Yeni Üyelik
3.
Bölüm

[2]Sisler ve Yanılsamalar

@liweta

Ruh her şeyi unutsa bile beden hatırlar.

asyndeton - ascending heaven

"Mis gibi kokuyorlar. Tabii yapan sen olunca..."

Genç adam mutfaktaki büyük masanın etrafından dolaştı ve üzerinden aldığı kurabiyeyi ağzına atıp tezgâhta duyduklarına sıcacık gülümseyen eşine yaklaştı. Kurabiye öylesine lezzetliydi ki bazen kadının sadece büyük bir büyücü değil Sanamor'daki en yetenekli aşçı olduğunu da düşünüyordu. Elini tezgâha yaslayıp üzerine eğildi ve yanağına minik bir öpücük kondurdu.

"Senin için yaptım, o yüzden bu kadar güzel."

Adam bu sözlere güldü ve elini eşinin iyice belirginleşmiş karnına çıkartıp nazikçe okşadı.

"Ve kızımız için değil mi?"

Bu sefer genç kadın güldü. Sonra dikkatlice eşine dönüp "Eğer oğlumuz büyümüş olsaydı, onun için de yapmış olurdum." dedi. O esnada masanın öbür ucundaki beşikten bir kıkırdama sesi geldi ve ikisi de o yöne döndü.

"Bence şimdiden annesinin yemeklerini yemek için sabırsızlanıyor."

Gülüşmeler ve şakalaşmalar mutfağı doldururken zaman su gibi akıyordu. Her biri öylesine neşeliydi ki bu görüntü muhteşem bir tablodaki tek bir fırça darbesi kadar eşsiz gözüküyordu.

Kadın yaptığı yemeği iki bezle tencerenin saplarından tutarak ocaktan aldı ve masaya sermiş olduğu bezin üstüne koydu.

"Bugün ailen geleceği için biraz gerginim aslında." dedi ortamdaki neşeye bir anlığına ara vererek. Adam kucağındaki oğluyla ilgilenmeyi kesti ve kadına baktı büyük bir dikkatle.

"Biliyorsun, onlar bir koruyucu olmamamdan hep şikayetçiydi. Ya yine..."

"Boşa endişeleniyorsun." diye mırıldandı adam. Eşini bir başkasının kabul etmemesi umurunda değildi. Ona aşıktı ve bundan önemli bir şey olamazdı.

"Bir tatsızlık çıkarsa cevaplarını alacaklarını biliyorsun."

Genç kadın rahatlamadı. Sevdiği adamın ailesi ile arasında sorun çıkartmak istemiyordu. Ama yine de başıyla onayladı.

"Annem kızımıza hamile olduğunu öğrendiğinde ne kadar sevindi hatırlasana."

Adam beşiğe ilerledi ve oğlunu büyük bir dikkatle yerine yatırdı.

"Aynı şekilde oğlumuz için de o kadar mutluydu. Tabii bilirsin... Annem kız çocuklarını daha çok sever."

Kadın tencereden süzülen buharı izledi bir süre.

"Çocuklarımız bir koruyucu olmazsa hala mutlu olurlar mı?"

Adam bu sözleri duyduğunda afalladı. Ailesinin ne kadar zor olduğunun farkındaydı ama onlar bu kadar kötü değildi.

"Onları destekleyecekler. Desteklemeseler bile biz onların arkasında olacağız Rosa."

Kadın derince bir iç çekti. Büyük bir büyücüydü ama saygı göremediği tek yer eşinin ailesinin yanıydı. Dudaklarını araladı ve bir şeyler söylemek için kendini zorladı. Ama tam o sırada kapıdan yumruklanırcasına bir ses yükselmiş ve tanıdık biri "Rosa, kapıyı aç! Çok korkunç bir şey oldu." diye bağırmıştı.

Rosa korkuyla masadan uzaklaştı ve ellerini önlüğüne silerek dış kapıya koştu. Kapıyı açtığında karşısında en yakın arkadaşları vardı ve bağıran kadın kucağında bebeğini sıkıca tutuyordu.

"İçeri girin lütfen. Sorun ne?"

İlk önce kadın ve eşi içeri girdi. Ardından diğer üç arkadaşı girmişti. Onları salona yönlendirdi ve her biri içeri geçtiğinde Rosa'nın eşi de mutfaktan gelmişti.

"Öğrenir öğrenmez buraya geldik... ama lütfen önce sakin ol."

Rosa kötü şeylerin olacağını anladı. Adam ona yaklaştı ve ellerini onun omuzlarına koyarak tok bir sesle "O hamile. Lütfen ani bir şey söylemeyin." dedi.

Diğerleri başlarıyla onayladı ve kadın derin bir nefes alarak konuşmaya girdi.

"Biliyorsun, bu bela bizi bulduğu ilk zamanlarda bir kehanet ortaya çıkmıştı."

Rosa eşinin zoruyla bir koltuğa oturdu ve ellerini karnına koydu. Dikkatle dinliyordu.

"Bizi kurtaracak bir kişi doğacaktı. Kehanette..."

"Bir ışık doğacak. Doğan bu ışık ya karanlıkla birleşecek ya da umutsuz tüm kalpleri aydınlatacak."

Rosa kehaneti sesli söylediğinde kasıklarına bir sancı girdiğini hissetti. Hafif olan bu sancı yutkunmasına sebep oldu. Devamını dinlemekten korkuyordu.

"Evet ve... Oğlumuzun yeteneklerini şimdiden keşfettik. O bir aracı."

Rosa anlamamıştı. Ya da anlamak istemedi.

"Bu sıra dışı bir güç. Güçlü bir ucube olabilir."

Rosa eşinin söylediklerini başını sallayarak destekledi ve kendini konuşmaya zorlayarak "Tebrik ederim Alis." dedi.

Lakin çift bunu pek önemseyecek durumda değil gibiydi. Kadın kendini tutamadı ve olayı daha fazla açıklayamadan konuya girdi.

"Zayn haftalardır durmadan ağlıyor Rosa. Sanki canı çok acıyormuş gibi. Bu yüzden Hakan'ın yanına geldik. Sebebini öğrenmek için. Ve onu kontrol edeceği sırada..."

Kadın bebeğinin üzerindeki örtüyü biraz aralayıp onu Rosa'ya uzattı.

Rosa bebeği kucağına aldığında gördüğü şey bebeğin göğsünün ortasındaki neredeyse yok olmak üzere olan o yazıydı.

"İlahi kan saklandığı yerden ayrıldı. Bir kurtarıcı, büyücünün bedeninde can buldu. Bir bebek doğacak, görenleri büyüleyecek. Asil kanıyla tek olacak. Işık ya da karanlık... Her iki yol da tüm yaşamı etkileyecek."

Rosa'nın dıştan okumaya korktuğu kehaneti eşi yüksek sesle okuduğunda, Rosa gözlerinden süzülen yaşlara engel olamadı. Bu bebeğin kendi kızı olduğunu anlamak hiç zor olmamıştı.

"Belki senin bebeğin değildir diye düşündük..."

Alis'in lafını eşi kesti.

"Ama Hakan zihin kontrol yapmak zorunda kaldı ve Zayn, senin kızını doğurduğun anı rüyasında görüyordu."

Rosa hiçbir şey diyemedi. Kelimeleri boğazına dizilmiş gibiydi. Ne yapacaktı? Herkes doğacak bu bebeğin kıyameti getirenlerin hedefi olduğunu biliyordu.

"Kaçmaktan başka seçeneğimiz yok..." diye mırıldandı kısık sesle. Bir anda söylediği şeyle herkesi şoke etmiş ve eşinden "Asla!" diye bir ses yükselmişti.

"Asla kaçmayacağız! Kızımızı korumak için her şeyi yapacağım."

Ama Rosa... çoktan kararını vermişti.

***

Farklı olmak alışıldık bir varlıktan daha değişik görünmek midir yoksa sadece insanların ortaya çıkardığı bir saçmalık mıdır?

Bana göre farklılık kendini sevmeyi unutan birinin herkesten soyutlanma biçimidir. İnsan her yerde farklı, bir o kadar da yalnız olabilir. Ama bu bedensel olmayan bir intihardan başka bir şey değildir.

"Hira'nın zaten başından beri burada olması gerekirdi."

Zaman insanı ölüme sürüklerken içinde bulunduğu yalnızlığı da derinleştirir. Anlamsız olan her şey zamanın geride bıraktıklarında saklıdır. Nefes aldığımız her saniye usul usul geçmişte kalırken geleceğin varlığının anlamı nedir ki? Değerli zaman denen şey bile bir zaman kaybıyken yaşayan her canlı için bu kavram ölüme atılan büyük bir adımdan fazlası olamaz.

Zaman değişir, insanlar değişir, en çok da hayatımız değişir.

"Zaman geçtikçe buraya alışacak."

Lakin zamanın getirdiği bu karmaşanın ortasında hayatımın birden bu kadar çabuk değişebileceğini hiçbir zaman düşünmezdim. Bazı insanlar kaderimizi kendimiz yazarız derler. Fakat kader denen şeyin zaten yazılı olup olmadığını nerden bilebiliriz ki? Kaderimi kendim yazsaydım eğer bulunduğum yerde olmak en son isteyeceğim şey olurdu. Ya da hayatımı bu kadar çekilmez kılan her şeye bir anda son verirdim.

Ama şu anda bir rutine sıkı sıkıya bağlı olan hayatım yine kendi ellerimde olmadan sanki rayından çıkmış gibiydi.

Gece olanlardan sonra bir anda yatağımda uyanmış ve gözlerimi açar açmaz abimin "Gidiyorsun." demesi bir olmuştu. Valizim çoktan hazırdı. Odamda mobilyalarım dışında hiçbir şey yoktu. Duvardaki fotoğraflar, kendi çizdiğim resimler... Annemle birlikte küçükken yaptığımız minik süslemeler bile valize koyulmuş, sığmayan birkaç şey ise valizin üzerine bağlı bir çantaya atılmıştı. Olanları idrak edemeden ve onlardan bir açıklama dahi duyamadan abim zorla beni arabaya bindirdi. Yolda ise babam "Abin ve annen sonradan gelecek." demişti. Ama şu an beni bilmediğim bir yerde tek başıma bırakıyordu ve ben hala annemin nerede olduğunu sorguluyordum. "Annemi görmek istiyorum." diye yaygara çıkarmış ama babamdan sadece "Sakin ol, o gelecek." lafı çıkmıştı. Aramızda hiçbir diyalog geçmedi. Bana kısa cevaplardan ya da uzun sessizliklerden başka bir şey vermedi.

Hayatım boyunca yalnız kalmak ne demek her gün zihnime kazıtılarak öğrenmiştim ama bu hepsinden farklıydı.

Beni bıraktığı yer şehrin dışında yatılı bir okuldu. Birkaç hafta sonra liseyi bitirecekken neden okulumu değiştirme gereği duyduklarını anlayamıyordum.

Büyük bir ormanın içinde oldukça görkemli bir yapı kaderimin beni getirdiği en acımasız hapishaneydi. Buraya gelirken yolu ne kadar dikkatli izlesem de gördüğüm şey sisli ormandan başka bir şey olmadığından hangi şehirde olduğuma dair en ufak fikrim de yoktu.

Derin bir nefes alırken gözlerimi yerden ayırıp ellerime odaklandım. Kesilen elime abim ben uyurken pansuman yapmıştı ve o elim yumruklarımı sıkmaktan yine sızlamaya başlamıştı. Dün yaşadıklarımı doğrulayan tek şey bu yaraydı ve muhtemelen bir hafta sonra izi bile kaybolmaya başlardı.

Karşımda okul müdürüyle sohbet eden babama baktım sessizliğimi koruyarak. Oldukça sakin ve bir o kadar da kararlı gözüküyordu. Konuşmaları epey uzun sürmüş ve bu konuşma faslı, bu okuldan daha çok nefret etmeme sebep olmuştu. Sohbetlerini elbette dinlemiyordum. İlk cümleden sonra zihnim kendini her şeye kapatmış sadece düşüncelerle boğuşmaya başlamıştı. Ve garip olan... Bu elimde bile değildi. Sanki bir güç söylenen şeyleri duymamı engelliyordu.

Müdürün "Okulumuza yeni bir öğrencinin gelmesi bizi çok mutlu etti..." diyerek söze başladığını hatırlıyordum sadece. Sonrasında benimle göz temasını kesti ve sadece babamla ilgilendi. Yok sayılmaya alışık olsam da ayakta dikilerek beklediğim adamın dahi beni yok sayması oldukça içime oturuyordu.

Birkaç dakika önce bir zil çalmıştı. Ders başlamış olmalıydı ve ben yeni okulumda ilk dersime bile geç kalmıştım. Bir insan neden bu kadar çok konuşurdu ki? Ne kadar önemli olabilirdi? Beni terk edip gidiyordu ve bir de sohbet mi ediyordu? Üstelik annemi görememiş olmanın verdiği bir öfke vardı içimde.

Defalarca baktığım odaya kendimi sakinleştirmeye çalışarak tekrar baktım. Tamamen tahta mobilyalarla döşenmiş oda beni sohbetin başladığı dakikadan itibaren bunaltmaya yetmişti.

Tahta masanın yanında kocaman bir Dünya modeli vardı ve bazı yerler kırmızı raptiye ile işaretlenmişti. Ne kadar ilgi çekici dursa da gidip bakmaya cesaret edememiştim.

Oldukça büyük olan oda ahşap kitaplıklarla doluydu. Müdürün oturduğu masanın arkasında hafifçe perdesi aralanmış büyükçe bir pencere vardı ve içerideki tek ışık kaynağı güneşti.

Gözlerimi yere indirdim ve bir iç çekip ellerimi ceketimin cebine soktum.

Tahminen birkaç dakika daha geçti ve bu süre boyunca sadece sessizlik oldu. Bana hiçbir şey sormadılar veya söylemediler. Gerçi zihnimde dönüp duran karmaşa duyduğum şeyleri bile anlamsızlaştırmama sebep oluyordu. Yok sayılmaya devam etmek ise kafamdaki düşüncelere yoğunlaşmama sebep oluyor bu da canımı epey sıkıyordu. Özellikle annem ve babam hakkında olanlar.

Babamın "Teşekkür ederim." demesiyle yerde odaklandığım siyah lekeden başımı kaldırıp dikkatle onlara baktım. Zihnimi kaplayan yoğunluk hissi de bununla birlikte yok oldu. Her hareketlerini tek tek izledim. Babam öyle donuk bir ifadeye sahipti ki bu içimi ürpertiyordu.

Babam masanın kenarındaki koltuktan acelece kalkıp hızla yanıma geldi. Gözlerindeki duyguyu anlamasam da hoşuma gitmemişti ve bana sanki kötü bir şey olacakmış hissi veriyordu.

Kollarını bana sıkıca sarıp "Kendine dikkat et ve güçlü kal." diyerek hiç tereddüt etmeden odadan koşar adımlarla çıktı. Benim sarılmamı beklememişti bile... Kalbimin kırıldığını hissetsem de öylece bakmak yerine önüme dönüp ellerimi cebimden çıkarttım.

En sonunda valizimle müdürün odasında kalakaldığımda düşüncelerim zihnimde uçuşmak yerine, yerini koca bir boşluğa bırakmıştı ve mantıklı olan hiçbir şeyi düşünemiyordum. Az önce ne olmuştu? Ne konuşmuşlardı?

"Hira, tekrardan okulumuza hoş geldin. Kafanın karışık olduğunu ve birçok sorun olduğunu anlayabiliyorum. Lakin burayı çok seveceğine ve kendini ait hissedeceğine eminim."

Elindeki kağıtları masaya vurup deri bir dosyanın içine koydu ve masmavi gözlerini bana dikti. "Ben değilim." dedim kısık sesle.

"Endişelenme, arkadaş edineceğinden de hiç şüphem yok. Burada herkes ailen olacak."

Derin bir nefes aldım ve "Babam beni buraya zorla getirdi, ben zaten birkaç hafta sonra mezun olacağım. Bu okulda olmam için hiçbir sebep yok." dedim. Ses tonum biraz yüksek çıksa da karşımdaki adamın bakışları gayet yumuşaktı. Üstelik bana bakışı biraz şaşkınlıkta içeriyordu.

"Sanırım sandığımdan daha çok bilmediğin şey var Hira. Ama bunları sana ben söyleyemem."

Kaşlarım çatılırken ellerimi yumruk haline getirdim tekrardan. Düşünmekten kafamdaki her şey birbirine girmiş gibiydi. Neyi bilmiyordum?

"Annemle konuşmak istiyorum. Bu bölgeye girdiğimizden beri telefonum çekmiyor. Onu arayın lütfen, babam dinlemiyorsa o dinler."

Bana bu sefer acıyarak baktı. O bakışlar o kadar hüzünlüydü ki... İçim ürpermişti.

"Hira, bunu sonra konuşalım olur mu?"

Bir şey demek için dudaklarımı araladığım sırada kapının sesiyle dudaklarımı birbirine bastırdım ve arkama döndüm. Gözlerim kapıda duran kızı hedef aldığında şaşkınlıkla kaşlarımı çatmıştım. Gelen kişi oldukça garip bir görüntüye sahip genç bir kızdı ve her ne kadar yaşıtım gibi dursa da garip bir şekilde öyle olmadığını hissettiriyordu.

Benden bir kafa boyu kadar kısaydı. Giydiği pembe ve mor ağırlıklı sevimli elbisenin içinde çocuk gibi durmasına rağmen yüzündeki sade makyajla genç bir kadın izlenimi veriyordu. Fakat tüm görüntüsüne ters bir şekilde sırıtan pembe saçlarının üstündeki kulaklarıyla gördüğüm bu kız sanki çizgi romanlardan fırlamış gibiydi.

Dudaklarım tekrar aralanırken bu sefer şaşkınlıktan olduğu için çabucak fark edip kapatamadım. Böyle giyinmeyi seven kişilerin gerçekten var olduğunu elbette biliyordum ama şaşırdığım kısım burasının okul olmasıydı.

"Gelmene çok sevindim Mia. Yeni öğrencimizi sınıfına götürür müsün lütfen?"

Kız omuzlarına düşen saçlarını tek eliyle toplayıp yavaş hareketlerle arkaya attı ve gülümseyerek bana yaklaştı. Bense onu pür dikkat izlediğim için utanıp istemsizce başımı önüme eğmek zorunda kalmıştım. Daha önce bu kadar güzel bir kız gördüğümü hatırlamıyordum. Bunu geçtim bir okulda müdürün karşısında bu şekilde duran birini de hiç görmemiştim.

"Elbette efendim, hoş geldin Hira! Ben Mia, Hakan Bey'in asistanıyım. Öncelikle kafanın karışmaması için bir konuşma yapayım ki sonrasında şaşırıp kalma."

Genişçe gülümseyip sözlerinin üstüne büyük bir heyecanla devam etti.

"Sınıfına seni ben götüreceğim, kitaplarını ise derslerine girecek olan öğretmenlerin verecek. Hepsinin geleceğinden haberi vardı ve senin için hazırlıkları tamamladılar. Derslerden sonra geri kalmamak için öğretmenlerinle bir çalışma programı oluşturup sana haber vereceğiz."

Ellerini önünde birleştirdi ve ciddiyetle konuşmaya devam etti.

"Sınıftaki öğrenciler okulu gezmende, tanımanda sana yardımcı olacaklardır. Valizini burada bırakabilirsin, boş zamanında odanı öğrenmeye geldiğinde de alırsın." dedi ve herhangi bir şey dememe fırsat bırakmadan kapıya ilerledi.

Bir dakika, geleceğimden nasıl haberleri vardı? Bir anda karar verilmemiş miydi? Annem burada olduğumu biliyor muydu?

"Hadi gidelim."

Müdürle göz göze geldiğimde bu durum komik gelmiş olacak ki kıkırdamış ve "Oldukça planlıdır." diyerek fark edilir özelliğini dile dökmüştü.

Müdüre ısındığımı söyleyemezdim fakat Mia beni kendisine hayran bırakmıştı. Şaşırtacak şekilde çekici biriydi ve sevimli davranışları için onun bu kafa ağrıtan planlarına uyabilirdim.

Kapının sesiyle Hakan Bey'e soğuk bir teşekkür sundum ve hızlı adımlarla Mia'nın peşinden ilerledim. Ama kapıdan çıkar çıkmaz gözlerim diz hizamdan usul usul dağılan buz mavisi sise takıldı. Upuzun koridor boyunca yürümeye başladığımda sis bir anda yok olmuştu ve ben bunu sormak için dudaklarımı araladığımda Mia'nın ciddiyetini fark etmiş ve bunu garip bulsa ya da umursasa fark ettirebileceğini düşünmüştüm. Belki de ışıklardan kaynaklı bir yanılsamaydı.

İkimiz de koridorlarda sessizce yürürken onun az önceki konuşkan tavrından bir iz kalmadığını fark ettim. Doğrusu içten içe konuşmasını çok istemiştim. En azından bana okuldan bahsedebilirdi. Ya da geleceğimden nasıl haberleri olduğundan...

Kafamı dağıtmak adına gözlerimi etrafta gezdirdim. Duvarlar kül rengiyle boyanmıştı ve çoğu kirişte daha önce görmediğim harflerle büyük satırlar yazıyordu. Birkaç kat yukarı çıktık. Merdivenler kıvrımlı ahşaplarla süslenmiş, basamaklar ise tahtalardan yapılmıştı. Bu katta diğer kata nazaran korkunç gözüken tablolar ve duvar aralarındaki heykeller vardı. Ve göz alıcı diyebileceğim kadar dikkat çekiciydi. Tablolar genel olarak pek bir şeye benzemiyordu. Sanatı severdim ama biri herhangi bir eserden bir anlam çıkarmamı istese muhtemelen cevap veremezdim. Bu yüzden çok dikkat etmeden geçiyordum. Ta ki içlerinden biri bir anda tüm dikkatimi üzerinde toplamama neden olana kadar.

Ellerinin arasında tuhaf bir yaratığı tutan sarışın kıvırcık saçlı bir kızdı bu ve yüzü resme sonradan eklenerek karalanmıştı. Bu boyanın katmanından anlaşılıyordu. Kadının simsiyah oldukça zarif bir elbisesi vardı. Arkasındaki manzara kesilmiş ağaçların dallarıyla doluydu. En tepede büyük bir Ay vardı. Resmi incelerken biraz yavaşlamış bu nedenle Mia ile aramdaki mesafenin açılmasına sebep olmuştum.

"Hira."

Adımın seslenildiğini duyduğumda gözlerimi zor da olsa resimden ayırıp geniş bir kapının önünde beni bekleyen Mia'ya baktım. Muhtemelen sınıfımın olduğu yer orasıydı. Resme son kez baktım ve derin bir iç çekerek yanına hızlı adımlarla ilerledim.

Heyecanlı değildim ama içimde tanımlayamadığım bir korku vardı. Gergin bir şekilde kapıya baktım. Beni neler bekliyordu?

Kapının üstünde veya yanlarında herhangi bir şey yazmıyordu ve ilerde bulmak istersem nasıl bulacağım sorusu kafamda dönüp durmaya başlamıştı. Normalde sınıfların yanında kaçıncı sınıf olduğunu ve şubesini yazmaları gerekmez miydi? Derin bir nefes aldım. Gerçekten bunca sorun arasında bunu düşünmem oldukça ironikti.

"Ah bu arada..." Kapıya uzandı. "Sınıfta öğretmenine seni ben tanıtırım." dedikten sonra kapıyı tıklattı. Anlamıştı belki de gergin olduğumu. Onaylarcasına kafamı salladım ve kazağımın kollarının birazını avuç içlerime alıp sıktım. Bütün bedenim gerildiği için huzursuz hissediyordum.

Korkuyordum. Hiçbir sorunun cevabını bulamıyordum ve annem beni her koşulda onu dinlememi sağlayacak bir şekilde yetiştirdiği için bu olanlara da karşı koyamıyordum. Çünkü kaçıp gidecek olursam onu kim bilir ne kadar üzerdim.

Mia sınıfa girerken, dudaklarımı dişlediğimi ve acıyan canımı bile göz ardı ettiğimi fark ettim. Neden bu kadar stresliydim ki... Bir kez daha derin bir nefes alıp ardından bende ilerlerken kendimi tembihliyordum. Sakin kalmalıydım.

Sınıfa girdiğimde ilk işim bir süre başımı önümde tutmak daha sonra kendimi toparlayıp sınıfa öyle dönmek oldu. Tabii görmeyi beklediğim şey kesinlikle bu değildi. O an gördüğüm görüntüyle beynimden vurulmuşa döndüm ve sertçe yutkundum. İstemsizce birkaç adım geriye gidip duvara yaslanırken ve derin nefesler alırken, kalbim hızla çarpıyor hissettiğim korku yüzünden titreyen dizlerim beni taşımakta zorlanıyordu.

Bu insanlar çok farklıydı. İnsan bile demeye bin şahit isterdi gerçi. Korkuyla gördüğüm canlıları inceledikten sonra önümdeki kıza tekrar döndüm.

Gerçekten kafayı yemiş olmalıydım çünkü bunun başka bir açıklaması olamazdı. Başımı iki yana salladım ve derin bir nefes aldım yeniden. Tekrar sınıfa bakarken gördüğüm her şeyin gerçek olması beni terk edilmekten daha çok ürkütmüştü.

Sınıftaki kişiler aklıma gelebilecek en ufak ayrıntıya kadar farklıydılar ve ben şimdiden bu yerden kaçmak istiyordum. İnsan bedenine bürünmüş hayvanlar, değişik ten rengine sahip kişiler... Ya düşüp bayılmıştım ya da kendimi rahatlatmak için herkesin farklı göründüğünü hayal ediyordum.

"Uzay, geç kaldın."

Konuşan kişiye korkudan bakamadım. Hareket bile edemiyor gibiydim. Yüzünü göremediğim biri önümden hızlıca geçti ve "Özür dilerim, bir daha olmaz." dedi. Nereye gittiğine bakmadım çünkü gözlerimi ayıramadığım tüm bu kişiler beni ölesiye korkutuyordu.

Bir kez daha sertçe yutkundum ve istemsizce ön sırada oturan bir çocukla göz göze geldim. Bir gözü mavi bir gözü ise metalik bir renkteydi. Esmerdi ve alnında saçları örtse de iki metal şerit olduğunu görebiliyordum. Bu şeritler şakaklarına doğru kırılarak iniyordu ve teniyle tamamen birleşikti. Boynunun sağ tarafında metal bir kaplama vardı ve sanki bedeninin yarısı robot gibiydi. Sırıtarak bana bakıyordu ve içimdeki gerginlik yerini onun gülümsemesini gördükten sonra telaşa bırakmıştı.

Bir rüyada olmayı diledim.

Gözlerimi kapattığımda uyanmayı ve odamda olmayı diledim.

"Ne o, korkuyor musun yoksa?"

Çıtımı bile çıkaramamıştım onun söylediği şeye karşı. Bedenim titriyordu. Cevap vermeden başımı çevirdiğimde Mia'nın kanatları olan bir adamla konuştuğunu gördüm. Adamın gerçekten bir çift kanadı vardı ve neredeyse boyu kadar genişti. Kanatları bir kartalın kanatlarını andırıyordu. Bu açıdan bakıldığında fazlasıyla ihtişamlı dursa da gerçek olması imkansızdı. Öyle olmak zorundaydı. Kızıl ve siyah karışımı saçları geriden toplanmış birkaç perçemi yakışıklı suratında yerini almıştı.

Neler olduğunu anlayabilmeyi ve aklımı yitirmemiş olduğumu bilmeyi çok istiyordum. Bu bir rüya olmalıydı çünkü bu gördüklerimin mantıklı bir açıklaması olacağına inancım sıfırdı.

Sınıftan yükselen fısıldaşma ve gülme sesleri kulaklarıma ulaştığında rahatsız olmuş ve göz ucuyla sınıfa bir kez daha bakmıştım. Bu da neydi gerçekten?

Mia elini omzuma koyup sıktıktan sonra sınıftan çıktı ve kanatları olan adam "Bize kendini tanıtır mısın?" diye sordu. Çıtımı çıkartmadan adama baktım. Gözleri siyahla yoğun bir kırmızı karışımıydı ve adamın göz bebeği yoktu. Bu görüntü karşısında ağzımı açamayacak haldeydim. "Dilini yuttuğunu sanmıyorum? Arkadaşlarına kendini tanıt lütfen."

Ah böyle düşünmene çok üzüldüm çünkü gerçekten dilimi yuttum.

Mia beni onlara tanıtmamış mıydı? Neden benimle uğraşıyordu? Sessizliğim devam ederken duyduğum fısıldaşmalara engel olabilmek adına kendimi toparladım ve en sonunda konuştum.

"Şey..." Yutkundum. Şu an arkama bile bakmadan kaçabilirdim. "Adım Hira..." Konuşmamı devam ettirmek için kendimi zorlarken adam sözümü kesti ve masaya dönüp eline büyük bir kitap aldı.

"Nereden geliyorsun Hira?"

Kalp atışlarım git gide artıyordu. Bedenimi kaplayan korku öylesine yoğundu ki nasıl hala ayakta olduğuma akıl erdiremiyordum.

"Ne- ne demek nereden geliyorum?"

Adam derin bir iç çekti ve bana kitabı uzattı.

"Sanamor'da yaşamıyor musun?"

Titreyen ellerimi zapt etmeye çalışarak kitabı aldım ve sorduğu soruyu anlamaya çalıştım. Okulda öğrendiğim kadarıyla coğrafyam iyiydi ama hayatımda Sanamor diye bir yer duymamıştım.

"Hayır ben Ankara'da yaşıyorum?"

Bunu söylememle adam alaycı bir kıkırdama sunmuş ve başıyla beni onaylayıp "Biliyorum." demişti.

"Tamam bu kadarı yeterli Hira."

Gözlerimi kısıp arkasını dönünce kanatlarına baktım. İri kanatları sırtından çıkıyordu ve bu nedenle gömleğinde büyük kesikler vardı. Ama sanki bu kesikler bir yırtılma gibi değil de özel olarak dikilmiş ve onarılmış gibiydi. Üstelik kanatları bu kesiklere tam sığdığından garip durmuyordu. Tanrı aşkına ben ne düşünüyordum ki? Garip olan şey adamın kendisiydi. Yanıma usul adımlarla yaklaştığında korkuyla bir adım daha geri gitmiştim. Bu hareketim onu gülümsettiğinde "Nasıl oluyor da... Bu şekilde görünebiliyorsunuz?" diye fısıldadım. Bana masadan aldığı başka bir kitabı uzattı.

"Şurası boş oraya oturabilirsin ve lütfen sorularını ders sonuna sakla." Sorumu cevaplamadan sert bir ses tonuyla konuştuğunda derin bir iç çektim ve kitabı alıp gösterdiği yere baktım. Ortadaydı. Herkesin ortasındaydı. Merdivenlere dizilmiş koltuk tarzı geniş yerler bile normal bir sınıftan çok uzaktı. Kimseyle göz teması kurmadan boş koltuğa ilerledim ve usulca oraya oturdum. Bunların bir açıklaması olmalıydı. İnanmayacağım şeyler olsa da bir açıklamaya ihtiyacım vardı. Bu önce İrem'in sonra da abimin yaptığı şey kadar garipti.

Derin nefesler alarak ellerimi bacaklarıma bastırdım ve gözlerimi sıkıca yumdum. Bu gerçekten bir rüya mıydı? Sadece çok gergin olduğum için böyle görüyor olmalıydım. Her şey üst üste gelmişti ve tabii ki bünyem bu kadar stresi kaldıramamış, saçma sapan düşünmeme yol açmıştı. Böyle olmalıydı.

Titreyen ellerimi zapt etmeye çalışarak telefonumu cebimden çıkarttım ve ekranı açıp annemle olan mesajlarıma girdim.

Ona bir sürü mesaj atmama rağmen ne bir sinyal vardı ne bir cevap. Buraya gelene kadar attığım hiçbir mesaj iletilmemiş, sonradan attığım mesajlar ise gönderilmemişti.

Evren benimle dalga geçiyor olmalıydı...

Bir müddet kendimi sakinleştirmek için uğraştım ve sonrasında başımı kaldırıp sınıfa tekrar baktım. Hayır... Her biri gerçekti. Ne gördüğümü bilecek kadar aklım yerindeydi ve her birinin varlığını hissedebiliyordum. Şu zamana kadar kimsede bulamadığım o hissi bütün bu garip insanlarda bulmuştum. Göz göze geldiğim birkaç kişi bana resmen alayla bakıyordu. Titreyen ellerimi saçlarıma geçirip başımı öne eğdim.

Bir saatin ardından hala ne olduğunu anlayamadan boşluğa bakar gibi yere bakıyordum. Kafam her zamankinden daha çok karışmıştı. Buradaki herkes kostüm partisine hazırlanmış gibiydi ve içlerinde tek normal duran bendim sanki. Bana başka bir davetiye verilmiş ve bu yüzden partiye hazırlıksız gelmiş gibiydim...

Gözlerimi etrafımda gezdirdim biraz daha. Yanımda bir kız vardı ve saçlarında pembe ve morun tonlarını taşıyordu. Yüzünde dövme gibi görünen renkli çiçekler ve yanağında küçük bir gökkuşağı çiziliydi. Şirin olsa da bunu bile normal bulamıyordum tüm bu kişilerin içinde.

Kız neşeyle bana baktı ve büyük bir sevecenlikle gülümsedi. "Merhaba ben Yeliz." diyerek elini uzattığında onu daha fazla inceleme fırsatım olmuştu. Hippi tarzını andıran bir stili ve 80li 90lı bir havası vardı. Açık tenliydi ve uzun tırnaklarının her biri farklı renkteydi. Yavaşça elini sıktım ve "Hira, memnun oldum." diyerek gülümsemeye çalıştım.

Dersi dinlemeye döndüğünde bende aynı şeyi yapmayı denedim. Anlamadığım saçma sapan şeyler anlatıyordu karşımdaki bu tuhaf adam.

"Nivan bölgesindeki ikiz dağlarda yaşayan ve özelliklerinin birçoğunu büyücülerden alan bu ucubeler..."

Gözlerimi kıstım. Nivan? İkiz dağlar? Büyücüler? Ucubeler? Ucubeler mi? Bir öğretmenin böyle bir kelimeyi kullanması ne kadar doğruydu.

Kafa karışıklığının verdiği dalgınlıkla geçirdiğim ders bir süre sonra zilin çalmasıyla bittiğinde derin bir nefes aldım. Zilin çalmasıyla benim de ayağa kalkmam bir olmuştu tabii. Müdürün yanına uğrayıp bu saçmalığı sormalı ve hemen ardından babamı aramalarını istemeliydim. Kitapları koltuğun üstüne koydum. Tabii ki o kitaplar benim umurumda değildi çünkü bu okulda(?) bir saniye daha durmak istemiyordum.

"Sana okulu gezdirmemi ister misin?"

Duyduğum sesle başımı Yeliz'e çevirdim. Bir müddet bana sessizce bakmış ardından eklemişti. "Mia sana yardımcı olmamızı istedi."

Hayır, Hira... Bu senin zihninin bir oyunu. O gerçek değil ve sana yardım etmek istemiyor.

Sevimli konuşmalarına karşılık gülümsedim ve dudaklarımı aralayıp ona cevap vermek için hazırlandım. Fakat bir sesin "Yeliz." diye seslenmesi bir olmuş, susmak için dudaklarımı yine birbirine bastırmış ve başımı sesin geldiği yöne çevirmiştim.

Önce bize doğru gelen, ten rengi tepeden tırnağa açık yeşil olan çocuğu süzdüm ve hemen ardından öküz kafalı diğer çocuğa dikkatlice baktım. Boyundan aşağısı normal bir insan vücuduyken baş kısmında gerçek bir öküz kafası olması korkunçtu. Bunlar mutasyona uğramış insanlar falan mıydı?

Annemin bana küçükken çizdiği resimlerdeki insanlara benziyorlardı. Peki ya bu rastlantı mıydı..?

"Selam okulumuza hoş geldin. Ben Aidan." dedi gözlerimi bir türlü alamadığım yeşil tenli çocuk. Gözleri, dudakları her biri bana çok tanıdık geliyordu ve istemsizce tüm odağım ona kilitlenmişti. Bana utangaç bir gülümseme sundu ve dudaklarını aralayıp bir şey söylemeye hazırlanırken yanındaki konuşmaya başladı.

"Ben de Sam. Biraz korkmuş görünüyorsun. İyi misin?"

Aidan'dan gözlerimi çekip hızla başımı iki yana salladım ve "H-hayır hayır. Korkmadım... Ben sadece biraz şaşırdım." diyerek onları süzerek yaptığım kabalığın üstünü örtmeye çalıştım. "Yani... tanıştığımıza memnun oldum."

Normalde utangaç bir insan değildim. Gerçi hayatıma aldığım, alabildiğim pek insan olmadığı için utangaç olup olmadığımı bile bilmiyordum.

Aidan gülümsediğinde bir süre ona baktım dikkatlice. Gülümsemesi nasıl oluyor da bu kadar tanıdık geliyordu.

"Bizde öyle. Seni buralarda hiç görmedik. Sanamor'dan değil misin?"

Sam'in sorduğu soruyla hissettiğim gerginlik tekrar kendini belli etti ve ben sakin kalmaya çalışarak konuştum. "Hayır, böyle bir yere ilk defa geliyorum. Sanamor'da ne?"

Yeliz heyecanla yerinde zıpladı ve ellerini onun tarafında duran koluma sarıp "Ben anlatayım!" diye heyecanla bağırdı. Üzerimize dönen gözleri hissetmiştim ama bakmaya cesaret edemedim.

"Üzerinde yaşadığımız bu gezegenin adı Sanamor. Burası bizim evimiz. Ve okulumuzun olduğu bölge ise Torina."

Sam ve Aidan'dan gelen kıkırdama sesini duyduğumda Yeliz ellerini kollarımdan çekti ve onlara kısacık bir eşlikte bulunup "Bakma ama öyle... Bunları zaten biliyor olman gerekirdi." dedi.

Ne demek bilmem gerekiyordu?

Ben Dünya'da yaşıyordum en son?

"Hayatımda ilk defa duyuyorum ama..." Ellerimi saçlarıma daldırıp geriye yatırdım ve yutkunup düşüncelerimi bir anda dile döktüm. "Nasıl oluyor da böyle gözüküyorsunuz ve bu bahsettiğiniz şeyler de ne? Ben gerçekten aklımı mı kaybettim?"

Bir müddet sessiz kalmışlardı ve ben sorumu bitirdiğim anda Yeliz'le Sam gülmeye başlamıştı. Aidan elini uzatıp omzuma koyarak "Merak etme aklını kaçırmadın." dedi. Ardından derin bir iç çekti. Sanki söylemek istediği şeyler bunlarla sınırlı değilmiş gibi. "Öğrenecek çok şeyin var. Biz ucubeler her şeyden ve birbirimizden bile farklıyız."

"Eğer her şeyi bir anda açıklarsak işte o an aklını kaçırırsın. Bırak zaman sana öğretsin."

Yeliz söylediklerinden sonra elini omzuma koydu ve rahatlatmak istercesine sıktı. Söylediği sözcükler her ne kadar büyük anlamlar taşısa da korkudan başka bir şey hissetmeme engel olamıyordum.

"Pekâlâ... zamana bırakırken aklımı kaçırmazsam neden olmasın."

Gözlerimi son kez etrafta gezdirdim. Sınıf neredeyse boşalmış gibiydi. Başımı Yeliz'e çevirdim ve "Yeliz müdürün odasına gitmeme yardım eder misin?" diye sordum.

***

Bazen cevaplarını bulamadığınız soruları öylece bırakmak ve çözümlerin kendiliğinden ortaya çıkmasını beklemek en iyisidir. En azından kendinizi düşüncelerinizin verdiği bu karmaşıklık içerisinde bırakmamak zihnen daha sağlıklıdır. Kısaca Yeliz'in tavsiyesine uymayı ve delireceğim anı beklemeye karar vermiştim.

Müdürün yanına gittiğimizde odada sadece Mia vardı ve o da "Anneme nasıl ulaşabilirim?" diye sorduğumda "Zamane gençleri nasıl ulaşıyorsa öyle." demiş ve seke seke odadan çıkmıştı. Arkasından öylece bakakaldığımda ise Yeliz "Müdür geldiğinde tekrar uğrarız." demiş ardından Mia'nın peşinden koşup odamın numarasını öğrenmişti. Sonra bana yol boyunca Neraların unutkan olduğunu buna rağmen Mia'nın gerçekten hafızasını iyi kullandığını anlatmıştı. Bu kişi Yeliz olmasa bana odamı söylemeyi unutacaktı ve onu övüp durması beni biraz delirtmişti.

"Aynı odada olduğumuza inanamıyorum!"

Duyduğum neşe dolu cümle gülümsememi sağladığında çektiğim valizi geldiğimiz büyük kapının önünde durdurdum ve usulca etrafa bakındım.

"Bu taraf kızlar için, biraz ilerisi de erkeklerin yeri. Aramızda büyük sınırlar yok çünkü bu okulda herkes birbirine saygı duyar. "

Bıraktığım valizi aldı ve kapıyı açıp içeri girdi. Bende peşinden girdiğimde karşılaştığım ilk şey beni görünce kısılan bir çift göz olmuştu.

"Yani en azından büyük bir çoğunluğu öyle." diyerek düzelttiği cümleyle birlikte karşımdaki kız kollarını göğsünde birleştirmişti.

"Gerçekten seni buraya kim getirdiyse aklını kaybetmiş olmalı. Sen tamamen normal bir insansın."

Sapsarı saçları ve aynı şekilde sarı ten rengi onun da bir "ucube" olduğunu söylüyordu bana. Ellerinden ve bacaklarından yukarıya doğru sarı renk azalıyor ve yüzü neredeyse normal bir ten rengi gibi gözüküyordu. Gözlerimi ona cevap vermekten kaçınarak yanındaki kıza çevirdim. Onun aynısıydı fakat ten rengi ve saçları açık kırmızıydı. Ne kadar göze batacak kadar garip durmasa da bu bile onlardan farklı olduğumu hatırlatmıştı bana.

"Bu boşboğazlık eden güzellik Güneş. Yanındaki de Amanda."

Yeliz'e dönerek başımı salladım ve valizimi bir yatağın yanına koyduğunu fark ettiğimde o tarafa doğru ilerledim.

"Sınıftayken bakışlarını gördüm. Sen buralı değilsin Hira. Buraya nasıl geldiysen geri dönmek zorundasın."

Duyduğum sözlere herhangi bir cevap vermeden usulca yatağa çöktüm ve başımı geriye çevirerek adının Güneş olduğunu öğrendiğim kıza baktım tekrar. Beni burada istemediğini anlayabiliyordum lakin bunu hemen yapmaya başlamak zorunda mıydı? Daha birkaç saat bile olmamıştı.

"İnan bana fırsat bulduğum anda buradan gideceğim."

Başımı öne eğdim. Zaten tek bir soruma bile cevap alamamışken bir de bu kafadan kırıklarla uğraşamazdım.

"Her neyse, ona zorluk yaratmayı bırak. Sevgilini hatırla, onun görünüşünün Hira'dan farkı yok."

"Zayn'i bu işe karıştırma Yeliz."

Bu kızın neden bu kadar sinirli olduğunu anlamadığım için Yeliz'e sessiz olmasını işaret ettim. Uzatmak sadece bir kavga yaratırdı.

Güneş bizden başka söz duyamadığında ofladı ve hızlı adımlarla odadan çıkıp gitti. Bunu duyduğumda Amanda'nın yavaş adımlarla kapıya ilerlediğini görmüş ve bana dönüp sevecen bir şekilde gülümsediğinde karşılık vermiştim. Sanırım buradan gidene kadar uğraşacağım tek kişi Güneş'ti.

Umarım sadece o olurdu...

Amanda odadan çıktığında Yeliz sıkılgan bir sesle "Diğerleri aşağıdadır, hadi gidelim." diye mırıldandı. Ardından kapıya ilerlediğinde bende derince bir nefes almış ve usulca ayağa kalkıp onu takip etmiştim. Neye alışmam gerektiğini, dönersem neler olacağını ve en çok da benim burada bir yerim olup olmadığını merak ediyordum.

Ama dediğim gibi... bazı soruların cevaplanmasını beklemek belki de benim için en iyisiydi.

***

Düşünmekten delirdiğim anlar hep olmuştu. Çünkü bazen yaşadığım her anı zihnimde silikleşir bense hatırlamak için kendimi zorlarken kafayı yemiş gibi hissederdim. Gerçekten bu sorunların ulaştığı sorulara ait cevaplar ben beklesem de kendiliğinden gelecek miydi?

İyi tarafından bakmaya çalıştıkça daha da karmaşıklaşan bu durumlar beni ürkütüyordu.

"Hira, neden korkuyla bakıyorsun?"

Sam'den gelen soru gözlerimi baktığım kişilerden ayırmama sebep oldu ve ona dönüp uzun süredir konuşmadığım için kuruyan dudaklarımı ıslattım.

"Öyle bakmıyorum, ben sadece bir rüyanın içindeymiş gibiyim."

Masanın üzerinde duran bardağı elime aldım ve az önce doldurduğum suyu kafama diktim. İçimde büyük bir yangın var gibiydi. Ne kadar sakin(?) gözüksem de bir şeyleri anlamak için yanıp tutuşan yanımı dindiremiyordum.

"Dünya'dansın. Bunu anlayabiliyoruz. Fakat senin bizden biri olmadığını düşünmeni ya da bizim gibilerle hiç, bir arada yaşamamış olmanı anlayamıyoruz." Aidan'ın sözleri içimdeki gerginliği körüklerken sessizliğimi koruyarak onu dinlemeye devam ettim. "Çünkü Sanamor'a girebilmen için ucube kanı taşımalısın. Bu bizleri korumak için alınmış kararlardan bazıları. Buraya girebiliyorsan ya ucubesindir ya da bir büyücünün yarattığı hizmetkarsındır. Hizmetkarlar ise kendilerine verilmiş bir emir olmadan kendi kafalarına göre giremezler."

Bir süre durdu ve "Üstelik bir hizmetkar olmadığını hepimiz iyi biliyoruz." dedi.

Söylediği şeylerin benim için bir anlamı yoktu. Anlayamıyordum. Babam onlar gibi değildi. Bir insandı. Annem de normal bir insandı. Hayatım boyunca normal bir ailede yaşamıştım. Peki ya babam neden beni hiçbir açıklama yapmadan buraya getirmişti?

"Bu mantıksız. Ailem normaldi."

Yeliz elini omzuma koyduğunda başımı geriye yatırdım ve bir müddet tavanı izledim. Benim yerimde bir başkası olsa ne yapardı?

"Hira kendini bu kadar çok zorlarsan asla mantıklı düşünemezsin."

"Katılıyorum, biraz sakinleşmeye çalış."

Sam'in sözlerine hak verircesine başımı öne eğip onaylar mırıltılar çıkardım.

"Daha dün her şey yolundaydı. Beni başka bir okula yazdırmak istediklerini hiç konuşmadılar bile."

Dudaklarımı dişledim sinirle ve belki de stresle. Annem benim için her zaman benden habersiz planlar kurardı. Dokuzuncu sınıftayken hiçbir sorun olmadığı halde ve notlarım gayet iyiyken benim okulumu değişmiş yaşadığımız yerden de bir gecede taşınmıştık. Ama bu kadarı fazlaydı ve ben kendi hayatımın yöneticisi değil de içinde yer alan bir kuklası gibi hissediyordum.

Onlar sessizliğini korurken bu esnada duyduğum müzikle etrafa bakınmış ve herkesin usulca kalktığını gördüğümde Aidan'a dönüp "Ders bitti dememiş miydin?" diye sormuştum. Başını salladı ve diğerleri gibi ayağa kalktı.

"Yemek zamanı, yoksa geldiğin yerde yemek diye bir şey yok mu?"

Sam'in gülerken gerçek bir öküz gibi çıkardığı ses yüzünden dudaklarımı birbirine bastırdım ve ardından gülmemeye çalışarak ayağa kalktım. Eğer gülersem ve onun gülüşüyle alay etmiş olursam başıma gelme riskini alırdım. Bir de öküze dönüştüğümü görmek istemiyordum.

"Hayır, yemek yemeden durabiliyoruz. Siz ucubeler gibi acıkmıyoruz."

Yeliz kolunu koluma geçirip küçük bir kıkırtı saldı ortaya. Şakama gerçekten inanmayacaklarını düşünüyordum fakat o "İnsanlar hakkında yeni şeyler öğrenmek çok keyifli." diyerek beni şaşırtmıştı. Kesinlikle düşündüğü şeyin aksini söylemedim ve öylece buna inanmasına izin verdim. Tabii yol boyu Aidan böyle olmadığına Yeliz'i ikna etmeye çalışmıştı.

Onları takip ederek yemekhaneye geldiğimde ilk şaşırdığım şey yemekhanenin bir ormanın içerisinde olmasıydı. Üstelik oldukça iğrenç bir koku bizi karşılamıştı ve kesinlikle bu okulda beni şaşırtan şeyler dakikada bir artıyordu.

İstemsizce yüzümü buruşturduğumda diğerlerinin çoktan bir sıraya girdiğini fark ettim ve onları takip ederek bende sıraya girdim. Kokunun kaynağının yemek olduğunu fark edince sesli bir nefes vermiştim. Sanırım bugün yemek yemeden dayanmak zorundaydım.

Bu çeşit bir yemeği ilk defa görüyordum ve yemeyi geçtim yanına bile yaklaşılmaz duruyordu.

"Bugün en iğrenç yemekler olduğunu unutmuşum..."

"Yoktu zaten. Programda başka bir şeyler vardı." dedi Sam. Bense bunu düşünmedim bile. Zaten yeme yanlısı değildim.

Yeliz ağlamaklı bir şekilde konuştu ve hazırlanmış tepsilerden birini alıp diğerlerini takip etti. Bende çok beklemeden bir tepsi almış ve yemeğe bakmamaya çalışarak onların peşinden ilerlemiştim. Tabii her ne kadar kendimi tersi olduğuna ikna etmeye çalışsam da bütün bakışları üzerimde hissediyordum ve bu beni tedirgin ediyordu.

Usulca boş yere oturdum ve kendimi zorlayarak da olsa yemeğe baktım. Bunu yiyebileceğimi sanmıyordum.

"Aslında Sanamor yemeklerinin Dünyalı insan yemeklerinden çok bir farkı yok. Ama arada büyücülerin bizim bünyelerimizi güçlendirmek için yemek listemize böyle iğrenç şeyler ekledikleri oluyor."

Aidan konuşmasını tamamladığında Sam "Sende bugüne denk geldin." dedi ve bana yemeğimi işaret etti. Oflarcasına bir ses çıkartıp derin tahta kaşığı aldım. Sulu yemeğe daldırdığımda yayılan koku neredeyse ölü kokusu gibiydi. Annem, ben küçükken iğrenç sebze yemekleri yapardı ve bunun onlardan farklı olmadığına kalıbımı basardım.

Bir kaşık alıp dudaklarıma yaklaştırmış fakat kokusu yüzünden bulanan mideme engel olamamıştım.

"Pekâlâ, sizin gibi olmadığım için bana yararı da olmaz zaten. Değil mi?"

Hem bana zorla yedirecek olan annem de şu an burada değildi.

Ayağa kalktım ve tepsiyi alarak büyük bir ağaca yaslı çöp kovasına ilerledim. Tüm yemeği çöpe döktükten sonra yemekhaneden ayrılanların tepsilerini bıraktığı yeri bulup oraya bıraktım. Ardından kimsenin fark etmediğini umarak diğerlerinin yanına dönmüş ve derin bir nefes almıştım. Tabii bana şaşkınlıkla bakan yüzleri görmek anında gülmeme sebep oldu.

"Sanırım Diona'nın gazabıyla karşılaşmaya pek isteklisin."

Yeliz korkuyla konuştuğunda omuz silkerek yerime oturdum. O kim bilmiyordum ama döktüğüm yemeği yeseydim bu benim ölümüm olabilirdi.

"Buraya alışmak için ölmek mi gerekiyor?"

Aralarında gülüştüler. Bense gözlerimi etrafta gezdirmeye devam ettim. En azından şu an herkes yemek yiyordu.

"Fark ettiniz mi bilmiyorum ama Güneş ilk defa sevgilisiyle oturmuyor."

Başımı duyduğum şeyden sonra merakla Sam'in baktığı yöne çevirdim ve Amanda ile konuşarak yemeğini yiyen Güneş'i süzdüm. Bir şeye canının sıkıldığı belliydi. Hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu.

"Yeliz."

Başımı tekrar öne çevirdim ve doğrudan Yeliz'e baktım. Aklıma söylediği bir şey gelmiş ve içimdeki dürtülere o an engel olamamıştım.

"Biz odadayken ona sevgilisinden farklı olmadığımı söyledin. O da mı normal bir insan?"

Yeliz ağzındaki yemeği hızlıca yutup büyük bir heyecanla konuşmaya başladı.

"Hayır! Sadece görünüşü normal bir insana benziyor. Ama koskoca okuldaki en güçlü ucube o."

Kaşlarım çatılırken onaylar mırıltılar çıkardım. Yani bu durumda burada gerçekten tek başıma kalmıştım. Ucubelerin hepsi garip görünüşlere sahip olmasa da her birini garip yapan bir yanları illaki vardı. Gördüğüm ve az çok anladığım buydu.

"Anladım, ben biraz dolaşacağım."

Başlarıyla onayladıklarında beklemeden ayağa kalkarak yemekhanenin diğer çıkışına ilerledim. Temiz hava -bu kokudan uzak bir yer- bana iyi gelecekti. Çıkışa ulaşınca gür bir ses kulaklarımı tırmalamaya başladı ve bir anda yerimde çakılı kalmama sebep oldu.

"Bunu kim çöpe döktü?!"

Başımı çevirip sesin sahibine baktığımda bunun oldukça iri yapılı, kurbağayı andıran görünüşe sahip bir kadın olduğunu görmüştüm. Diona dedikleri bu olmalıydı. Kimseden cevap çıkmadığı için öfkelendiği çok belli oluyordu. Koşarak yemekhaneden çıktım ve kendimi fark edilmemeye çalışarak ormana attım. Umarım ben olduğumu anlamazdı. İlk günden cenazem çıksın istemiyordum.

Yavaş adımlarla ormanda ilerlerken aklıma diğerleri ile yaptığımız konuşmalar gelmeye başlamıştı. En garip olanı ise bu okula bir insanın giremeyeceğini söylemiş olmalarıydı. Elbette bende Harry Potter gibi güçlerimin belirtilerini önceden görmüş olsam kendimi buraya ait hissedebilirdim. Fakat gerçekten normal olduğuma o kadar çok inanıyordum ki tüm bunlar dahil bana bir rüyadan ibaret gibi geliyordu.

Her şey bir yana... Annem için çok endişeleniyordum. Onu görmeye ve iyi olduğunu bilmeye ihtiyacım vardı. Belki de gerçekten olanlardan sonra aklımı kaçırmıştım ve bunun farkında değildim.

Adımlarımı yavaşlatıp elimi kaldırdım ve yaramın olduğu yere baktım. İrem'in neden kanımı bir şişeye doldurduğunu anlamıyordum. Kanımla ne yapabilirdi ki? Bir ayin yapıp cinlerini üstüme salmaksa niyeti muhtemelen başarılı olmuş ve aklımı kaçırmamı sağlamıştı. Üstelik abim beni kurtarmaya geldiğinde onları o şekilde savurmayı nasıl başarmıştı? Bu abimi de bir ucube yapmıyor muydu? Ve Uraz'ın bahsettiği kukla denen şeyler neydi?

Düşüncelerimin içerisinde kaybolmuş bir şekilde yürümeye devam ederken gözlerimin önünden suratımı neredeyse teğet geçip giden bir şeyle bağırarak geri çekildim ve geriye gittiğimde ayağım takıldığı için sertçe yere düştüm. Elimdeki acı yüzünden inlerken başımı kaldırıp ağaca saplanan oka bakmıştım direkt. Acıyan elimi diğer elimle tutarken acıyla fısıldadım.

"Bu da ne böyle..?"

Başımı okun geldiği yere çevirdim ve kapüşonlu birini gördüğümde dişlerimi sıkarak sesli bir küfür savurdum dudaklarımdan. Bu saçmalık yetmemiş miydi gerçekten? Beni öldürmek istemeleri fazla değil miydi?

Hızla ayağa kalktım ve ben ayağa kalktığımda geriye doğru birkaç adım attı. Tam bir şeyler söyleyeceğim esnada dönüp koşmaya başladığında şaşkınlıkla bakakalmış ve bir küfür mırıldanıp elimdeki acıyı unutmaya çalışarak onun peşinden koşmaya başlamıştım.

"Hey, bekle!"

O kadar hızlıydı ki sanki bir arabanın peşinden koşuyormuşum gibi hissediyordum. Yine de bu hızına rağmen ona yetişmiş sayılırdım.

"Sadece korkaklar kaçar, derdin ne senin?"

Bağırdığım için boğazım sızlamış ve nefes alışverişlerin hızlandığı için kalbim çok hızlı çarpmaya başlamıştı. Söylediğim sözlerin ardından koşmayı kesip durduğunda hızımı alamadım ve sırtına çarparak çok sert bir şekilde tekrar yere düştüm. Tabii bu sefer elimdeki acı daha da keskinleşmiş ve istemsizce bağırmıştım.

"Ah! Aptal! Kafanı si-"

Boğazımı temizledim ve kendime hâkim olmaya çalıştım. Küfretmekten nefret ediyordum ve tanımadığım birine küfredecek kadar sinirli değildim.

"Aklını mı kaçırdın sen?"

Herhangi bir cevap gelmediğinde gittiğini düşünmüş fakat uzatılan eli gördüğümde yarasız elimle elini kavramıştım. Beni çekip ayağa kaldırdığında elimi koluna koyarak ona tutundum ve gözlerimi yüzünde gezdirdim. Bu bahsettikleri o çocuk muydu yoksa?

"Özür dilerim senin oradan geçeceğini tahmin edemedim."

Düşüncelere daldığım için yüzünü izlediğimi konuştuğunda fark etmiş ve belimdeki kolundan kurtulup geriye çekilmiştim.

"Ne özründen bahsediyorsun? Yanlışlıkla yapan insan böyle kaçmaz!"

Oflarcasına bir ses çıkartıp kapüşonunu geriye yatırdı ve elindeki yayı göğsüne geçirdi. Sapsarı saçları ve renklerini tam seçemediğim güzellikte gözleri vardı. Sanki turuncu ve sarı arası bir renkteydi ama gözlerinin dışındaki kırmızı çemberler bu renkleri yutuyor gibiydi.

"İnsan mı? Gerçekten ailen ucubelerle konuşmayı sana öğretmedi mi?"

Söyledikleriyle dikkatimi toparladım ve gözlerimi gözlerinden çektim. Dediğine anlam veremesem de "insan" dememe oldukça içerlemiş görünüyordu.

"Konumuz sence bu mu? Beni öldürüyordun?"

Ellerini hırkasının cebine soktu ve başka tarafa bakarak emin bir şekilde konuştu.

"Dediğim gibi senin oradan geçeceğini bilmiyordum, eğer amacım seni öldürmek olsaydı..."

Başını bana çevirdi ve doğrudan gözlerime baktı.

"Çoktan ölmüş olurdun."

Sergilediği kötü çocuk tavırları komik gelmiş fakat bir o kadar da içimi ürpertmişti. Sonuçta okula yeni gelmiştim ve onun gibi birinin beni ortadan kaldırmasını kimse umursamazdı. Yeliz'in dediğine göre o "en güçlü ucube"ydi.

"Komik olduğunu mu sanıyorsun? Çünkü hiç eğlenmiyorum."

Yüzümü yüzüne yaklaştırarak söylediğim şeye karşılık derin bir nefes daha aldı ve kolumu tutarak beni arkasında duran ağaca sertçe itti. Aramızdaki mesafeyi usul adımlarla kapattığında acıyan sırtım yüzünden tıslarcasına bir ses çıkartmıştım.

"Bak Hira, yanlış kişiye kafa tutuyorsun. Ben Aidan veya Sam kadar arkadaş canlısı değilim. Dikkatli ol."

Gür ve oldukça sert çıkan sesi beni yerime resmen gömdüğünde arkasını dönüp ormanın içine doğru gitmesini izlemiş ardından usulca yere çöküp oturmuştum. Sanırım burada gerçekten istenmiyordum.

"Güneş'in sevgilisi işte."

Dizlerimi kendime çekip sıkıca sarıldım ve başımı dizime yasladım. Bu böyle olmayacaktı. Ailemi aramak ve en azından onlardan bir cevap almak zorundaydım. Kendimi toparlamak için biraz daha oturmuş ardından ayağa kalkıp hızlı adımlarla okula doğru ilerlemiştim.

Belki bu sefer anneme ulaşırdım.

***

"Ne demek onlara ulaşamazsınız? Bakın bu çok önemli onları buraya çağırmak zorundasınız."

Karşımda duran adam bana sakinliğini koruyarak tekrar "Üzgünüm Hira, bunu kabullenmek zorundasın." dediğinde öfkeyle geriye gitmiş ve cebimden telefonumu çıkartmıştım. Buraya geldiğimden beri hattın çekmemesi beni her şeyden daha çok geriyordu. Telefondan hızlıca annemin numarasını buldum ve müdüre uzattım.

"Lütfen arayın onu. Ben buraya ait değilim."

Müdür telefonumu almadan ayağa kalktı ve yavaş adımlarla yan taraftaki büyük kitaplığa ilerledi.

"Peki bunu sana düşündüren nedir?"

Sorduğu sorunun saçmalığına karşılık öfkeyle bağırdım.

"Bu belli olmuyor mu?"

Kitaplıktan kalın ciltli bir kitabı alıp yavaş adımlarla yanıma geldi ve kitabı bana uzattı.

"Anlaşılması zor şeyler yaşadığının farkındayım ama... sana hayatın hakkında hiçbir şeyi kendim anlatamam. O yüzden bu kitabı bir okumaya çalış olur mu?"

Kitabı elinden aldığımda yerine doğru yürümüş ve bende kitabın üzerindeki yazıyı okumuştum. Büyük harflerle "Ucubeler Tarihi" yazıyordu. Beni bir kez daha şaşırtan ise bu harflerin normalde bildiğim Latin harflerinden çok farklı olması ve buna rağmen okuyabilmiş olmamdı.

"Tanıştığım insanlardan bazıları..." İstemsizce duraksadım ve yutkunarak lafımı düzelttim. "Ucubeler... onlar bana buraya girebilmek için ucube kanı taşımak ya da bir büyücü hizmetkarı olmak gerektiğini söyledi."

Müdür başıyla beni onayladığında titreyen bedenime engel olamadığım için istemsizce babamın önceden oturduğu koltuğa oturdum ve konuşmaya devam ettim.

"Annem ve babam normallerdi. Buna emin-"

"O kadar emin olma. Babanla olan konuşmalarımızı dinlemedin değil mi?"

Sorduğu soru kalbimde büyük bir şimşek çakmasına sebep oldu. Yoksa her şeyi o an konuşmuşlar mıydı? Ama ben o an isteyerek dinlememezlik etmemiştim. Sanki bir güç tüm zihnimi esir almış... ve beni duymak istemeyeceğim şeylerden korumuştu. Bu mümkün müydü? Bu zamana kadar annem beni hep üzüleceğim şeylerden korumaya çalışmıştı ve belki buna o kadar alışmıştım ki, dinlemekten kaçmıştım.

"Annenle aynı dönemde burada okuduk. Onu iyi tanıyorum. Annen üstün güçlere sahip biriydi. Baban ise annenin hizmetkarı olmalı. Dünyaya döndüğünde senin babasız büyümeni..."

Duyduğum şeyler beni sarsmaya başladığında "Hayır, yanılıyorsunuz!" diyerek bağırdım ve kitabı kollarımın arasında sıkıca tutarak ayağa kalktım. Babam... Gerçek değil miydi? O zaman abim de mi öyleydi? Peki ya gerçek babam kimdi? Bütün sorular içimi kemiriyor ve beni içinden çıkılmaz bir karmaşaya itiyordu.

"Canlı bile değiller..."

O esnada müdür oldukça sakin bir şekilde "Cevaplardan kaçma ve bir an önce kim olduğunu öğren." dedi. Ben ise bu sözlere daha fazla dayanamadım. Ne yapacağımı bilmiyordum ve kafamı toplamam gerekiyordu. Üstelik kimse sorularımı cevaplamıyordu. Ona herhangi bir şey demeden odadan koşarak ayrıldım.

Bu mümkün olamazdı. Yaşadığım her şey yalan mıydı? Annem neden bana hiçbir zaman geçmişinden bahsetmemişti?

"Hira."

Kolumu saran güçlü parmaklarla birlikte birinin ismimi seslendiğini duyduğumda durdum ve beni tutan kişiye bakmak için başımı kaldırdığımda bu kişinin Aidan olduğunu gördüm. Uzun boyu yüzünden kaldırmak zorunda olduğum başımı geri öne indirmiş ve "Bana... yardım et lütfen." diyerek mırıldanmıştım. Karşımda sığınabileceğim biri varmış gibi hissediyordum ve saatler önce tanıştığım biri olması umurumda bile değildi. Her ne kadar onu tanımıyor olsam da... bana yardım edebilirmiş gibi geliyordu.

Ya da ben gerçekten çaresizdim.

"Ederim, yeter ki söyle ne olduğunu."

Kitabı tek kolumla tutup cebimden telefonumu çıkardım.

"H-hattım çekmiyor... Beni çekeceği bir yere götürür müsün?"

Telefonumu aldığında ona itiraz etmemiş ve "Gel benimle." diyerek önümden yürüdüğünde peşinden ilerlemiştim. Kitabı sıkıca tuttuğum için avuç içim yanıyor ama bu acı biraz olsun kafamdaki düşünce selini dindiriyordu.

Dışarı çıkıp okulun bitişiğindeki başka bir binaya geçtik ve merdivenlerden inerken, aşağı inmemizin telefonun çekmesine nasıl yardımcı olacağını düşündüm. Yine de sessizce onu izlemekten başka seçeneğim yoktu.

Uzun ve oldukça aydınlık bir koridorda yürümeye başladığımızda adımlarımı hızlandırıp Aidan'ın yanına geçtim. O ise ciddiyetini bozmadan devam ediyordu.

Kısa bir yürüyüşün ardından oldukça gürültülü bir odaya geldiğimizde onun kapıyı açarak önden girmesini izlemiş ardından bende peşinden girmiştim.

Gördüğüm görüntüyle dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken bağırış seslerinin kesilmesi bir oldu. Filmlerde gördüğüm dövüş salonunu aratmayan geniş bir yerdi ve oldukça kalabalıktı. Duvarlarda bin bir çeşit silah ve yerden çok yüksek olmayan bir dövüş alanı vardı.

Aidan'ın beni beklemeden bir yere ilerlediğini gördüğümde etrafı incelemeyi kesip bende onu takip ettim. Bir grubun yanında durdu ve telefonumu cebinden çıkardı. Yanına vardığım gibi etrafındaki kişileri inceledim. Garip tiplerden bazılarıydı ve içlerinden biri de sınıfa ilk girdiğimde gördüğüm o yarı robot herifti.

"Ömer, bu cihazı Dünya'ya bağlayabilir misin?"

İsminin Ömer olduğunu öğrendiğim çocuk elinde tuttuğu hançeri ardında duran siyahi bir çocuğa verdi ve bana sırıtarak bakıp telefonu aldı.

"Senin bir insan olduğunu biliyordum. Nasıl burada hayatta kalabiliyorsun?" Oldukça alaycı bir şekilde konuştuğunda derin bir iç çektim. Nasıl bir yere düşmüştüm ben böyle.

Sessizliğimi bir kez daha korurken Aidan ilk kez gördüğüm bir ciddiyetle "O da bizim gibi. Yardım etmeyeceksen başkasını buluruz." demiş ve büyük bir kararlılıkla beni savunmuştu.

Benim de onlar gibi olduğumdan nasıl bu kadar emindi peki?

"Yardım etmeyeceğimi söylemedim ama bazı sorulara cevap istemek bizim de hakkımız. Değil mi?"

Etraftaki ucubeler onaylar mırıltılar çıkarttığında elimdeki kitabı kollarımın arasına alıp ciddiyetimi bozmadan "Sor o zaman." dedim.

Ömer oturduğu masadan atladı ve yanımıza gelip kollarını göğsünde birleştirerek yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Oldukça ciddi ve bir o kadar da gıcık bir yüz ifadesine sahipti.

"Annenin adı neydi Hira?"

İsmime yaptığı vurgu ve sorduğu soru yutkunmama sebep oldu. Kollarımı iki yana indirdim ve tek elimde tuttuğum kitabı sertçe sıktım.

"Bunu neden mer-"

"Gerçekten böyle bir soruyu sorduğuna inanamıyorum Ömer."

Kulaklarımda yankılanan tanıdık sesle arkamı döndüm ve doğrudan Ömer'i izleyen ormandaki o çocuğa baktım. Öfkeli duruyordu. Yoksa annemin zaten kim olduğunu biliyor muydu? Belki de herkesin haberi vardı.

"Ama sende merak etmiyor musun Zayn? Öldürülen büyücüyle bir alakası varsa, o zaman sorularımız cevaplanmış olur."

Ömer'in sözleriyle bir kez daha yutkundum. Öldürülen... büyücü?

"Ne..."

Hayır.

Bunu duymaya hazır değilim.

Saatler önce gerçekleri öğrenmek isterken şimdi hepsinden kaçmak istiyordum. Kalbim şiddetle çarpıyordu.

"Hayır merak etmiyorum?"

Ömer güldü ve Zayn'e doğru döndü. Aralarında ne geçtiğini bilmiyordum ama tek istediğim anlamadığım şeyler hakkında daha fazla konuşmamalarıydı.

"O kehanet yüzünden ölecek gibiydin. Buna rağmen mi?"

Zayn'e baktım merakla. Ne kehanetinden bahsediyorlardı? Sarı saçlarını elini kaldırıp parmaklarıyla tarayacak geriye yatırdı ve derin bir nefes aldı. Huzursuz görünüyordu.

"Öldürülen büyücü Ater Örgütünden bir şey sakladığı için öldürüldü. Tartışmaya gerek var mı?"

Ömer güldüğünde ona döndüm. Sağ gözünün üstündeki demir şeritler metalik bir renkten şeffaf bir renge dönerken odağımı oradan çekip bana bakan kahverengi gözlerine odaklandım bu sefer.

"Bir şeyi mi yoksa birini mi saklıyordu?"

Kulaklarımda bir uğultu oluştu. Kalbim o kadar hızlı çarpmasına rağmen nefes alamıyor gibiydim. Annem beni korumak için mi ölmüştü? Hayır, annem nasıl ölmüştü? Son gördüğümde evimizde hiçbir sorun yoktu ve annem dışarı çıkmayı planlamıyordu. Onun öldüğüne ve duyduğum şeylere inanmak istemedim.

"Hayır... hayır yalan söylüyorsun."

Kalbim hızla çarpıyor bütün bedenim titriyordu. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken bağırmamak için kendimi zor tutuyordum. Bu hissettiğim duygu her neyse midemi yakıyor, bedenimi sarsıyordu.

"Yani Hira'nın kullanacak güçleri bile olmamasına rağmen Ater Örgütü tarafından arandığını mı söylüyorsun?"

Sesini ilk defa duyduğum birisi konuştuğunda usulca elimi kaldırıp avucumdaki bandaja baktım. Ater Örgütü? Dün bana saldıranlar o örgütün bir parçası mıydı? Bu Uraz'ı da öyle yapmıyor muydu?

"Uzatmayın artık, okula daha yeni geldi ve şimdiden onun bile bilmediği şeylerde üzerine gidiyorsunuz."

Aidan bağırarak konuştu ve elini omzuma koyarak beni sertçe sarstı.

"Hira kendine gel, gidelim-"

"Annem... Öldü mü?"

Elimdeki bandajdan gözlerimi ayırıp korkuyla Aidan'a baktım. Ten rengi yeşilden açık tonlarda griye dönmeye başlamıştı ve gözleri simsiyah gözüküyordu. Bu değişimi korkunç olsa da dikkatimi çeken bu değildi. Gözlerindeki acı, acımı tek başıma yaşamıyormuş gibi hissetmemi sağlamış fakat neden böyle gözüktüğünü soramamıştım.

"Hira... gidelim."

Aidan sesindeki güçsüzlüğü saklamak istese de bunu gizleyemiyordu.

"Bu mümkün olamaz... Daha dün yanımdaydı."

"Yani kehanetlerimizde ve efsanelerimizde bizi koruyacağına inandığımız ucube aslında hiçbir değeri olmayan bir insan mı?"

Ömer'in ardında duran bir çocuk kalbime bile ağır gelen lafları dile döktüğünde, diğer söylediği şeyleri dinlememiş ve sadece benim işe yaramaz olduğumu hatırlattığı için öfkeyle ona bakmıştım.

"Kim sizi korumak ister ki?"

Söylediğim şeyin ciddiyetini umursamadan hızla onlardan uzaklaşmaya başladım. Bu mümkün müydü? Annem gerçekten ölmüş müydü? Peki ya babam gerçekten annemin yarattığı bir kukladan mı ibaretti? Ben ise öylesine biri miydim? Titreyen vücudum beni zar zor taşıyor gibiydi. Hayatımdaki herkesin sahte olduğunu kaldıramıyordum. Yaşadığım her şeyin sahte oluşunu kaldıramıyordum.

"Bu imkânsız..."

"Hira bekle!"

Arkama bakmadan koşarak oradan ayrıldım ve Aidan'ın beni getirdiği yoldan geri döndüm. Nereye gittiğime dair bir fikrim yoktu. Korkuyla kaplı düşüncelerim artık bir cevap istemiyordu. Sadece annemi görmeye ve saatlerce göz yaşı dökmeye ihtiyacım vardı.

Bir süre koştuktan sonra odama geldiğimi fark ettiğimde beklemeden içeri girdim ve kapıyı kapatıp gözlerimi etrafta gezdirdim. Kimse yoktu.

Kalp atışlarım hızlandığında nefes alamadığım için yere çökmüş ve ellerimi saçlarıma geçirip sakinleşmeye çalışmıştım. Ölecek gibi hissediyordum.

"Sakin ol... sakin ol Hira."

Hala elimden bırakmadığım kitabı fark ettiğimde duvardan destek alarak ayağa kalktım ve yatağa ilerleyip oturduktan sonra ilk sayfayı açtım.

Sayfanın en altında "Bir ucubeden, başka bir ucubeye..." yazıyordu ve bu harfleri hala nasıl birleştirebildiğimi anlayamıyordum. Sonraki sayfaya geçtiğimde tertemiz bir sayfayla karşılaştım.

"Ne?!"

Bir sonraki sayfalara baktığımda bütün kitabın bomboş çizgisiz sayfalardan ibaret olduğunu gördüm ve öfkeyle kitabı duvara fırlattıktan sonra yatağa uzandım. Bu bir şaka olmalıydı.

Dudaklarımı birbirine bastırıp nefesimi tuttum bir müddet. Sakin kalmalı ve mantıklı düşünmeye çalışmalıydım. Bu hisler bana her zaman uğrayan ve içimde hep canlanan hisler değildi ve her biri bana çok yeniydi.

Etrafa bakındım valizimi görmek için. Yatağın diğer tarafında yatay bir şekilde yerde duruyordu. Bacaklarımı kendime çekip o tarafa geçtim ve ayağa kalktıktan sonra valize eğilip içini kurcaladım. Babam ve abim içine ne koymuştu bilmiyordum ama tüm eşyalarımın içinde olduğunu söylemişlerdi. Valizi açtım ve kıyafetleri kaldırıp içine baktım. Çerçeveler, buruşmuş resimler ve işte... Günlüğüm.

Çocukluğumdan beri sürekli her şeyi unuttuğumu düşündüğüm için herkesten gizli bir günlük tutmaya başlamıştım. Bazı zamanlar yediğim yemeği bile unuturdum ve okuduğum kitaplarda bunların ciddi hastalık belirtileri olduğu yazdığı için tek çareyi bunda bulmuştum.

Defteri açtım ve son yazdığım yazıyı buldum. Yaşantımdan şikâyet ederken bir anda buraya düşeceğimi nereden bilebilirdim ki.

Derin bir nefes daha alıp günlüğün ilk sayfasını açtım.

"Bugün annemle garip görünen bir adamın yanına gittik. Adamın nasıl göründüğünü hatırlamıyorum ama tek bildiğim... o çok farklıydı ve ona hayran kaldım. Annem dışarıda beklememi söylediğinde adamın kaldığı evin büyük bahçesinde oturup çiçeklere baktım. Çiçeklerin hepsi çok güzeldi."

Daha fazla okumadım ve birkaç sayfa daha geçtim. Normalde her şeyi unuttuğum için yazdığım bu günlüğü geriye dönüp hiç okumamıştım ve bunu bile neden yapmadığımı anlamıyordum.

Buruşuk bir sayfaya geldiğimde durdum. Sayfa ıslanmış ve kurumuş gözüküyordu. Ağlarken mi yazmıştım?

"Bugün abim, annem ve babam işleri olduğu için gittiğinde bana çok kötü davrandı. Aslında hiçbir şey yapmadı ve sorun da bu. Çok soğuk ve duygusuz gibiydi. Düştüğümde gelip bana yardım etti ve yaramı temizledi ama bunları yaparken bile benimle konuşmadı. Neden bu kadar kızgın? Ona hiçbir şey yapmadım ki. Annem ve babam geldiğinde eskisi gibi davranmaya başladı. Beni sevmiyor mu?"

Günlüğümdeki zaman aralıkları çok fazlaydı. Bunları yazdığımda küçücük olduğumu fark etmek garip hissettirmişti. Ve abimin davranışı... Onu son gördüğümdeki gibi bahsetmiştim ondan. Bu bir rastlantı mıydı?

Derin bir nefes alarak defterin ortasından bir sayfa açtım.

"Zihnim benimle oyun oynuyor. Her gün bu eve geliyorum ve yatağıma girip gözlerimi kapattığımda tek düşündüğüm bu acının asla geçmeyeceği oluyor. Herkes bütün sahteliği ile gözlerime bakıyor ve gülüyor. Nasıl hissettiğimi ne düşündüğümü ya da ne düşünmem gerektiğini anlayamıyorum."

Deftere bir damla düştüğünde ağladığımı fark ettim. Parmaklarımı yüzüme çıkartıp yanağıma dokunduğumda sırılsıklamdı. Bu mükemmeldi... Ağladığımı bile fark edemeyecek kadar kendimden uzaktım.

"Bugün eve geldim ve odama nasıl çıktım hatırlamıyorum. Bedenim büyük bir enkazın altından çıkmış gibi. Canım yanıyor ve bu sefer fiziksel. Kollarım, bacaklarım... Bütün uzuvlarım ağrıyor. Oysa hiçbir şey yapmadım bile."

Defteri kapattım ve valizin içine koyup ayağa kalktıktan sonra yatağa uzandım. Kendi günlüğüm bile karman çormandı ve yazdığım her şey bana şu an sadece daha fazla baş ağrısı getiriyordu. Gözlerimi sıkıca kapattım ve derin nefesler alarak rahatlamaya çalıştım.

*

 

 

Merhabalar bebeklerim, ikinci bölümün gelmesi çok uzun sürdü ama iyi tarafından bakarsam şu an bekletiyorum diye endişelendiğim çok fazla okuyucum yok. Umarım ilerde hepiniz gelir ve yeni bölüm diye buraları işgal edersiniz. Uzun sürdü çünkü kafamda çok fazla eksik gelen parça vardı ve onları tamamlamam gerekti. Bir de bölüm biraz uzun oldu ama bu bölümü anca burada bitirebilirdim.

 

Bölüm konusunda ve uzunluğu hakkında yorum yaparsanız çok memnun olurum. Eksiklerimi, hatalarımı söyleyecek birilerine ihtiyacım var açıkçası. Sizleri seviyorum.

 

Instagram hesabım; reiovn

Loading...
0%