Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Bölüm 1

@lolabunny

 

Soğuk rüzgarlar arkasında çığlıklar bırakıyordu. Sokaklar sessiz, sakindi. Yavaş yavaş atının dizginlerini çekiştirirken, atına yön verdi. Bu bembeyaz karla kaplanmış dünyada kızıl saçları belinden aşağıya* doğru ateş gibi süzülüyordu. Soğuktan çatlamış dudaklarını nemlendirdi*, kasabanın çıkışına geldiğinde kafasını çevirdi ve arkasına baktı. Karla kaplanmış kirpikleri her gözünü kırptığında süzülüyordu.

 

Önüne döndü ve atını sürmeye devam etti. Hava gittikçe daha da soğuyordu fakat içi intikam ateşiyle öyle bir yanıyordu ki onu hiç bir şey durduramazdı.

 

Annesinin katilleri cezalarını çekecekti.

 

O, herkese boyun eğdirecekti.

 

İleride ki sarayın heybetli duruşuna gittikçe yaklaşıyordu. Altın işlemeleri, koca sütunları, koca duvarları göze batan ilk detaylardı. Yaklaştığında kapının önünde duran sıra sıra askerlere baktı. Onu tanıyıp tanımadıklarından bile emin değildi.

 

“Kapıyı açın.” Dedi oldukça sert ama nahif bir ses tonuyla. “Kimsiniz?” Dediğinde dudaklarında alaycı bir gülümseme oluştu. Kendi askerleri kendi prenseslerini tanımıyordu.

 

“Prenses Diana.” Dediğinde asker duraksadı. Genç kızı öncelikle bir süzdü, daha sonrasında kafası karışmış bir şekilde etrafına bakındı. “Eğer biraz daha beni içeri almazsan kafanın ayaklarının ucunda olması için her şeyi yapacağım.” Asker tedirginlikle kapının kilidini indirdi. Kendisinin iki katı olan kapı iki yana doğru açılırken rahatsızca hareketleşen atının dizginlerini çekiştirdi. “Sakin ol, oğlum…” Atının yelesini okşadı. “Size yardım etmeme izin verin majesteleri.” Önüne ahşap mini merdiven koyulmuştu. Gözlerini devirdi ve tek hamlede atından atladı. Ne o aptal merdivene ne de o aptal askerin yardımına ihtiyacı vardı.

 

Botları kardan zemini ezip geçerken karla kaplanmış zemine rağmen adımları hızlıydı. Sarayın bahçesi, girişi, her şey değişmişti. O kadın her şeyi değiştirmişti. Babasının heykelini gördüğünde gözlerini devirmeden edemedi. Bunun Darlane’in fikri olduğuna emindi.

 

Arkasında ki asker kapıyı aralaması için önünde ki askerlere emir verdi. Askerler kapıyı araladığında önüne koca bir bekleme alanı açıldı. Oldukça gösterişli, salonun tam ortasında koca bir avize vardı. O avizelerin pırlantadan olduğuna adı kadar emindi. Yine burada da heykeller vardı. Hepsi ince ince işlenmişti. Gerçekten harika bir sanatçının elinden çıktığına emindi. Zemin bir ayna gibi parlak, duvarlar tertemiz kaplanmıştı. Her yerde gezen hizmetçiler vardı. Biraz daha ilerlediğinde dört yandan dolanan merdivenleri gördü. Girdiği andan itibaren duvarlarda tablolar vardı. Daha sonrasında üç merdiven gördü. Oradan inince misafirler için ayrıldığı belli olan o geniş alanı gördü. Orada annesiyle balolara katılmıştı. Annesi en çok baloları severdi, onları düzenlemeyi, kıyafetlerle tek tek uğraşmayı… Gözlerinin dolmasını engellemek için gözlerini kapadı.

 

Bekleme salonunun tam ortasında, avizenin altındayken askerin adımlarının durmasıyla o da durdu. “Kral Arthur’u çağıracağım. Vi! Prensesimizle ilgilen!” Daha sonrasında sert adımlarıyla o dört merdivenlerin birisinden hızlı adımlarla yukarı çıktı.

 

Naif bir kız yanına yaklaştı. Gerçektende naifti; cılız, çelimsizdi. Üzerinde ki kıyafetin içinde kayboluyordu. Belinde ki önlükle elbiseyi tutturmuştu. Sarı altın saçlarını topuz yapmıştı. Kaşları ve kirpikleri açık renk olduğu için belli olmuyordu. “Majesteleri!” Önünde eğildi. Kızın içinin titrediğini görebiliyordu. Bu kadar korktuğu şey neydi gerçekten merak ediyordu. Elini kaldırdı. Genç kız dizlerinin üzerinde doğruldu, kafası hala eğikti. “Üzerinizdekileri almama izin verin efendim.” Dediğinde kıza izin verdi. Kollarını iki yana doğru saldı, genç kız üzerinde ki kürkünü çıkardı. İçerisi oldukça sıcaktı, bu yüzden rahatlamış hissetti. “Odamı hazırlayın. Güzel bir banyo yapmak istiyorum…” Dediğinde sözünü merdivenlerden gelen tok ses böldü. Arkasını döndüğünde koca heybetiyle onu gördü.

 

Kral Arthur’u… Ona baba demezdi.

 

Onun babası yıllar önce ölmüştü.

 

“Hoşgeldin, kızım.” Dediğinde gözlerinin sinirle acıdığını hissetti. Ne kadar güçlü olursa olsun, içinde ki çocuk her zaman ortaya çıkmaya çalışıyor ve kendini göstermeye çalışıyordu. Ağlamayacaktı, bu yüzden yumruk yaptığı ellerini gevşetti ve derin bir nefes aldı.

 

Kaliteli giysilerinin altındaydı. Saçlarına aklar düşmüş, yüzünde zamanın izleri vardı. Yaşlanmıştı fakat gözlerine baktığında o gözlerin, o duruşun hala izi vardı. O asla değişmemişti. Sadece zaman ona acımamıştı.

 

Önünde saygıyla kralını selamladı. “Kralım…” Dedi. Daha sonrasında doğruldu, dudaklarına sahte bir gülümseme kondurdu. “Size oldukça güzel bir hediye getirdim.” Dediğinde eli beline gitti. O sırada bunu fark eden asker hareketlendiğinde duraksadı ve gözlerini askere dikti. Tek kaşını kaldırdı ve oldukça uyarı dolu bir bakış attı. Eli soğuk hançeri kavradı, belinden hançeri çekti. Soğuk hançer değerli taşlarla süslenmiş, ince ince işlenmiş değerli bir ustanın eseriydi.

 

Avucunda tuttuğu hançeri yavaşça ona doğru uzattığında Kral Arthur’un dudaklarında memnuniyet dolu bir gülümseme görmüştü.

 

“Seni o hançerle öldüreceğim.”

 

İçinde ki öfke bedenine yayılırken, gözlerini babasının gözlerine değdirdi. “Uzun zaman oldu, umarım iyisinizdir.”

 

“Odanı hazırlamaları için emir verdim, istediğin gibi yerleşebilirsin. Akşam yemeğini beraber yemek istiyorum.”* Genç kız histerik bir gülüşle güldü, kafasını hafifçe yana eğdi. Bir başkası aralarında oluşan gerginliği hissedebilirdi. Aralarından kıvılcımlar geçip gidiyordu.

 

“Çok incesiniz. Kraliçe Darlene ile görüşmek için sabırsızlanıyorum.” Dedi ve tekrardan selam verdi. Ardından arkasını döndü, merdivenlerden yukarı çıktı. Krala arkasını dönmek normalde herkesin yapabileceği bir şey değildi. Yapmaması gerekirdi fakat bunu umursayacak değildi. O bu saraya kendi kurallarıyla gelmişti. Kendi kurallarıyla yaşayacaktı.

 

Askerin onu yönlendirmesiyle beraber odasına doğru yürüdü. Koca camlar kalın ağır perdelerle süslenmişti. Koridorlarda yumuşak kaliteli halılar, parlak zeminler vardı. Onu karşılamaya gelen kimse yoktu bile. Oldukça komikti.

 

Oysaki onu kendisi çağırmıştı.

 

Değeri bu kadardı.

 

“Buyrun Prenses Diana, odanız. Hemen banyonuzu hazırladık, sizinle ilgilenmeleri için emrinize hizmetçiler verdik.” Genç kız kafasını salladı ve odasına girdi. Odası oldukça aydınlıktı. Koca bir camın kenarlarında yine ağır perdeler yer alıyordu. Yatağı süslü, yastıklarla doluydu. Anlatamayacağı kadar ihtişam doluydu ve o odanın bu kadar yorucu olmasından şimdiden bunalmıştı.

 

“Çekilebilirsin.” Dedi ve kapının kapanma sesini duydu. İçeride ki hizmetçiler genç kızın önünde saygıyla eğilmiş, onu bekliyorlardı. “Majesteleri, ben Faith. Sizin sadık sağ kolunuz olacağım.” Dediğinde genç kızı süzdü. Kahverengi saçları süt gibi beyaz teni vardı. Oldukça dolgun bir vücudu vardı. Üzerinde ki elbise daha ne kadar mini olabilirdi bilmiyordu fakat bu kadar açık bir giyimle nasıl çalışabiliyordu anlam verememişti. “Sen bu kıyafetinle nasıl çalışıyorsun?” Diye sordu göz devirerek. Ardından arkasını döndü. “Yardım et.”

 

Genç kız hızlıca Diana’ya yaklaştı. Üzerinde ki elbisenin iplerini çözmeye başladı. “Kraliçemizi bizim için ayarladığı kıyafetler. Kıyafetlerimizi biz seçmiyoruz.” Gözlerini devirdi, tabi ya onun işiydi.

 

“Benim için terziler geldiğinde sana yeni bir kıyafet diktirelim. Sen sarayda kralına hizmet eden birisin. Bu kıyafet buna uygun değil.” Dediğinde genç kız sessiz kaldı. Zaten bir şey de diyemezdi.

 

Üzerinde ki elbisesi omuzlarından aşağı doğru süzüldü. Altında ki korseyi de söktü ve beyaz teni tamamen ortaya çıktı.* Onun için hazırlanmış ılık suya girdiğinde kemiklerinin sızladığını hissetti. Uzun bir yolculuktan sonra bu banyo ona iyi gelmişti. Faith saçlarıyla ilgilenirken bir başka hizmetçi vücudunu keseliyor bakımlar yapıyordu. Gözlerini kapadı ve kendini anın büyüsüne bırakmaya karar verdi. Yavaş yavaş suyun içinde mest oluyordu. Başında ki ağrıdan eser kalmamıştı.

 

“Kıyafetimi hazırlayın.” Akşam yemeğinde buruşmuş olmak istemiyordu. Saçlarından süzülen suyun kesintisiyle doğruldu, bacaklarını sırasıyla küvetten sarkıtarak çıktı.

 

Odasına geçtiğinde zaman sanki su gibi akıp gitmişti. Hızlıca giyinmiş, bakımlar yapılmıştı. Her detayına kadar uğraşmışlardı. Saçları hırçın bir şekilde yine belinden aşağı doğru salınmıştı. Mor elbisesi beyaz tenini sarmalamış, derin korsesi o kadar sıkıydı ki nefes alamıyordu. *

 

Kapı tıklandığında gözlerini kapıya çevirdi. “Gel.” Dedi. Kapı açıldığında içeriye başka bir hizmetçi girdi ve önünde saygıyla genç kıza selam verdi. “ Efendim, Kral Arthur sizi bekliyor.” Genç kız elini kaldırdı ve elini salladı. Ayağa kalktığında parlak zeminde ayakkabıları tok bir ses bıraktı.

 

Derin bir nefes aldı. Göğsünün sıkıştığını hissediyordu. O masaya oturacaktı, onlarla olacaktı. Gözlerini birbirine bastırdı, sabırlı olmalıydı. *

 

Adımları hızlıydı, bir an önce varmak ve ne yaşayacaksa yaşamalıydı. Bu yüzden asker kadar hızlıydı, hatta onun yanındaydı. Bu ayakkabılarla ne kadar zor olsa bile…

 

Salonun kapısı rahatsız etmeyen ama büyük bir gürültüyle açıldığında salonun ortasına koca bir sessizlik düştü. Salonun girişinde ayaklarına baktı.

 

“Güçlü olmalıyım, başım dik olmalı.” Kendine bunu tekrar edip durdu ve başını kaldırdı. O sert bakışlarını yine zırh gibi üstüne giydi. İlk adımını kapıdan attığında salonda ki sessizliği ayakkabılarından çıkan tok ses bozdu. Ortamda ki tek ses onun ayakkabılarının zemini ezmesiydi. Dudaklarına alaycı bir gülümseme kondurdu ve koca salonun ortasında duran masaya boş bir bakış attı. Kraliçe Darlane oldukça ağır, kabarık bir elbise giymişti. Başında kocaman bir taç vardı. Ağır işlemeli, abartılı, şöhretin her nimetinden faydalanırcasına bir taç yaptırmıştı. Kafasını nasıl taşıdığını merak ediyordu aslında.

 

Güzeldi, bir çok erkeği mest edecek güzelliği vardı fakat kalbi bir o kadar kötüydü. O saf bir kötüydü, onun yaptıklarının haddi hesabı yoktu. Masanın başında kral vardı. Onun sağ tarafında kraliçe, sol tarafında ise en büyük oğlu vardı. O kadından, üç tane çocuğu vardı. Kendisi ise tekti. İki tane oğlu ve bir tane kızı vardı. Kızı oldukça sessiz sakin gözüksede onun da annesine benzediğini düşünürdü hep. Çünkü mimikleri, konuşma şekli, gülüşü bile annesine benziyordu.

 

İlk oğlu annesine benziyordu, ikinci oğlu da hiç hoşlanmasa da kendisine benziyordu sanki. Bazen oldukça benzetiyordu. Aynı anneden olduklarını düşünen çok oluyordu. Komikti.

 

Selam vermek için zarifçe eğildi. Ardından doğruldu ve yerine oturdu. Babasının tam karşısında ki sandalyede oturuyordu. Gözleriyle birbirlerine diyecek çok sözleri var gibiydi.

 

“Geldiğine sevindim, Prenses Diana! Seni görmek güzel.” Genç kız mendilini dizlerinin üzerine yerleştirirken yüzünde ki alaycı gülümsemeyi sildi. “Bende sizi gördüğüme sevindim, kraliçem.” Daha sonrasında asla kardeşi gibi görmediği kardeşlerinin yüzlerine tek tek baktı. Onların selam vermesini beklemişti fakat hiç birinden ses çıkmamıştı.

 

Kendisi de bu yüzden konuşmadı. Kral ve kraliçe dışında kimseyle yüzleşmek zorunda değildi.

 

Yemeğin geri kalanında kraliçe gereksiz sorular sormuş, prenses ise çoğu soruyu cevaplamamış yemeğinin tadını çıkarmıştı. Kral, kraliçeyi en sonunda susturmuş ve yemeğin sonunda kraliçe sonunda susmuştu.

 

“Seni buraya çağırmamın bir nedeni var.” Dediğinde dikkatini krala verdi. Altından iyi bir şey çıkmayacağını biliyordu. O, onu yıllar sonra umursamaya birden karar vermiş olamazdı. Annesi rüyasına girip onu rahatsız etmediyse tabi…

 

“Sizi dinliyorum.” Dedi ve devam etmesini bekledi. Kral oturduğu masada dikleşti, gerildi. O sert, acımasız tavrıyla gözlerini kızının gözlerine diktiğinde dudaklarından çıkan cümleyle herkesi derin bir sessizliğe boğdu.

 

“Seni Molsan Krallığının varisi Cedric ile nişanlayacağız.”

 

Genç kız öncelikle duyduğu şeyi sindirmeye çalıştı. İyi bir şey duymayacağını biliyordu fakat onun hayatına müdahale edileceğini tahmin etmemişti. Dudaklarını birbirine bastırdı. Bütün hayatını alt üst ettiği yetmemişti, bir de kendi kararlarını elinden alıyordu.

 

Sandalyesini yavaşça geriye itti. Doğruldu ve ellerini masanın iki yanına yerleştirdi. “Sen ne söylediğini bildiğine emin misin?” Diye fısıldadı. Bu sessizliği onun tehdidiydi, kral bunu iliklerine kadar hissetti.

 

“Kral Arthur’la böyle konuşamazsın!” Kraliçenin sesini duyduğunda gözlerini sinirle kapadı. Kadehini eline alıp yere fırlattı. Salonda büyük bir gürültü koptu. “Sen sesini keseceksin!” Diye bağırdı. Kraliçe gözlerinden ateş çıkarak ayağa kalktığında kaşlarını çatmış, duruşunu dikleştirmişti. “Sen ne hakla bana bu şekilde davranırsın?”

 

“Siz beni buraya çağırdıysanız, ben istediğim gibi konuşurum. Bunu bilerek çağırdınız. Şimdi sesini kes, kocanın arkasına saklanmaya devam et ve metresliğini bil.”

 

O anda hiç bir şeye dahil olmayan kardeşlerinden en büyüğünü hareketlenirken gördü. “Kelimelerinizi doğru kullanın Prenses Diana! Sizin için iyi sonuçlar doğurmaz.”

 

Sesinde ki otorite, o netlik babasını hatırlattı. Ondan bu yüzden nefret ettiğini hissetti. “Sen kes sesini!” Ardından babasına döndü. “Neden o küçük kızını evlendirmiyorsun? Yoksa o da mı metres olacak?” Dediğinde Adel’in gözlerinin dolduğunu ve masadan kalktığını gördü.

 

Umurunda değildi, kendisinin hayatı bitmişti. Bu prensesin bir kaç göz yaşının değeri yoktu.

 

Arkasından küçük oğlan kardeşin gittiğini gördü. Aileyi daha ilk dakikadan dağıtmayı başarabilmişti.

 

“Derhal buradan defol!” Diye bağırdı büyük oğlan, Frank. Onun gözlerinde gerçekten babası vardı. Mide bulandırıcıydı.

 

“Sen bana emir veremezsin. Metres çocukları asil bir prensesle konuşamaz.”

 

Aslında krala ait her çocuk aynı hakka sahip olabiliyordu fakat halk ve katolik inanca sahip olanlar bunu oldukça ayıp buluyordu. Bu yüzden yıllarca krala isyan başlatanlar olmuştu. Bunu herkes bildiği için Frank bu söylediğine sadece öfkeyle bakabilmişti, daha sonrasında çareyi babasında aramıştı. “Onun konuşmasına izin mi vereceksin?” Diye sordu. Sesi kendisine az önce konuştuğundan daha sakindi. Kral Arthur sadece bakmakla yetinmişti onun sorusuna. Her zaman yaptığı gibi, kaos ortaya çıkarır, susar ve giderdi.

 

Ama bu sefer ne susmuştu, ne de gitmişti.

 

“Ben söyleyeceğimi söyledim. Prens Cedric’le evleneceksin. Yarın akşam burada olacaklar. Ayrıca senin için bir komutan ayarladım. Seninle beraber olacak, seni koruyacak.” Genç kız kahkaha attı ve sandalyesine geri oturdu. “Kaçmanı engelleyecek demek istedin sanırım.”

 

“Ne anlarsan. Yemek burada bitmiştir, herkese afiyet ve huzur diliyorum.” Dedi ve ayağa kalktı. Herkes onun ayağa kalkmasıyla kalkmıştı fakat genç kız ayağa kalkmak yerine sandalyesinde oturmaya devam etti. Ona saygı falan duymuyordu.

 

Kraliçenin onun peşine takılıp gideceğini düşünmüştü fakat öyle olmamıştı. O orada durmuş, kral gidene kadar beklemişti.

 

“Geçmişte olmuş olan hesapları görmeye geldiysen hiç ümitlenme!” Diye hiddetlendi. Onun bu cesareti karşısında genç kız güldü. “Farkında mısın Darlane?” Diye sordu.

 

“Ben senden daha üstünüm. Ben asil bir kandan geliyorum, annem gerçek bir kraliçeydi, onun tahtı vardı. Babam da kral. Ama sen…“ Duraksadı ve Frank’a gözü takıldı.

 

O anda bunu fırsat bilen Darlane konuyu değiştirmeye çalıştı. “Senin bir an önce evlenmen için her şeyi yapacağımdan emin olabilirsin.” Dediğinde genç kız histerik bir kahkaha attı. “Asla durma!”

 

Kraliçe ve Frank masadan ayrıldığında koca masada tek başına kalmıştı. Gözlerini devirdi ve ayağa kalktı. Gerçekten harika bir gündü. Tatlı aile buluşması!

 

Odasına gittiğinde Faith onu bekliyordu. Üzerinde ki kıyafetlerini çıkardılar, daha sonrasında gece uykusuna hazırlandı. Gerçekten gece uykusuna hazırlanması bir saat sürmüştü. Süslenmeyi ve kendine önem vermeyi seviyordu fakat konu uyku olunca bu kadar süslenmekten nefret ediyordu. Rahat bir uyku için bir saat hazırlanması korkunçtu.

 

Uyumak için karar verdiğinde duraksadı. Aile şu an da zaten yeterince kötü bir gece geçirmişken neden daha kötüsünü geçirmiyorlardı ki?

 

O küçük prenses Adel ile biraz daha uğraşabilirdi.

 

Yatağından kalktı, ayakları yumuşak terliklerini buldu. Aslında Faith ona yardımcı olabilirdi fakat şu an ona güvenemezdi.

 

Odasının kapısını açtığında karşısında duran bedenle kaşlarını çattı. Karşısında oldukça uzun boylu, esmer bir adam vardı. Giyiminden anladığı kadarıyla bir askerdi. Saçları oldukça rahat bir şekilde dağılmış, yüz çehresi son derece keskindi. Gözleri ise tam bir asker gibi bakıyordu; duygusuz, sert.

 

“Sen kimsin?” Diye sorduğunda genç adam aynı ciddiyetle cevap verdi. “Komutan Richard.” Babasının kurduğu cümleyi hatırladığında gözlerini devirdi. Gerçekten de başına komutan dikmişti. “Sizinle sabah tanışmayı umuyordum, Prenses Diana.” Dediğinde genç kız gözlerini kısarak karşısında ki komutanına baktı. “Kardeşim Prenses Adel’i görmeye gidiyordum. Öyleyse bana eşlik edin.” Dediğinde komutan bir adım geri attı ve prensesin geçmesi için yer açtı. Genç kız komutanın önüne geçti fakat odanın nerede olduğunu bile bilmiyordu. Bu yüzden bu canını sıktı. “Adel’in nerede kaldığını biliyor musun?” Diye sordu. “Evet efendim, buyurun.” Dedi ve komutan Richard onu yönlendirdi.

 

Rezil olduğunu düşünsede bunu çaktırmadı ve komutanın onu yönlendirmesine izin verdi. Rezil olması gereken kendisi değildi, babasıydı.

 

Kapıya geldiğinde kapıda muhafız gördü. “Prenses Adel uyuyor efendim.” Dediğinde genç kız gözlerini devirdi. Onun uyuması umurunda bile değildi. “Bana uyumayacağını söylemişti.“ Dedi ve kapıyı tıkladı. Bir kaç saniye sonrasında kapının ardından bir ses yükseldi.

 

“Gel!”

 

Asker kapıyı araladığında burnuna direkt çiçek kokusu geldi. İçeriye adım attı, içerisi oldukça cıvıl cıvıldı. Cam kenarlarında ve her bulduğu boş kısma çiçek yerleştirmiş gibiydi.

 

Adel, genç kızı gördüğünde yatağında dikleşti. Kaşlarını çatmış, sorgular bir ifadeyle ona bakıyordu.

 

Manipülasyon, bir insanın en gizli silahıdır.

 

Genç kız üzgün bir ifadeye büründü ve Adel’e yaklaştı. “Ne işin var burada?” Diye sorduğunda genç kız yatağa oturdu. Yatağa oturmasıyla Adel hafifçe geri çekildi. Aynı ifadeyle Diana’ya bakıyordu. “Masa da söylediklerim için üzgünüm. Sinirimi senden çıkarmamalıydım.” Dediğinde Adel’in gözlerinde ki öfkenin biraz yumuşadığını hissetti. Bu onun devam etmesi için bir işaretti. “Babam oldukça üzerime geldi, insanın kendi hayatı hakkında söz sahibi olamaması ne demek iyi biliyorsundur…” Gözlerini kırpıştırdı. Annesi böyle yaptığı zaman ona dayanamadığını söylerdi. “Ayrıca annenle anlaşamamamız için çok nedenimiz var fakat seninle yok. Sinirimi senden çıkarmamalıydım gerçekten bu konuda üzgünüm. Beni affedebilir misin?” Diye sorduğunda Adel’in bir kaç saniye bakışlarını ondan çekip yere baktığını gördü. Düşünüyordu. Ne Adel onu tanıyordu, ne de o Adel’i tanıyordu. Bu yüzden ona şans tanıması oldukça kolay olacaktı.

 

“Seni anlayabiliyorum ve affediyorum. Aramızda bir sorun yok fakat lütfen anneme karşıda biraz nazik olmayı dener misin?” Diye sorduğunda genç kız gözlerini devirmemek için kendini zor tuttu. “Annen konusunda nazik olacağıma dair bir söz veremem. Ama sana ve kardeşlerime karşı nazik olacağıma söz veriyorum.” Dedi ve Adel’in dizlerinde olan elini sıktı.

 

“Şimdi uyumaya gidiyorum, kahvaltıda görüşürüz.” Dedi ve ayağa kalktı. Kapıyı açtığında yine Richard’ı görmesiyle gözlerini devirdi. Gerçekten peşine komutan takmıştı, bu adamın sorunları vardı.

 

Odasına geçtiğinde güzel bir uyku çekmeye kararlıydı. Sabah yeni bir gün, yapılacak yeni planlar vardı.

 

**

 

Gözlerini araladığında güneş perdesinden süzülüyor ve yüzüne doğru vuruyordu. Bir kaç saniye yatakta uzanmaya devam etti ardından doğruldu. Uyandığı gibi aynadan kendisini gördüğünde yüzünü buruşturdu. Korkunç bir dizayn şekliydi.

 

Faith hemen dibinde bitmişti. “Banyonuzu hazırladım efendim.” Kafasını salladı. O sırada Faith elini kaldırdı ve diğer hizmetçileri yanına çağırdı. “Bugün hangi elbisenizi giymek istersiniz?” Diye sorduğunda elbiselere göz attı. Yeşil olanı işaret etti ve ayaklandı. Hizmetçisinin kıyafetlerini üzerinden almasına izin verdi, ardından güzelce temizlendi.

 

Saçlarına bakımlar yapıldı, her yerini yavaş yavaş masaj yaparak keselediler. Bir sürü bakım yağlarından sonra sonunda banyosundan çıkabilmişti. Bu hissi seviyordu, kendisine bakmayı seviyordu. Ne olursa olsun kendisi hep değerliydi.

 

Kıyafetlerinin giydirilmesi için tekrar odasına girdi. Korsesi, tarlatanı giydirildikten sonra yeşil elbisesini de üzerine geçirmişlerdi.

 

Saçlarını yapmak istediklerinde durdurdu. O kimsenin saçlarını yaptırmasına izin vermezdi, annesinden başka; kendi halinde seviyordu.

 

Zarif bir kolye boynunu sardı, daha sonrasında masada duran tacına baktı. “Tacımı da takabiliriz.” Dedi ve tacını başına taktırdı. Artık tamamlanmıştı.

 

Kapıyı açtığında karşısında yine Richard’ı gördü. Kaşlarını çattı ve genç adamı süzdü. “Sen ne zaman uyuyorsun?” Diye sordu sorgular bir şekilde. Richard genç kızın geçmesi için kapıda yer açarken sorusunu cevapladı. “Siz uyuduktan sonra majesteleri.”

 

“Benim uyuduğumu nereden biliyorsun?” Diye sordu. Faith odada olmuyordu. “Ben her şeyi bilirim.”

 

Genç kız gözlerini devirdi. Bu adam buna ayak bağı olacaktı.

 

Yemek salonuna indiğinde Kral Arthur hariç herkesin masada olduğunu gördü. Dudaklarına sahte neşeli bir tebessüm kondurdu. “Günaydın! Nasıl da sevgi dolu bir sabah, değil mi?” Diye sorduğunda Adel ile göz göze geldi. Ona göz kırptıktan sonra masasında ki yerine oturdu. Babasının tam karşısına.

 

Her zaman karşısında olacaktı. Belki de yerini o seçmişti.

 

Kraliçe Darlane genç kıza delici bakışlarını atmaktan çekinmiyordu. Fakat genç kız umursamıyor, bilakis Adel ile ilgileniyordu. “Bugün harika gözüküyorsun!” Diye şakıdı. Masada ki herkes anlam vermeye çalışıyordu çünkü dün gece Adel masadan hoş bir şekilde ayrılmamıştı.

 

“Bu akşam nişanlın prens Cedric gelecek, nasıl hissediyorsun tatlım?” Diye sordu kraliçe. Bu konu hala moralini bozuyordu fakat bozuntuya vermemeye kararlıydı. “Onun beni gördüğünde kaçacağına eminim zira sizin yanınızda delirmememin mümkün olmadığını anlayacak ve benim deli olduğumu düşünecek. Hangi prens deli bir prensesi kabul eder?” Diye alaycı bir kahkaha attı. Kraliçe yüzünü buruşturdu. Bu kızdan gerçekten nefret ediyordu.

 

“Çeyizin hala hazır değil, yarına hazır olacağını umuyoruz. Her şeyiyle ilgilendim.”

 

“Kraliçe Darlane, bana olan bu sevginizi ne yapacağım bilmiyorum.”

 

Kral Arthur içeri girdiğinde herkes sustu ve ayağa kalktı. Kendisi yine ayağa kalkmamakta kararlıydı. Hatta o yemeğine başlamış, yavaş yavaş zarifçe yemeğini yiyordu. Komutan Richard’a gözü takıldığında konuştu.

 

“Komutan Richard, artık siz de ailemizin parçasısınız, oturun buyurun!” Dedi ve masayı ayağıyla iterek oturmasını istedi. Richard krala baktığında kral bıkmış bir ifadeyle genç adama izin verdi.

 

“Sahiden, benim kaçacağımı nasıl düşündün? Seni rezil etmek için elime fırsat geçmişken böyle bir şeyi yapacağımı düşünmen güldürdü.” Dediğinde Kral Arthur’un sabrının tükendiğini görebiliyordu. Ona herkesin içinde saygısızlık yapmaktan çekinmeyen tek kişiydi.

 

“Akşam geldiğinde saygılı olacaksın. Benim için değil annen-“ Genç kız içmek üzere olduğu bardağını sertçe masasına koyarken gözlerinden ateş fışkırıyordu. “Sen benim annemin adını ağzına alabilecek bir statüde misin?” Diye bağırdı. “Annem için ne yapılacağına sen değil, ben karar veririm. Sesini kes, yerinde otur ve emirlerini ver.” Kral Arthur hiddetle masasından kalktı. “Sen benimle ne cüretle böyle konuşabiliyorsun?” Diye bağırdığında istediğini almış bir ifadeyle kendisi de ayağa kalktı.

 

“Beni buraya her şeyi bilerek çağırdın. Benim seni asla alttan almayacağımı, idamı bile kabul edeceğimi bilirsin!” Diye bağırdı. Kral Arthur sinirle kahvaltı masasından ayrıldı. Kraliçe Darlane peşinden giderken Adel’in ona acıyan bakışlarla baktığını gördü. Asıl acınası olan onlardı ama farkında değildi.

 

“Neden bunu yapıyor?” Diye sordu Adel. Sesinde ki ton onu rahatsız etmişti. Frank, Adel’e ters bir bakış attı. Bu susması gerektiğini söyleyen bir bakıştı. “Kral ne yapıyorsa bir bildiği vardır.” Adel gözlerini devirdi. “Beni evlendirmiş olsaydı böyle konuşacak mıydın abiciğim?” Aralarında birbirleriyle o kadar da otoriter bir ilişki yoktu anlaşılan.

 

“Adel, kahvaltını yap ve hazırlan. Annem seni hazırlanmamış görürse delirir.” Dediğinde konuyu değiştirdiği bariz belliydi. Adel yemeğine gömüldü ve daha fazla ısrar etmedi.

 

Masadan kalktıklarında tamamen büyük bir kargaşanın sarayda döndüğünü gördü. Herkes seferber olmuş gibiydi, ayrıca her yer parıl parıl parlıyordu. Perdeler sökülmüş, yenileri asılıyordu. Bir sürü vazolara çiçekler yerleştirilmişti.

 

Az vakti kalmıştı bu yüzden bir şeyler düşünmesi şarttı. Bu saraydan gitmek istemiyordu.

 

Arkasında gezen Richard’ı görünce gözlerini devirdi. Gerçekten her adımında arkasında gezmesi sinirlerini bozuyordu. Madem öyle, biraz kafasını dağıtmasına yardımcı olabilirdi.

 

“Kaç yaşındasınız komutan?” Diye sorduğunda Richard dikkatini prensese verdi. “29 yaşındayım efendim.” Dedi.

 

“29 yaşında birine göre oldukça rütbe sahibisin. Şaşırtıcı.” Dedi ve genç adamı süzdü. Gerçekten de bu iş için varolmuş gibiydi. Koca cüssesi, sert duruşu, ses tonuna kadar komutan olduğunu belli ediyordu.

 

“Bahçeye çıkmak istiyorum.” Dedi ve bahçe kapısına doğru yürüdü. Askerler kapıyı araladığında yüzüne vuran esintiyle ürperdi. “Efendim üzerinize bir şeyler almayacak mısınız?” Diye sordu Richard. Kafasını iki yana salladı ve kardan temizlenmiş zeminde yürüdü. Kar yağıyor, kızıl saçlarına tane tane konuyordu. Kış mevsimini seviyordu, soğuk ona canlı olduğunu hissettiriyordu.

 

Birden Richard’a döndü ve gülümsedi. O an zaman hafifçe yavaşlamaya, sadece genç kızdan ibaretmiş gibi gözükmeye başladı. Kafasını iki yana salladı. Gerçekten bir prenses ancak bu kadar güzel olabilirdi.

 

“Richard bana kılıcını verir misin?” diye sordu yanına yaklaşırken. Hangi prenses kılıç isterdi ki?

 

“Buyurun efendim.” Dedi ve kılıcını uzattı. Genç kız kılıcı eline aldı ve inceledi. Kılıcına haddinden fazla önem veriyor gibiydi sanki, oldukça parıl parıldı.

 

Biraz çalışması gerektiğini düşünmüştü çünkü burası ona özünü kaybettirmemeliydi. O savaşçı bir prensesti.

 

Derin bir nefes aldı ve kılıcını ağaçla birleştirdi. Ağacını düşmanı olarak görerek kendince bir talim gerçekleştirdi. Saçları hırçın bir şekilde rüzgarla dağılıyor, bembeyaz bahçenin üzerinde ateş gibi süzülüyordu. Gözlerinde ki ateş herkesi yakıp kavuracak cinstendi.

 

Bir prensesten beklenmeyecek hareketti, aslında olması gereken fakat her prensesin yapacağı bir şey değildi.

 

“Bu kadar yeterli.” Dedi ve kılıcı elinde döndürerek genç adama uzattı. Kılıca hakimdi, bunu hareketlerinden ve tutuşundan fark edebiliyordu.

 

“Lanet nişan!” Diye homurdanarak kapıya doğru yürüdü. “Yıllar sonra beni çağırmış nişanlan diyor, adamın yüzsüzlüğüne bak ya!” Diye bağırdı. Sarayın içine girdiğinde hala hazırlıkların var olduğunu görmesiyle sinirleri daha da bozulmuştu. Bir çözüm bulması gerekliydi.

 

O an aklına düşen fikirle gülümsedi. Az önce kendisi soğukta talim yapmıştı, hastalansa kimsenin gözüne batmazdı. “Richard şimdi beni sarayın doktoruna götür.” Dedi. Richard kafasını salladı ve onu sarayın alt katına indirdi. Burası sarayın içinin olduğundan biraz daha kasvetliydi. Siyah bir kapının önüne geldiklerinde Richard kapıyı araladı. İçerisi garip kokuyordu, rahatsız edici değildi fakat ne koktuğunu anlayamamıştı. Koca masasında oturan saçı başı dağınık doktoru görünce duraksadı. Bu adama güvenmesi ne kadar doğru olurdu ki? Adamın kendine hayrı yoktu.

 

Prensesi gördüğünde ayağa kalktı ve prensesi selamladı. Genç kız elini oturması gerektiğini söylercesine salladı. “Şimdi beni hasta ediceksin, şöyle bir gün falan sürse fena olmaz ama yataktan kalkamayacak halde gözükmem gerek.” Dediğinde doktor şaşkınlıkla baktı. “Prensesim, bu size zarar verebilir.” Genç kız gözlerini devirdi. “Dediğimi yap, ilacımı hazırla. Ateşim falan çıksın, yorgun gözükeyim bana yeter.” Dediğinde doktor bir genç adama baktı bir de genç kadına. Daha sonrasında kafasını salladı.

 

Genç kız, Richard’a döndü ve keskin bir bakış attı. “Burada olanı babama iletecek olursan işinden olman için gerekli her şeyi yaparım.” Dedi ve arkasını dönerek genç adamı beklemeden koridora çıktı. Richard arkasından gelmişti, bu kadar hızlı gelmesini beklemiyordu. Onun beş adımı, genç adamın iki adımı gibiydi.

 

“Dediğimi unutma asker, bahçede talim yaptım kimse benim ilaç aldığımı düşünmez.” Dedi. Richard ise sessiz kalmakla yetindi. Odasına girdiğinde gözlerini devirmeden edemedi. Bir sürü elbise, kumaşlar, hizmetçiler odasına doluşmuştu. “Çıkın odamdan.” Sesi netti, bunlarla uğraşamazdı. Sonra Faith’e döndü ve konuştu. “Doktor bana bir ilaç hazırlayacaktı, onu al ve gel. Halsizim.” Dedi ve yatağına uzandı. Gerçekten biraz halsiz hissediyordu fakat o kadar ciddi değildi. Mental olarak yorulduğunu biliyordu.

 

Kısa süre sonra Faith gelmiş, elinde bir içecekle duruyordu. “Buyurun efendim, ilacınız.” Dedi ve genç kadına uzattı. “Sağol tatlım, çıkabilirsin.” Dedi ve bardağı eline aldı. Bir yudumda içtikten sonra tekrar yatağına uzandı. “Efendim ne zaman hazırlanacaksınız?” Diye sorduğunda gözlerini bile açmadan cevap verdi. “Ben haber veririm. Terziler sana da kıyafet diksin demiştim, benim kumaşlarımdan istediğini seçebilirsin, bu üzerindekini de tekrar diktir.” Faith kumaşlara baktı, bu kumaşlardan istediğinin onun olabileceğini duyduğunda gözleri ışıldamıştı. Kraliçe Darlane asla böyle hediyeler vermezdi. Kumaş getirirse bile onların kendi statüsünde kumaşlar getirirdi.

 

Faith odadan çıktıktan sonra kendisiyle baş başa kaldı. Yavaş yavaş ilaç tesirini göstermeye başlıyor olmalıydı ki, oldukça üşümeye ve iyice halsizleşmeye başlamıştı. Saçlarının arasından ter damlalarının aktığını hissedebiliyordu. Daha uzun sürede, akşama kadar anca hasta olacağını düşünmüştü fakat yanılmıştı. İşine gelirdi. Bu akşam ki nişan iptal olmalıydı, en az bir hafta erteleneceğinden emindi.

 

Kapının tıklandığını duydu, cevap vermek istedi fakat o kadar halsizleşmişti ki elini kaldıramadı. Gözlerini bile açmakta zorlanıyordu.

 

“Ölmesem bari…” diye içinden söylendi. Sesler geliyordu fakat o sesleri algılayabilecek durumda değildi. Hafifçe gözlerini aralarken kirpikleri birbirinden sıyrıldı. Bedeninde bir baskı hissetti, yavaşça havalandığını yatağın sıcaklığından ayrıldığında anladı. Gözleri yavaşça netleşirken Richard’ın sert çenesiyle karşı karşıya geldi.

 

“Doktor…” Diye fısıldadı zar zor. Sırf nişanlanmamak için kendini öldürecek olması genç adamı gerçekten şok etmişti. Kızıl saçları yüzüne yapışmış, dudakları sanki çölde kalmış susuzluktan ölecekmiş gibi kurumuş ve aralıktı.

 

Bedeni soğuk suyla buluştuğunda ürperdi fakat kendisine geldiğinide hissediyordu. Vücudunun her bir kısmına iğne saplanıyormuş gibi hissediyordu. Gerçekten de babasının dediğini yapmamak için bu çileye katlanması sinirlerini bozuyordu. Resmen ölümden dönecekti. Sonunda gözlerini açabilecek kadar ateşi inmiş olmalıydı ki, kendisine gelebildi. Gözlerini aralamış, etrafında olan biteni algılayabilecek duruma gelmişti. Soğuk bir duş ona iyi hissettirmişti fakat üşüyordu.

 

“Uyumak istiyorum.” Diye mırıldandı. Faith kafasını salladı ve hizmetçilere emir verdi. Genç kız yatağına vardığında kemiklerinin sızladığını hissediyordu.

 

O sırada kapı sertçe açıldı ve içeriye bütün heybetiyle Kral Arthur girdi. Genç kız kafasını zorlukla kaldırırken babasının gözlerinden çıkan alevi gördü. Sinirliydi, iptal olduğu için mi yoksa doktor ona gerçeği mi söylemişti bilmiyordu. “Bu nişan bugün olacak, yemekte sende olacaksın.” Genç kız sinirle gözlerini devirdi. Boşuna mı bu eziyete katlanmıştı yani? Gerçekten delirmek üzereydi. “Ben yataktan kalkamıyorum, sen nişan diyorsun. Beni sevmediğini biliyorum fakat misafirlerin senin gaddar bir kral olduğunu düşünecek.” Dedi hafif bir tebessümle. Kral Arthur ciddi ifadesini bozmadı fakat vereceği cevap yinede genç kızın işine yaramamıştı. “Akşam hazırlanmış olacaksın.” Dedi ve odadan bir hışımla çıktı. Genç kız gözlerini devirmeden edememişti.

 

“Yemeğe hazırlanmam kaç saat sürer Faith?” Diye sorduğunda Faith gözlerini kırpıştırdı ve biraz düşündü. “Efendim, en az 3 saatimizi alacaktır.” Diana yüzünü buruşturdu. “Yani şu an başlasak yemeğe anca hazır oluyorum.” Faith kafasını sallayarak onu onayladı. “Doktoru çağır bana bir şeyler hazırlasın, o sırada eşyalarımı hazırlayın.” Dedi ve ayağa kalktı. Sersemlediği hissetse de bozuntuya vermemeye çalıştı. Madem bu nişan olacak, engelleyecek zamanı yok bari hemen olup bu azaptan kurtulsaydı.

 

Camın kenarına geldiğinde gözleri bahçeyi buldu. Askerler yerleştirilmişti, bu demek oluyor ki gelmelerine az kalmıştı. Derin bir iç çekti ve yatağına oturdu. Elinde olsa hiç prenses olarak doğmamayı dilerdi. Belki o zaman annesi için her şey olduğundan güzel olurdu.

 

Hazırlıklar başlandığı sırada içeriye minik bir misafir gelmişti, Adel. Genç kız Adel’in odasına geldiğini gördüğünde onun kalbine girebildiğini anlamıştı.

 

“Hangi elbiseyi giyeceksin?” Diye sordu. Üzerinde oldukça güzel işlemeli bir elbise vardı. Takıları abartılı, başında ise prenses tacı vardı. “Herhangi birisini giyeceğim işte.” Dedi umursamaz bir ses tonuyla. Adel ise buna güldü, ardından eliyle işaret yaptığında arkasından hizmetçiler geldi. Genç kız olayı anlamak için bir kaç saniye baktı. Ona elbiseler mi hazırlatmıştı? “Burada kaldığın sürece kaybettiğimiz zamanların telafisini edebiliriz diye düşündüm.”

 

“Ah, Adel…” dedi mahçup bir sesle. Açıkçası ona karşı en ufak bir sevgi beslemek istemiyordu. Bu yüzden bu duyduğuyla yutkundu, kendisine karşı şefkat duyulmasını istemiyordu.

 

“Ben bu kan kırmızısı elbisenin sana çok yakışacağından eminim.” Dedi ve o elbiseyi öne uzattı. Gerçekten de güzeldi, kolları tüldendi bileklerine doğru özgürce dağılıyordu. İşlemeleri siyah dantellerden oluşuyordu. Üzerinde oldukça çalışılmış bir kıyafet olduğuna emindi.

 

“Prensesi hazırlamanız için çok az süreniz var! Hadi!” Diye bağırdı ve ellerini birbirine vurdu. Onun emriyle herkes seferber olmuş, genç kızı en iyi şekilde hazırlamaya başlamışlardı. Bedenine türlü kremler, kokular sürülmüştü. Bir sürü takılar ve ağır bir taç getirtilmişti. Korse giydirilirken gözü Adel’e takıldı. Takıları özenle inceliyor, hangisinin uyacağını görmek için tek tek elbiselere tutuyordu. Gözlerini devirdi, bu kız gerçekten de saftı.

 

“Diana!” Dedi Adel çekingen bir sesle. “Bu takılar oldukça iyi, sence?” Diye sordu. Seçtiği takılara göz gezdirdiğinde gerçekten iyi bir zevki olduğunu gördü. Kafasını salladı, onu onaylamıştı.

 

Elbise de giydirilirken aynadan beyaz tenini sarmalayan kan kırmızısı elbiseye gözü takıldı. Elbise gerçekten onun için seçilmiş gibiydi. Elbisenin ipleri ve son dokunuşları yapılırken bayılacak gibi hissediyordu. Hala biraz terliyordu ve hala doktor ona ilaç getirmemişti. “Faith, şu lanet doktor bana ne zaman ilaç getirecek?” Diye sordu öfkeyle. Gerçekten zaten planı işe yaramamıştı, bari biraz etkiyi azaltabilirdi.

 

“Hemen ilgileniyorum efendim.” dedi ve odadan ayrıldı. Topuklu ayakkabıları giydirilirken dengesini gerçekten koruyamadığını fark etti. Bayılacak gibiydi ve bu gerçekten sinir bozucuydu.

 

“Saçlarını nasıl yaptıracaksın?” Diye sordu Adel heyecanla. Genç kız omuz silkti. “Saçlarım olduğu gibi kalsın. Tacımı ve takılarımı takalım.” Dediğinde Adel bu fikire olumsuz bakıyordu fakat yorum yapmadı. Takıları takıldığında kulağında ki küpenin ağırlığını hissetti. Gerçekten kulağı yırtılabilir miydi diye biraz gerilmişti. Başına kocaman bir taç takılmış, kafasının tamamını kaplıyordu.

 

“Hazır mısın?” Dedi Adel ayağa kalktığında. Eserine bir göz gezdirdi ve memnuniyetle gülümsedi. “Oldukça güzel oldun! Prens seni gördüğünde sana bayılacak.” Dedi ve kapıya doğru yürüdü. Onun bu neşesi oldukça rahatsız ediciydi. Yorum yapmadı ve o da kapıya doğru yürüdü.

 

Onu bekleyen koca bir akşam vardı.

 

Son akşam yemeği.

 

**

 

Loading...
0%