Yeni Üyelik
1.
Bölüm

BÖLÜM BİR

@llisyantus

Hüzün. Kırık kalp. Umutsuzluk. Ait olamama hissi.

 

İnsan neden ağlardı? Acı çektiği için mi? Kalbi kırıldığı için mi? Duygusal boşluktaki bir insanın yapabileceği daha iyi bir şey yoktu. Rahatlamak, mantıklı düşünebilmek için bazen ağlanmalıydı.

 

 

Peki ben neden ağlıyordum? Duygusal boşlukta mıydım? Hayır. Acı mı çekiyordum? Hayır. Mutsuzluktan mı ağlıyordum? Hayır.

 

 

Rol icabı ağlıyordum!

 

 

Kendimi bildim bileli icra etmek istediğim tek bir meslek vardı: Oyunculuk. Hayallerime ulaşmıştım ama istediğim noktada değildim. Figüran rollerinde oynuyorsun, ne hayaline ulaşması? Doğru. Ben figüran rollerinde oynayan ama yine de 'Hayaline ulaştın kız Derin.' diye kendini kandıran bir zavallıydım. Berbat bir haldeydim. Yıllardır bir adım ileriye gidememiştim. Bir şekilde ilerlemeye çalışıyordum ama adım attığım yerler maşallah ayağımın altından kayıp gidiyordu! Figüransan neden ağlıyorsun, onlar sadece arka planda bir oraya bir buraya yürüyen insanlar değil mi? diye düşünüyorsan eğer hemen söyleyeyim, tarihi bir dizide figüranlık yapıyordum ve benimle birlikte tam olarak 40 kişi daha beyimiz öldüğü için ağlıyorduk!

 

 

"Kestik! Arkada ağlamayı abartan biri var, kim o? Ölen karakterin karısı bile bu kadar ağlamadı! Sus artık, bak hâlâ ağlıyor! Çık çabuk öne, göreceğim seni!" Yönetmen avazı çıktığı kadar bağırarak konuşurken hâlâ sesli bir şekilde ağlayan kişi tabii ki bendim. İllet bir huyum vardı ki gerçek de olsa, rol icabı da olsa asla kolay kolay ağlamamı durduramıyordum. Hıçkırarak öne doğru çıkarken burnumu kostümümün koluna sildim. Yanından geçtiğim insanlar benden iğrendiklerini ıyy, öğğ şeklinde belli ederken ağlasam bile onlara gözlerimi devirdim. Peçete verseydiniz o zaman, kardeşim! İnsan doğası gereği gözden akınca burundan da akıyordu işte!

 

 

"Kızım, adın ne senin? Bir sorunun mu var, neden bağırarak ağlayıp duruyorsun?" Ben cevap veremeyecek kadar ağlamaya devam ettiğim için sevgili yönetmenimiz gözündeki gözlüğü sinirle yere fırlatarak, "Alın şu kızı şuradan! Ekran karşısında kaç kişinin ağladığını sayan olmaz herhalde, 39 kişi olarak devam edeceğiz." dedi. Set ekibinden biri gelip kolumdan çekme suretiyle beni oradan götürürken bu sefer daha çok ağlamaya başlamıştım. Figüran olarak bile kabul edilmiyordum artık! Ayrıca bu kostüm de beni çok sıkıyordu, bin defa söylemiştim bir beden büyük kostüme ihtiyacım olduğunu!

 

 

"Bırak beni be! Kendim giderim, bırak diyorum be hırto!" Ağlarken konuşmuştum. Adam beni hiç dinlemeyip set dışına çıkardıktan sonra sinirli bir şekilde bana bakıp gitti. Biraz durduğum yerde vakit geçirip izlediğim sayısız sakinleşme meditasyonlarını hatırlayıp kendimi sakinleştirerek ağlamama bir son verdim. Çantam ve kıyafetlerimi almak için söylene söylene karavana doğru giderken hatun rolü oynayan dizinin başrollerinden biri ve dibinden asla ayrılmayan üç set çalışanını görüp bir selam vereyim dedim, ama nafile! Hanımefendi kendini gerçek hayatta da bey avradı bilmem ne hatun zannediyor olmalıydı ki alaylı bir bakıştan sonra zaten kalkık olan burnunu iyice havaya kaldırarak yanımdan geçip gitti. Ben o burunu kırmasını da bilirdim, ama işte ödeyecek para yoktu!

 

 

Üstümü değiştirip çantamı da alarak kendime verdiğim kovulmadım, ben terk ediyorum telkinleriyle otobüs durağına doğru yol aldım. Resmen taksiye verecek param bile yoktu, inanamıyordum! Küçükken hep zengin olma hayali kurardım. Zengin olmanın yolu da ya popçu, ya topçu, ya da oyuncu olmaktan geçer diye oyunculuğa gönlümü kaptırmıştım. Büyüyene kadar hep kendi kendime tek kişilik oyunculuk sergilemiş, zaman geçtikçe para değil de oyunculuk sergilerken aldığım zevke odaklanmıştım. Şimdi ne oldu? Şimdi elimin körü olmuştu! Para kazanamamıştım, bütün oyunculuk zevkimi de bu figüranlık saçmalığı silip götürmüştü!

 

 

Otobüse binip akbili basmak için cihaza doğru tuttuğumda onun da içinde para kalmadığını gördüm. Gözlerimi kapatıp derin derin nefesler alırken şoför amcanın, "Kızım, akbilin bittiyse ya başka birinden iste, ya da çık git otobüsten! Ne gözlerini kapatmış bekliyorsun orada!" dediğini duysam da duymamış gibi davrandım.

 

 

Şimdi derin derin nefesler alıyorum. Denizin kıyıya vuran dalgalarından çıkan sesler zihnimi dinginleştirerek sakin kalmamı sağlıyor, aynen böyle. Evet, sakinleşiyorum.

 

 

"Kızım sana diyorum, alo!" Gözlerimi açıp aniden şoför amcaya bakmaya başladım. İnsanın sakinleşmesine bile izin verilmiyordu! Ay aman belki bu kız da bugün kötü bir gün geçiriyordur, üstüne gitmeyeyim diye düşünen yoktu. Hâlâ amcaya bakarken "Akbili olan varsa bana basabilir mi?" diye bağırdım. Amca şaşırırken tövbe çekerek önüne döndü. "Bana derken cihaza yani! Lütfen biriniz şu cihaza akbil bassın." diyerek açıklamamı yaptım. Yanlış anlaşılmaya hiç mahal yoktu şu an.

 

 

Okul üniforması giyen bir genç gelip, "Abla, ben basarım sana," gevşekçe gülümseyip "Akbile yani." diye ekleyerek akbilini cihaza doğrulttu. Cihaz kartı okuyamadan çocuğun elinden akbili alıp diğer elimle de kulağından tutarak oturduğu yere ilerletmeye başladım. Velede bak! Çoluk çocuğun ağzına meze de olamayacaktım hiç! Gururumla yürürdüm daha iyi. "Bana bak, çocuk. Hadi bir daha karşılaşmayız ama velev ki karşılaştık, beni gördüğün yerde kaç! Bak bu göbeği görüyor musun?" Çok da büyük olmayan ama beni bir hayli rahatsız eden göbeğimi gösterdim, "En son biri böyle hadsiz hadsiz konuştuğu için onu yedim, seni de yerim, velet!" Ön kapıya doğru ilerlemeden önce kafasına bir şaplak atıp şoför amcaya da ters bir bakış attıktan sonra otobüsten inip yürümeye başladım. Zaten bugünün kötü olacağı kendi kendime uyanmadığımdan belliydi. Ne zaman ki biri tarafından uyandırılsam o günüm illaki kötü geçiyordu. Aklıma Elif gelince çantamdan telefonumu çıkarıp en yakın arkadaşımı aramaya koyuldum. O bu civarlarda çalışıyordu, derme çatma bir arabası da vardı, beni arabayla alabilirdi yani.

 

"Alo, n'oldu kuşum? Sen sette değil miydin?"

 

"Of ne seti Elif ya? Kovuldum ben oradan. Sonra otobüse bineyim eve gideyim bari, dedim, bu sefer de akbilimin bittiğini gördüm! Otobüs kartımda bile para yok! Sen neredesin, alabilir misin beni? Senin civarlarındayım, biliyorsun." Şu an sadece Elif'in işinin olmamasını ve gelip beni almasını umuyordum. Baya zengin bir muhitteydik, Elif de bir güzellik merkezinde çalışıyordu. Hani şu bir sürü zengin, ünlü kadınların geldiği güzellik merkezlerinden. Canım arkadaşım sürekli zengin kaprisi çekiyordu. Ben ne kadar sinirliysem Elif bir o kadar sakin, ben ne kadar aceleciysem Elif bir o kadar sabırlıydı. Hemen hemen her konuda zıtlaşırdık, hiçbir huyumuz da benzemezdi ama küçüklüğümüzden beri hiç ayrılamıyorduk. Elif benim her şeyimdi. "Alırım ben seni kuşum, olduğun yerde kal sen, yürüme boşuna. İşim bitti, beş dakikaya çıkarım." Elif'e teşekkür edip vedalaştıktan sonra telefonu kapatarak çantama koydum.

 

 

Yolun kenarında oyalanırken tezahürat yaparak geçen bir konvoy gördüm. Bugün derbi günüydü, Fenerbahçe-Galatasaray arasında bir maç oynanacaktı, o yüzden zaten normalde de sakin olmayan İstanbul bugün ayrı bir gürültülüydü. İstanbul'un iki yakasını birbirine düşman eden bu derbi, aslında benim pek de umurumda değildi. Ben dededen babaya, babadan kıza bir şekilde Beşiktaşlıydım. O yüzden ne yapıyorlarsa yapsınlardı, ama keşke biraz gürültüsü az iki taraftar grubu olsalardı! Sanki Çarşı çok sakin bir taraftar grubu da. Doğru, bizim taraftarlar da sakin değildi, hatta zaman zaman korkutucu bile oluyorlardı ama konumuz renklilerin taraftarlarıydı sonuçta. Oflayarak konvoyu da, küfürlü tezahüratları da, takımları da boş vererek sabırsızca yola bakmaya başladım. Bu trafikte Elif nasıl gelecekti acaba? Kızın başına da trafik derdi açmıştım boşuna.

 

 

Ah, ah! En kısa zamanda elime okkalı bir para geçseydi keşke. Bütün borçları öder, rahat rahat hayatıma bakardım. Kardeşlerim okuyor, annem de beli çok ağrıdığı için çalışamıyordu. Ben de bazen sadece arkadan yürümeli, bazen de diyaloglu figüranlık yapıyor, ek işlerde çalışıyor ve aileme bakmaya çalışıyordum. Üstümde dünya kadar yük vardı. Bazen her şeyi boş verip vuracaktım kafayı içkiye. Hayır, 'Derin Egemen alkolik oldu, sokaklarda geziyor!' diye haber yapılacak kadar bir değerim bile yoktu ki! Yine düşüncelere dalmış bir sağdaki taşlara, bir soldaki taşlara vururken duyduğum araba sesiyle sağıma döndüm. Elif'in arabasını sesinden tanıyordum resmen. Küçük adımlarla koşarak sürücü koltuğunun yanındaki kapıyı açıp hemen oturdum. Buradan hemen gitmek istiyordum artık.

 

 

Elif bana sıcacık gülümseyip arabayı tekrar sürmeye başlayınca konuşmaya başlamadan önce üst tarafta bulunan tutacağı tutmak istemiştim ki elimde kaldı. Ağzımdan bir çığlık kaçarken Elif de benim çığlığımdan korkmuş, o da çığlık atmıştı. Çığlık atarken arabanın kontrolünü bir anlığına sağlayamayıp yalpalanmamıza sebep oldu. Artık delirecektim! Bugün gerçekten tam anlamıyla her şey çok kötüydü! Çok şükür ki kaza yapmadan tekrar direksiyon hakimiyetini sağlayıp omzuma bir yumruk attı. "Kızım n'apıyorsun ya!? Sığır gibi elin var, Elif! Bu kadar nazik bir kızın nasıl bu kadar çok gücü olur, anlamıyorum ki." Vurduğu yeri ovuştururken yüzüm de acıdan buruşmuştu. Eli gerçekten fazlasıyla ağırdı, Allah eline düşürmesindi yani. "Gerizekalı," diyerek sesini yükseltti, "Neye çığlık attın? Ödümü kopardın, kaza yapıyorduk!" Sinir yine sağdan soldan bana gelirken elimdeki tutacağı gözünün önüne doğru salladım.

 

 

"Araban ölmüş senin! Bütün organları terk ediyor arabanı. Bak, biri benim elimde kaldı. Baksana, bak!"

 

 

"Derin çek şunu gözümün önünden araba sürüyorum! Kaskosu da yok arabanın, çekil diyorum şuradan manyak!" Eliyle gözünün önünde salladığım tutacağı alarak arkaya attı, bana da bir şaplak atıp elimi tekrar kendime çekmemi sağladı. Arkaya attığı tutacağa bakmak isterken çok hızlı dönmüş olmalıyım ki boynum resmen çıtırdadı! Acıyla bağırarak elimi boynuma götürdüğümde Elif bu sefer de acı bağırışımdan korkmuş, o da bağırarak arabayı yolun ortasında durdurmuştu. Arkadaki arabalar kornaya basıp yüksek ihtimalle bize küfür ederek yanımızdan geçip gittiler. Elif endişeyle bana bakıp, "İyi misin kuşum?" diye sorduğunda aslında pek de iyi değildim, ağlama noktasına gelmiştim ama yine de iyiyim anlamında kafamı salladım. En azından dışarıdan bakıldığında iyi olduğuma kanaat getirmiş olmalıydı ki kafama bir şaplak geçirmişti. Bugün gerçekten tımarhaneye gitmezsem iyiydi!

 

 

"Elif, elin diyorum, ağır diyorum, hâlâ vuruyorsun Elif! Tamam, senin vurduğun yerde gül biter ama bu da can!" Beni hiç umursamadan tekrar arabayı çalıştırarak sürmeye başladı. Arkama yaslanıp gözlerimi kapatarak tekrar o deli saçması meditasyonları düşünmeye, kendi içimde tekrar etmeye başladım.

 

 

Mutluluk benimle, ve bana huzur veriyor. Her zorluğun üstesinden gelebilecek kadar cesurum. Bütün olumsuzlukları bırakıp yalnızca pozitifliğe ve üretkenliğe odaklanıyorum. Hayatın sevgi dolu ruhsal rehberliğini kabul ediyorum. Ommmmm...

 

 

 

*****

 

 

 

Eve gelmeden önce akbil'imi doldurmuş, Elif'le bir kahve içmiştik. Hani taksiye bile verecek paran yoktu? diye düşünüyorsanız eğer hemen söyleyeyim; mübalağa diye bir şey vardı! Kendi yağımızda kavrulsak da taksiye binmek benim gözümde tamamen lüks bir aktiviteydi. Kovulduğum figüranlığın ücretini de göndermişlerdi. Aslında kabul etmemem gerekirdi, çünkü herhangi bir emek sarf etmemiştim-ağlamak dışında- ama ne bulsam kârdır diyerek hiç sesimi çıkarmadım. Şimdi de oturmuş hep birlikte maç seyrediyorduk. Aslında beni ilgilendiren bir şey yoktu, ayrıca bugün dizim de vardı ama yediği kaba tükürmeyi tercih eden kardeşlerim Fenerbahçe taraftarı olmayı seçmişti! Rahmetli babam şu hallerini görse eminim suratlarına tükürürdü. Elif ve ailesi de bizim evdeydi, çünkü onlar da Fenerbahçe taraftarıydılar. Yani anlayacağınız, bir garip annem, bir de ben kalmıştık sarı kanaryaların arasında.

 

 

"Lan vursana şu topa! Sokacağım şimdi oynayacağın oyuna! Bu adam Eren'i niye oynatmıyor aga? Bu sik kırığı bir boka yaramıyor!" Annem Furkan'ın kafasına terlik fırlatırken, "Ağzını kırarım senin! Bin defa dedim küfürlü konuşmayın şu maçı izlerken diye!" bir yandan bağırıyor diğer yandan da elini at geri o terliğimi dercesine sallıyordu. Baktım Furkan hiç oralı değil, sanki tüm hayatı buna bağlıymış gibi maç izliyor, oflayarak ben verdim anneme terliğini. Kendi takımım hariç hiçbir maç dikkatimi çekmiyor, beni eğlendirmiyordu. Tekrar yerime oturduğumda televizyon ekranında yedek kulübesinde oturmuş, düşünceli düşünceli maçı izleyen bir oyuncu gösterildi.

 

 

Eren Balçık. Fenerbahçe'nin -birkaç ay önceye kadar-pek kıymetli sol bek oyuncusu. Yani, adamı tabii ki tanıyordum. Her şeyden önce kardeşlerim adama bayılıyorlardı. Setlerde de kızların beyaz atlı prensi oluyordu kendisi. Yakışıklı mıydı? Evet, çok. Ama karakter? İşte orada sınıfta kalıyordu. Kendisini şahsen tanımıyordum, tanımak gibi bir isteğim de yoktu lakin her yerde ne kadar yakışıklı olduğu kadar, karakterinin gelişmemiş olduğu da konuşuluyordu. Kısacası, Allah böyle adamları bizden uzak tutsun, karşımıza çıkarmasındı. "Abicim n'oldu sana ya? Niye böyle oldun Eren?!" Efe'nin sesini duyunca o tarafa döndüm. Bu Eren'e ne oldu da herkes bu kadar dertleniyordu bu adam için ya? Hayır, 16'lık kardeşim bile hiçbir derdi tasası yokmuş gibi bu adam için üzülüyordu! Ben part time işler yapıp, nerede figürana ihtiyaç var oraya koşturuyordum ama bu iki dallama kardeşimin benim için bu kadar dertlenip kederlendiğini görmemiştim!

 

 

Derin bir iç çekiş duyunca Elif'e baktım. Bu kıza ne oluyordu şimdi? Baktığımı hissetmiş gibi bana dönünce gözlerinden kalpler fışkırıyordu resmen. Anlamayarak kaşlarımı çatınca dudaklarını oynatarak bir cümle mırıldandı. Adam yakıyor kızım. Şakağımı kaşıyormuş gibi yaparak Elif'e orta parmağımı gösterdim. Bu dünya benim cehennemimdi, bir de o adamın yangınıyla uğraşamazdım!

 

 

Bazen heyecanlı pozisyonlar olsa da maç bir hayli sıkıcıydı, kardeşlerimin bayıldığı Eren de oyuna alınmamıştı. 1-1 biten maçın ardından hepimiz oturma odasında oturmuş çay içiyorduk. Erkekler maçın kritiğini yaparken, kadınlar haftaya yapılacak olan altın gün günü hakkında konuşuyorlardı. Hani şu kısır, kek, börek ve sarmanın tatlarının iç içe geçtiği altın günlerinden bahsediyorum. Ben iki tarafı da dinlemiyor, bir umut belki figüranlık teklifi gelmiştir diye e-mailimde geziniyordum. Pek bir şey göremeyince telefonumu hırsla oturduğum kanepenin kolçağına çarptım. Kafamı kaldırdığımda Elif'in abisi Semih'le göz göze geldik. Semih çok iyi bir insandı. Anlayışlı, sevecen, aileme ve özellikle bana karşı çok anlayışlıydı. Ben abla olarak büyümüştüm, hiç abim olmamıştı ama Semih'i abim yerine koyabilirdim.

 

 

Gözleriyle balkon kapısını işaret edip yavaşça kalkarak oraya ilerledi. Sanırım bizi çağırdı, Derin. Evet, ben de öyle düşünüyordum tabii. Anneme doğru baktığımda kaşlarını hafifçe çatmış bir bana bir balkon kapısına bakıyordu. Hafifçe gülümseyip anne vallahi ben de bilmiyorum anlamında omuz silkerek yerimden kalktım. Annem umarım ki omuz silkmemi benim kastettiğim şekilde anlardı. Balkona çıkıp kapıyı da ardımdan kapattım. Semih bana, ben Semih'e bakıyordum şimdi. Ne oldu? dercesine bir gözümü kırpıp kafamı hafif sallayınca yaptığım harekete güldü.

 

"Sigara içer misin?"

 

"Benim astımım var."

 

"Hayır, senin astımın yok Derin."

 

"Sen nereden biliyorsun benim astımım olmadığını?"

 

 

"Ben senin hakkında her şeyi biliyorum."

 

 

Allah! Gerçekten hiç o kardeşimin arkadaşına aşık oldum temalı olayı yaşamak istemiyordum! Semih benim abim gibiydi. Evet, ona belki abi demiyordum ama bu yanlış anlamaya mahal verecek bir durum değildi ki arkadaşım! Stres bütün vücudumu dar bir elbise gibi yavaşça sarmaya başlarken yaptığım meditasyonları düşündüm.

 

 

Cesurum. Güvendeyim. Bu anın üstesinden gelebilecek güçteyim. Her şey kontrolüm altında. Dalgalar. Deniz. Gökyüzü. Mavi gökyüzünün altında sakinleştiğimi hissediyorum. Vücudumu rahatlatan bütün enerjileri üzerime çekiyorum. Ommm..

 

 

"Derin? Kız ne yapıyorsun, Derin? Derin!" Omzumdan sarsılmamla gözlerimi açıp gerçekliğe döndüm. Benim neden doğru düzgün meditasyon yapmama izin verilmiyordu?! Bir bıraksalar, bir o meditasyonu tam anlamıyla yapabilsem sakinleşecektim zaten!

 

 

"Bak, Semih abi. Bak abi diyorum, Semih! Sen benim abim gibisin. Yok senin hakkında her şeyi bilirim, yok kaş göz işaretiyle beni balkona çağırmalar falan! Olmuyor bak bunlar!" Semih bir şey söylemek için ağzını açsa da bir elimi kaldırarak onu susturup konuşmaya devam ettim. "Biz beraber büyüdük. Sana hiç o gözle de bakmadım! Ayrıca sen benden 5 yaş büyüksün, yaşından başından utan be! Sana adınla sesleniyorum diye yanlış mı anladın? Bundan sonra direkt Semih bacı diyece-" Semih bir eliyle ağzımı kapatırken diğer elini dudaklarına götürmüş sus işareti yapıyordu. Şimdi susmanın sırası değildi! Susarsam yılların dostluğu bozulur, komşuluk biterdi! Bıraksaydı da konuşsaydım ah daha neler söyleyecektim!

 

 

"Kızım, salak mısın sen? Ne saçmalıyorsun, ne konuşuyorsun sabahtan beri? Bir susmadın ki sana derdimi anlatayım!" Elini ağzımın üstünden hırsla çekip kafasına bir tane vurdum. "Ne anlatacaksın lan sen bana? Kardeşimin arkadaşına göz koyan pisliğin tekiyim demiyorsun, hâlâ dert mert saçmalıyorsun! Hem sevgilim var be benim!" Son cümlemi biraz bağırarak söylemiş olmalıyım ki içerideki herkes balkona çıktı. Tabii herkes balkona çıkınca çok kalabalık olduk. Kalabalık olunca da küçük balkonda sıkış tepiş kaldık.

 

Derin, sen biraz önce ne bok yedin?

 

Ben biraz önce ne bok yemiştim?

Loading...
0%