@llahza
|
1.Bölüm: İZBE
The Score - Legend
🔥
Lotus. Yeniden doğuşu, insanı ve varoluşu simgelediğine inanılan bir çiçek. Kirli suların, bataklıkların çamurlu topraklarına kök salarak büyüyen Lotus Çiçeği'nin tek bir yaprağında bile toz bulunmayacağı ihtimali, beni etkileyen tek nokta değildi. Onu ilk duyduğumda, üniversite amfisinin en arka sırasında oturuyordum. Bilgiye aç değildim. Tek amacım, bana yap denileni yapmak ve paramı almaktı. Ancak o günden sonra, devamsızlığın sınırlarını zorlamadığım, gerçekten bir öğrenciymişim gibi derslerine katıldığım tek hoca olmuştu. "Cennet göllerini süsleyen lotus çiçeği insanların ruhlarıdır." diyen hocanın sesi, beni kendime kurduğum hayattan alıkoymuştu. "Günahkar ruhların çiçeği ise çabuk solar." Bana o gün ruhumun bir günahkardan ne farkı olduğunu sorgulatmıştı. Kendime yarattığım bu yeni kimlik bana Lotus Çiçeğini anımsatıyordu. Lalin Jamir, kimsenin bilmediği bir lotus çiçeğiydi. Yalnızca benim bildiğim ve başka hiç kimsenin bilmediği... Oturduğum geniş koltukta, bacaklarımı önümdeki masaya uzatmış, karşımdaki tabloya bakıyordum. Kucağıma başını koymuş köpeğimin yumuşak tüylerini okşarken, bulduğum rastgele bir kadehe döktüğüm içecek sürekli kuruyan boğazım için tek tedavi yöntemi gibi görünüyordu. Tablodaki büyük lotus çiçeği, renksizdi. Siyahtı. Onlarca rengin içinden tercih ettiğim hiçbir rengi olmamıştı. Çünkü hiçbiri beni temsil etmiyordu. Belki siyah bir lotus çiçeği olabilirdim. Ancak onunda varlığına inanmıyordum. İnansaydım eğer; ölüm, isyan ve gücü temsil eden bu çiçek, benim kalbimde bir yer edinebilirdi. Ölüm, Lalin'i temsil edebilirdi. Belki de bundandır, tablonun siyah olması. Kapının tıklatıldığını duyduğumda, elimdeki içeceği kafama diktim ve yaslandığım koltuktan doğruldum. Ancak, kucağımda yatmaya devam eden Linza'nın kalkmaya hiç niyeti yok gibi görünüyordu. O, büründüğüm bu sahte kimliğin ve sahte hayatın içindeki tek gerçekti. Tek gerçek nokta. Parlak sarı tüylerinin arasından parmaklarımı çekip kafasını avuçlarımın arasına aldığımda, arka arkaya öpücükler bıraktım yüzüne. "Nesin sen?" dedim onu ısırmamak için kendimi zor tutarak. "Benim minik lotus çiçeğim misin sen? Bebeğim misin, nesin? Kendine gel!" Onu koltukta bırakarak ayağı kalktığımda, hemen peşimden ayaklanmıştı. Omuzumun üzerinden ona bakarak bir öpücük gönderdim ve delikten bakmaya gerek bile duymadan sertçe kapıyı açtım. Bıkkın gözlerle karşımda duran adama bakarken, ağırlığımı tek bacağıma vererek kapıya yaslandım. Linza da parlak tüylerini bacağıma sürterek yanımda durmuştu. Baykar önce Linza'ya ardından bana baktığında gerilen yüzü, ondan hoşlanmadığını bir kez daha söylemek ister gibiydi. "Seni yemeyecek." diyerek sıkkınca mırıldandım. "Artık konuş." Üzerimdeki deri şortuma ve üstüme baktığında, sorgularcasına başımı salladım. "Alt kattaki kulüpte tanışma gecesi yapılacak, anlarsın ya." dediğinde, devam etmesini bekledim. "Sen de geleceksin." "Geleceksin?" diyerek onu tekrarladım. "Ne zamandan beri senin isteklerini yerine getiriyorum?" "Soruyu değiştireyim," Anlayışlı davranmaya çalıştığının farkındaydım ancak bu hoşgörüsünü umursamıyordum. "Sen de gelmek ister misin?" "Sanmıyorum." "Önemli kişiler de olacak." diye üstelediğinde, başımı yana doğru eğdim. "Kimler mesela?" "Beraber çalışacağın kişiler." "Baykarcım," dedim sıkkın bir nefes vererek. "Yaklaşık iki aydır nefes alamıyorum. Müsaade edersen, nefes almak ve Linza ile vakit geçirmek istiyorum. Şayet keyfim isterse, emin ol geleceğim ve o saçma insanlarla tanışacağım. Şimdi başka bir sorun var mıydı acaba?" Bedenen ve zihnen, yorgun ve berbat hissediyordum. Görev iki ay kadar sürmüştü ve bu iki ay içinde fiziksel şiddet gördüğüm zamanları hiçe sayıyordum, en çok zihnim yorulmuştu. Yalnız kalmaya gerçekten ihtiyacım vardı. "Peki Lalin." Durdu ve içeri doğru baktı. "Buraya alışabildin mi bari?" "Gayet iyi." Dudaklarımı bükerek etrafa bakındım ve gerçek fikirlerimi dile getirdim. "Kimin fikriyse gerçekten etkileyici." Evet, buraya geleli yaklaşık iki gün olmuştu ve bu iki gün içerisinde etrafı dolaşmıştım. Buraya adım atmadan iki saniye önce bir otele geldiğimizi düşünmüştüm ancak, buraya otel değil küçük bir dünya inşa edilmişti. En alt kattaki kulüpten başlayarak, içerisinde neredeyse bir avm bulunan, dışarda halletmem gereken her şeyin içeride mevcut olduğu devasa boyutta bir yapıttı. Kaç katlı olduğunu henüz bilmiyordum, bilecek kadar keşfedememiştim. Bildiğim kadarıyla ise; eksi bir de kulüp, birinci katta lobi ve sıradan bir otel görünümü, ikinci katta devasa bir avm, ki bu avm bile kendi içerisinde neredeyse iki kata ayrılıyordu. Üçüncü katta, avm'nin içerisinde bulunan market dışında birçok alışveriş merkezi vardı ve dördüncü katta ise büyük bir toplanma alanı. Ben ise altıncı kattaydım. Ve bu katta, benimle birlikte yalnızca üç oda daha bulunuyordu. Ve orada da muhtelemen, benim gibi yeni birileri kalıyordu. Burada ne kadar kalacaktım hiçbir fikrim yoktu ancak uzun bir süre kalınabilecek kadar gösterişliydi. "Sevindim." Ellerini ceplerine yerleştirdi. "Öyleyse ben gidiyorum ama seni bekleyeceğim." Bir şey söylemeden yalnızca gitmesini bekledim ve ardından, resmen beni koltuğa çağıran Linza'nın peşinden ilerledim. Koltuğa çıkıp uzandığında, bu kez ben de yattım ve başımı ona yasladım. "Daha çok bekler," diye mırıldandım ve başımı kaldırarak Linza'nın yüzüne baktım. "Değil mi, Linza?" Ufak bir mırıltı çıkartarak başını saçlarımın üzerine yasladığında derin bir nefes alarak gözlerimi kapattım. Kendimi güvende hissettiğim tek yer olabilirdi onun yanı. Birden bire iki kere arka arkaya havladığında gözlerimi açtım. Başını koltuğun kenarındaki battaniyeye çevirdiğinde gülümsedim ve "Battaniyeyi üzerime örtmemi mi istiyorsun?" diye sordum. Ancak cevap veremese bile, söylemek istediklerini gözlerinden anlayabiliyordum. Onun konuşmak için bir dile ihtiyacı yoktu. Doğrulup battaniyeyi aldım, katını açtım ve ikimizin üzerine birden örterek yeniden başımı yumuşak tüylerine yasladım. "Seni seviyorum." diye mırıldandım, gözlerimi kapatarak. Seni seviyorum, öyle çok seviyorum ki, kendimi bile böyle sevmediğimden emindim. Hatta daha önce kimseyi böyle sevmediğimden... Uyku, benim için haram kılınan yegane şeylerden biriydi. Üzerimde son iki güne ait, kırk sekiz saatin uykusuzluğu vardı ve zaman geçtikçe de bu saat artıyordu. Fakat bu bile, zihnimin kendini kapatmasını ve bedenimin rahatlamasını mümkün kılmıyordu. Linza'ya yaslı başım, hiç kıpırdamadan yarım saati aşkın süre öylece durdu. Mavi gözlerimi örten göz kapaklarım ise hiç titremedi. Ancak uyuyamadım. Fakat bunu Linza anlasın da istemedim. Çünkü o beni gerçekten tanıyor ve bir insandan daha çok anlıyordu. Uyumadığım zamanlar ise sanki bana bir şey olacakmış gibi endişeleniyor, bu yüzden yanımdan ayrılmak istemiyordu. Tehlikenin içinde yüzerken, yanımda olması istediğim son şey olurdu. Beni yavrusuymuşum gibi sinesinde uyutan hayvan, benim tek varlığımdı. Tek ailem ve tek evim. O sırada masanın üzerinde duran telefonumun arka arkaya titrediğini işittim fakat gözlerimi aralamadım. Aradan birkaç dakika geçmişti ki, yeniden titremeye başladı. Normalde hep sessizde olan telefonumun sesini neden açtığımı asla anlayamamakla beraber uzandım ve sertçe parmaklarımı ekrana bastırdım. Evet, ekranı bile göremiyordum ama bu önemli değildi. Bir süre daha Linza'nın yumuşak tüylerinin keyfini çıkardıktan sonra uzandığım yerden doğruldum ve bir fincan kahve yaptıktan sonra dolaptan bir muz çıkarttım. Kahvenin acı tadı arasında, duyularımın canlanmasını umdum ama öyle olmadı. "Al bakalım." Muzun bir kısmını Linza ile paylaşmıştım. İkimizin en büyük noktalarından biri muz olabilirdi. O da en az benim kadar seviyordu ancak içerisindeki şeker oranından dolayı çok yememesine dikkat ediyordum. Yarısını o yarısını ise ben yerken, gözlerini üzerime dikiyor ve elimde tuttuğum muza odaklanıyordu. Her seferinde bunu yaparak vicdanıma oynuyordu. "Son bir ısırık." Kıyamadığım için elimdeki muzu ona uzattım. Patilerini anında dizlerime yaslayarak havalandığında muzdan kalan son parçayı çoktan yutmuştu bile. O sırada telefonum yeniden titremeye başlamıştı. Linza kuyruğunu sallaya sallaya istediğini almış bir şekilde koltuklara ilerlerken, ben mutfak tezgahına yaslanmıştım. "Beni rahat bırakmak bu kadar mı zor?" İfadesiz bir sesle aramayı yanıtladığımda, Baykar'ın iç çeken sesini duydum. "O odadan kendi isteğinle çıkmazsan, çıkartırlar Lalin." Açık konuşmaya karar vermişti demek. Odanın sahip olduğu Amerikan mutfaktan ayrılarak büyük cama doğru ilerledim. O sırada Linza parlayan gözlerini bana çevirmişti. "Ve bundan en çok kimin zarar göreceğinin bence farkındasındır." "Linza'ya uzanan diline ne olacağını sen biliyor musun peki?" Sessiz mırıldanışım, bir tehditten fazlasıydı, gerçeklerdi. "Kapıma kadar gelip konuşamadığın şeyleri telefonda söyleme cürretin gözlerimi yaşarttı doğrusu." "Seni bozmak istemedim." "Sen beni bozamazsın. Kapat şimdi." Tam aramayı sonlandıracaktım ki "Lalin." diye ikaz eden sesini duydum. "Baykar." diyerek ilk defa bir belirti gösterdim ve tiksinircesine konuştum. "Asla huzur bulmamı istemiyorsunuz değil mi?" Asla Lalin'e huzur vermediniz, değil mi? "Aslında tam aksi," Gözlerimi devirdim. "Bu katlandıklarımın sebebi sensin ve bunu sen de çok iyi biliyorsun. Huzuru senin için, en çok ben istiyorum." "Evet." Alayla başımı salladım ve alt dudağımı dişlerimin arasına kanatırcasına aldım. "Kesinlikle." "İnanmaman senin için çabalamadığım anlamına gelmiyor." Sustu bir süre. Arkasından gelen yüksek seste müzik bir reklam gibi araya girdi. "Aşağı gel. Lütfen." Gözlerim dışarıdaki karanlıkta dolaştı. Yollardan hızlı hızlı arabalar geçiyor, insanlar el ele kaldırımda yürüyordu. Kısacası her şey akışında görünüyordu. Pekala... Demek ki burası göründüğü kadar gösterişli bir yer değildi. Muhtemelen birazdan benim için cehennemden pek bir farkı kalmayacaktı. Hiçbir şey söylemeden telefonu kapattım ve koltuğa fırlattım. Linza da huzursuzlanmıştı. Bunun farkındaydım. Ona doğru yaklaşıp, oturduğu koltuğun önünde dizlerimin üzerine çöktüm. Parmaklarım yumuşak tüylerini okşamaya başladığında "Seninle bir yürüyüşe mi çıksak?" diye mırıldandım ancak Linza'dan beklediğim tepkiyi alamadım. Normalde yürüyüş kelimesini duyduğu anda havlamaya başlaması ve direkt kapıya doğru koşması gerekiyordu. Bu fikirden hoşlanmadığını belirten bakışlarını benden çektiğinde yanaklarımı şişirerek önünden doğruldum ve yatak odama doğru ilerlemeye başladım. "Benim için daha da zorlaştırıyorsun." diye sitem etmeden de duramamıştım. Üzerimdeki derilerden hızlıca kurtulup, yeni bir siyah deri pantolonu ve büstiyeri üzerime geçirdim. Belli ki Lalin deri severdi. Siyah severdi. O siyahlara bürünmüş bir ruhtu. Öyle olmalıydı. Çünkü ne zaman bu sahte kimliğim ile bir kıyafete dokunmaya kalksam ellerim siyaha yöneliyor, bedenim deriden başka hiçbir şey kabul etmiyordu. Ceketimle birlikte hazırlıklı bir şekilde derin bir nefes aldım ve Linza'ya ait tasmayı alıp tekrar yanına doğru ilerledim. "Evet." dedim ve gözlerimle kapıyı işaret ettim. "Hadi gidiyoruz." Yerinden asla kıpırdamadı, hatta benimle göz kontağı bile kurmadı. "Hadi dedim Linza." Başını diğer tarafa doğru çevirdiğinde, kaşlarımı havalandırdım. "Bir daha sana asla muz vermem." diyerek gerçek olmayan bir tehdit savurduğumda bile bana bakmadı. "Öyle mi? Gelmiyor musun şimdi benimle?" Hareketsiz kaldı. "Öyleyse ben de kendime yeni bir Linza bulacağım." Aniden hırlayarak bana baktığında, istediğim tepkiyi ondan alabilmenin mutluluğuyla tek kaşımı kaldırdım ve kapıyı işaret ettim. Beni daha fazla ikiletmeden koltuktan kalktığında, ben de son kez cama doğru ilerledim. Gözlerim dışarıdaki karanlık havada dolaşırken, elim belimdeki silahı yokladı. Ona güveniyordum ama tek güvendiğim şey o değildi. İfadesiz yüzümden arınarak Linza'ya döndüm, kapıyı açtım ve asık suratına karşı gülümsedim. "Buyurun beyefendi." Avuç içime doladığım tasmasını kullanmayacaktım ama her ihtimale karşı yanıma almıştım. Kattaki iki asansörden birine bastığımda, anında açılmıştı. Linza ile birlikte asansörden inip çıkışa doğru ilerlediğimizde gözlerim bir anlığına tekrar asansöre doğru kaydı. Alt katta olduklarını biliyordum çünkü Baykar'ın beni çağırdığı yer alt kattaki kulüptü. Ancak içimdeki ses hiç de öyle söylemiyordu. Ne demişti Baykar, çıkmazsan çıkartırlar. Haklı olabilirdi. İsteğim ile çıkmadığım kafesten beni zorla çıkartabilecek insanların aldığım nefesten bile haberlerinin olmaması imkansızdı. Ve muhtemelen, şu an kaçtığım düşünülüyor da olabilirdi. Ancak ilk defa böyle bir delilik yapmam gerekiyordu. Gerçek kimliğim ile sahte kimliğimin yollarını birleştirip Linza'yı gerçekliğe bırakmam gerekiyordu. Ona zarar gelmesi, istediğim son şey olurdu. Kullandığım ikinci telefonu ceketimin cebinden çıkartıp, tanıdık bir numarayı tuşladım. Daha çalınmasına müsaade bile edilmeden aynı hızla arama yanıtlandığında derin bir nefes almıştım. "Linza'yı sana bırakmam lazım." Linza'nın bakışları yürüdüğü kaldırımdan anında bana dönmüştü. Bunu yapacağımı biliyordu ve bu yüzden dışarı çıkmak istememişti. "Kaç gün?" "Bilmiyorum. Bu gece de gelip alabilirim," Kaçınılmaz ihtimal, alayla dudaklarımdan sıyrıldı. "Bir daha hiç alma şansım da olmayabilir." Aramızda geçen konuşma yalnızca bu kadardı. Çünkü biliyordum, daha fazlası olamazdı. Telefonu kapatıp arka cebime sıkıştırdığımda önümüzdeki ikiye ayrılan sokaktan, sağa döndük. Bir an önce Linza'yı bırakıp bu lanet yere geri dönmek istiyordum. Normal şartlarda Linza'yı evde tek başına bırakıp kulübe inebilirdim. Hatta iki, üç gün eve uğramasam bile tek başına kalabilirdi. Fakat benim şu an ki tek amacım onu oradaki tehlikeden uzaklaştırmaktı. Çünkü sezmiştim. Baykar'ın aptal söylemleri, normal değildi. Bana söylemediği bir şey vardı. "Bakma bana öyle." diye söylendiğimde, gözlerim hala karşımdaki yoldaydı. Ancak Linza'nın bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. "Çocuğum değilsin sen benim." Göz ucuyla ona bakıp yeniden önüme döndüm. "Ayrıca orayı sevdiğini biliyorum." Bunu istemediğini belirten mırıltılarıyla birlikte yolda yürümeye devam ederken bir anlığına arkasına döndü ve aynı hız da benim de dönmemi sağladı. Hırlamaya başladığında başımı salladım. "Gördüm, Linza. Sessiz ol." Arkama döndüğüm an, sokağın başındaki duvarın arkasına saklanan bir suilet görmüştüm. Linza'nın gördüğü ise o kişinin ta kendisiydi. Muhteşem! Takip ediliyorduk ve ben Linza'yı riske atarak bu ihtimali göz ardı etmiştim. Adımlarımı hızlandırdım, Linza da her ne kadar bana ayak uyduruyor olsa da bana göre daha sakin görünüyordu. Tabii, onun canından endişe ettiği biri olmadığı için normaldi. Dudaklarımın arasından çıkan buhar, gözlerimin önünü kapatırken çamur dolu bir çukura bastım. "Bir sen eksiktin." diye söylendim dişlerimi sıkarak. Küfür etmememin küçük bir yöntemiydi bu. Başımı eğip bakmadım ama topuklu botumun pislik içinde olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildi. Sokak lambalarını cızırdadığı izbe bir sokağa doğru adım attığımız an "Dur!" diye bir ses yankılandı arkamdan. Zaten koşmuyordum ancak Linza'nın şu an bunu yapmasını çok isterdim. Silahın tetik sesini duydum. Adımlarım yavaşladığında, birkaç saniye içinde fark edip Linza da durmuş, adama dönerek hırlamıştı. Sakince gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım. Arkamızdan gelen kişinin adım sesleri, yoldaki taşlarla birlikte ses çıkartırken yavaşça arkamı döndüm. Yaklaşık iki metre uzaktaydı. Bana doğru bir silah doğrultmuştu. Gitmesi için Linza'ya baktım. Biliyordu, hissediyordu, zeki bir köpekti ve ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Tehlikenin kokusunu aldığı an kaçması gerektiğinin farkındaydı. Ama yapmıyordu. "Sırf bu yüzden yeni bir köpek alacağım." diyerek homurdandığımda beni takmamıştı bile. Parmaksız eldivenimin bilek kısmındaki bıçağı yavaşça avucumun içine doğru kaydırırken gözlerimi adamdan ayırmadım. "Köşeye geç." İlk defa sözümü dinleyerek hareket ettiğinde ve kuyruğunu sallayarak yolun köşesine doğru ilerlediğinde dikkatimin dağılmasını sağlamıştı. "Aferin," Dudaklarım kıvrıldı. "Ama hala muz yok." Adam sırıtarak bana doğru yaklaştığında Linza'ya baktı. Linza için gerileyecek gibi oldum ancak bundan vazgeçtim. "Koruyucu meleğin bu mu?" Alaydan uzak, komik bir şeyden söz eder gibi konuşmuştu. "Tatlıymış." "Öyledir." diye mırıldandım, başımı yana doğru yatırarak. Linza'yı işaret ettim. "Sevmek ister misin?"
Kahaha attı. "Komik kız." Aşağı da duran silahını kaldırdı ve direkt olarak Linza'ya doğrulttuğunda hiçbir tepki vermedim. "Silahım sevebilir." "Öyleyse," Dudaklarımı büzdüm ve botumun çamura batan sivri ucunu taşlı yola sürttüm sakince. "Ben de seni sevebilirim." "Aldatıcı bir güzelliğin olduğundan bahsetmişlerdi." Silahını yana doğru yatırdı ancak hedefinde hala Linza vardı. Bakışları kızıl saçlarımda dolandı, yüzümde ve üzerimde. "Ama tehlikenin içinde yüzerken silahsız ve yapayalnız dışarı çıkan bir aptal beni hiç etkileyemedi." "Ama ben senin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim." Bir parmağımı saçlarıma dolarken, bakışlarımı üzerinde gezdirdim. "Yaklaşık 1.80 boylarında, kumral, belki yirmi dört, belki yirmi beş yaşlarında, yakışıklı ama fazlasıyla katil duruyorsun." Dudaklarımı ıslattım. "Tam benim tipim." Hobbit. Egosunu okşayan sözlerimle yerinde kıpırdandığında, silahını bana çevirmişti. Dikkatini de öyle. "O evi yakarak başına bela almamalıydın." dedi. "Hadi aldın, yalnız dolaşacak cesareti nereden buldun?" "Haklısın." Bıçağa gerek bile olmadığını düşünerek yeniden bileğime doğru sıkıştırdığımda, onu gözden çoktan çıkartmıştım. Farkında olmaması ise acınasıydı. "O evi yakmak yerine, kadınları satan piçleri, ben de o evde satmalıydım." Dişlerini sıktığını gördüm. O da onlardan biriydi ve hakaretim doğrudan suratına vurmuştu. Silahı daha sıkı kavradı. "Bir şeyi merak ediyorum," diye fısıldadım, önemli bir sırmış gibi. "Anneni de satmayı hiç düşündün mü? Yoksa sadece köpekleri miydin?" "Kapa çeneni." Haince gülümsedi. "Biraz sonra ölecek biri için çok konuşuyorsun. Ben senin yerinde olsam, bir daha hiç yapamayacağım şeyler için üzülürdüm." "O zaman üzülmeni tavsiye ederim, son istekler benim için hep önemli olmuştur." Alay içinde sözlerimi karşılayıp bana sözlerini sarf edeceği sırada Linza'nın hareketlendiğinin farkına bile varmamıştı. Adamın arkasına geçip yavaşça arka ayaklarının üzerinde yükseldiğinde, bir an bile beklemeden adamın sırtına atlayıp onun dizlerinin üzerine doğru düşmesini sağlamıştı. Elindeki silah, taşlı yolda kayarak ayaklarımın ucuna çarptığında "Dikkat et," diye mırıldandım. "Boşluğuna denk gelebilir. Kendini yerde bulursun." Küfrederek yerden kalktığında, hırsla Linza'ya doğru bir tekme savuracaktı ki, o çoktan benim arkama doğru koşuşturmuştu. "Şşş," Silahının şarjörünü çıkartıp, ikisini de farklı yerlere fırlattım. Ne de olsa, izbe sokaktaki tek şey çam ağaçlarının çokluğuydu. "Sakin ol, küçük aslan." Üzerime doğru bir adım attı. "Gerçekten bu salaklığı yaptın mı?" diye sordu yeniden sırıtarak. "O silahı kullanmak yerine attın mı? Tam zeki olduğunu düşünüyorum, beni bozguna uğratıyorsun." "İsmin neydi?" "Neden soruyorsun? Ölmeden önce zikretmek için mi?" "Hitap etmek için." Dudaklarımı büzdüm. "Ama sen bilirsin, küçük aslan da güzel." Ceketimin önünü yavaşça açtığımda "Bak küçük aslan," diye konuşmuştum. Gözleri direkt ceketimin fermuarına doğru kaydı. "İnan bana, beni güzelliğinle etkileyemezsin." Ancak bakışları, ortaya çıkan deri büstiyerime bakarken hiç de öyle söylemiyordu. "Ama kurbanımla eğlenmeye hayır demem." Ceketimi çıkartmadan yukarıya doğru sıyırdım ve etrafımda bir tur döndüğümde, tek amacım onu aşağılamaktı. Gözleri, belimin etrafında duran iki silah ve üç bıçakta gezinmişti. Yutkunduğunu gördüm. Gördükleri yalnızca bundan ibaret değildi ama sorun da değildi. "Peki bunlar seni etkiledi mi?" Sırıtan suratının düşüşü, komik görünüyordu. Bir adım gerilediğinde, kaçmasını istemedim, aksine beni öldürebileceğini düşünmesini istedim. "Ama merak etme, sana söz, bunların hiçbirini kullanmayacağım. Ben verdiğim sözlere sadık biriyimdir." "Sana güveneceğimi mi sandın?" Korkuyla nefeslendi ama bunu göstermek istemedi. "Aptal derken yanılmamışım." Bir adım daha geriye attı. "Kullanacak olsam, silahın elime geçtiği an da kurşun bedenini bulurdu." Ona doğru yürüdüm. "Ayrıca başka şansın yok. Kaçmaya kalktığın an, bunları kullanmayacağıma söz veremem. Hatta söz, kaçarsan kullanacağım." Durdu. Düşünüyordu. Neyi düşündüğü ise meçhuldü. Belli ki, beni öldürmeden döndüğü vakit de olacaklardan korkuyordu. Çünkü anlıyordum. Kaçmakla kaçmamak arasında bir yerlerde takılı kalmıştı. Şimdi de sonra da olacaklardan korkuyordu. Biliyordum. Böyle adamlar, her zaman korkardı. Ne yapacağına daha karar vermemiş gibi görünüyordu ki, bir anda ilk atağı yaparak bana hızlıca bir tekme savurdu ve saniyesinde saçlarımdan yakaladı. Bacağıma denk gelen tekmesi, canımı ölesiye yakmamıştı. Aslında canını yaktı ama Lalin hissetmiyor, diyen içimdeki gerçek kimliğim, gerçek sesim belki de haklıydı. Normalde bedenime yapılan bu şiddeti kaldırabilecek bir bünyeye sahip olmayabilirdim, ama Lalin olmak güçlü olmak demekti... Linza, bizi izlemekten keyif alır gibi yattığı kaldırımdan kalkarak havladığında, ona sert bir bakış attım. Beni bu halde görmek, onun için bir ilk sayılırdı ancak asla yaklaşmamalıydı. Hatta onu, yalnızca dizlerinin üzerine düşürmesinin nedeni de buydu. O güzel dişlerini, bir şerefsiz için kullanmasını bile istemezdim. "Bir kurşunla ölecektin fakat yaptığın yaramazlıklar yüzünden şimdi önünde yalnızca iki seçeneğin var. Bana kalırsa üç." Kollarımı saran koluyla beni sertçe, izbe sokağı aydınlatamayacak kadar ömrü tükenmiş bir sokak lambasının sert yüzeyine çarptığında saçlarımı geriye doğru asıldı. Kulağıma doğru yaklaşmıştı. "Ya boğularak ya dövülerek." Başını boynuma doğru indirdi. "Ya da güzel bir seçeneğim daha var." "Şöyle bir şey mi?" diye fısıldadım, acıyan sırtım ve saç köklerim yüzünden nefesim teklemişti. Onun bedeni ve kolları arasında sıkışan elimi hareket ettirmek istedim ama bunu yapmak, beni nefes alamayacak kadar sıkıştırmasına neden olmuştu. Yine de zorlayarak elimi kıyafetlerinin üzerinde kaydırdım ve hiç beklemediği bir anda bacak arasına dokundum. Anında gerildi ve kendini elime doğru ittirdi. "Tam da öyle bir şey." Ona bu zevki bir saniye bile fazla yaşatmak istemediğim için parmaklarımı sıkılaştırdım ve tırnaklarımı sertçe batırdım. Bağırarak ellerini üzerimden çekip bacak arasına doğru götürse de bırakmadım ve daha çok kıvranmasına neden oldum. Kıpkırmızı kesilmişti. Öyle ki, akıl edip de ellerini kullanıp elimi uzaklaştıramıyordu. Onun yerine bunu ben yaptım ve o iki büklüm olduğunda ayağımı kaldırıp sertçe bacak arasını tutan ellerinin üzerine tekme atıp geriye doğru savrulmasına neden oldum. "Hassas noktanızın, sikik bir penis olması ne komik ama değil mi?" Gözleri yaşlarla doluydu, acaba beni duyabiliyor muydu? "Biliyorum, biliyorum." dedim alayla. "Öyle olmasına sen de çok üzülüyorsun. Ağlama ama beni de ağlatacaksın." Küfürler saçan ağzıyla bağırmaya devam ederken, elimi havaya kaldırdım ve tiksinircesine baktım. Ellerimi çırptım, sanki ellerimde bir toz varmış gibi. "Böyle olmadı ama," dediğimde, kıpkırmızı olan gözlerini yerden kaldırdı ve öfkeyle gözlerimin içine baktı. "Ben hiç yorulmadım. Olmaz böyle." Kaşlarımı kaldırarak gülümsedim. "Alışkın değilim." Ayaklanacağı sırada hızla ona doğru yaklaşıp çenesine sert bir tekme indirdim ve geriye doğru savrulmasına neden oldum. Yüzü yere çarpmadan elleriyle yerden destek almıştı. Ağzında biriken kanı tükürdü. "Sürtük!" Dudaklarımın üzerinden dilimle geçtim, eğilerek kısa saçlarından yakalayıp başını geriye doğru yatırdığımda yüzündeki kan midemi bulandırmıştı. "Duyamadım?" dedim sakince. "Bir daha söyle." "Diyorum ki," Öksürdü. "Gebereceksin. Sadece haberin yok." Dirseğimle suratına vurarak yeniden yere kapaklanmasına neden oldum ve bir an bile beklemeden bir tekmeyi de ensesine indirdim. Artık hareket etmiyordu. Ama ölmediğine de emindim. Çünkü ben katil değildim. Yalnızca etkisiz hale gelmesi yeterliydi ortadan toz olabilmem için. Bir adım geriye doğru tökezleyerek etrafıma bakındığımda, artık buradan uzaklaşmam gerektiğinin farkındaydım. Kendimi her şekilde kollardım ama Linza için aynı şeyi söyleyemezdim. "Yürü Linza." dediğimde, sanki bu anı beklermiş gibi anında sokağa koşarak giren adamlarla olduğum yere çakılı kaldım. Bir, iki, üç... Ah, on beş mi? Üç kişi olsalardı, ben bölerdim. Ama on beş kişilerse, onlar beni bölerdi. Hem de on beşe. Bir bulunduğumuz sokağa baktım, bir lambanın bile yanmadığı ve biri yanıma yaklaşmadığı sürece yüzlerini göremeyeceğim kadar karanlık olan sokağa. Bir de topuklu botlarıma baktım, çoktan zedelenmiş ve seni yarı yolda bırakırım, der gibi hallerine. Linza sanki iç sesimi okumuş gibi, az önce yerde yatan adamın beni çarptığı sokak lambasının arkasındaki harabe eve doğru koşmuş ve bir çöplüğün arkasına saklanmıştı. Kaçamazdım. Kaçacak kadar zamanım yoktu. En fazla bu sokağın bitiminden döner, ardından yediğim dayaklarla kimsenin beni bulamayacağı bu lağım çukurunda ölürdüm. Bu istediğim son şey bile değildi. "Pekala." diye fısıldadım ve üzerimdeki ceketi çıkartmak için hareketlendim. "Birkaç kemiğinin kırılmasına hazır ol." Yanaklarımı şişirdim. "Ya da belki kol? Ah, bu çok kötü." "Boynunun kırılması çok daha kötü." Kafamın içinde, adamlar bana yaklaşmadan kaç tanesini silahımla ve kaç tanesini bıçakla etkisiz hale getirebileceğimi hesaplıyordum ki, Linza'nın saklandığı kısımdan, yani hemen sağ tarafımdan gelen sesle, atak yapmıştım. Panikle belimdeki silahı refleksle çekip çıkartmış ve hızla oraya doğrultarak tetiğe basmıştım. Çünkü böyle anlar da şans hiçbir zaman tarafını sizden yana kullanmazdı. Sıkmasaydım, çoktan son nefesimi vermiş olabilirdim. Lalin, ikinci kez ölmüş olabilirdi. Neyse ki kurşun, karşımdaki duvara yaslı adamın başını yana eğmesiyle boynunun kenarını sıyırmış ve ince betonu delip geçmişti. Çıkan kurşunun sesi, tüm sokakta yankılandığında, bu tarafa doğru koşan adamlar durarak siper almışlardı. Tamam, zaman kazanmak için güzel bir detaymış. Kaşlarımı çattım ve elini boynuna götüren karanlık suilete baktım. "Ölmek için daha genç misin?" diye konuştum, elimdeki silahı kavrarken. Namlunun ucunu bu kez, şimdilik yüzü gölge de kalan adamın kafasına doğrultmuştum. "Gençsem vurmayacak mısın?" dediğinde, işittiğim ses karşısında kaşlarımı çattım. Sesine yazık olacaktı. "Kimsin sen?" Sesim sorgularcasına çıkmıştı. Çünkü bana doğru uzatılan bir silah ya da atılacak bir atak görememiştim. Üstelik sanki boynunda açtığım bir yara yokmuş gibi hala duvara yaslanmaya devam ediyordu. Ona zarar veremeyeceğimi falan mı düşünüyordu? Öyleyse felaket yanılıyordu. "Benim de adımı hitap etmek için mi soruyorsun?" dediğinde, dişlerimi sıktım. Demek, hep bir adım arkamdaydı. Söylediklerimi duyacak kadar yakınımda. Ben o adamla uğraşırken bana saldırabilirdi ancak yapmamıştı. Tamam, acısız olanı hak etmişti. "İnan, bugün çok boş konuştum. Şimdi sadece bunun konuşmasını istiyorum," Elimdeki silahı işaret ettim. "İsmini değil, kim olduğunu merak ediyorum. Amacın beni öldürmekse, planın ışık hızıyla suya düştü." "Onlardan biri değilim." Elini boynundan çekmiş ve doğrudan bana baktığını hissederken yüzünü daha net görebilmek adına ona doğru bir adım attım. "Öyle olsam, sen şu an nefes almıyordun." "Hadi ya," Alayla başımı yana doğru yatırdım. "Onlar kadar aptal olmadığını mı söylemeye çalışıyorsun?" "Haklısın, tam da onlar kadar aptal olmadığımı söylemek için buradayım." dediğinde, sesindeki ima kaşlarımın çatılmasına neden olmuştu. Tam ona karşı bir atak da bulunacaktım ki, yoldan gelen sesler ile bakışlarımı o tarafa doğru çevirdim. Şüpheyle yerlerinden doğrulan adamlara baktım. Aniden ortaya çıkan, ne olduğu belirsiz bir adam yüzünden oyalanıyordum. "Ne demek istiyorsun?" dediğimde, görebildiğim tek yerine, boynundaki küçük yaraya doğru baktım. "Madem ilgin yok, ne bekliyorsun hala?" "İlgim yok demedim." dediğinde gözlerimi devirdim ve namluyu bacağına doğru indirdim. "Dur dur, tamam." Sesinde küçük bir güler tını hissetmiştim. "Edebiyat yapmayacağım." Daha fazla beklemeyip yüzünü görmek için bir adım daha attığımda, göremediğim süiletinin ardında sakladığı gizli bir silahı var mıydı umursamamıştım bile. Harabenin gölgesine girdiğimde, görüş açıma düşen yüzü nefesimi tutmama neden oldu. "Sen..." dedim dişlerimi sıkarak. Ve, "O..." dedi, içimdeki ses. Bakışlarım boynuna doğru kaydığında, beyaz teninde kayan kan damlalarını görmemek mümkün değildi. Bakışlarımı yeniden yüzüne çıkarttığımda, dolgun dudaklarının üzerini nemlendirdi ve ela gözlerini saran karanlıkla birlikte gözlerime baktı. "Merhaba güzelim." 🔥
|
0% |