten, geç sende Ece," dedi Selim.


Dalga geçtiği için Ece dediğini düşünsem de yüzünde ki ifade gayet ciddiydi.


Ecem göz devirip arka koltuğa geçti. Ön koltuk yine bana kalmıştı.


Biz sessiz durmaktan şikayet etmesek de Ecem'in ısrarlarıyla radyodan bir şarkı açmıştı.


Evin olduğu sokağa dönünce yavaşladı. Önce Ecem inerken ben de Selime veda edip Ecem'in peşinden koştum.


                   


                               ◇

                                                                                              

İpek'i gelmesi için ne kadar ısrar etsek de asla kabul etmiyordu.


"Ya kızım ne olacak gel işte," dedi Ecem elinde ki bir elbiseyi daha fırlatırken.


"Bakın, anlamıyorsunuz. Ben gelirsem de Akın gelmez. Onun arkadaşının günü bu, gelmem ben."


Yanılıyordu. Akın İpekle aynı ortamda olmak için her şeyi yapardı.


"Bence yanlış düşünüyorsun, sen bizi kırma gel Akın da gelir."


Bana katıldığını belirten bir takım sesler çıkardı Ecem dolabına gömülmüşken.


"Gelm-"


Cümlesini tamamlamasına izin vermedim.


"Eğer gelmezsen küserim İpek. Bak benim burada kimsem yoktu, siz arkadaş oldunuz kardeş oldunuz. Şimdi kardeşlerimle bir davete katılmak istiyorum kıracak mısın beni? Eğer çok görmek istemiyorsan görmezsin Akın'ı ama bil ki gelmezsen küserim."


Küsmezdim tabii ama başka ikna etme yolu yoktu. İpek karamel rengi saçlarını düzeltti, sıkıntılı bir nefes verdi.


"Ama çok durmam, kısa sürsün."


Zafer kazanmış bir edayla Ecem'e göz kırptım. Artık rahat rahat hazırlanabilirdim. İkisini odada bırakıp koşarak kendi odama gittim.


Dolabımı karıştırdıktan sonra koyu kiremit rengi saten gömleğimi buldum. Günü kurtarmaya yeterdi. Üzerime giyip bir de belimi sıkıca kavrayan siyah bir pantolon giydim. Saçlarımı açık bırakmamak istesem de yapmadım, yukarıdan küçük bir topuz yaptım.


Aynanın karşısına geçince görüntüme gülümsedim. Bence olmuştu, gömleğin üstten birkaç düğmesini açıp bir kolye taktım. Yüzük kutumdan iki tane yüzük alıp parmağıma geçirdikten sonra hazırdım.


Beni kontrol etmek için gelen Ecem kapıda dikiliyordu.


"Yalan söylemeyeceğim, kıyafetlerin çok güzel Efsun."


Öyleydi, çok alış veriş yapmazdım ama yapınca da en güzellerini almaya çalışırdım.


Ecem birkaç kez daha güzel olduğumu onaylayıp odadan çıktı.


Yaklaşık on dakika sonra hepimiz hazır bir şekilde kapıda buluşmuştuk.


İpek gelmek istediğini söylese de ayrı bir özen göstermişti. Maşa yaptığı saçlarından belliydi.


Nihayet aşağıya indiğimiz de İpek arabayı çalıştırmak için anahtarı çevirdi. Çalışmıyordu, beş kez denememize rağmen çalışmadı.


"Al işte, ben dedim. Ortak para koyalım yenileyelim şunu dedim. Ne yapacağız şimdi?"


Gerçekten geç kalmıştık, Tuna'nın söylediği saate çok az kalmıştı.


"Aslında benim aklıma bir şey geliyor," diye atıldı Ecem.


"Komutan Bey'in yürümemize gönlü razı olmaz bence. Hem her yere en geç o gidiyor, gitmemiştir daha. Arasak-"


"Hayır. O zaman Mert'i arayayım," diye bir öneride bulundum.


"Seninle de bi dalga geçilmiyor ya," diye diye homurdandı Ecem.


Çantamdan telefonumu çıkarıp Mert'i aradım. Çalar çalmaz açmıştı.


"Efendim abla?"


Arkadan gelen seslere bakılırsa çoktan herkes gelmişti.


Kısaca durumu özet geçip gelip gelemeyeceğini sordum.


"Abla benim bi yere gidip gelmem gerekiyor ama arkadaşlardan birini gönderirim bekleyin siz."


Arabayı kitleyip önünde beklemeye başladık. İpek bana içten çok söylenmiş olacak ki araba bile çalışmamıştı. Ön dakika kadar daha bekledik evin önünde.


"Efsun, şu köşeyi dönen araba siyah bir range rover mi ben mi yanlış görüyorum?"


Gösterdiği noktaya baktım. Gerçekten de söylediği gibiydi. İpek şaşkın bakışlarla hemen öne atılıp arabaya baktı. Alev saçan gözleri gözlerimi buldu.


"Efsunn, dua et arabayı başkası kullanıyor olsun."


Onu ilk defa böyle sinirli görüyordum.


Yutkunup gözlerimi kaçırdım. Araba gelip yanımızda durunca şoför koltuğundan inen kişi tabii ki Akındı.


Bakışları direkt İpeği bulurken bize de kısa bir bakış attı.


"Akın abi, biz de buradayız ya hani."


Ecem'in uyarısıyla bizim de orada olduğumuzu hatırlamıştı. İpeğin geldiğine şaşırmıştı ama bozuntuya vermedi.


Ecem ön koltuğa geçerken İpek ve ben de arkaya geçmiştik.


Akın bir şey konuşmadan arabayı kullanıyordu, dikiz aynasında ki bakışları sürekli İpeğin üzerindeydi.


Kafamı biraz yana eğip görüş alanına girdim. Ben ikna ettim, deme şekliydi bu.


Dudaklarında gizlemeye çalıştığı gülümsemesiyle teşekkür ederim anlamında başını salladı.


Yani nikahta keramet var derlerdi, belki Tuna ve Merve sayesinde tekrar barışabilirdi onlar da. Umut fakirin ekmeğiydi neticede. Yol İpeğin sürekli başını sağa sola çevirmesiyle ve Akın'ın ona bakmaya çalışmasıyla bitmişti.


Geldiğimiz yer dışı ağaç eve benzeyen şirin bir salondu. Artık adapte olduğum arabalar yol boyunca sıralanmıştı. En düşük araba bile benim maaşımın kaç katıydı. Akın önümüze geçip kapıyı girmemiz için tutarken gülümsedim.


"Çok, çok teşekkür ederim doktor."


Doktor, ama onun dilinde kanka gibi bir şeye dönüşen bir kelime.


Yüzündeki gülümseme bir an olsun kaybolmazken peşimizden geldi.


Yanımda İpeği arkamda İpeği görünce herkes şaşkın şaşkın bize bakakalmıştı.


Duruşumu bozmadan herkese selam verip boş olan yerlerden birine oturdum. İpek de hemen yanıma sokuldu. Akın tam çaprazda kalmıştı.


Hafif hafif yanan şömine ortamı ısıtmaya yetiyordu. Tuna neşeyle tabaklara etleri servis etmeye başladı.


Bardaklarımızda ise şerbete benzer bir şey vardı.


"Komutanım size ayrı ayırdık diğer şişeden içmeyin siz, karanfil var onda."


Mert şişeleri yanımıza koyarken Selim'i de tembihlemişti.


Demek karanfile alerjisi vardı, ilk defa duysam da garip gelmedi. Sonunda herkes yerlerine oturmuş yemeğe başlamıştı.


"Sakın gece böyle sürecek sanmayın, enerji toplayalım diye yemekle başladık."


Yani en fazla şarkı dinlerdik diye geçirdim içimden.


Bir yandan yemeğimi yerken bir yandan da Selim'i izlemeye başladım. Beni fark etmedi, bıçağıyla kestiği küçük bir parça eti ağzına attı.


"Adamı ilk defa görüyormuş gibi bakmayı bırak," diye fısıldadı İpek.


Gayet belli olmayan bir şekilde bakıyordum oysa ki. Kimse beni fark etmiyordu. Yemekler bitince iki garson gelip tabakları toparladı. Masaya rakı gelmişti.


"Bugünlük ufak bir kaçamaktan bir şey olmaz gençler," diye atıldı Ercüment.


Rakı faslına geçmeyi düşünürken garsonlardan genç olan elinde bir pasta ile içeriye girdi.


"HAYIRLI OLSUN TUNA," diye hep bir ağızdan bağırmaya başlayan timi gülerek izledim. Selim sadece Tuna'ya kafa sallamakla yetinmişti. Masaya bırakılan pastayı üflemeden önce kısa bir konuşma yaptı Tuna.


"Abilerim, kardeşlerim, ablalarım," diye ekledi sonuna.


"Hepinize çok teşekkür ederim. Hem buraya gelerek hem de bu sürprizle çok mutlu ettiniz beni. İyi ki varsınız."


Ardından eğilip mumları üfledi. Nişanlısı yoktu, gerçi başka bir yerde yaşıyor olmalıydı.


Fotoğraf makinesini kapıp masanın ucuna gecen Mert her anı fotoğraf çekmeye başladı. Bir ara kamerayı yüzüme sokmaya çalıştığında kızacak olsam da sonra vazgeçtim. Gidenler gittikten sonra geride sadece bu fotoğraflar kalıyordu çünkü.


Ercüment rakı servisine başlarken Mert herkesi tek tek gezip video çekmeye başladı. Herkes Tuna'ya dair kısa birkaç cümle ediyordu ardından sıra yan tarafında oturana geçiyordu. Sıra önce Selim'e geldi.


"Ben Tuna'ya söylerim söyleyeceğimi, git başımdan Mert."


"Ama Komutanım olmaz ki böyle, bir cümle bari et bak çekiyorum."


Sıkıntıyla başını sağa çevirdi Selim.


"Tuna, bir an önce evlen kardeşim. Şu takozu da evlat mı ediniyorsun, ne yapıyorsun al başımızdan."


Herkes gülmeye başlamıştı.


"Ama Komutanım aşk olsun, öyle mi denir? Neyse ben editlerim orayı."


Aklıma gelen Koray Sargın sahnesiyle gülmeme engel olamadım. Sesimi duyan Selim ve Mert bana dönmüştü. Mert koşarak yanıma geldi.


"Evett, aramıza katılan en yeni üye. Efsun abla sende söyler misin bir şeyler?"


Kesinlikle Alp'i verip Mert'i kardeş diye almalıydım. Bunu bir kenara not ettim zihnimde.


"Tuna hayırlı olsun, daha tanımıyorum ama Merve hayırlı olsun. Umarım çok çok mutlu olursunuz," diyerek gülümsedim kameraya.


Mert kamerasını kapıp Ercüment'in başına gitti bu kezde. Sadece o kalmıştı.


"Hadi ama Ercüment Komutanım. Pardon sadece Komutanım neyse heyecan yaptım."


"Mert, hani bizim askeriyenin önündeki küçük otlar var ya? Yarın bir cımbız alıp onları yek tek koparıyorsun. Bu arada Tuna hayırlı olsun koçum."


Mert ayak üstü kaptığı cezayla kamerayı kapatıp yerine oturdu. Ben gülmemek için dudaklarımı dişlerken telefonuma gelen bir mesajla çantamda ki telefonu bulmaya çalıştım.


Öyle yapma, yani yapınca rujun siliniyor.


Mesajı görmemle birlikte silinmişti. Sonradan attığına pişman olmuş olmalıydı. Ne var dercesine bakışlarımı Selim'e çevirdim.


Banane, der gibi omzunu yukarıya kaldırdı. Bugün daha fazla moralimi bozamazdı, bakışlarımı kaçırıp dönen sohbeti anlamaya çalıştım.


Ercüment Mertle dalga geçmeye devam ederken Berker telefonuyla ilgileniyordu. Diğer herkes de onları izleyip gülüyordu.


"Ya ama ben yine mi geç kaldım?"


Bade'ydi gelen. Aitlik eki olan.


Ercüment omzunun üzerinden Badeye baktı. Bade ona umursamaz bir bakış atarak Tuna'ya sarılıp tebrik etti.


"Babamdan arabayı zor aldım, ondan geç kaldım ama yetiştim yine de."


Hepimize tek tek selam verip boş olan tek yere oturdu. Ercüment'in yanına.


"Hoş geldin abla, çok sağol."


Tuna bize göre iki yaş küçüktü, o yüzden hep abla diye hitap ediyordu.


"Ee ne yaptınız düğünü? Bir şey anlattın mı?"


"Yaa düğünü yaptık biz, balayını anlatıyordu Tuna."


Ercüment fabrika ayarlarına geri dönmüş ve Badeye laf atmaya başlamıştı.


"Yok abla, konuşmadık daha. Zaten çok bir şey söylemeyeceğim."


Tuna konuşmaya başlamak için boğazını temizlerken hepimiz ona doğru dönmüştük.


"Düğün İzmir de olacak, benim ailem ve Merve'nin ailesi de orada. Ben yarın gideceğim İzmir'e siz de haftaya gelirsiniz artık. Son düzenlemeleri yapacağız. Bu arada dans ederken falan oturan bir çift görmek istemiyorum bu masadan. Ufak bir rica, kırmayın beni," dedi gülümseyerek.


"Bu masada çift mi var lan?"


Ercüment'in sorusu oldukça anlamlıydı. Akın ve İpek konuşmuyordu, Mert ve Ecem her köşede flörtleşiyorlardı. Ercüment ve Bade zaten her an kavga edecek gibi duruyordu. Bade Ercüment'e tekrar göz devirdi.


"Yok mu abi?"


"Var mı Mert?"


Cevap veren Selim olmuştu. Mert'in yüzünde ki gülümseme yavaş yavaş solarken başını öne eğdi.


"Yani çift değil de partner işte Komutanım, ablalarım ve Ecem yani. İlla biriniz kaldırabilirsiniz diye şey ettim ben," diye açıkladı Tuna.


"Ayy ben şimdiden elbise arıyorum, biraz uzaklıkta bir mağaza var çok küçük ama bakmakta fayda var. Kızlar gidelim mi hafta sonu?"


Bade heyecanla ellerini birbirine vurdu.


Ecem olur nidaları atarken İpek bakarız bakışı atmıştı. Bense gülümseyerek olur diye bir bakış attım.


Sohbet ve rakı faslı bitince masa kısa bir anlığına sustu.


"Akın Komutanım, yani abi. Senin sesin çok güzeldir bi türkü söylemen yok mu?"


İpeğin bakışları uzaklara daldı. Akın bakışlarını ondan çekerek Berker'e döndü.


"Yok."


"Ya hadi işte Akın, kulaklarımızın pası silinsin."


Ercüment sonunda Akın'ı ikna etmişti.


Herkes oturduğu yerde geri yaslanırken türküyü mırıldanmaya başladı Akın.


Ağladım, göz yaşlarım döndü denize.


Ben derdimi kimseye söyleyemedim.


Kurşunlara gelirken arka mahle'de düştüm de yerlere bir of demedim.


Derin bir nefes alıp İpeğe bakarak söylemeye devam etti.


Başıma neler geldi sana diyemedim,


Beni kaç kere dövdüler adını söylemedim.


Yıkılsın evin.


Bir melodi mırıldandı.


Ağladım göz yaşlarım düştü ateşe,


Yine de bu yangını söndüremedim.


Bağıra bağıra yazdım seni içime.

Bir kez olsun yüzünü güldüremedim.


Başıma neler geldi sana diyemedim,


Beni kaç kere dövdüler sana söylemedim.


Bir süre daha söyledikten sonra türkü bitmişti. Derin bir nefes verdi Selim. O kadar derindi demek mevzuları.


"Ya abi, iyi hoş söyledin de biz mutlu olalım diye geldik efkar yaptırdın bize."


Mert'in serzenişiydi bu.


"Benim şarkım da türküm de beni yansıtır. Şimdi içim böyle dardayken nasıl güldüreyim sizi?"


Haklıydı, kimseden ses çıkmadı.


"E ama İpek'in de sesi güzel. O söylesin o zaman," diye atıldı Bade.


İpek katiyen olmaz bakışlarını atmaya başlamıştı bile.


"Ya korktuğun bir şey mi var kızım, Söyle işte."


Badeye son bir bakış attı. Kaçırdığı bakışları tekrar sahibini buldu.


Vardı, korktuğu şey hala bitmeyen duygularıydı.


"Korkmuyorum ben, istemiyorum sadece."


"Ya ana bizi kırmayıp geldin şimdi de alt tarafı bir şarkı bak sadece bir tane söz."


Ecem'in ardına sıraladığı cümleleri duymaktan sıkılmış olacak ki mecburen kabul etti İpek.


Utanır da geri dönemezsin sanmıştım,


Hayret ne yüzle çıktın karşıma?


Değeri kalmadı şimdi göz yaşlarının.

Yok yok ağlayıp durma boşuna.


Hesabı çok ağır çaldığın yıllarımın.


Yok yok yalvarıp durma boşuna.


Git git yoluna,


Allah aşkına,


Bir dünya kurdum kendi adıma.

Yanarım şimdi senli yıllara..


Kayadan ufak bir ıslık sesi duyuldu.


"Bence kazanan belli, biz boşverelim şarkı işini açarız telefondan mis."


Bence de en mantıklı olan oydu şu an. Yoksa İpek ve Akın'ın sayesinde bütün rakı stokları bitecekti.


Kaya telefonunu alıp listeden bir şarkı açtı.


Bakışlarım istemeden Selim'e kaydı. Gördün mü der gibi Akın'ı işaret etti.


Masanın üzerinde ki elleri ile oynayıp duruyordu Akın.


Gel sen benim ol, gitsen hüzündür bir gülüşüne kurban.


Al ben seninim bende hüküm sür koynuma giriver aman.


Kaya'nın şarkıları ortamı ufaktan da olsa ısıtmaya başlamıştı. Bir süre daha sohbet edilip çerez yendikten sonra herkes evlerine dağılmaya başladı. Bizim arabamız yok, dedi içimdeki ses. Haklıydı ilk defa. Akın da götüremezdi artık bizi.


"Abla benim arabada bir kişilik yer var biriniz gelebilir," dedi Mert. Tipini yediğim çocuk.


Ecem hemen atlayarak havada yakaladı bu teklifi.


"Benimle gelin demek isterdim ama babamın arabasını aldım o yüzden maalesef arkadaşlar," dedi Bade içli içli.


İpek ve ben kalmıştık.


"Benim araba da boş abla, Kaya var sadece," dedi Tuna.


İkimiz de sığardık o zaman.


"Bende varım yani Tuna'nın arabada bir kişilik yer kalıyor İpeği alırız biz Ulaş bıraksın seni," dedi Ercüment imalı imalı.


Ercüment ama kuma.


Kendi arabasını sürekli petrole götürmemek için çok nadir biniyordu.


"Benim için sorun yok," dedi Selim. Konuşabildiğini yeni fark eder gibi.


Nasıl olduğunu anlamadan el birliğiyle yine onun arabasına bırakmışlardı beni.


Herkes arabalara dağılırken artık bildiğim arabaya doğru ilerledim. Koltuğa oturup kemeri takmaya çalıştım ama olmadı, bir şekilde girmiyordu oraya.


Kendi kemerini tek hamlede takan Selim yapamadığımı görünce eğilerek kemere uzandı.


"Sakin yapmalısın, acele acele değil," dedi kemeri yerine takarken.


Alt tarafı bir kemerdi işte, yine konuşuyordu fuzuli fuzuli.


Burnuma dolan parfüm kokusunu görmezden gelmeye çalışarak etrafıma bakındım.


Geçen güne göre farklı olan tek şey arabanın ön tarafına koyduğu yeşil kum saatiydi.


Kenarları ahşaptan yapılmış, içinde ki kumlar yeşil olan bir kum saati.


Bu sefer radyo açmadı, önceden deneyimliydi artık.


Gittiğimiz yol bizim evin yoluna hiç benzemiyordu. Trafikten ayrılınca sessiz yerlerden birine çekti arabayı.


"Dışarıya çıkar mısın?" diye sordu kendi de aşağıya inerken.


Cevap vermeden arabadan indim. Arabanın kaputuna kalçasını dayamış manzaraya bakıyordu, dağlara.


"Eve gideceğiz diye biliyordum."


Aramızda sebebini bilmediğim garip bir hava vardı.


"Gideceğiz ama öncesinde sana bir şey söylemek istiyorum."


Bende onu taklit ederek arabaya yaslandım. Bakışları bana dönerken duruşunu bozmadan konuşmaya başladı.


"Bak, Akın ve İpek konusunu bilmiyorsun anladığım kadarıyla. Barışsınlar diye çok uğraşıyorsunuz ama yapma. Arada kalan sen olursun Füsun."


Yani doğrusunu söylemek gerekirse beklediğim bir konuşma değildi bu.


"Onların arasında ki mevzuyu biz bile bilmiyoruz doğru düzgün. O kadar derin yani, sende akışına bırakmayı dene."


Yapamazdı tabii ki. İkisinin de hala birbirini çok sevdiği ortadaydı. Evet konu ne bilmiyordum ama illa ki barışacakları bir ortak noktası olmalıydı.


"Komutan uyarısı," diye ekledi sonuna.


Vermem gereken bir cevap vardı.


"Kendin diyorsun işte komutan, onların arasında ki mevzu derin ama yarası da çok derin. Baksana bugün olanlara, hala seviyorlar birbirlerini. Akın'ı sonradan tanımış olabilirim ama oldukça samimi birisi. Şimdi sen söyle, birbirini bu kadar sevmelerine rağmen ayrı kalan bir çifti, ki bunlar artık benim en yakınlarım. Yarı yolda bırakıp bir şey yok gibi devam mı edeyim?"


Mevzu tam olarak buydu. Gözlerinde ki o ateş hiç sönmemişti. Tek bir kıvılcım o ateşi tekrardan canlandırmaya yeterdi bunu da biliyordum.


"Zaman her şeyin ilacıdır Füsun, ben seni uyardım sadece. Yardım et, etme sana kalmış ama bu mevzuda zarar gören, üzülen sen olma."


Kızmayı denesem de yapamadım. Çünkü içinde ki telaşı anlamıştım.


O an fark ettiğim başka bir şey ise onunla yalnız konuşmayı sevmiştim. Garip bir şekilde oluşan hava içimi ısıtmıştı.


"Aşk uğrunda savaşılmaya değmez mi sence komutan?"


Aklımdan geçenler dudaklarımdan dökülmüştü. Konu hala İpek ve Akındı tabii.


Kısılan gözleri bir süre üzerimde gezindi.


"Dediğin gibi eğer aşk gerçekten varsa değer. Yani şimdi burada aşk tavsiyesi verecek değilim ama bildiğim tek bir şey var. Aşk bir kalbin müebbet yemesi gibidir, o yüzden cesaret ister. Devam edemeyeceğin yola çıkmamalısın Füsun."


Sonlara doğru çok anlamasam da mantıklı gelen bir paragraf olmuştu bu.


"Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş havası seziyorum. Yani böyle içten içten konuştuğuna göre acı tecrübelerin olmuş gibi?"


Dudakları alayla kıvrıldı.


"Daha önce bir kaç defa kız arkadaşım oldu ama sonra bir şey öğrendim. Meğer hiçbirine aşık olmamışım, hepsi aramın iyi olduğu kişilerdi. Duygularımı anladıklarını düşündüğüm için sevdiğimi düşünmüşüm. Aşk bu değil Füsun, aşk benim sadece vatanım. Gerisi yok artık."


Olduğu yerde durmaya devam etti, fırsattan istifade edip bende duruşumu bozmadım. Hiç aşık olmadım demişti, belki de olmak istememişti. Geçmişime dönüp baktığım zaman benim hikayemde hemen hemen onunkine benzerdi.


"Saat çok geç değil, hava da güzel. Bir şeyler içmek ister misin?"


Sorusuyla şaşırsam da dışarıya yansıtmadım. Evett, diye bağıran iç sesimi bastırmaya çalışarak evet, dedim usulca.


"Yakınlarda çay ocağı gibi bir yer var, akşamları da açık. Oraya gidelim," dedi arabaya yönelirken. Peşinden gidip koltuğa kuruldum. Bu sefer kemeri kendim takmıştım, öğrettiği gibi usul usul.


Bu sefer radyoyu da açmıştı.


Bmw de olunca başka şarkılar dinlediğimizi düşünen insanlara bizim türkü dinlememiz şoku vardı.


İçimde kırılıp kalır ağlayan sesin,

Susar yüreğimde yüzün soluğun susar.


Sarılıp yarama gitsem, çare değil ki.

Yüreğimde yangın çıkar bu şehir yanar.


Oy dilsizim oy gülmezim, yağmur yüreklim.

Oy çiçek bakışlı yarim, rüzgarım benim.


Derin bir sessizlik.


Sensiz yaralıdır zaman, yıllar yaralı.

Sararır içimde hüznün, ömrüm sararır.


Belki kavuşamam sana ölüm de gelir,

Bulutlara yazdım seni yağmur yüreklim.


Sonrası nakarattı, sonrası düşüncelerdi. Yukarıda ki aynadan kesişti bakışlarımız, yine ilk çeken o oldu.


Bir süre daha ilerledikten sonra gelmiştik. Dediği gibi hala açıktı, Yukarıda ki iplere bağlanmış küçük renkli lambalar ve önünde küçük masa sandalyeler olan bir yerdi burası.


Bana oturmamı söylerken o da siparişleri alan adama iki çay söyledi.


Gün boyunca incelemediğim kombinine kaydı gözüm. Lacivert bir kısa kollu, beyaz bir pantolon. Kol kasları biz de buradayız, dese de yarın ki tedavi seansına kadar onları görmezden gelmeye başladım. Masaya gelince elinde ki çayları masaya bıraktı.


Benimki açık, onunki demliydi.


Dirseklerini masaya dayayıp öne doğru eğildi.


"Alıştın mı buraya? Yalan söylemeyeceğim çok uzun kalmazsın diye düşünmüştüm. Buraya gelenler en kısa sürede gittiği için."


Çayımdan bir yudum alıp gülümsedim.


"Alıştım tabii, başta biraz korkum vardı açıkçası. Kimseyi tanımıyordum, sonra bizim kızları tanıdım, timi tanıdım. Çevrem bile var bak."


Gülümsemeye yakın bir ifade oluştu yüzünde.


Telefonu çalıyordu, arayan kişiyi görünce bir küfür mırıldandı ağzının içinden.


"Ne var lan?"


Karşı taraftaki sese dikkat ettiğimde arayan Mertti.


"Yakaladım abi, yakaladım."


Kısmını duymuştum sadece. Hoparlörü açıp daha rahat duymamı sağlamıştı.


"Duyuyor Efsun ablan, şimdi söyle."


"Abla, tuzak yerleştirmiştim sabahtan sizin odalara. Şimdi gelince aklıma geldi bir baktım fare yakalanmış. Korkmanıza gerek yok artık, birkaç yere de ilaç bıraktım gelemez artık."


Ben boşuna demiyordum Alp'i verip Mert'i kardeş olarak alalım diye.


"Mert, çok teşekkür ederim. Bizim için büyük bir iyilikti bu."


"Ne demek abla, siz artık bizim kıymetlimiz oldunuz yardım edeceğiz tabii."


Bir bakıma öyleydi. Sürekli erkek erkeğe vakit geçirmeye alıştıkları için kadınlara daha nazik davranıyorlardı. Mert için de İpek ve ben ablaydık, Ecem'in konumunu henüz bilmiyordum ama elinden gelen her fırsatta bize yardımcı olmaya çalışıyordu.


Selim Mert konuşmaya devam ederken telefonu kapatarak masanın üzerine bıraktı.


Konuşmadan çayımı içmeye devam ettim. Selim de konuşmasa da gergin değildi, yüzünde rahat bir ifade vardı.


"Senin evin yok mu? Hep askeriyede kalıyorsun ya?"


Dayanamayıp ilk sessizliği bölen hep ben oluyordum.


"Var tabii, tedavi bitene kadar orada kalmaya karar verdim sadece."


Tedavide artık üçüncü haftaya giriyorduk, yavaş yavaş sonuna geliyorduk.


Çaylarımız bitince eve gitmek için arabaya doğru yürümeye başladık, Ecem'in attığı yirmi beşinci mesajı da görmezden gelip koltuğa kuruldum. Bir gün daha bitmişti, sevdiklerimle, mutlu olduğum bir şekilde..

                                                                                                      ◇


Artık tedavide tam üçüncü haftamız olmuştu, yaraları çok derin değildi o yüzden kısa süreli bir tedavi işe yaramıştı. Ecem ve İpek askeriyeye sağlık kontrolü yapmak için erken çıkmışlardı, bende hızlıca bir şeyler atıştırıp revire gelmiştim. Odamda geçirdiğim iki saatin sonunda kapım çaldı, usulca aralandı. Gelen Tuna'ydı.


"Abla, gelebilir miyim?"


"Gel tabii," diyerek ayağa kalktım. Sivildi, elindeki valizi yere bırakıp karşıma geçti.


"Ben bugün İzmir'e gidiyorum abla, gitmeden herkesle görüştük, sana da bir uğrayayım dedim."


Şırnak'ı seveceğimi hiç düşünmemiştim, kocaman bir aile kazandırmıştı bana.


"Vakit geldi demek, güle güle git. En kısa sürede biz de geleceğiz merak etme."


Kocaman gülümsedim, o da gülümsedi.


"Bu arada abla Tuğrul Albay seni görmek istiyormuş. Gelsin dedi."


Albayla en son Selim'in odasında karşılaştığımızı hatırlayınca yanaklarım kızarmıştı.


Tunayı yolcu edip derin derin birkaç nefes aldım. Önlüğümü masanın üzerine bırakıp Albayın odasına gittim.


TUĞRUL ALTINOK


Karşıma çıkan tabelaya bakıp terleyen avuç içlerimi kazağıma bastırdım.


Vakit kaybetmeden kapıyı çaldım, "gel," dedi içeriden gür bir ses.


Odaya girdiğimde Albay ayaktaydı, geldiğimi görünce yüzünde ki ifade yumuşadı.


"Gel Efsun kızım, geç otur şöyle."


Masanın ön tarafında ki koltukları işaret etti, kendisi de masanın başına geçerek koltuğuna oturdu.


"Seni Ulaş'ın durumunu konuşmak için çağırdım, tedavinin bitmesine az kaldı biliyorsun. Sence tekrar göreve dönecek kadar hazır mı?"


Soru beklediğim yerden gelmedi diye seviniyordum ilk defa. Çok üzerinde durmamıştı son olayların anlaşılan. Yüzümü inceleyen gözlerine bakarak gülümsedim.


"Beklediğimden hızlı toparladı açıkçası, her gün daha da çok ilerleme kaydediyor. Tabii son günlerde ne olur bilmem ama şu an ki görüşlerime dayanarak evet diyebilirim sorunuza. En kısa sürede görevine eskisinden de güçlü bir şekilde devam edeceğine eminim."


Aldığı cevapla gülümsemesi büyüdü, beklediği bir cevaptı.


"Öyledir Ulaş, az uğraşmadı o bereyi almak için. Bir şeyi çok istedi mi asla pes etmez, yarıda bırakmaz."


Öyleydi, görevini her şeyden önce tutan birisiydi o. Kendisinin de dediği gibi bildiği tek aşk vatanıydı. Onun için de son ana kadar her şeyiyle savaşıyordu.


"Bu arada aramıza hoş geldin kızım, bizim kızdan duydum biraz tanışmışsınız. Gözüm arkada kalmadı sizi tanıdıktan sonra, artık sende aileden birisin."


Gerçekten de öyle olmuştu, hepsini kısa sürede tanıyıp sevmiştim.


Albay birkaç konuşma daha yaptıktan sonra gitmeme izin vermişti. Çıktığım kapıyı sakin sakin kapatırken karşımda görmeyi beklemediğim biri, Selim vardı.


Koridorda ki duvara yaslanmış beni bekliyordu anlaşılan. Odadan çıkınca doğrulup yanıma geldi.


Bu kez üzerinde üniforması yoktu, siyah bir kısa kollu ve siyah bir eşofman vardı. Saçları yeni duş aldığı için ıslak görünüyordu. Kolumdan tutarak bahçeye çıkardı, odaların olduğu kısım güvenlik açısından sıkıntıydı.


"Senin ne işin var burada?"


"Bu soruyu benim sana sormam gerekiyor bence Füsun, sen ne yapıyordun Albayın odasında?"


İki el tavla atmıştık alt tarafı, çok istiyorsa onunla da atardık.


"Kahvesini yalnız içmek istememiş ona eşlik ettim. Dedikodu yaptık biraz da oldu mu?"


Kaşları her zamanki gibi yine çatıldı.


"Dalga geçme, beni sormuş haberim var. Onu soruyorum ben."


Bordo bereye geçince tüm alıcılar açılıyordu galiba.


"Evet seni sordu. Tedavi nasıl gidiyor, göreve devam edecek mi dedi."


Yüzünde ki ifade yerini endişeye bıraktı.


"Sen ne dedin?"


"Devam edebileceğini söyledim, tedavi güzel gidiyor bu şekilde devam ederse en kısa sürede döner dedim."


Gülümsedi, gamzesi belli oluncaya kadar gülümsemişti. Şu an bile silahını kapıp operasyona koşmamak için zor duruyordu. Ecem'den duyduğuma göre tim anlık belli olan bir operasyona çıkacaklardı bugün, oradan dönerken de direkt İzmir'e gideceklerdi. Geride sadece biz kalmıştık.


Etrafta ki askerlerin gelip geçerken bize bakmasını görmezden gelmeye çalıştım. Kapıdan çıkan bir askerle daha göz göze geldiğimde boynuma sarılan kollar ile olduğum yerde kalakaldım. Sıcak nefesi boynuma doğru vururken şampuan kokan saçları burnumu şenlendiriyordu.


"Çok, çok teşekkür ederim Efsun. Haklıymışsın, sözünün arkasında durdun. Artık gerçekten çok, çok iyiyim. Senin sayende."


Yaşadığım anlık şok hala geçmemişti. Kollarımı usulca sırtına doladım ben de.


"Asıl ben teşekkür ederim, süreç boyunca sende bana çok yardımcı oldun. En büyük pay senin."


Bir süre sonra geriye çekildi. Yüzünde ki gülümseme hala solmamıştı, çok mutluydu. Boynunda ki kolyeyi öpüp gökyüzüne baktı.


"Geliyorum kardeşim, çok az kaldı."


Yiğit'in kolyesiydi bu, hikayesini biliyordum. Kolyeyi parmaklarından bırakırken yüzüme bakmaya devam etti. Tanıdığım günden beri hep böyleydi, çocuksu bir adam. Dışarıda ki herkes ne kadar sinirli olduğundan bahsederken benim karşımda sanki beş yaşında bir çocuk vardı.


Bakışlarımı alttan alttan askeriyeden tarafa çevirdiğimde karşılaştığım manzara beklenmedikti. Bir grup asker toplanmış bizi izliyordu. Derin bir nefes alıp kalp atışımı sakinleştirmeye çalıştım. Olmuyordu, Selim hala neşelenmeye devam ederken yine hapşırmıştı. Ya hasta oluyordu ya da tik gibi bir şeydi bu. Sormayı aklımın bir köşesine not ettim. Odama gitmem gerektiğini söyleyerek koşar adımlarla revire ilerledim. Ecem ve İpek hala gelmemişti. Kapımı kapatıp kendimi sedyenin üzerine bıraktım.


Hayat hiç beklemediği anda insana mucizeler sunuyordu, kimine yaz gelirdi kimine kış. Kimse anlamazdı bu dilden, tek bir dil vardı herkesin ortak konuştuğu, bildiği; sevda dili..


                                                                                                      ◇


9 Mart Operasyonu..


Tuna'nın yemeğinden dönüşte öğrendikleri bir operasyon olmuştu bu. Merkeze yakın bir köye inen teröristler çocukları kaçırmıştı.


Köyde ki kadınlar öldürülürken erkekler kaçırılıp sınır dışı ediliyordu.


Teröristlerin saklandıkları bir mağara bulmuşlardı, Ercüment ve Berker güney cephesinde beklerken Kaya yukarı da ki dağlık alana çıkmıştı.


Mert ve Akın ise sol tarafı gözetliyordu.


Burak ve Yavuz'un da timle katıldığı bir görev olmuştu. İkisi birden sağ tarafta bekliyordu. Burak Ercüment'e göre daha rütbeliydi bu yüzden emir komuta ondaydı. Ercüment rütbeleri aynı olmasına karşın zaman farkı olduğu için ondan üst sayılan adama baktı.


"Bora 6, hedefi görebiliyor musun?"


Timin keskin nişancısıydı Kaya.


"Olumsuz Komutanım."


Etrafta hiç bir hareketlilik yoktu ama güvenlik olarak güçlendirmişlerdi.


"Bora 3, işaret verince hep beraber ilerliyoruz anlaşıldı mı?"


Ses Burak'tan gelmişti, gözleri Yiğit'i aradı bir süreliğine Ercüment'in.


'Dalmıyor muyuz daha abi ya,' diyen sesi çınladı kulaklarında.


"Şimdi!"


Burak'ın komutuyla usul usul mağaraya doğru ilerlemeye başladılar. İçeriden gelen sesle hepsi saklanacak bir yer büküp kendini gizledi. İki terörist etrafı incelemek için dışarıya çıkmıştı. Mert ve Berker teröristlerin ağızlarını kapatıp boyunlarına geçirdikleri bıçakla öldürüp kenara çektiler leşlerini. Sıra içeriye girmeye gelmişti. Ercüment ve Burak önde, tim geride girdiler içeriye.


Onlarca çocuk elleri ve ağızları bağlanmış halde yerde oturuyordu. Henüz kimse timin geldiğini fark etmemişti.


Burak'ın başını sallayarak verdiği işaretle hepsi öne atıldı. Teröristler yaşadığı şaşkınlıkla silahlarına saldırdı. Çok kalabalık değildi sayıları, Ercüment karşısında silah doğrultan teröristin eline vurarak silahı yere düşürdü. Savunmasız kalan adama alnın ortasından ateş etti. Berker kolunun altına sıkıştırdığı adamın kulağına bir şeyler fısıldayıp ateş etti. Her sıktığı kurşun artık kardeşi içindi, o rahat uyusun diye.


İçeri de ki tüm teröristler etkisiz hale gelmişti, koşarak çocuklardan birinin ağzını açtı Mert.


"Ağabey, kaçıyor, bunların başıdır o adam. Kaçıyor,"


Mert içeride çocuklarla kalırken tim dışarıya çıkmıştı.


Kaya ensesinden tuttuğu yaralı bir adamla yanlarına doğru gelince hepsinin yüzüne bir gülümseme yayıldı.


"Küçük itlerle uğraşırken büyüğünü unutmuşsunuz Komutanım, görüş alanıma takıldı lavuk."


Biri bacağından biri omzundan olmak üzere vurmuştu asıl teröristi.


Kaçamayınca da hızla aşağıya inip yakalamıştı.


"Gözüne sağlık aslanım, eyvallah."


Ercüment Kayaya teşekkür edip elinde ki adamı aldı. Saçı sakalı birbirine karışmış, üzerinde ki kazak yırtılmış bir vaziyetteydi. Adamı öne doğru itekleye itekleye arabaların yanına getirdikten sonra ellerine kelepçe takıp içeri kakaladı. Boralar bir görevi daha atlatmıştı, şehitleri hep rahat uyusundu.


                                                                                  ◇


Tuna'nın yemeğinde gizlice anahtarımı Akın'a vermiştim. Operasyon uzun sürmediği için süsleme yapmak onlara kalmıştı. Benim görevim İpeği oyalamaktı. Askeriyeden geldikten sonra Ecemle beraber yorulduklarını söyleyip İpeğin odasında kahve içiyorlardı. Ben ise malum hastamın saati geldiği için onlara katılmak yerine odamda Selim'i bekliyordum.


Sayamadığım kere daha sarılışını düşündüm. Gözlerinin içi parlıyordu, Sevim teyzelerin de gelmesine birkaç gün kalmışken kendini toparlaması güzel olmuştu.


Bu kez değişik şekilde yakalayamayacaktı beni, öylece masamda oturmuş gelmesini bekliyordum çünkü.


Çok vakit geçmeden kapım aralandı, gelmişti. Her gün saat tam onda buradaydı.


Beni normal bir şekilde görmeye şaşırmış olacak ki konuşmadan koltuklardan birine oturdu. Fare var mı diye gözleriyle etrafı da inceledi, yoktu. Bugün ikimiz de oldukça içtendik, normaldik.


Çalan telefonunu açtı. Arayan Akındı. İpeğe direkt İzmir'e geçeceğiz diye duyursalar da önce doğum gününü kutlayacaklardı. Gerçi birkaç saat öncesine kadar bende unuttular sanıp direkt İzmir'e geçecekler diye düşünmeye başlamıştım. Öylesine önem veriyordu her bir detaya Akın.


"Süslemeler bitmek üzereymiş, işiniz bitince eve gelebilirsiniz dedi."


Tim artık bu saatlerde beraber olduğumuzu öğrenmişti, beni aramak yerine onu aramayı tercih etmişlerdi bu yüzden de. Başımı sallayıp ayaklandım, o da benim peşimden gelip sedyeye uzandı. Dikkatimi çeken şey yine arkasında ki birkaç kan damlası olmuştu.


"Kalk hemen! İpek sana demedi mi pansuman yaptırman gerekiyor diye? Yine gitmemişsin belli, bak kanamış yine."


Sesimi duyar duymaz yattığı yerden doğruldu. Şaşkın bakışlarla beni inceledi.


"Önemli bir şey değil, her zaman olan şeyler bunlar. İlk defa dikiş attırmadım Füsun."


Sadece bacağının bir kısmında yirmi dört dikiş vardı. Düzenli baktırmadığı için de sol omzu sık sık kanama yapıyordu.


"Olmaz böyle, kalk İpeğe gidelim. Pansuman yapsın."


Kımıldamadı.


"Sadece bir pansuman, sen yapmam diyorsan getir eşyaları ben bile yaparım. Gitmeye gerek yok."


Gerçekten dalga geçiyor olmalıydı. Dışarıdan bunları gören birisi gerçekten çok utangaç ve başka birileri ile konuşmuyor sanırdı ama hiçte öyle değildi. Dışarıda da oldukça tanınan biriydi.


"Saçmalama. İpek bu konularda bizden daha uzman onun yapması gerek."


Bu kez kalkmasını umut etsem de yine olmadı. Anlaşılan gerçekten de gitmeyecekti. Derin bir nefes alarak sesli bir of çektim dışarıya. Onu odamda bırakıp İpeğin odasına gittim.


"Efsun, bir şey mi oldu?"


"Komutanın dikişleri yine kanama yapmış ama gelmek istemedi. Eşyaları verirsen ben yapabilirim. Yoksa sinirden delireceğim şurada."


İpek şaşkın şaşkın malzemeleri hazırlarken Ecem gülmeye başlamıştı.


"Doktoru çok sevdiyse demek."


Ben sadece fizyoterapistdim. Sadece o kısımla ilgilendiğimi görünce beni doçent falan sanmıştı galiba. Bütün doktorluk sorunlarını bana yaptırmaya çalışmasının başka açıklaması olamazdı. İpeğin hazırladığı eşyaları kaptığım gibi odama geri geldim. Bıraktığım yerde öylece duruyordu. Elimde ki eşyaları görünce ellerini geriye koyup bedenini geri çekti.


Masanın üzerine eşyaları dizip karşısına geçtim.


"Sadece omzunda değil, sırtında da dikişler var. Tshirt'ünü çıkarman lazım ki pansuman yapabileyim."


Ben arkasına geçerken sorgulamadan üzerini çıkardı. Ensesinden aşağılara inen düz bir çizgi halinde ki kası yutkunmama sebep olurken bozuntuya vermedim. Yani umarım öyle olmuştu. Ön tarafa geçip pamuğu elime alırken karın kasları ve kolları da biz buradayız dercesine sesleniyordu sanki.


Bedenini öne doğru eğip yaraları daha iyi görmemi sağladı. Önceden olan da bir çok yarası vardı, bir kısmı hala yeni gibi görünüyordu. Islattığım pamuğu dikişlerin üzerinde gezdirmeye başladım. Hiçbir tepki vermedi, omzunun üzerinden yüzüme baktı sadece. Belki de gördüğüm manzara karşısında verdiğim tepkiyi görmek istiyordu.


Temizleme işlemi bittikten sonra bantları elime alıp usulca dikişlerin üzerine yapıştırmaya başladım.


"Korkma, acımıyor."


Yaralarını gördükçe benim canım acımıştı, acımasındı. Arka taraf bitince omzunun üzerinden göğsüne uzanan dikişleri temizlemek için ön tarafa geçtim. Hareket etmeden beni inceliyordu. Bantları almak için uzandığımda başımın üzerinde ki gözlerini buldu gözlerim.


Bu sefer çekmedi, aksine daha samimi bir bakış attı. Elimde ki bantları da yapıştırdıktan sonra artık bitmişti. Bugünlük de yatarak yapamayacaktık tedaviyi. Ben eldivenimi çıkarırken o da üzerini giyindi.


"Artık öğrenmişsindir, geç koltuklara orada yapacağız yine."


Memnuniyetle her zamanki koltuğuna oturdu. Tedavi bitene kadar da duruşunu bozmadı, sessiz ama ne dersen tamam diyerek bitirdi tedaviyi. Artık burada ki işimiz bitmişti. Sırada İpeği eve götürmek vardı, Ecem'in sabahtan haberi olduğu için kolayca Selim'in bizi eve bırakacağına ikna etmişti İpeği.


Selim de arkamdan çıkarken İpeğin odasına gidip kapıyı araladım.


"Hadi artık, eve gitme vakti."


Ecem hevesle ayaklanıp ceketini ve çantasını kavradı. İpek masanın üzerinde ki kağıtları düzeltip yanımıza geldi. Belki de geçireceği en güzel doğum gününe gittiğini bilmeyen İpek yol boyunca hiç konuşmadı. Unuttuğumuzu düşünüyor olmalıydı, sabahtan timin gittiğini de öğrenince suratı asılmıştı gün boyunca hiç gülmemişti.

                                                                                                       ◇


"Abi biriniz yardım edin, bu ışıklar ele geçirdi beni," diyen Mert'e baktı hepsi. Yaklaşık bir saattir duvara asmaya çalıştığı ışıkları sonunda etrafına dolamış içinde debeleniyordu.


Ercüment söylene söylene kabloları birbirinden aralarken Mert derin bir nefes aldı. Diğer hazırlıklar bitmişti. Efsun'un yoldayız, mesajıyla hepsi işleri hızlandırmışlardı. Kapıdan gelen seslerle hepsi ışığı kapatıp duvar diplerine geçti. Efsun'un açtığı kapı ile içeriye ilk giren İpek olurken diğerleri de hızlı bir şekilde içeriye girip kapıyı kapatmışlardı.


"İYİ Kİ DOĞDUN İPEKK!!"


Işıkların bir anda açılmasıyla herkes bir ağızdan bağırmıştı.


"Unutmamış," diye fısıldadı İpek.


Unutmazdı, Akın İpeğe dair bildiği ne varsa hiçbirini unutmazdı.


Kaya'nın tuttuğu pastaya yaklaştı İpek, timin göreve gittiğini duysa da geldiklerinden haberi yoktu. Bakışlarını önce kendine gülümseyerek bakan kalabalığa çevirdi, ardından tek bir kişiyi seçti gözleri. Siyah gömleği, siyah pantolonuyla olduğu yerden onu izleyen Akın'a. Kendine dönen bakışları görünce usulca çenesini kaşıdı Akın. İçinden ne geliyorsa söylemek istedi o an. İpek Akın'ın bu dünya da ki tek iyikisiydi.


Yüzünde hiçbir ifade olmayan Selim'in koluna dokundu Ercüment. Eliyle işaret ederek gül biraz, demeye çalışıyordu.


Yüzünde hiçbir ifade yoktu ama kaşları da çatık değildi Selim'in. Uzun zaman sonra sevdikleriyle böylesine vakit geçirmek bir nebze de olsa iyi gelmişti. Bu kez Burak ve Yavuz da gelmişlerdi, yüzüyle belli edemese de gözleriyle belli ettiğini düşünerek gülümsedi onlara.


"Çok, çok teşekkür ederim. Hiç haberim yoktu, çok mutlu oldum."


İpek küçük bir teşekkür konuşmasının ardından gözlerini kapatıp dilek diledi. Pastayı üflerken kalabalıktan bir alkış sesi yükseldi. Kaya elinde ki pastayı yerine bırakırken Ecem başta olmak üzere herkes sarılıp doğum gününü kutlamaya başlamıştı. Selim'in ufak bir baş selamı verip kutlamasıyla sıra Mert'e geçmişti.


Cümleleri olduğunca süsleyerek bir konuşma yaptı Mert.


"Ama bu gecenin mimarı, Akın Komutanım. Hepsiyle tek tek ilgilendi. En son ışıklara dolandım diye ışık yerine beni asacaktı duvara, o derece hassastı."


Akın İpeğin vereceği tepkiden endişelenirken hiç beklemediği bir şey olmuştu.


Birkaç adımda yanına gelen İpek küçük de olsa gülümsemişti.


"Teşekkür ederim," diyebildi sadece elini uzatan İpek.


Akın şaşkınlığını göz ardı ederek hemen kavradı kendisine uzatılan eli. İçinde ki tüm duygular yine harekete geçmişti, terlemeye başlamıştı. Elleri birbirinden ayrılırken ikisi de bakışlarını birbirinden çekmedi.


İpek geri dönüp pastayı keserken Ecem servise başlamıştı. Mert de yardım etmek için ısrar edince geride kalanlara sadece oturmak kalmıştı.


Ercüment bir köşede Berker'i konuşturmaya çalışırken Kaya yeni gelen askerlerle konuşuyordu.


Her zamanki gibi bir eksiğimiz vardı, Bade.


"Bade gelmeyecek mi?"


Sorumu duymalarıyla beraber bakışlar bana çevrilmişti.


"Ben aradım abla ama hastaymış, size de bulaşmasın dedi."


Önüme tabağı bırakan Mert durumu açıkladı. Ercüment çatalını yere bırakıp ağzında ki lokmayı hızla yuttu.


"Hasta mı? Tabii bu havalara alerjisi var onun. İlaçlarını almamıştır yine."


Ercüment'in Bade'yi nasıl bu kadar iyi tanıdığını bilmiyordum. Bilmekten öte bir şeydi onunki, daha çok ezber gibi. Onunla ilgili her bir detayı zihninin bir köşesine not etmişti. Telefon açacağını söyleyerek diğer odalardan birine geçerken gülümseyerek baktım arkasından.


Herkes sohbete devam ediyordu, keyifleri yerindeydi. Selim sol tarafımda bir elini çenesine yaslamış otururken Akın ve İpek kaçamak bakışlarla birbirini gözetliyordu.


"Revirde ki odadan sonra ev sarmadı sanki komutan?" diye fısıldadım kulağına.


Konuşmamı beklemiyor gibi olduğu yerde doğruldu.


"Sarmamak değil de, sıkıldım."


Tedaviye başlarken küçük bir çocuğa bakıcılık yapacağım söylenmemişti.


Tabağımda kalan pastayı bitirip içeceklerimizi elime aldım.


"Bizim tedavi hakkında konuşmamız gereken şeyler var, balkondayız," dedim ayağa kalkarken. Herkesin yüzünde sinsi bir gülüş belirse de kimse cevap vermedi Berker hariç.


"Özlettin kendini Komutanım. Efsun abla iyi bakıyor galiba tedaviden dönemedin hala aramıza."


Berker çok konuşmayan ama konuşunca da yerinde konuşan biriydi.


"Dayan koçum, az kaldı. O zamana kadar tatilin tadını çıkarmaya devam et sen. Ayrıca," dedi gözleri gözlerimi bulurken.


"Evet, doktorum iyi bakıyor. Bakıyor ki bu kadar kısa sürede aranıza dönebiliyorum yoksa sürecin uzama riski vardı."


Bu kez bende masadakilerle beraber şok olurken elimde ki bardağını alıp balkona doğru yürümeye başladı.


"Sağa dön," dedim.


Olduğu yerde dururken sorgulayan bakışları yüzümü buldu.


"En son sen beni odana götürmüştün, burası da benim evim olduğuna göre sıra bende. Hem sana vermek istediğim bir şey var gel benimle," dedim önüne geçip odama doğru yürürken.


Sabahtan toparladığım için sessiz bir şükür ettim.


Odama girer girmez etrafı incelemeye başlamıştı. Elimde ki bardağı masaya bırakırken oturmasını söyledim, yatağımın üzerine otururken bardağını yan tarafta ki çekmecenin üzerine bıraktı.


"İyi misin?" diye sordum sandalyeyi karşısına çekip otururken.


"Değilim," dedi düşünmeden.


Değildi, iki arkadaşını birden şehit verip ardından bir süre göreve gitmeyince çok sıkılmıştı. Hiçbir şeyden zevk almıyordu, eskisi gibi gülmüyordu.


"Bak neden diye sormayacağım ama söylemek istediğim bir şey var. Artık yabancı değiliz, birbirimizi tanıyoruz. İçinde çok büyük bir sıkıntı var, biliyorum. Çünkü aynısından bende de var. O ağrının geçmesini beklersen hiç geçmez, üzerine zamanı merhem diye sürüp mücadelene devam edeceksin. Ban bana, bu kız abisi öldürüldükten sonra bir daha kimsenin yanında ağlamadı, ağlamaz. Çünkü kimse artık onu güçsüzken göremez, ayakta durması için ona gerekli enerjiyi veren bir derdi var içinde. Şimdi,"


Dedim derin bir nefes alırken. Tek bir nefese sığdırıyordum onca cümleyi. Çünkü dursam devamı gelmezdi, sessizlik olurdu.


"Aynısını sende yap. Eskisi kadar olmasa da gül, insanlarla vakit geçir, çalış. Kimseye bu sıkıntının seni güçsüz düşürdüğünü düşündürme."


Gözleri kısılırken hiç konuşmadı. Söylediklerimi anlamaya çalışır gibi bir süre öyle kaldı.


"Her gece rüyamda görüyorum ben Yiğit'i. Serhat geliyor arkasından. Yapamadım, koşa koşa gidemedim yanlarına buradayım diyemedim. Çocukluğumdu o benim," dedi titreyen sesiyle.


"Gülen yanımdı, Yiğit var diye gülüyordu Ulaş. Şimdi kim anlar ki o halimden? Kim geri verir onunla olan anılarımızı?"


İlk defa titriyordu sesi. Dolan gözleri parlamaya başladı. Düşünmeden uzanıp elini avucumun içine aldım.


"Kimse, kimse onun yaşattıklarını yaşatamaz. Görev senin, Yiğit'i her zaman var bilip gülümseyeceksin. Artık onun görevlerini de sen yapacaksın."


Avucumda ki eli parmaklarıma tutundu. Başını yere eğdi. Günlerdir sormak istediğim soruların bir genellemesi olmuştu bu konuşma. Belki bir daha konusu açılmayacaktı ama eskisinden iyi olacaktı.


"Neden yapıyorsun bana bunu? Neden anlıyorsun beni?"


İkimizin yarası da aynı yerden kanıyor diyemedim. Yavaşça kaldırdığı başıyla gözlerime odaklandı. Gözleri kızarmıştı.


"Biz ilk defa şehit vermiyoruz ama birbirimizi teselli etmeyiz. Çünkü biliriz, bir gün hepimiz orada tekrar buluşacağız. Ama sen, sen neden böyle davranıyorsun şimdi? Neden sanki bunlar hiç olmamış gibi bakabilmemi sağlıyorsun hayata?"


Çünkü abiler ağlamazdı. Benim abim ölüme bile gülerek gitmişti. Yiğit'in abisi de ağlayamazdı bu yüzden.


"Çünkü bizim yaralarımız aynı yerde, aynı pencereden bakıyoruz hayata."


Boşta kalan eliyle gözlerini kuruladı. Bir süre ikimiz de konuşmadık. Avucumun içinde ki elini bırakmadım, o da geri çekmedi. Cılız gibi görünse de güçlü bir şekilde tuttu parmaklarımı.


"Keşke Efsun, keşke o gün yanında olup abine zarar vermelerini engelleyebilseydim."


Bu kez benim beklemediğim yerden gelmişti. Zaten dolan gözlerimden bir damla yaş süzüldü yanağıma. Bunu görünce o da başını yana çevirip yüzünü gizledi.


"Belki o zaman benim yanımda olamadın ama şimdi ol. Benim, bizim, onların herkesin yanında ol. Başını dik tut bizler için mücadeleye devam et."


Derin bir nefes alıp başını yukarıya kaldırdı. Bir süre daha öyle kaldıktan sonra yerimden kalkıp masamın yanına gittim. Uzun zamandır Selime vermek istediğim bir hediyeydi bu. Büyük siyah bir misket.


Ağlıyordum, mahallede ki çocuklar oyuna girmeme izin vermedi diye oturduğum kaldırımda öylece oturuyordum.


"Efsun.."


Abimin telaşlı sesi kulaklarıma doldu. Ağladığımı duyunca koşarak yanıma gelmişti. Yanıma oturup yüzüme yapışan saçlarımı geriye çekti. Sıkıca sarılmıştı, bütün acılarım o an gitmişti.


"Hadi gel," dedi ayağa kalkmış, elini uzatırken. Başımı kaldırıp gülümseyen abime baktım. Sıkıca kavradım uzanan elini. Köşe de ki bakkala getirmişti beni, yere duran misket kutusundan bir şeyler aradı bir süre. Bulduğu siyah, kocaman bir misketi alıp parasını ödedi. Bakkalın hemen yanında bir bank vardı. Elimden tutup beni banka oturttu.


"Bak şimdi Efsun, bunun adı karagöz. Ben koydum. Misketlerin en güçlüsü bu."


Parmakları arasına yerleştirdiği misketi gökyüzüne doğru kaldırdı. İçi simsiyahtı.


"Misketler bize benzer. Eğer düşünerek atarsan en başı vurursun, kazanan sen olursun. Eğer düşünmeden atarsan da ortadan vurursun diziyi, hepsini kazanamazsın."


Anladığımı sorgular gibi ifademi inceledi.


"Bu senin olsun. Her zaman düşünerek at, at ki kazanan hep sen ol. Şimdi ne alaka dersen de çok alaka kızım. Hani o çocuklar seni ağlattı ya, sende düşünmeden ağladın. Kazanamadın oyunu, onlar da senin ağladığını görüp mutlu oldu. Eğer düşünseydin ağlamazdın, beni çağırırdın. Ben hepsine kızardım, onlar da gelip senden özür dilerdi. Kazanan sen olurdun."


Misketi avucuma bırakırken beni kendine çekip Sıkıca sarıldı, saçlarıma ufak bor öpücük kondurdu.


"Her zaman düşünerek at Efsun, kazanan hep sen ol. Yoksa herkese güçsüz olduğunu gösterirsin. Bunu sakın yapma, başını eğdirmelerine izin verme."


Sonrası anılardı, göz yaşıydı.


Avucumun içine hapsettiğim misketle beraber yerime geri döndüm. Öylece beni izliyordu. Derin bir nefes alıp hikayemi ona da anlatmaya başladım. Silik bir gülümseme belirdi yüzünde. En çokta bu acıtıyordu kalbimi, abime çok benziyordu. O güldüğü zaman da abim gülmüş gibi içimde bir sıcaklık hissediyordum. Soru sormadan öylece dinledi hikayemi.


Farkında olmadan en güçsüz yanlarımızı göstererek tanışmıştık birbirimizle.


Misketi onun avuçlarına bıraktım. Biliyordum çünkü, en az benim kadar iyi bakacaktı o da. Avucunu sımsıkı kapattı. Sıcacık gülümsedi yine. Artık çok güçlüydü, bütün oyunlarda kazanan hep o olacaktı.


Konuşmadan gözlerimizle sorular sorduk birbirimize. Artık odama da revirde ki gibi onun kokusu dolmuştu, tek bir kokudan insan kendini güvende hisseder miydi? Misketi dikkatle cebine koydu. Bu kez o benim elimi tutmuştu.


"Sende en az benim kadar güçlüsün," dedi gözleri.


İçeriden gelen sesler artarken ayağa kalktım. Kendimize gelmeye çalışarak kapıyı açtık. Artık ikimiz de aynı cephede savaşıyorduk. Ses çıkarmadan içeriye bir bakış attığımda herkes sohbete devam ediyordu. Kolundan tutup balkona götürdüm. Artık sıkılmıyordu galiba, çünkü artık kaşları eskisi gibi çatık değildi.


"Yanlarına gitmeyecek miyiz?"


Kollarını balkon demirine yaslayıp vücudunu geri çekerken kolları yine bana göz kırpıyordu.


"Sıkıldım dedin, bende iyi bir ev sahibi olmaya çalışıyorum. İstiyorsan gidelim."


Düşünmeden cevapladı.


"Gitmeyelim."


Beklediğim cevabı alırken gülümsedim, üzerimden tonlarca ağırlık kalkmıştı sanki. Artık Ulaş Selim ile tanışıyordum, o da Efsunla.


Benim en garip hallerimi sadece o görürken bende onun vücudunda ki yaraları görmüştüm. Birbirimize açtığımız anılarımız, ortak güldüğümüz konularımız vardı artık. Komutan ve Doktor olmaktan çok Ulaş Selim ve Efsun oluşumuzun ilk adımıydı bu.


Birkaç saat önce sıkıntıyla aldığı nefesleri artık rahatlamıştı. Omuzları eskisi gibi çökük değil dikti.


Birkaç adım geri çekilip duvara yaslandım. Manzaramı zihnime olabildiğince kazımaya başladım. Her gün evimize bir komutan gelmiyordu sonuçta.


Omzunun üzerinden geri dönerken siyaha çalan gözleri görüş alanıma girdi.


Geliyordu, sanki çok uzak bir mesafeden gelir gibi aramızda ki iki üç adımlık mesafeden yanıma geliyordu.


Ellerimle arkamda ki duvara tutunduğum da çoktan yanıma gelmişti.


Yüzü yüzüme yaklaşırken kokusunu içime çektim. Bir süre kımıldamadan öylece kaldı. Elini cebine atıp bir bileklik çıkardı. Gümüş zinciri olan bilekliğin üzeri yeşil küçük taşlarla çevrilmişti.


"Bunu teşekkür etmek için almıştım. Tedavi süreci için diye düşündüm başta ama değilmiş. Senin de dediğin gibi bizim yaralarımız aynı yerde Efsun. O yüzden ben nasıl misketi her zaman saklayacak ve seni düşünüp güçleneceksem sende bunu tak. Gördüğün her zaman beni düşün, senin için savaştığımı getir aklına."


Senin için savaştığımı..


Beni düşün...


Sol bileğimi usulca tutup kaldırdı. Parmakları arasında tuttuğu bilekliği taktı. Çok güzeldi, üzerine vuran ışıkla da çok güzel görünüyordu.


"Şimdi bende en az senin kadar güçlü mü oldum?"


Gülümsedi.


Artık gülümsemesini de saklamıyordu.


"Sen zaten hep benim kadar güçlüydün Efsun."


Bugün olanları sindirmem kesinlikle birkaç ayımı alacaktı. Aramızda ki sessizlik ilk defa rahatsız etmedi. Dillerimiz sussa da gözlerimiz her zaman konuşmaya devam ediyordu.


Geri gitmedi, gitmedim. Yere indirdiğim bileğimde ki bileklik usulca aşağı süzülürken gülümsedim. Artık onun hediyesi olan bir şey benimleydi.


Bir süre daha balkonda durduktan sonra içeriye girmiştik. Herkes bıraktığımız yerde duruyordu, Ercüment hariç.


"Ercüment Komutanım, Bade ablanın yanına gitti Komutanım."


Aslında çok da şaşırtacak bir cevap değildi bu.


Koltuklardan birine kendimi bıraktım. Gece boyu bitmeyen sohbet hala devam ediyordu.


"Komutanım siz ne zaman gidiyorsunuz İzmir'e?"


Gidilmesi gereken bir İzmir vardı. Yaklaşık bir günümüz yolda geçecekti. Bu can sıkıcı bir durum olsa da sonucu güzeldi.


"Düğün cumartesi günü. Perşembe günü yola çıkmak lazım."


Otobüs olmadığı için arabalarla gidilecekti. Bizim arabamız halen bozuk olduğu için mecburen biz de onlarla gitmek zorundaydık.


"Komutanım sizin arabaya Ercüment Komutanımı ve Bade ablayı verelim. Ben Ecem'i, Berker'i ve Kaya Komutanımı alırım. Akın Komutanım da İpek ablayı, Burak Komutanımı ve Yavuz Komutanımı alır. Fazla araba olmaz hem."


Bence adil bir dağılımdı. Tek sorun birden fazla komutan olmasıydı. Herkes Mert'in teklifini kabul ederken İpekten tonlarca isyan gelmişti. Herkes duymazdan gelirken Akın alttan gülümsüyordu.


Ercüment ve Bade ile yolculuk yapmak eğlenceli olurdu. Zaten yol uzun olduğu için sürekli ara verecektik. Tek sorun hala giyecek bir şeyim olmayışıydı. Ecem'in dediğine göre elbiselerimin arasında bir elbise varmış ve onu giyersem tam olurmuş. Yeterliydi, alışveriş yapacak yerim yoktu.


Selim beraber gideceğimizi öğrenince bakışlarını bana çevirdi, şaşırmamıştı. Alışmıştık artık. Birkaç günlüğüne tedaviye ara verecektik, tabii mekanı önemsemeden devam etmeye karar vermezsek. Bir süre sonra herkesi tek tek uğurladık kapıdan. Hepimiz çok yorulmuştuk ama değmişti. İpek bile Akın'a hiç söylenmedi. Ecem Mert ile gideceği için şimdiden kombin düşünmeye başlarken bende öylece koltuğumda oturuyordum.


Misafirleri göndermeden önce kimseye kendi tabağını mutfağa taşıtıp etrafı toparlatmamış gibi gülümsedi Ecem. Bugün hepimize çok iyi gelmişti. Onlar Boralar timiydi, biz de yandan da olsa timin bir üyesi gibi olmuştuk artık..


                                                                                                                                                ◇


Yatağımda etrafıma dönmeye devam ederken uyku hala tutmuyordu. Yarın büyük gündü. Sevim teyze ve eşi geliyordu. Derin bir nefes alarak gözlerimi zorla kapattım.


Birkaç saatlik uyku bebek gibi hissetmemi sağlamıştı. Heyecanla yatağımdan kalkıp banyoya koştum, elimi yüzümü yıkadım. Bugün önemli bir gündü, dolabımdan çıkardığım kıyafetlerimi hızla giymeye başladım.


Buraya gelmeden önce bayılarak aldığım haki tonlarında bir tulum giymiştim altına da bu zeminde topuklu giyemeyeceğimi kabullenip durumu kurtarmaya yetecek bir ayakkabı uydurmuştum. Çantamdan çıkardığım makyaj malzemelerimle az bir makyaj yapmıştım, gözlerimin rengini belli edecek bir far ve olmazsa olmaz ruj detayı. Renk fark etmezdi ama olmalıydı işte.


Kızları uyandırmadan koşarak dışarıya çıktım. Buluşacağımız yer buraya çok uzak değildi yürümeye başladım. Attığı fotoğraflardan tanıyordum Sevim teyzeyi ve Mehmet amcayı. İkisi de henüz ellilerini bitirmemişti. Yaşlarından oldukça genç görünüyorlardı. Konuştuğumuz noktaya gelince sabırsızlıkla olduğum yerde beklemeye başladım. Önümden geçen arabaların hiçbiri durmamıştı.


Sıkıntıdan etrafımda ki insanları incelerken beyaz bir araba gelip önümde durmuştu. Gelmişlerdi.


Arabanın ön kapısını hızla açtı Sevim teyze. Dışarıya çıkıp derin bir nefes aldı. Etrafta gezdirdiği bakışları beni buldu. Saçları beyazlasa da kahverengi gözleri bütün güzelliğinin ispatıydı. Koşar adımlarla yanıma geldi.


"Efsun kızım,"


Kocaman sarıldı, annem gibi. Başını omzuma gömüp bir iki damla göz yaşı döktü.


"Şükürler olsun Allahıma. Oğlumun memleketine geldim, kızımı gördüm. Sıra diğer oğlanda," dedi geri çekilirken.


Bu kadar kısa sürede bende bir kızı olmuştum.


Mehmet amca geride durup bizi izlerken elinin tersiyle dolan gözlerini kuruladı. Önce Sevim teyzenin elini öpüp Hoş geldin dedim. Birkaç adım ilerleyip Mehmet amcanın karşısına geçtim.


"Hoş geldin amca."


O da Sevim teyze gibi sıkı sıkı sarıldı.


İkisiyle de görüştükten sonra arabadan kucağında kızıyla inen Ceren ablayı gördüm. Umaydı küçük kızın ismi. Dayısı koymuştu.


Koşarak bu kez de onların yanına gittim.


"Hoş geldin abla,"


Ceren abla en güzel gülümsemesiyle suratıma bakarken sıkıca sarıldım ona da.


"Aguu," dedi aramızda kalan Umay. Ceren abla anlamış gibi Umayı kucağıma uzattı.


"Hoş geldin prenses."


Küçük bir buse kondurdum kıvırcık saçlarına. Ceren ablanın eşiyle de tanıştıktan sonra birkaç adım ötede ki banklara oturduk. Bir süre kimse konuşmadan etrafı inceledi. Yiğit'in hatırasıydı buralar onlara. Ben buraya arabayla gelmediğim için onların arabasıyla revire gittik.


Etrafta Selim'in olmadığından emin olunca hepsini odama görürmüştüm. Bugünün tedavisi buydu, aile.


Selim'in gelmesine on dakika kadar bir süre kalmıştı. Son kez planımızı onlara da tekrar edip Selimi beklemek üzere dışarıya çıktım. İpek bir askere dikiş atarken Ecem de evrakları dolduruyordu. Aksi bir durum yoktu. Sonunda görmüştüm, bu tarafa doğru geliyordu. Beni kapıda görünce şaşırmıştı.


"Ne o Füsun, haftaya salı dedin dedin. Bu muydu? Kapıda beklemek mi yeni tedavi?"


Kapıda beklemek değil, kapının ardında seni bekleyenler vardı bugünün tedavisi.


"Sana ilk gün dediğim şeyi hatırlıyor musun? Sırık kuala. Keyfimden çıkmadım kapıya, tedaviyi sana kendimi göstermek istedim o yüzden seni bekliyordum."


Heyecanla koluna girip odama çekiştirmeye başladım. Şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Nihayet kapının önüne gelince durdum, bu kapının ardında ikinci bir ailesi vardı.


"Hazır mısın?"


Delirip delirmediğimi anlamaya çalışır gibi yine yüzüme baktı. Konuşmadan başını salladı.


Tuttuğum kapi kolunu usulca açıp kapıyı itekledim.


İşte artık karşı karşıyaydı. Asıl tedavi buydu. Şaşırmıştı, hemde çok. Doğru görüp görmediğinden emin olmak ister gibi kaşlarını yukarıya kaldırıp inceledi. Adımlarını usul usul içeriye attı. Gerçekti.


"Ulaş'ım, oğlum," harfleri uzatarak kocaman sarıldı Sevim teyze. Öylece kaldı Selim. Kaldırdığı kollarını sıkıca sardı o da.


Ağlıyordu Sevim teyze, durmaksızın.


Ceren abla annesini geri çekerken Mehmet amca geçti yerine.


"Evlat."


O da kocaman sarıldı. Sırtına vurdu iki defa.


Sırada Ceren abla vardı.


"Kardeşim."


Öne atılıp kollarını Selim'in boynuna doladı.


"Ben de buradayım Ulaş, bize sarılmak yok mu?"


"Abi," dedi Selim fısıldamaya yakın bir sesle bu kez o kocaman sarıldı Metin abiye.


Selamlaşma faslı biterken koltuklara oturmuştuk. Sevim teyze ağlamaya devam ederken Mehmet amca da onu teselli ediyordu.


"Siz, geldiniz."


Yeni yeni atlattığı şokuyla konuşmaya başladı Selim.


"Gelmem mi, benim oğlum burada sakatlanmış. Canı yanmış gelmem mi ben?"


Sevim teyze yüzünü kapatıp ağlamaya devam etti.


"Abi sen, işler yoğun diyordun."


Metin abi acılı bir kahkaha attı.


"Yemişim lan işini. Kardeşimden önemli mi? İptal ettim geldim toplantıyı."


Sevim annem, dediğini duymuştum. Böyleydi onlar, birbirlerine anne, abi her şey oluyorlardı. Annesinin kucağında kendi kendine söylenen Umaya döndü bakışları.


"Umay.."


Ceren abla ayağa kalkıp Umayı Selim'in kucağına bıraktı. Kucağında ki bebeğe bir süre bakakaldı öylece.

Kollarından tutup kendine çevirdiği Umay kocaman gülümsedi. Ağzına katmaya çalıştığı elini çıkarıp Selim'in yüzünde gezdirdi.

"Daa, Daa."

"Yok artık," dedi Metin abi.

Tam o an Selim'in yanağına bir damla yaş süzüldü.

"Dayı güzelim Dayı," dedi kucağında ki bebeğe.

Bu kez ağlayan Ceren abla olmuştu.

"Yiğit, hepimize video bırakmış. Anlatsam, anlatamam. Siz de izleyin."

Benimde orada olduğumu hatırlamış gibi konuştu.

"Efsun, odamda ki çekmece de bir flash var getirir misin?"

Başımı sallayıp odadan çıktım. Önce derin derin birkaç nefes aldım. Selim'in odasına girdiğimi gören askerlerin bakışını önemsemeden flashi alıp odadan çıktım. Odama geri geldiğimde birbirlerine bakmaya devam ediyorlardı. Bilgisayardan açtığım videoyu onlara da izlettim.

Her bir saniyesini dikkatle izlediler.

Yiğit'in sesini duyan Umay gülerek ellerini birbirine vurdu. Ağzında ki emzik yere düştü.

"Umay sadece sana Dayı desin," demişti Yiğit. Şimdi anlamıştım. Umay bunu duymadan bilmişti dayısının sözünü.

Sımsıkı sarıldı Selim Umaya. Herkes ağladı, bir daha ağlamamak için çok ağladı. Konuşacak daha çok şey vardı. Çöktüğüm yerimden öylece karşımda ki aileyi izledim. Onlarla beraber bende ağlamıştım. Sonunda az da olsa duraksadı ağlamaları. Eve gidecektik, orada hasret gidereceklerdi. Bugünün tedavisi bitmişti. Ceren abla ve Metin abi önden çıkarken Sevim teyze ve Mehmet amca da peşinden çıktı. Umay, Selim ve ben kalmıştık.

"Bu yaptığın şey hayatımda aldığım en pahabiçilemez hediyeydi. Çok teşekkür ederim Efsun."

Hep beraber çıktık odamdan. Annemin de dediği gibi aile en etkili antidepresandı. Herkes gitse bile geride sadece gözü yaşlı bir anne, dik durmaya çalışan bir baba kalıyordu...


                                           ◇


Evett, bu bölüm daha uzun oldu. Çok kavuşmalı bir bölüm oldu, siz ne düşünüyorsunuz? Bu arada Boralar timine Hoşgeldiniz arkadaşlar. Biz sizi çok sevdik.. umarız siz de bizi çok sevmişsinizdir..


Loading...
0%