Yeni Üyelik
17.
Bölüm

9.BÖLÜM

@livasayina

Yeni bir bölümden herkese merhaba, okur ballarımız...

 

Sanırım bu bölüm biraz geç kaldı ama yetiştik. Bölümü nasıl buldunuz, nereleri sevdiniz/ sevmediniz? Yorumlarda buluşalım ♡

 

Okunma sayımız gün geçtikçe artıyor, bunun için çok çok teşekkür ederim. Okuduğunuz bölümlerde satır arası yorumlar yapıp, en sonda da oy verirseniz bizi daha çok mutlu etmiş olursunuz.

 

Lütfen okurken bunlara da dikkat edelim, sizi çok seviyorum..

                                                                                                      ♡

 

Koca bir okyanus, amansız çırpınışlar. Onca kalabalığın içinde yapayalnız olmak gibi bir histi bu. Sanki en ufak bir ses çıkarsanız etrafınızda ki kalabalık hemen duyacakmış gibi gelirdi ama öyle olmazdı. Değil ufak bir ses, feryat figan da etseniz o kalabalık sizi duymazdı. Okyanusun derinliklerinde attığımız her kulaç karaya bir adım daha yaklaşabilmek içindi.

 

Kollar yorulunca ne olurdu peki? İnsan yaşama şansı varken ölmeyi seçer miydi? Bence seçmezdi, seçmemeliydi.

 

Göz yaşlarımı kendimden bile saklamak için yorganı biraz daha üzerime çektim. Eve gelir gelmez kendimi odama atmıştım, kızlar da benimle aynı durumdaydı, bir kişi hariç. Bade.

 

O hala mezuniyet elbisesini seçmekle meşguldü, Ercümentin beni en önden izleyeceği bir törende oldukça şık olmam lazım, diyerek bütün mağazaları alt üst etmişti.

 

Yan tarafımda ki telefonumdan gelen titreşim sesiyle yorganı biraz aşağıya indirdim. Ekranda bir mesaj bildirimi vardı. Saat sabah 04.17 yi gösteriyordu.

 

Mesajın Selimden geldiğini görünce titreyen parmak uçlarımla gelen bildirime dokundum.

 

Ararsan buradan sonrasında telefon çekmez. Merak etme diye yazıyorum, bir şey söylemek istersen mesaj yazarsın. Gün sonunda elbette okumaya çalışırım. Uyumadığını biliyorum Efsun, uyumalısın. Bizlik bir sorun yok, sende kendine dikkat et.

 

Uyu artık Füsun, mesajlarının vazgeçilmez cümlesi olmuştu. Bir şekilde haber almıştım, buna da şükürdü.

 

Ben zaten uyuyordum, mesaj gelince uyandım. Hem niye uyumayayım canım, sebebi mi var?

 

Son cümleyi yazdığım için hala pişmandım, içimde ki sese yenik düşmüştüm. Yorganı başımın üzerine çekerken gözlerimi ekrandan ayırmıyordum. Anında ekrana bir bildirim düştü.

 

:)

 

Mesaj bu kadardı, sadece bir gülücük. Selim'in atabileceği en zirve emoji, belki de yansıtabildiği duyguydu. Cevap vermeden telefonu kapattım. O güldüğü zaman Efsun dururdu, Efsun güldüğü zaman o bir şey hatırlamışcasına dalar giderdi. Yorganımı düzelttikten sonra bir o tarafa bir bu tarafa döndüm. Sanki bütün gün boyunca hiç yorulmamış gibi uyuyamıyordum.

 

İzmir de çektiğimiz fotoğraflar aklıma gelince telefonumu açıp onlara bakmaya başladım. Elbisemle çiçekler oldukça güzel bir görüntü oluşturmuştu. Kendi fotoğraflarımı kaydırmaya devam ederken karşıma çıkan kare anda kalmama sebep olmuştu. Kravatı çıkarmış, üstten birkaç düğmesini açmış, gün sonunda yorgunlukla oturduğu sandalyede bir kolunu da yan tarafında ki sandalyeye atmış biri.

 

Fotoğrafı çok az yaklaştırdım, bunu çektiğimi hatırlıyordum ama hiç açıp bakmamıştım. Haberi yokken çektiğim içindi belki ama o anın da anısı kalsın istemiştim. Tam arkamda ki masaya attığı bakışlardan beni fark etmemişti bile. Faruk ile olan sözsüz savaşın kazananı elbette ki Selim olmuştu ki Faruk tek bir kelime etmeden salondan çıkıp gitmişti.

 

Boynunda varlığını belli edercesine parlayan kolyeye kaydı bakışlarım. Artık ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Fotoğrafı sayamadığım kez inceledikten sonra diğer fotoğraflara geçmiştim, onun başka fotoğrafı yoktu. Devamında kızlar ile çekindiğimiz birkaç fotoğraf vardı, birkaç fotoğrafına ardından yine tanıdık bir sima, çocukluğum belirmişti. Abisinin boynuna sarılıp ayak ucunda duran bir Efsun, karşımda bana gülümsüyordu.

 

"Abi," diye fısıldadım fotoğrafa, bu kez abim diye cevap verenim yoktu...

 

Tarihe baktığımda beynime keskin bir şeyin saplandığını hissetmiştim. Bugün abimin doğum günüydü, yoğunluktan tarihe bile bakmadığım için bu kez unutmuştum. Selim'in göreve gittiği gün, abimin doğum günüydü.

 

Sen söylemek istediklerini yaz, elbet gün sonunda okurum, mesajı aklıma gelince hemen Selim'in mesaj kısmını açtım.

 

Düşünürsem yapmazdım, o yüzden düşünmeden klavyeyi açıp aklıma gelenleri satıra dökmeye başladım.

 

Selim, bugün abimin doğum günü biliyor musun? Yıllardır aylar öncesinden saydığım günü bu yıl unutmuşum.

 

Manisa da olmadığım için yanına da gidemeyeceğim bu kez. Bedenen çok ayrı doğum günü geçirdik ama ruhen bu ilk olacak. Seni de rahatsız etmek istemedim ama bir anda aklıma gelince yazdım öyle, öylesine.

 

Öylesine diyorsan öylesinedir Efsun, derdi hep. Nedenini sormazdı. Saate baktığımda yaklaşık iki saat geçmişti gün artık aydınlanmaya başlarken ben hiç uyumadan sabah etmiştim. Kahvaltıya Bade geleceği için sabah hepimiz uyanık olarak masayı hazırlayacaktık. Bade'nin ısrarı üzerine olağanüstü bir hal olmadığı sürece bir gün izinliydik. Tuğrul amcanın bize bir sürprizi olmuştu bu tatil.

 

Yatağın içinde debelenmekten sıkılıp ayağa kalktım. Odamda küçük bir balkon vardı, tek bir sandalye ve küçük bir sehpa koyabilecek kadar bir alanı vardı. Balkona çıktığım ilk an vücuduma değen rüzgar irkilmeme sebep oldu, sanki yaşadığımı hatırlatıyordu. Sandalyeme oturup dizlerimi karnıma doğru çektim, başımı gökyüzüne kaldırdım.

 

"Abi," dedim tekrardan.

 

"Ne zormuş biliyor musun, yıllardır şu kelimeye abim diye cevap alamamak? Hani derler ya insanın canı ne çok yanarmış görmek istediğini baktığımda yerde göremeyince diye, benim artık yanacak canım bile kalmadı abi."

 

Alabildiğim kadarıyla derin bir nefes aldım. Sanki baktığım yerde abim vardı, beni dinliyordu.

 

"Sen bugüne kadar bana hep güç verdin, ama o bilye olmasa da sen benim yanımdaydın. Ben her şekilde senden güç alırdım. O bilye artık Selim de abi, ona da güç ver olur mu? Yine herkesin hayatına dokunmaya devam et."

 

Dizlerimin üstüne yasladığım çenemden bakışlarımı başka bir noktaya çevirdim.

 

"Yanına gelemediğim için beni affet, bu kez sana gelemedim ama belki sen bana gelirsin, rüyama, hayalime? Ben seni çok, çok özledim abi. Biliyorum maalesef biliyorum, dönmezsin ama bir şekilde bana gel abi, ben seni unutmaktan çok korkuyorum."

 

Kendime bile edemediğim bir itiraftı aslında bu. Önce sesi giderdi, sonra yüzü, ardından tamamen..

 

"Fıstığın seni çok özledi abi, doğum günün kutlu olsun. İyi ki, iyi ki benim abim olmuşsun. Yaman Aktay olmuşsun. "

 

Konuşma bu kadardı, gerisi ötüşmeye başlayan kuş sesleri ve göz yaşıydı...

 

                                 ♡

 

09 Haziran - Boralar

 

Operasyon için gerekli hazırlıkları yap, zamanını bekle. Artık ezber ettikleri bir rutin olmuştu bu. Her şey hazırdı, geriye sadece gitmek kalmıştı, topraklarını hainlerden kurtarmak.

 

Ulaş uzun zaman sonra göreve çıkacağı için heyecanlıyken Tuna bir köşede oturmuş dışarıyı seyrediyordu. Mert elinde ki telefonu bir an olsun düşürmezken Akın bileğinde ki tokaya bakıp bakıp gülümsüyordu.

 

Ercüment ve Burak sohbet ederken Berker ve Yavuz da eksik bir şeyler var mı diye kontrol ediyordu. Kaya dışarıda bankların birine oturmuş öylece etrafı izlemekle meşguldü. Ulaş hava almak bahanesiyle dışarıya çıktı. Komutanın geldiğini gören Kaya anında ayaklanırken Ulaş oturmasını işaret etmişti. Mesai saati içinde komutanım, dışında abiydi.

 

"Ne yapıyorsun tek başına?"

 

Ulaş sorduğu soruya güldü kendi içinde. Kayaya tek başına demek, neden gökyüzü mavi demek gibi bir şeydi.

 

"Uyku tutmadı komutanım, öyle hava almaya çıktım."

 

Uyku hiç birini tutmamıştı. Hepsi birlikte geçirdikleri akşamdan sonra keyifle evlerine dönmüş ve köşesine çekilmişti. Kaya'nın telefonundan gelen mırıltılar sessizliği bozuyordu.

 

"Şu an komutanın değil abinim. Belli kısmışsın sesini, aç bakalım."

 

Kaya'nın yükselttiği sesten tanıdık bir melodi duyukurken Ulaş dudakları arasına bir sigara yerleştirdi. Paketi Kayaya uzattığında o da bir tane almıştı.

 

İkisi de yaktığı sigarasından derin bir nefesi içine çekti.

 

Sen gülünce güller açar gülpembe, diye söze başladı Barış manço.

 

Ulaş'ın dudakları usulca yukarıya kıvrılırken Kaya bunu fark etmemişti.

Sigarasını içmeye devam ederken bir yandan da arkasına yaslanmış şarkıyı dinliyordu.

 

Sen gelince bahar gelir gülpembe.

 

"Gelir," diye fısıldadı kendinin bile duyamayacağı bir tonda.

 

Şarkı ilerlerken Kaya yan tarafında sessizleşen komutanına döndü. Sanki bir yere dalmış gibi tek bir noktaya bakıyordu gözleri.

 

"Anneannesini kaybettikten sonra yazmış bu şarkıyı diye biliyorum abi," dedi konu açmak ister gibi.

 

Ulaş'ın bakışları odaklandığı yerden başka bir yere kaymadı.

 

"Herkes kaybettiğine yanarmış aslanım," dedi derininde bir yarası varmışcasına.

 

Kaya üflediği dumanın hareketlerini izlerken cevapladı.

 

"Sende mi birini kaybettin abi, yani başka birini daha?"

 

Ulaş bu sefer hiç düşünmedi, cevabı hazırdı bu soruya. Yerden kaldırdığı bakışları onu inceleyen kardeşini buldu.

 

"İnsan kazanamadığı birini kaybeder mi Kaya? Kaybetmek için illa kazanmak mı lazım?"

 

Bu soruya bir cevabı yoktu Kaya'nın. O ne kimseyi kazanmıştı, ne de kaybetmişti. Onun sadece arkadaşları, kardeş bildikleri vardı. Onları da sadece kazanırdı, kaybetmezdi.

 

Ulaş oluşan sessizlikten cevabını alırken derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. Yola çıkmalarına çok az kalmıştı. Aklı başka yerlere gitmemeliydi.

 

2 saat sonra

 

"Emredersiniz komutanım!" Boralar timinden aynı anda yükselen bu ses komutanlarını memnun etmişti. Aldıkları emirle beraber hepsi araçlara yerleşirken Ulaş, Burak ve Ercüment Tuğrul Albay ile konuşuyordu.

 

"Karacalı, sana güvenim tam. Kafamı karıştıran tek şey bu uzun zaman sonra çıkacağın ilk görev. Sakın bir delilik yapma. Yoksa,"

 

Cümlesini tamamlamadan önce bakışları Burağı buldu.

 

"Emir komuta Burak'a geçer. Ercüment, oğlum sende Ulaş'ı tanırsın, bir şey olursa müdahale edersin."

 

İşin en zor yanıda buydu Ulaş için. Nice çocuk katillerini, kadın düşmanlarını kendi elleriyle cezalandırmak yerine nefes almalarına izin vermişti. Sağ getirip teslim etmişti.

 

Albay yanlarından ayrılırken kendilerini bekleyen araçlara bindiler. Artık her şey hazırdı. Üç araba gidiyordu, Ulaş, Akın, Yavuz ve Tunanın olduğu araba diğerlerine öncülük ediyordu.

 

Tuna arabayı sürerken ilerleyen vakitle beraber söylenilen konuma gelmek üzereydiler. Ulaş cebinde ki telefonu çıkarıp önce galeriye girdi, mor lavantalar arasında parlayan bir çift yeşil göze daldı. Vakit kaybetmeden mesajları açıp kısa bir mesaj yazdı.

 

Artık telefon çekmezdi, Efsun olur da ararsa ulaşamaz diye bilgilendirme yapmak istemişti. Birkaç dakika sonra gelen mesajla yüzünde bir gülümseme oluştu. Tahmin ettiği gibi Füsun bu saate kadar uyumamıştı.

 

:)

 

İlk defa diye geçirdi içinden Ulaş, ilk defa operasyon bitince koşar adımlarla dönmek istiyorum. Ve daha nice ilklerin gülümsemesiydi bu. Hepsini buna sığdırdığına inanmıştı.

 

"Komutanım, yer burası," dedi Tuna arabayı durdurken. Ulaş önde diğerleri arkada silahlarıyla beraber inmişlerdi. Etrafta kimse görünmüyordu.

 

"Anlaşılan birilerinin geldiğimizden haberi yok arkadaşlar, ne dersiniz? Haber edelim mi?"

 

Timden bir gülme sesi duyuldu.

 

"Edelim tabi be, kardeşim aradan sonra tekrar bizimle. Sırt sırta, bütün mermiler senin adına havada uçuşsun bugün Karacalı."

 

Ercüment'e gülerek karşılık verdi Ulaş. Sığınmak için güvenli bir yer bulmaları gerekiyordu. Sırt çantalarını takıp omuzlarında sıkı sıkı kavradıkları silahlarıyla ağaçlık yolda ilerlemeye başladılar.

 

Hava artık aydınlanmıştı, karşı taraf her an atağa geçebilirdi. Bir süre daha yürüdükten sonra ağaçların arasında mağaraya benzer bir yer bulmuşlardı. Önce çantalarını bir köşeye koyup ardından mühimmatları kuşanmaya başladılar.

 

"Komutanlarım ve arkadaşlar, en ufak bir yaralanma anında Mert demeniz yeterli anında oradayım," diyerek gerekli bilgilendirmeyi yaptı Mert.

 

Timin hemşiresi görevini görüyordu, bir nevi Ecem gibiydi. Ona benzediği için daha bir hoşuna giden bu göreve sıkı sıkı bağlanmıştı.

 

Herkes hazır olduğunda Ulaş'ın ve Burağın önderliğinde sessiz adımlarla ormanın içine sızmaya başlamışlardı. Bir yerden sonra grup ikiye ayrılacaktı. Ulaş'ın takımı ve Burağın takımı...

 

Ormanın dağlık alanlarına ilerlesiklerinde hedeflerine yaklaşmışlardı. Teröristler bu dağların ardına gizlenmişti.

 

"Herkes yerlerine geçsin," diyerek kulağında ki kulaklığa konuştu Ulaş.

 

Tim aldığı emirle buldukları yerlere geçerken hedeflerinde karşı dağlar vardı. Operasyon sonucunda Türk bayrağını gururla dikecekleri o dağlar..

 

Her şeyin hazır olduğuna emin olduktan sonra Ulaş bakışlarıyla etrafı kolaçan etti. Şimdilik herhangi bir sorun yoktu, asıl sorun bundan sonra başlıyordu. Önce geldiklerini haber vermeleri gerekiyordu.

 

Bu kez daha kısık sesle kulaklığına konuşup atış izni verdi. Herkes bu anı bekler gibi hızla nişan aldı. Etrafta gezinen teröristleri birbir hedef aldıktan sonra atışlar başlamıştı. Teröristler ördek yavrusu gibi saklanacak yer ararken çoktan birkaç tanesi son nefesini vermişti.

 

"TÜRKLER GELMİŞTİR," diye bir ses yükseldi karşıdan.

 

Ercüment alayla gülümsedi. Tetiği çekip derin bir nefes aldı sıktığı dişlerinin arasından.

 

"Eceliniz geldi lan, eceliniz."

 

Ve bir leş daha, yaptığı son atış da birinin daha son nefesi olmuştu. Mermiler havada ucuşurken dağlardan sadece bir haykırış yükseliyordu, TÜRKLER GELMİŞTİR...

 

Operasyon öncesi yapılan hazırlıklar sayesinde hiçbir bilgi edinenememişlerdi. Çatışmadan haberi olmayan teröristler şimdi bir bir son nefeslerini veriyordu. Tim keyifle silahlarına daha sıkı sarıldı. Kaya bulduğu bir tepeden etrafı inceliyordu. Onları tanıyordu, bu sakinliğin bir patlaması olurdu. Dürbünün ucunda beliren hareketliliğe göre aklındaki gerçekten gerçek olmuştu.

 

Kendini kamufle eden bir terörist timi hedef almış, atış yapmaya hazırlanıyordu. Dürbünü boynuna bırakıp silahına sarıldı Kaya. En sevdiği kısma gelmişti, can düşmanlarının son nefesini tek bir mermi ile almak. Tek gözünü kısıp odaklandı önce, hedefi avel avel onu bekliyordu. Terörist yaptığı birkaç beceriksiz atıştan sonra Kaya'nın tamamen görüş alanına girmişti.

 

"İyi geceler puşt," diye mırıldandıktan sonra atışını yaptı. Mermi artık havada süzülüyordu, birkaç saniye sonra tam alnından vurduğu hedefine alaylı bir bakış attı.

 

"Komutanım benim oyun arkadaşı uykuya daldı, konum değiştiriyorum."

 

Dudakları yukarıya kıvrıldı Burağın.

 

"Arkadaşlarına iyi davran koçum, canlarını yakmadan tek seferde hallet şu işi."

 

Bazen bilerek en can alıcı noktadan atış ederdi Kaya. En acılı şekilde geberip gitmelerini isterdi bu pisliklerin. Silahını olduğu yerden kaldırıp yerini değiştirirken Tim de ilerlemeye başlamıştı.

 

"Ruba ölmüştür, ağam çok kızacak," diye bağırdı teröristlerden biri. Ruba az önce Kaya'nın kurşunundan nasibini alan ele başlarından biriydi.

 

Ulaş'ın takımı sağdan, Burağın takımı soldan olmak üzere yerlerine dağılmışlardı. Görünürde kalan sadece birkaç terörist vardı. Asıl ele başları Tamar hala ortalığa çıkmamıştı.

 

Kalan birkaçı da havada çarpışan kurşunlardan nasibini alırken Şahbaz Ulaş'ın merceğine takılmıştı. Tamarın sol kolu vazifesini gören yardımcısıydı o. Topallayarak kaçmaya çalışan Şahbazın diğer bacağına ateş etti Ulaş.

 

Artık tamamen yere yığılmıştı. Kaçacak yeri ve durumu kalmamıştı. Süründüğünü gördükçe Ulaş'ın aklına patlama geldi. Kolunun üzerinde sürüne sürüne Serhat'ın ve Yiğit'in yaralı bedenlerini görüşü...

 

Nefreti tekrardan alevlenirken koşarak Şahbazın yanına gitti. Tiksinerek baktı yerde debelenen düşmanına.

 

"Komutan gelmiştir," dedi Şahbaz kesik nefeslerinin arasından. Bir süredir Ulaş'ın sahada olmadığını biliyorlardı o yüzden Tamar bir hamlede bulunup plan yapmıştı. Kimsenin haberi olmayan bu plan hala gün yüzüne çıkmamıştı, zamanı vardı..

 

"Sahibin nerede lan?" diye bağırdı yerde ki adama.

 

Timin geride kalanları da islerini bitirip yanlarına gelmişti. Ercüment postallarıyla Şahbazın vurulan bacağına bastı.

 

"Tamar yok," diye tısladı Şahbaz.

 

Patlama olduktan sonra bir daha ismi duyulmamıştı.

 

"Eğer," dedi Ulaş yere eğilirken.

 

"Eğer bizi ona götürmezsen neler olacağını çok çok iyi bildiğini biliyorum."

 

Şahbaz gözlerini kaçırırken bacağına basan Ercümente söylendi. Ercüment keyifle bu kez de diğer bacağına basarken artık dayanacak gücü kalmamıştı.

 

"Yapmayasın asker, ben sizin için çok önemliyim."

 

Burak kendini tutamayıp bir kahkaha attı.

 

"Önemliymiş şerefsiz. Lan sen kendini ajan falan mı sanıyorsun? Film mi çekiyoruz lan biz burada? Tipine tükürdüğüm şimdi ya sürüne sürüne bizi sahibine götürürsün. Ya da bir daha havlayamazsın."

 

Burağın ani çıkışı herkesi şaşırtsa da kimse bozuntuya vermemişti. Şahbaz Ulaştan kaçırdığı bakışlarını Burağa çevirirken pes etti.

 

"Nerede olduğunu vallah bilmem, son duyduğum bir yer var sadece. Patlamanın olduğu yere yakın bir kasaba var, oranın ardında."

 

Patlama, tamar.

 

Soru işareti şeklinde kalan bu düşünce şu an kanıtlanmıştı. Patlamada Tamarın bir planıydı. Bu kez öne atılan Berker olmuştu.

 

"Patlama? O patlama dediğiniz yerde kardeşimi kaybettim lan ben! Dua et komutanıma sözüm var, yoksa salise bile nefes aldırmam senin gibi puşta."

 

Yavuz'un kolundan asılıp geriye çekmesiyle bakışlarını yukarı çevirdi. Kardeşine söz vermişti, daha hiç göremediği bebeğine sahip çıkacak, kanını yerde bırakmayacaktı.

 

Tuna ve Mert iğrenerek yerden Şahbazı kaldırırken araçlara yürümeye başlamışlardı. Yolda bir tuzak olabilirdi belki ama artık Tamar daha fazla kaçamayacaktı, yolun sonu onun için görünmüştü.

 

                                 ☆

 

4 saat 26 dakika 13 saniye. Selim ile konuşmamızın üzerinden geçen zaman tam olarak bu kadardı. Başka hiçbir haber yoktu. Telefonumun ekranını kapatıp getirdiği elbiseleri gösteren Badeye döndüm tekrardan. İpek oturduğu koltukta bir noktaya dalıp gitmiş gibi bakıyordu.

 

Elinde ki askıyı bırakıp başka bir askıyı havaya kaldırdı Bade.

 

"Kızlar, bu nasıl sizce? Hem krem rengi gibi."

 

Ecem avucudaki çekirdekleri bitirip başka bir avuç aldı.

 

"Hem krem rengi gibi?"

 

Bade'nin son kısma yaptığı imayı hiçbirimiz anlamamıştık.

 

"Ecüye mezun olacağım, sende beni en önden izleyeceksin derken de üzerimde bu renge benzer bir kıyafet vardı. Annem ile fotoğraflara bakarken görmüştüm.

 

"O zaman tamamdır diyorum ben," dedi İpek varlığını hatırlatır gibi.

 

Bade'nin bakışları elbiseye dalıp giderken ortamda garip bir hava vardı. Hepimiz konuşup, gülmeye çalışıyorduk ama kimsenin hali yoktu. Kapı çalınca ben açmak için ayaklanırken kızlar da mutfağa geçmişti.

 

Açtığım kapının ardından bir çift mavi göz ile karşı karşıya kalmıştım.

 

"Merve?"

 

Düğünden sonra hiç görüşmemiştik Merve ile. Geldiğinden haberim yoktu. O da yüzünde ki gülümseme ile bana sarıldıktan sonra içeriye buyur etmiştim. İkimiz birlikte mutfağa kızların yanına gittiğimizde onlar da en az benim kadar şaşırmıştı. Hepsiyle tek tek sarıldıktan sonra boş bulduğu sandalyelerden birisine oturdu. Sarı saçlarıyla, hala oldukça bakımlı görünse de yüzünde ki ifadeden anlaşıldığı kadarıyla uykusuzdu.

 

"Bu ne güzel sürpriz kızım, niye önceden haber vermedin?" diye atıldı Ecem.

 

İpeğin önüne bıraktığı kupayı avucunda kavradı Merve.

 

"Evlendikten sonra ilk defa göreve gitti Tuna. Bende ne yapsam bilemedim, sizler de onları bekliyorsunuzdur diye yanınıza geldim."

 

Herkeste kısa süreli bir sessizlik olmuştu. Günlerdir gülüyorduk, konuşuyorduk ama hepimizin düşüncesi farklıydı. Henüz kimse haber alamamıştı.

 

Bade konuyu değiştirmek için başka konuları açarken çalmaya başlayan telefonuyla bir anlığına gözleri parladı.

 

"Arkadaşlar, Ecü arıyor," dedi yüzünde büyüyen gülümsemeyle. Hızlıca açtı telefonunu.

 

Ercümentin telefonu çekmediği için konuşmak zor oluyordu. Ayaklanıp diğer odaların birine giden Bade'nin ardından Ecem de koşarcasına gitmişti.

 

Masada kalanlar olarak konuşmadan birbirimize bakarken hepimizin içinde garip bir rahatlama olmuştu. En azından birileri iyi olduklarını haber vermek için aramıştı.

 

Biz çaylarımızı içmeye devam ederken birkaç dakika sonra Bade ve Ecem de tekrardan yanımıza gelmişti. Bade'nin yüzünde afallayan bir ifade olsa da Ecem gülümsüyordu. Onlar masaya otururken biz de yerlerimize kurulup konuşmalarını bekliyorduk.

 

"Konuşabildiniz mi? Ben de Tunayı arıyorum ama telefon çekmiyor, konuşamadık hiç," dedi Merve.

 

Ecem küçük bir kahkaha attı. Bakışları Badeye dönerken Bade'nin bakışları tavanı inceliyordu.

 

"Ulaşamazsın tabii kızım, birileri konuşmak için dağın tepesine çıkmış. Az kalsın amel defterini orada kapatıyordu."

 

Hepimizden yükselen gülme sesleri Badeyi daha da tedirgin etmişti. Konuşmanın diğer detaylarını sormamıştık, o da anlatmamıştı. Ercüment konusunu rafa kaldırıp seçtiği elbiseyi göstermek için salona gitti. Geri döndüğünde elinde krem rengi, gecen gösterdiğine çok benzer bir elbise vardı.

 

Tenine oldukça yakışan bu elbise saçlarıyla da oldukça alımlı duruyordu.

 

"Mezuniyete çok az kaldı, olur mu dersiniz?"

 

Herkes onayladığına dair bir şeyler söylemişti. Bayramlık kıyafetlerini gösteren çocuklar gibi neşeliydi Bade. Artık tamamen karar vermiş durumdaydı. Gideceği kuaföre kadar hepsini halletmişti, Ecem'in odası. Makyajı ve saçını Ecem yapacaktı, kendini güvenilir birine emanet etmek istediğine söylediği için bu teklifi havada kapmıştı. Ercümentin söylediğine göre mezuniyete kadar gelmiş olabilirlerdi. Hala koca bir hafta vardı önümüzde..

 

Kızlar evde yemek için bir şeyler hazırlarken ben de market alışverişine çıkmıştım. Belki de biraz hava almak için bahane üretmiştim, bilmiyorum. Yürüdüğüm yolda bir o tarafa, bir bu tarafa sallanır gibi hissederken çalmaya başlayan telefonumla geldiğim parka oturdum. Ekranda Selim yazısını görmemle beraber içimde garip bir duygu oluşmuştu. Vakit kaybetmeden telefonu açıp kulağıma götürdüm.

 

"Efsun," dedi fısıltıya benzeyen sesi. Ardından gelen hapşırık sesine tebessüm ettim. Çok yorgun ama bir o kadar da neşeli gelen sesine gülümsedim.

 

"Selim," dedim aniden.

 

"Birazdan başka bir yere geçeceğiz, haber verebilir miyim bilmiyorum o yüzden aradım. Bir sıkıntı yok diye," devamını getirmeden önce durakladı. Sanki söylemek istediği başka şeyler de varmış ama söyleyemiyormuş gibi.

 

"Bir de mesajları şimdi gördüm, telefonun çektiği bir yere anca geçebildim."

 

Sessizliğimi cevap olarak algıladığını biliyordum. Ben artık sadece onu dinlerken o da yavaş yavaş konuşmaya devam ediyordu. Selim'in konuşmasını beklerken çocuğunu sallayan bir anneyi izlemeye başladım.

 

"Abinin doğum günü kutlu olsun. Bugün attığımız tüm kurşunlar ona ithafendi," dedi gülümseyen sesi. Uzun zaman sonra gülmesini duymak kalbimi sımsıkı sarıp sarmalamıştı sanki.

 

Abim eğer Selim'i tanısaydı çok severdi diye düşündüm bir kez daha. Kendine çok benzetirdi belki, dalga geçerdi, sarılırdı...

 

"Teşekkür ederim düşüncen için. Ben anlık boş bulundum öyle, öylesine yazmış bulundum."

 

"Öylesine diyorsan öylesinedir Efsun," dedi beklediğim gibi. Ne ilerisi ne gerisi yoktu, söylediğim kadarına tamamdı. Devamını anlatmam için zorlamazdı hiç.

 

"Artık kapatmam lazım, yola çıkacağız. Kendine, kendinize çok dikkat edin. Gözümüz arkada kalmasın," dedi derin bir nefes alırken. Belki de söylemek istediği buydu, korktuğu bir şeyler vardı.

 

"Bizi merak etmeyin, iyiyiz. Siz de kendinize çok dikkat edin. Görüşürüz."

 

Başka bir şey demeden telefonu kapatmıştı. En azından sesini duymuştum artık, uzun zaman sonda iyi hissettirmişti bu. Karşımda ki banklardan birine oturan adamın bakışlarını fark ettiğimde bozuntuya vermeden yerimden kalktım. Markete gidip alışveriş yapmam gerekiyordu.

 

Adam arkamdan beni izlemeye devam ederken bende markete doğru yürümeye başlamıştım. Yaklaşık yarım saat içinde alışverişi tamamlayıp eve döndüğümde kızlar ortamı hazırlamıştı. Rahat pijamalar, yiyecek ve içecekler..

 

Uzun zamandır kaçtığım bir ortamdı bu. Bade'nin deyimiyle kirli çamaşırlar ortaya dökülecekti bugün. Biriken konular bugün konuşulacaktı. Elimde ki poşetleri masaya bırakıp aldığım yiyecekleri tabaklara doldurmaya başladım. İpek de yanıma gelmiş bana yardım ederken inceleyen bakışlarla bana bakıyordu.

 

"Efsun, senin sanki keyfin yerine gelmiş gibi."

 

Dışarıdan belli olduğunu bilmiyordum. Bakışlarımı tabaklardan kaldırmadan cevap verdim.

 

"Bir şey olmadı, Selim ile konuştum sadece. İyiyiz diye haber vermek için aramış," dedim kestirip atmaya çalışırken. İpek tabakta ki krakerlerden birini ağzına atıp gülümsedi.

 

"Sesini duymak için aradım, diyemedi mi?"

 

Gözlerimi aniden onun gözlerine dikmiştim. Yüzünde ki gülümseme daha da büyürken başka bir krakeri ağzına attı.

 

"Akın da yanındaymış, sana çok selam gönderdi."

 

Yediği kraker boğazında kalırken öksürmeye başlamıştı. Cevap vermeden eline aldığı tabakları içeriye götürmeye başladı. Belli etmemeye çalışsa da gülümsediğini görmüştüm. Biz tabakları taşırken kızlar da minderleri yere atıp hazırlıkları tamamlamışlardı. Sonunda hepimiz yerlerimize oturduğumuzda derin bir nefes aldım. Parkur başlıyordu.

 

"Evet arkadaşlar, çok uzun zamandır yapmak istediğim bir konseptti bu. Beni kırmadığınız için hepinize teşekkürlerimi iletiyorum."

 

Bade'nin Tuğrul amcaya benzeyen konuşma şekli hepimizi güldürmüştü. Aniden Eceme döndü. Parmağı ile Ecem'i işaret etti.

 

"Sen, Ecem'im başla konuşmaya."

 

Ecem polis çevirmesine yakalanmış gibi ellerini havaya kaldırdı. Bakışları hepimizin üzerinde tek tek gezindikten sonra tekrardan Bade'yi buldu.

 

"Senin aradığın haberler bende yok Bade kuşum, konuştuklarımızı unutmuşsun diye yorumladım?"

 

Yaptıkları plan belliydi. Herkesin kendi partneri ile ilgili olan konular konuşulacaktı. Bade konuya giremediği için topu Eceme atsa da Ecem beklemediği yerden gelen bu soruyla cevap verememişti.

 

"Mert ile konuşmadın mı hiç? diye atıldı Merve. Ecem'in bakışları anında ciddileşti.

 

"Konuşmadım tabii, niye arasın ki?"

 

Sonlara doğru yaptığı gönderme malum kişiyeydi. Gittiğinden beri aramamış olsa gerek Ecem kendi kendine trip atıyordu.

 

"Neyse tamam soruyorum o zaman. İpek, Akın kolunda ki tokaya bakıp gülüyormuş sürekli. Seninle bir ilgisi var mı?"

 

Bade artık hepimizi sıradan geçirmeye başlamıştı. İlk talihlimiz İpek olurken biz de konuşmadan onları dinlemeye başladık. İpek baktığı noktaya dalıp gitmiş gibi bakakaldı. Bir şeyler anımsar gibi belli belirsiz bir gülümseme oluştu yüzünde.

 

"Göreve gitmeden önce odama geldi," diyerek başladı anlatmaya.

 

"Konuştu, dikkat et dedi. Gitmeden önce de saçımda ki tokayı çıkarıp bileğine taktı. Seni tekrardan hissetmek istiyorum İpek dedi çıkmadan önce."

 

Anlatırken bile gözleri parlıyordu. İkisi de birbirine susamış gibi içi yanıyordu. Belki de yıllar önce edilen vedalar bugünlerin merhabasıydı. İçeceğimden bir yudum alıp boğazımı ıslattım.

 

"Sizin aranızda ki uyum çok, çok güzeldi. Umarım en kısa sürede yeniden beraber görebiliriz sizleri," diye bir temennide bulundu Merve.

 

Ben aşık bir Akın, sevgili bir İpek nasıl olur görmemiştim ama tahmin edebiliyordum. Tahmini bile çok güzel olan bu çift eminim gerçekte mükemmel olurdu. İpek yanakları kızarırken onaylamaz birkaç şey söyledi. Dil bazen kalbin zıttına konuşurdu, onunki de öyleydi.

 

Ecem bu kez Merveye döndü. Merve soruyu almış gibi gülerek anlatmaya başladı.

 

"Sıra bana geçtiğine göre anlatıyorum. Sonunda aşık olduğum adamla evlendim ama kocamı düğünden sonra neredeyse hiç görmedim. Hala Heidi gibi dağ taş geziyor. Ama o evlilik hissiyatı çok başkaymış, gördüğü her çiçeğin fotoğrafını atıyor, her fırsatta bir yer bulup aramaya çalışıyor. Çok uzağımdayken en yakınımda oluveriyor."

 

Gözlerinin içine kadar gülümsüyordu. Balayına bile çıkmadan göreve gönderdiği bir kocası vardı. Merve yıllardır Tunayı beklemenin zorluğuna alışmış ve bunları kabul ederek evlenmişti. O yüzden bunları anlatırken de hayıflanmıyordu sadece çok özlüyordu.

 

Bade Ercümentin, Ecem de Mert'in hakkında birkaç cümle anlattıktan sonra tüm bakışlar bana dönmüştü. Yardım et diye bağıran çocuklar gibi hissediyordum. Anlatacak bir şey yoktu neticede, uzaklarda bir Selim, buralarda bir Efsun vardı.

 

"Bilerek seni en sona bıraktık çünkü başından beri en bomba olaylar sende," diye abartılı bir giriş yaptı Ecem.

 

Başından beri sordukları tüm magazinsel soruları bor şekilde geçiştirdiğim için bunları daha önce hiç konuşmamıştık.

 

"Öyle bakıyorsun ama geçen haftalarda Poyraz abi ile tanışmışsınız, kendi kulaklarımla duydum. Ulaş telefonda onlara seni anlatmış."

 

Çiğdem bütün detayları bana gerek kalmadan Eceme aktarmıştı. Timin altın gününe bile dedikodu olan bir konu haline gelmişti bu olay.

 

"Abartma Ecem, alt tarafı bir yemek yedik."

 

Ecem'in benden ayrılan bakışları cümlemi bitirmemle beraber yeniden bana döndü.

 

"Yemek? Kimin evinde? İşim vardı diye bizi geçiştirdiğin gece olan yemek mi bu?"

 

Tam olarak o yemek oluyordu. O gecede birileriyle yemek yediğimi söylemiştim ama detay verememiştim.

 

Başa gelen çekilir diyerek başından beri olanları üstünden geçme bir şekilde anlatmaya başladım. Hepsi sanki dizi izliyormuşçasına can kulağıyla beni dinliyordu.

 

"Bir de vedia bıraktı," dedim o an yeniden aklıma gelirken. Bu kez Merve'nin gözleri kocaman açıldı.

 

"Vedia mı? Ulaş abi sana kendi elleriyle vedia mı bıraktı?"

 

Göreve giden her askerin yaptığını söylemişti Selim. Bunda şaşırılacak ne vardı anlamamıştım. Onaylarcasına başımı salladım. Ecem ve Bade ne olduğunu anlamamıştı. İpek ile göz göze gelen Merve kocaman gülümsedi.

 

"Vedia göreve gidenler tarafından onları bekleyenlere bırakılır. Çok büyük kısımda da sevdikleri kişiye bırakılır. Gönül verdikleri kişiye," diye bir açıklama yaptı. Ben dumura uğramış bir şekilde onu dinlerken ikilinin gözleri kocaman açılmıştı.

 

Gönül verdiği kişiye..

 

Aniden Selim'in sözleri kulaklarıma doldu. "Sende beni, bizi bekleyeceksen vediamı sana bırakabilirim." Onları beklerdim ama Selimi onlardan ayıran bir şey olur muydu? Bu soruya kendi içimde de hala bir cevaba ulaştıramamıştım.

 

"Eskiden haber alınamadığı için onları bekleyen sevdiklerine böyle emanetler bırakırlarmış. Tuna uzun uzun anlatmıştı bunları. Özellikle bir asker için çok ciddi bir adım sayılabilecek bir davranış da olabilir. Gönlüm sende mi demiş şimdi?"

 

Merve çok çabuk heyecana gelebilen bir insandı. Onun bu anlık yükselmesi benim daha çok utanmama sebep olmuştu.

 

"Ben başından beri diyorum, zaten çok yakışıyorlar. Adımlar da atılmaya başlandığına göre bu işin sonu da yakındır. Gerçi düğünde o adamla konuşmasından belliydi."

 

Ecem'in söylediklerini düşünmeye başladım. Selim düğünde bir süreliğine ortadan kaybolmuştu, o aralıkta birileri ile mi konuşmuştu? Haberim olmadığını anlayınca hevesle anlatmaya başladı.

 

"Mert ile dışarıda sohbet ediyorduk. İçerisi çok kalabalıktı, masada senin yanına gelen biri vardı ya Faruk. Terasta onunla konuşuyordu."

 

Faruk ve Selim.. ateş ile barut gibi bir ikiliydi. İkisi de birbirine oldukça zıt ve asla bir araya gelmemesi gereken kişilerdi.

 

"Faruk seninle düğünden sonra konuşmak istediğini söyledi. Komutan da senin burada ki görevine alıştığını, geri dönme teklifini kabul etmeyeceğini söyledi. Faruk evlenme teklifini kabul edersen geri dönebileceğini söylediğinde adamı dövmemek için çok zor tuttu kendini."

 

Evlenme teklifi? Benimle alakalı böyle bir konudan benim haberim bile yoktu.

Üstüne üstlük bu konuyu bir de Selime açmıştı.

 

"Kız seni sevmiyor bile, havadan düşmüş gibi ne evlilik teklifinden bahsediyorsun sen? diye tersledi önce. Faruk da sevmediğini nereden biliyorsun, biz aynı mahallede büyüdük, benim nasıl gönlüm kaydıysa onun da kaymıştır belki deyince içinden bir küfür etti."

 

Selim'i anlatırken Ulaş diye bahsetmek daha kolayına geliyordu. Artık tüm resmiyetlikler ortadan kalktığı için Selim de onlar için Ulaş olmuştu. Boğazını temizleyip Selim'i taklit edercesine konuştu.

 

"Sana bakışlarından, hareketlerinden anladım sevmediğini. Eğer dediğin gibi olsa yıllar sonra seni görünce heyecan yapmaz mıydı? Bizim yanımızdan kalkıp senin yanına gelmez miydi? Eğer sevseydi bunların çok daha fazlasını yapardı Faruk."

 

Haklıydı, ben Faruğu çocukluk arkadaşı dışında başka bir sıfatla sevmiyordum. Benim için çocukluk anılarımın kılkuyruk Faruğu olarak kalmıştı ve öyle de kalacaktı. Geri kalan kısımda Ecem bizim yanımıza geldiği için Mert kulak misafiri olmuştu. O yüzden ondan duyduklarını aktarıyordu.

 

"Faruk da seni nasıl bu kadar iyi tanıdığını sormuş. Çok mu dikkatli inceledin lan kızı, diye yükselmiş. Seninki de sadece baktım, baktıkça gördüm, ezber ettim demiş."

 

Yanaklarımın kıpkırmızı olup yandığını hissediyordum. Bugüne kadar bunların hiçbirini duymamıştım. Konuşmaya fırsatımız da olmamıştı ama Ecem bunları bildiğimi düşündüğü için de bugüne kadar anlatmamıştı.

 

"İçeriye tekrar girmeden önce Faruk bir iddia ortaya atmış. Eğer dansa seninle kalkarsa beni istemezse kabul, rahatsız etmem ama bence sen yanılıyorsun beni seçecek demiş kasıla kasıla. Ulaş sadece gülmüş, bir işin sonucunu her zaman tahmin etmiştir bugüne kadar. Bu da onlardan biri olmuş, sen Faruğun teklifini bile beklemeden Ulaş ile dans etmeye kalktın, hem de oldukça aşık görünüyordunuz."

 

Faruğun bir şey demeden çıkıp gitmesinin sebebi demek buydu. Selim'in söylediklerinde bir hata yoktu ama beni ne ara bu kadar tanımıştı? Ben sadece acılarımı bildiğini sararken o beni tümden ezber etmişti. Bende onu o kadar iyi tanıyabilmiş miydim? Böylesine savunabilir miydim bende onu?

 

Elimde ki bardağı içimde ki ateşi söndürmek istercesine başıma diktim. Sönmüyordu, aksine daha da harlanıyordu. Bugüne kadar olayların böyle olduğunu bilmiyordum. Hiç konuşmamıştık Ecem ve Mert de anlatmamıştı. Bu neyi değiştirecekti? Faruğu sevmiyor olmam başka bir işime yarar mıydı yoksa sadece sevmiyorum olarak kalacak mıydı?

 

Kafamda saçma saçma dönüp duran sorulara ara vermek istercesine yüzlerine baktım. Hepsi konuşmadan dikkatle bana bakıyordu. Korktuğum, kaçtığım şey başıma gelmişti. İçimde adını bile koyamadığım duyguya artık onlar da şahitti. Her şey oldukça ortadaydı.

 

"Ulaş abiyi birkaç yıldır tanıyorum. Sevmediği kişilerle sohbete bile girmez, hani anlatıyorsunuz ya hep beraber şunu yaptık diye. Onlara da katılmazdı, Yiğit abinin ısrarı üzerine yapardı her şeyi. Artık o da yok, daha çok içine kapanır derken hayatına devam eden bir adama dönüştü," dedi Merve.

 

İçimizde Selim'i en eski tanıyan Badeydi. Hepimizin bakışları ona döndü. Onun yorumu da oldukça önemliydi.

 

"Merve ile aynı şeyleri söylüyorum bende. Şimdi bir bakıyorum, bütün davetlerin baş köşesinde Ulaş abi var. Üstelik sen görmüyorsun belki ama adamın sana bakarken içi gidiyor Efsun. Sanki sana baktığında gözlerinde bir buz dağı varmış da o eriyormuş gibi görünüyor."

 

Dertlerimi dinlemesi, hediye alması, teşekkür etmesi, yanımda ağlaması...

Bunların çok daha fazlası vardı lakin buna aşk diyebilir miyim onu bilmiyordum. Daha önce hiç böyle garip hissetmemiştim, neydi bu içine düştüğüm durum? Konuşmak istemediğimi anladıklarında sonra konuşuruz diyerek konuyu kapattı İpek. Belki de başka şeyler düşünmeliydim. Sonunda kızlar başka konular hakkında konuşmaya başladıklarında bende kafamı dağıtmak için onlara eşlik etmeye başladım.

 

O sırada Ecem kısa bir telefon görüşmesi yapıp Mertten haber almıştı. Konuşması bitip tekrar yanımıza döndüğünde meraklı bakışlarımız ona çevrildi.

 

"Hepsi iyilermiş, bugünlük dinlenmeye geçmişler. Hatta Ulaş yani Ulaş abi türkü söylüyormuş ateşin başında."

 

Selim, türkü söylemek? Akından sesinin güzel olduğunu duymuştum ama daha önce hiç düşünmemiştim. Bade kocaman gülümsedi.

 

"Yiğit abim çok ısrar ettiği zamanlar söylerdi, yoksa hayatta söylemez. Keşke burada olsaydı, dinlemeyi çok isterdim tekrardan."

 

Selim Yiğit'i hiç kırmazdı. Şehit olduktan sonra bile Yiğit'in isteklerine, emanetlerine sahip çıkıp ona göre davranmıştı.

 

"Bende videosu vardı hatta, şimdi aklıma geldi," dedi Bade telefonunu karıştırmaya başlarken.

 

Hızlı hızlı galerisinde aşağılara inerken bir hazine bulmuşçasına kocaman açıldı gözleri. Videoyu açtığı telefonu ortamıza koyarken herkes pür dikkat izliyordu.

 

Selim üniformasının içinde, sırtını bir duvara yaslamış otururken hemen yan tarafında artık benim de tanıdığım Yiğit vardı. Video başlamadan önce Selim'i ikna etmiş olacak ki şimdi uslu uslu köşede oturuyordu. Selim, Yiğit ile göz göze geldikten sonra küçük bir tebessüm etti, ardından mırıldanmaya başladı.

 

Beyaz giyme, toz olur.

Siyah giyme söz olur.

Gel beraber gezelim, muradımız tez olur.

 

Gözlerim şaşkınlıkla iri iri açılmıştı. Gerçekten oldukça güzel bir sesi vardı, onun sesi olduğunu bilmesem bir sanatçıdan dinlediğimi düşünebilirdim.

 

Salınada salınada gel, haydi yavrum dön dolaş yine bana gel.

 

Nakarat kısmını söylerken derin bir nefes aldı. Bakışları uzaklara daldı, tekrardan Yiğit'e döndü. Yiğit tek bacağını yere uzatmış, sırtını arkasında ki duvara yaslamış bir şekilde Selim'i izliyordu.

 

Beyaz giyme tanırlar,

Seni yolcu sanırlar.

Zaten bende talih yok,

Seni benden alırlar.

 

İçimi sımsıcak saran bir sesi vardı. Kulaklıklarımı takıp tekrar tekrar dinleyebileceğim bir şeydi. Video biterken Yiğit elini Selim'in omzuna vurup başını omzuna yasladı. Video burada bitiyordu, sonunda Yiğit yine Selim'e yaslanmıştı. Selim yine Yiğit'in isteğini kırmamıştı.

 

Bade telefonu kapatmadan videoyu bana da göndermişti. Teşekkür edercesine gülümsedim, o da başını salladı. Onlar için gün hala devam etse de benim için burada bitmişti. Oldukça yorulduğumu hissediyordum, dinleneceğimi söyleyip odama çıktım. Yorganı yine başıma kadar çekip gözlerimi kapattım. Başka bir şey düşünmek istemiyordum, uyursam sanki her şey olduğu yerde duracaktı, durmalıydı...

 

 

Karanlık ve aydınlık.

 

Birbirine çok benzeyen, ama bir o kadar zıt iki kelime. Varoluş, yaşam...

 

Karanlıktan çıkmayan aydınlığa, aydınlıktan çıkmayan karanlığa girebilir miydi? Bunun seçimini yapan biz miydik yoksa kader mi?

 

Bana göre bizdik. Işığı görmek isteyen de, göz kapamak isteyen de bizdik. İnsan görmek istediğini görürdü, istemediğini yok sayıp yoluna devam ederdi. Peki karanlık, ne zaman ortaya çıkardı?

 

Çok üzüldüğümüzde mi, çok yalnız kaldığımızda mı?

 

Bence bunların hiçbiri de değildi. Karanlık aydınlığın aksine her zaman vardı, her zaman bizi içine çekmeye çalışarak verdiği bir savaş vardı.

 

Gözüyle değil, kalbiyle bakanların kazandığı, aydınlığa eriştiği bir savaş. Fırtına da kalmış bir gemi gibi nereye gittiğimi bilmeden oraya oraya savruluyordum. Ecem'in anlattıkları, Selim'in davranışları...

 

İçimde hala garip bir şeyler vardı. İkimizi de birbirimize adım attırmayan, getirmeyen bir güç var gibiydi. Son telefon görüşmesinden sonra bir daha aramamıştı, Ercümentin Badeyi arayıp iyiyiz, demeleri haricinde hiçbir bilgi yoktu.

 

İki gün sonra gelmeleri planlanıyordu, Tuğrul Albay görev için tekrar buraya çağırmıştı. Yeni planlar, görevler vardı.

Mezuniyete yetişmeleri planlanıyordu, aksi halde Bade dağa çıkıp timin buraya gelmesini engelleyen bütün teröristlere savaş açabilirdi. Kafamda dolanmaya devam eden düşüncelerle beraber odamdan çıkıp salona yürüdüm. İpek ve Ecem alışverişe gitmişti, ben yorgun olduğumu söyleyerek gitmesem de yalan söylemeyi beceremiyordum.

 

Evde boş gezen biri için yapacak bir şey yoktu, masanın üzerine bıraktığımız kitaplardan birini alarak okumaya başladım. Kitabı açar açmaz kapağında Ecem, yazısı karşıma çıkmıştı. Birkaç sayfasını okurken yere bir defter düşmüştü. Kahverengi, deriye benzer bir defterdi bu. Kim bıraktı acaba diye kontrol etmek için içini açtığımda ilk sayfada yazan cümle kalbimi sımsıkı sarmıştı.

 

"Akın'ın gönül şenliği, içinde ki çocuk olan İpeğine..."

 

Bu aralar Akın ile İpek daha sık görüşüyorlardı. İkisi de detayları anlatmasa da birbirlerinin yaralarını sarmaya çalıştıkları, bıraktıkları yerden devam etmek istedikleri belliydi. Defterin diğer sayfalarını açmadan yerine bıraktım. İçinden düşen küçük bir resmi elime aldım, genç bir kız.

 

Sarı saçlı, maviye çalan gözleri olan bir kız resmiydi. Fotoğrafın arkasında küçük harflerle Eylül, yazıyordu. Akın'ın kız kardeşi, biriciği Eylül.

 

İpeğe benzeyen naif bir yüz şekli vardı, gözleri abisi gibi renkliydi. Küçük bir burnu ve kırmızı dudakları vardı. Oldukça güzel bir kızdı. Fotoğrafı da dikkatle masanın üzerinde ki defterin arasına koydum. Bulduğum dergilere bakarak oyalanmaya devam ederken kızlar gelmişti. İpek kapıyı açar açmaz kendini koltuklardan birine atarken Ecem elinde ki çantaları masanın üzerine bıraktı.

 

"Efsun, çok güzel şeyler aldık," dedi gözleri parlarken.

 

Hepsini o aldı, dercesine bir bakış attı İpek. Ecem ona göz devirdikten sonra aldıklarını tek tek göstermeye başladı. Elbise, çanta, ayakkabı, makyaj malzemeleri...

 

En sonda kırmızı karton çantayı bana uzattı. Almamı işaret ederken gülümsedi.

 

"Bunu görünce sana çok yakışacağını düşündük," dedi. Merakla elimde ki çantadan hediye paketini çıkardım.

 

Siyah, kadife bir elbiseydi. Göğüs dekoltesi olan bu mini elbise gerçekten de oldukça göz alıcı görünüyordu. Ben elbiseyi incelerken İpek de yerinden doğrulup Ecem'i onaylıyordu. Mezuniyette bu elbiseyi giymem artık mecburi bir durumdu.

 

"Makyaj ile beraber çok daha güzel durur. Bu kez birilerinin aklı tamamen kaybolabilir," dedi Ecem gülmesini bastıramayarak.

 

Aklıma otel odası gelmişti. Selim'in beni ilk defa elbise ile gördüğü o an. Afallayışı, söyledikleri her bir saniyesi ile aklımdaydı. Bozuntuya vermeden uyarıcı bir bakış gönderdim ikisine de.

 

Yemekten önce hepimiz odalarımızı toplamak için dağılmıştık. Ben odamı daha yeni topladığım için avantajlıydım. Balkonuma çıkıp etrafı incelemeye başladım. Sandalyelerden birine oturduğum sırada çalmaya başlayan telefonumu cevapladım.

 

Babam uzun zaman sonra görüntülü arıyordu. Telefonu açar açmaz gülümseyen gözleri görüş alanıma girdi.

 

"Güzel kızım," dedi sarıp sarmalayan sesiyle.

 

"Babacım, nasılsın?"

 

Babam ile tek konuştuğumuza göre annem yanında değildi. Aklımdan geçenleri anlamış gibi küçük bir kahkaha attı.

 

"Annen yanımda değil. Evde altın günü varmış, Alp ile beraber oradalar."

 

Gülmemi tutamayarak bende sesli bir şekilde gülmeye başladım. Alp'in altın gününe katılması demek evde ki tüm misafirlerle kavga edip ardından annemle tartışması demekti.

 

"Altınları verin gidin. Zaten bir geliyorsunuz, tüm güzel yemekleri bitiriyorsunuz," diye tek tek laf atıyordu hepsine.

 

"Efsun'um," dedi babamın içten sesi. Gözlerim dolar gibi olsa da belli etmedim. Uzun zaman ayrı kalmak duygu düzenimi de alt üst etmişti.

 

"Gerçekten iyisin değil mi güzel kızım? Bak eğer söyleyemediğin, seni üzen bir şeyler varsa hemen şu an yanına gelirim. Beraber evimize dönebiliriz," dedi her zamanki gibi korumacı tavrıyla.

 

Kaç gündür haber alamıyorum, sesini duyamıyorum, o gelsin baba, diyemedim. Ekrana bakıp tebessüm etmeye çalıştım.

 

"İtiraf etmek gerekirse senin demene gerek kalmadan ben seni ararım diyordum baba. Gel beni buradan al, diye sorar ederim diyordum ama," devamını getirmeden durakladım.

 

Babam gözlüğünün altından pür dikkat beni izliyordu.

 

"Ben burayı çok sevdim baba.."

 

Dudakları usulca yukarıya kıvrıldı. Beklediği cevabı almış gibiydi.

 

"Benim güzel kızım, gittiği her yere kendi gibi güzellik getirir. Alışırsın tabii, arkadaşların da var. Yalnız hissetmezsin."

 

Garip olan da buydu. Onca kalabalığın arasında yalnız hissetmek. Sanki Selim'in yanında daha farklı bir şeyler oluyordu da çok kalabalık oluyordum, gerisi hep yalnızlıktı.

 

Babamla bir süre daha konuştuktan sonra kapatmıştık. Arkama yaslanıp gökyüzünü izlemeye başladım. Biraz da olsa dinlendiğimi hissettirmişti. Ben balkon da oyalanmaya devam ederken İpek işlerini bitirip yanıma geldi. Merve ailesine yardım etmek üzerine İzmir'e tekrar dönmüştü. Ecem ise günlerini verse toplayamayacağı odası ile inatlaşıyordu.

 

İpek sandalyelerden birini çekip karşıma oturdu. Saçlarını özensiz bir at kuyruğu yapıp üzerine bir ceket giymişti.

 

"Nasılsın?" basit bir soru gibi dursa da öylesine sormadığı belliydi.

 

"İyiyim, hava alıyorum," dedim derin bir nefesi daha içime çekerken.

 

O da benim gibi bir süre konuşmadan gök yüzünü izledi. Telefonuna gelen mesaja bakıp tekrar masanın üzerine bıraktı.

 

"Mezuniyet bizimkilerin geleceği günden sonraymış. Bir aksilik olmazsa geliyorlarmış."

 

Çarşamba akşamı yola çıkıp perşembe günü öğlene doğru burada olacaklardı. Akın tüm detayları kelimesi kelimesine İpeğe atarak bizi de bilgilendiriyordu.

 

"Yarın akşam yola çıkacaklar. Geldiklerinde hepsi evlerine gider. Mezuniyet günü görüşürüz," dedim.

 

İçimden bir ses söylediklerime inanmıyordu. Saat tam 10.00 da dedi, yine aynı şekilde.

 

Belli olmaz, dercesine başını salladı İpek. Bir şey söyleyecek gibi olurken çalan telefonum yüzünden susmuştu. Arayan Alpti.

 

"Alp'in Altın günü, sinemamıza bedava bir bilet kazandınız. Buyurun izleyelim," diyip gülümsedim.

 

İpek ne olduğunu anlamadan yüzüme bakıyordu. Telefonu açtığım anda Alp bulduğu bir duvarın köşesine oturdu. Nefes nefese kalmıştı.

 

"Abla, annem bu sefer beni bir daha eve almayacak," dedi nefes almaya çalışırken. İpek konuşma ilerledikçe olayı anlayıp gülmeye başlamıştı.

 

"Yine ne dedin kadınlara?" dedim eğlenir gibi.

 

Kazağının yakasına alnında ki terleri sildi.

 

"Abla, ben haksız bir şey demedim ki. Gönül teyze ile Emine teyze vardı ya, küsmüşler onlar. Bende şey," dedi bakışları ile etrafı kontrol ederken.

 

Gönül ve Emine ikilisi... Ailenin sevilmeyen üyeleri gibiydiler, en az Alp kadar bende onları sevmezdim.

 

"Sizin barışma ihtimali Gönül teyzenin kocasının saçlarının çıkması gibi, dedim."

 

Biz İpek ile gülerken Alp endişeli bakışlarla etrafı inceliyordu. Annem misafir konusunda oldukça titizdi, Alpe yapacaklarını ben bile düşünemiyordum.

 

"Ama asıl mesele bu değildi. Kokoş Rabia varya İsmail amcanın karısı. Sürekli aşkım diyordu konuşurken, bizi eleştiriyordu, seni küçümsüyordu. Bende dayanamadım, suyuna sabun kattım. O suyla ilaç içti, bir süre sonra hastalandı hastaneye götürdüler midesini yıkamışlar."

 

Kardeşim tam olarak yirmi yaşına girmişti. Annemin bu nedenle sinirleri halay çekiyordu, yirmi yaşına bir çocuk hala bu şekilde davranamazdı. Babam daha olaylardan haberi olmadığı için sakindi. Ben ise normalde kızacağım bu olaylara sadece gülüyordum. İnsanlara kötü davranmaya iyi bakan birisi değildim ama Alp'in anlattığı bu kişiler gerçekten şeytan üçlüsü gibiydi. Şeytan bunları görse emekliye ayrılır, demekte sonuna kadar haklıydı.

 

"Abla, annem arıyor. Açmazsam cenaze namazına, açarsam yoğun bakıma."

 

Başka bir şey demeden telefonu kapattı. Birkaç dakika sonra bir de mesaj atmıştı.

 

Ama bu olaylar altınları verdikten sonra oldu abla, yani altınlar güvende.

 

Bir de Gönül teyzenin kocası saç ektirecekmiş. Anneme de eğer Alp bir daha o evde olursa biz gelince odaya kitle demişler.

 

Mesajın devamı yoktu ancak tahmin etmesi zor değildi. Yeni planlar yaptığına çok emindim. İpek bizi izleyerek gülerken Ecem de seslerimizi duyup yanımıza gelmişti. Ona da anlattığımız da Alp ile en kısa sürede tanışmayı istediğini söylemişti.

 

Bir süre daha balkonda oturup sohbet ettikten sonra hava kararmaya başlamıştı. Dün akşamdan kalan yemekleri yiyip odalarımıza çekildik. Bugün diğer günlerin aksine oldukça yorgun hissediyordum. Uyumadan önce gelen bildirimlere bakarken bir mesaj daha geldi. İsmi görünce merakla gelen mesajı açtım.

 

Efsun, tam şu an aklına ilk gelen şeyi söyle. Mantıklı mantıksız demeden, öylesine.

 

Selim'in mesajına anlam veremesem de bir kaç saniye düşündüm.

 

Sana güveniyorum, verdiğin sözler, dilediğin hayaller için sana güveniyorum Selim.

 

Cevap vermedi. Mesajı görüp cevap vermemesinin sebebi neydi bilmiyorum ama bastırmaya başlayan uykuyla daha fazla dayanamadan göz kapaklarımı kapatmıştım...

 

 

Boralar

 

Dağlar ve ağaçlar. Şahbazın getirdiği yolda bunlardan başka bir şey yoktu. Bahsettiği kulübe görünmüyordu. Tim etrafı incelerken bir süre daha yürümeye devam etti. Garip bir şekilde ele başlarından biri yakalanmışken ortalık böyle sessiz görünüyordu. Burak önünde topallaya topallaya yürüyen Şahbazın yakasından tutup yete fırlattı.

 

"Komutanım, bu puşt bizimle dalga mı geçiyor? 2056 kilometre geçtik dediği yeri, ne bir köy var ne bir kasaba."

 

Şahbaz başını eğip bir şeyler mırıldandı. Ercüment Burağı sakinleştirmek adına omzuna vururken Selim yerde yatan Şahbazın gözlerini kendi gözlerine çevirdi.

 

"Cevap ver."

 

Şahbaz aldığı emirle etrafı inceledi. Kendisine söylenen yere gelmelerine az kalmıştı.

 

"Ben size bilmediğimi söylemişem, aha da burası dediler bana."

 

Bandajını düzeltip diğer gözüyle dağın en uç noktasına baktı. Sakin görünüyordu. Selim bir şeyler söylemek için eğilirken tam arkasında ki bir ağaca ateş edilmişti. Tahmin ettikleri şey başlarına gelmişti. Şahbazın kurduğu bu tuzak yine Şahbazda patlayacaktı.

 

Hepsi buldukları yerlere çekilirken Berker yakasından tuttuğu Şahbazı bir kayanın arkasına çekti. Teröristler görüş alanlarına girmemişti ama kalabalık görünmüyorlardı.

 

"Şuradan bir çıkalım, kardeşimin hesabını soracağım sana, it."

 

Berker bütün nefretiyle Şahbazın vurulduğu bacağına silahını bastırdı. Yavuz sesi duyunca kulaklığından arkadaşına seslendi.

 

"Berker, kimsenin kanı yerde kalmayacak. Şu iti kendi haline bırak ve odaklan."

 

Çatışma hala devam ediyordu, karşı taraf görünmez bir şekilde birden çoğalıyordu. Selim ağacın arkasına saklanan iki kişiyi daha öldürdükten sonra kulaklığında ki sese odaklandı.

 

Selim itiraf etmek istemese de hazırlıksız yakalandıklarını düşünüyordu. Ortalıkta yavaş yavaş kontrol sağlanırken hızla telefonunu çıkarıp ezbere bildiği isme bir mesaj attı. Şu an en çok ihtiyacı olan şey oydu, ondan gelecek bir şeyler. Birkaç dakika içinde gelen mesaja baktı.

 

Efsun yine ona güvendiğini söylemişti, verdiği sözleri, dilediği hayalleri vardı.

 

Yüzünde belki belirsiz bir gülümsemeyle tekrar atışına odaklanırken Kayayı dinledi.

 

"Komutanım bir araç gördüm, oradan geliyorlar."

 

Selim bir atış daha yaptıktan sonra Kayayı cevapladı. Dediği gibi olmuştu, Efsun yine ona iyi gelmişti.

 

"Gerekeni yap."

 

Kaya büyük bir zevkle silahını araca doğrulttu. Bomba etkisi yaratan atışıyla araç anında patlamıştı. Geriye kalanlar panikle daha hızlı ateş etmeye başlamıştı.

 

"Şarjör bitti," diye seslendi Ercüment. Akından yenisini almak için bulunduğu yerden çıkması gerekiyordu. Burağa korumasını söyleyerek olduğu yerden çıkmaya hazırlandı.

 

"Ercü, olduğun yerde kal. Şu an çıkman çok tehlikeli," diyerek karşı çıktı Selim.

 

Ercüment aklına gelen anıya tebessüm etti.

 

"Şimdi ben çıkmazsam zaten hepimiz çıkamayacağız. Hem bir şey olursa sözümüz var biliyorsun, üç parça," dedi.

 

Selim bir yandan Ercümentin söylediği sözü düşünürken diğer yandan ateş ediyordu. Ercüment şarjörü alıp döndüğü anda hepsini susturan bir şey olmuştu. Sol omzundan, kalbine yakın bir noktadan vurulmuştu. Selim hızlıca yalpalayan Ercümenti yanına çekti. Teröristler fırsatını büküp kaçmaya başlarken Mert gizlene gizlene yanlarına gelmişti.

 

"Ben sana dedim, yine dinlemedin," diye bağırdı Selim. Bir kardeşini daha kaybetmeye dayanamazdı, korkuyordu.

 

Ercüment elini yarasına bastırırken kekeleyerek birkaç cümle söyledi.

 

"Eğer, dinleseydim, bunca yılı, boşuna geçirmiş, olurduk, kar, kardeşim."

 

Nefes alması gittikçe zorlaşıyordu. Mert ilk yardımı yaparken Tuna ve Berker pür dikkat Şahbazı koruyordu.

 

"Eğer, birkaç güne, gözümü, açmazsam, Badeye, söyleyin, eşek, olmamış, izliyor, deyin."

 

Burak sinirle karışık bir kahkaha attı. Selim de ona benzer bir şekilde gülümsemişti.

 

"Lan adam ölüyor, hala Bade diyor. Dua et albay yok, yoksa ölmeni beklemeden bir de o sıkardı."

 

Mert bir nebze de olsa yarayı temizleyip mikrop kapmasını engellemişti. Teröristler sakinliği fırsat bilerek geri geri kaçarken Şahbaz hala timin yanındaydı. Teröristlerin tamamen bittiğine emin olduktan sonra Ercümenti sırtlarına alıp yollarına devam etmeye başladılar. Bu şekilde devam edemezlerdi, Ercümentin en kısa sürede hastaneye gitmesi gerekiyordu.

 

Mağaraya benzer bir sığınak bulduklarında serdikleri bezin üzerine dikkatle Ercümenti yatırmışlardı. Selim kapıya çıkarak albaya bilgilendirme yaptı.

 

"Yarın sabah erkenden bir helikopter gelecek. Şahbaz da yanınızda geri dönmeniz lazım."

 

Tamarın buralarda olmadığı belliydi, aksi takdirde bu kadar sakin kalmazdı. Tuğrul Albay birkaç emir daha verdikten sonra konuşma sonlanmıştı. Geriye sadece sabah olmasını beklemek kalmıştı, birkaç saat sonra yeniden aynı topraklara...

 

Timin yanına geri döndüğünde herkes bir köşede ısınmaya çalışıyordu. Kaya'nın yaktığı ateşin başına doluştular. Şahbazı elleri ve ayaklarını bağlayıp duvarın dibine bırakmışlardı, onun başkalarına yaptığı gibi...

 

Herkes çantasında ki konserveleri çıkarıp yemeye başlarken Ercüment bilinci yarı açık bir şekilde yukarıya bakıyordu. Selim açtığı konserveden bir kaşık alıp kardeşine uzattı.

 

"Ercü, bak yemeğimi paylaşıyorum lan. Yemeyecek misin?"

 

En son yaşadıkları aklına gelirken dolan gözlerini kimseye belli etmeden kuruladı. Herkes bir yandan yemeğini yerken bir yandan onları izliyordu. Ercümentin başı ağır çekimde Selim'e döndü. Gücü yokmuş gibi hissediyordu, sanki bir uyku tüm bedenini kaplıyordu.

 

Zorlukla araladığı ağzından birkaç kaşık yemek yedi. Gerisine gücü yetmedi, Selim kalan yemeği yanına bırakıp Ercümentin elini avuçlarının arasına aldı.

 

Ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Sadece kendine bakan acı kahverengi gözlere baktı. Geçirdikleri bütün anıları saniye saniye yeniden yaşadı. Tuna nöbet beklemeye çıkarken diğerleri de birbirlerinin omzuna yaslanıp birkaç dakikalığına da olsa dinlenmeye çalışıyorlardı. Geldiklerinden beri toplam bir gün uykuları yoktu.

 

Ercüment de gözlerini kapatmak üzereydi ama bir an olsun yanından ayrılmayan kardeşinin aklından geçenleri biliyordu. Onu rahatlatmak adına kuruyan dudaklarını aralayıp son birkaç cümle söyledi.

 

"Kardeşim,"

 

Selim duyduğu sesle anında bütün dikkatini Ercümente verdi.

 

"Ben şimdi uyuyacağım ama, merak, etme. Uyanacağım, tekrar."

 

Selim cevap bile vermeden Ercüment gözlerini kapatmıştı. Hala nefes alıyordu ama artık bayılmıştı. Selim Ercümentin başını dizlerinin üstüne koyup ceketini üzerine örttü. Son birkaç saat, diye geçirdi içinden. Belki bir kardeşini kaybetmişti ama diğer kardeşlerini kaybetmeyecekti.

 

Sinirle kısılan bakışları Şahbaza kaydı. Olduğu yerde gözlerini kapatmış uyuyuyordu. Tek bir kurşun, diye geçirdi içinden. Yiğit'in intikamını almak için tek bir kurşuna ihtiyacı vardı. Bir anlığına albayı, verdiği sözleri unutup dizlerinde ki Ercümenti yere yatırdı. Belinde ki tabancasını alıp Şahbazın alnına yöneltti.

 

"Kardeşimi aldın lan benden, ya diğerlerine de bir tuzak yaparsanız?"

 

Artık eski Selim yok gibiydi, her koşulda doğruyu düşünen, dik duran, gözü kara.. Artık sevdiklerini kaybetmekten korkan bir Selim vardı. Belki sevdiğimi söylersem onu da benden alırlar diye sevdiğini bile söyleyemediği vardı.

 

Tabancayı daha sıkı kavrarken ucuna kapanan el ile dikkati dağıldı. Avuçları arasında ki tabanca birden kaybolmuştu. Kolundan tutup dışarı çıkaran arkadaşına baktı.

 

"Delirdin mi sen? Komutanım demiyorum çünkü kendine gel Ulaş. Albaya verdiğin sözü unuttun mu? Bu şerefsiz sağ bir şekilde bizimle geri dönecek."

 

Burak Selim'i anlıyordu ancak birilerinin mantıklı düşünmesi gerekiyordu. Selim derin bir nefes alıp gökyüzüne baktı. Yıldızları görmeyi denedi ama göremedi. Sanki Yiğitle beraber Serhat da ona küsmüş gibiydi. Bir anlığına sinirine yenilip neredeyse görevinden olacağı bir şeyi yapacaktı.

 

"Unutmadım, sadece korktum anlıyor musun?"

 

Burağa dönüp kollarını sımsıkı sardı avuçları ile. Burak tepki vermeden karşısında ki arkadaşını izledi. Onun da içi yanıyordu, komutanını, kardeşini böyle görmek onu da çok üzüyordu ama elinden başka bir şey gelmiyordu.

 

"Allah kahretsin ben artık sevdiklerini kaybetmekten korkan herifin tekiyim. Kendi kardeşilerini elleriyle toprağa vermiş, birinin de yaralanmasına engel olamamış biriyim ben."

 

Her cümlede daha çok sesi yükseliyordu. Avuçları arasına aldığı Burağın kollarını biraz daha sıktı.

 

"Ben ona da bir şey olur diye ona sevdiğini bile söyleyemeyen biriyim lan," dedi elleri yere düşerken. Kolları bir şeyden kayıp gitmiş gibi öylece aşağıya düşmüştü. Burak buruk bir tebessüm etti. Çünkü biliyordu, komutanının ilk günden beri bir çift yeşil göze esir düştüğünü, kaybetmemek için sevdiğini bile söyleyemediğini...

 

Yere oturan Selim'in yanına oturdu. Başını çevirip omzunun üzerinden onu izledi. Ulaş Selim Karacalı ilk defa bu kadar çaresiz görünüyordu belki de. Dağ gibi görünüp dal gibi kırılandı. Elini omzuna koyup sıvazladı. Gün yavaş yavaş ağarmaya başlarken ortamda sadece derin bir sessizlik vardı.

 

Burak ve Selim dışında herkes uykusunu almış ve sabah olmuştu. Telsizden gelen habere göre yardım ekipleri gelmişti. Belirtilen noktadan önce Ercümenti teslim ettiler. Bir nebze daha güvenli bir konumdaydı artık. Geride kalan ekip diğer helikoptere binip vatanlarına dönmek üzere yıla çıktılar. Hepsi içinden dualar ediyordu. Bir görev daha bitmişti ve geri dönüyorlardı. Şahbaz ise kafasına giydirilen çuval yüzünden hiç bir şey göremeden öylece oturuyordu.

 

Bazısı aralarında sohbet ederken bazısı sessizce düşünüyordu. Selim de onlara katıldı, başını geriye yaslayıp gökyüzüne baktı. Bir çift yeşillik, diye düşündü. Bir çift yeşilliğe esir düşmüşsün komutan...

 

 

Loading...
0%