Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1.Bölüm-Neşter

@lorebb

Herkese merhabalar!

Yeni bir platform ama aynı hikaye...

Benim pes etmeyiş şaka mı?

Her yerde görünmez olan kitabım bakalım burada görülecek mi?

​​​​​​Keyifli okumalar, bölüm hakkında yorumlarınızı eksik etmeyin ve yorumlarda tanışalım!

 

 

Eylül, 2023

Alev, reaksiyon sonucu oluşan bir ateş parçasıdır. Tepkimeye giren gazlar ve katıların yanmasıyla ortaya çıkan görünüm alevin kendisidir. Az önce elimde tuttuğum siyah çakmağın fırlattığım noktada alev çıkarmasına neden olan yere boca ettiğim benzindi. Gazlar ve katıların yanması sonucu ortaya çıkacak olan yangını, bir çakmak ve bir bidon benzinle başlatmıştım. Ardımda büyüyen sıcaklığın giderek tenime iyice yaklaşmasına izin verdim.

Yangını hissediyordum.

Etraf alevlerin sarı renkli aydınlığında karanlıktan kurtuldu. Sıcak bir eylül gününde başlattığım yangın gecenin ısısını daha da yükseltmişti. Yükselen sadece ısı değildi. Arkamda duyduğum haykırışlar yangından nasibini alan bedenlerin çıkardığı seslerdi. Hepsinin sesinde ortak bir tını vardı; pişmanlık. Son pişmanlığın hiçbir faydası olmadığı görüşüne bugüne kadar pek katılmazdım. Fakat öyleydi. Son pişmanlık fayda etmiyordu.

"Bizi burada bırakamazsın!" Yangının ulaştığı noktalarda yanan eşyaların çıkardıkları çatırtıların ardında bir ses yükseldi. Kendinden emin bir ses. Onları orada bırakamayacağımı düşünüyorlardı.

İnsan hayatında bazen çok yanlış düşüncelere kapılabiliyordu.

Ortam sıcaklığını iyice artırdıkça, aydınlık daha da arttı. Artık etrafı tamamiyle net olarak görebiliyordum. Etrafa saçılmış birkaç cesedin alevlere teslim olmasına engel olmadım. Sıranın bana geldiğini sırtımda biriken ısınmayla hissediyordum.

Sıcaklığı hissediyordum.

Önüme düşen saçlarımın bir tutamını sağ kulağımın arkasına götürdüm. Tüm vücudum yangına teslim olurken en çok saçlarımda acıyı hissederim diye düşündüm. En çok saçlarım acır. Ancak bu bile beni kendime hazırladığım sonumdan vazgeçiremedi.

Ölümü hissediyordum.

Gülümsedim. Gerçekçi bir gülümsemeydi. Hafiflemiştim. Bir kuş kadar özgürdüm. Bugün sadece hayatımın değil acılarımın da sonuydu. Ölmek için güzel bir geceydi. Genel hatlarıyla güzel bir geceydi. Ta ki onu görene kadar.

Nefesimi tıkayan dumanların ve iyice yükselen alevlerin ardında onun bedenini gördüm. Yüzünü seçemesem de gücü temsil eden bu vücudu her yerde tanırdım.

Beni arıyordu.

Bulmuştu da. Zaten beni kendi istemediği sürece kaybetmezdi. Sarı alevlerin içinde simsiyah kıyafetleriyle bana doğru yaklaştıkça yüzünü seçebilmeye başladım. Aceleciydi. Beni hemen buradan çıkarmak ve gitmek istiyor gibiydi. Bunu yapabileceğini biliyordum. Fakat benim bugün çok ölesim vardı.

Gözlerinin bana değmesiyle aceleci araması sonlandı. Yüzüne yerleşen rahatlama ifadesi içimdeki bir noktayı alayla gülümsetti. Bu adamın her şeyi yalandı. Yalan bu adamın her şeyiydi.

Bana doğru yaklaşmaya başlamasıyla bir elimi havaya kaldırdım ve ona dur işareti yaptım. Adımları tereddütlü bir şekilde olsa da olduğu yerde kaldı. Dikkatle beni izliyordu. Ne yapacağımı az çok kestirdiğini biliyordum.

"Her şeyi yaktım." dedim alevlere karışan sesimle. Sakindim. Az sonra öleceğim gerçeğinin aksine tüm öfkemden arınmış gibiydim. "Bir zamanlar senin yaptığın gibi, her şeyi ateşe verdim." Ellerimle etrafı gösterdim. Yaptığımdan gurur duyuyor gibi çıkan sesime engel olamamıştım. Temkinli bir şekilde beni incelemeye devam etti. Öyle dikkatliydi ki sanki çatlamış bir cama kırılmaması için tüm dikkatiyle dokunuyordu.

"Sen beni hep yaktın, ben her seferinde yeniden doğdum. Ama bugün," dedim sağ elimi havaya kaldırarak. Parmaklarım o kadar çok titriyordu ki kontrol edemiyordum. "Bugün sen öyle bir yanacaksın ki değil yeniden doğmak, küllerinin bile farkına varamayacaksın."

Son sözlerimi söyledikten sonra bir dakika bile düşünmeden kendimi arkamda biriken alevlerin arasına attım. Bugün benim ölüm günümdü. Bugün benim yandığım gündü. Ama bugün benim ilk defa yeniden doğduğum gün degildi.

Ben Sare Yakut, bedenimde yandığım her noktanın hesabını sormadan ölmedim.

Ben, yangının ta kendisi oldum.

Kasım, 2022

Yağmurlu bir kasım ayında, Denizli'deki ağaçların yapraklarını birbirlerine sertçe vurduğu bir gündeydik. Asla eksik olmayan rüzgarlar bugün de seslerini arabamın camından içeri doldurabilmişlerdi. Pamuklale Üniversitesi Hastanesi'nin, poliklinik otoparkına arabamı park ettikten sonra sessizce çalışmaya devam eden kontağı durdurdum. Az önce cama vuran ve sileceklerin temizlediği yağmur taneleri şimdi tamamen camı kaplamış ve görüşümü engellemişti.

Siyah oversize yağmurluğumun şapkasını arabadan inmeden başıma geçirdim. Telefonumu siyah sırt çantama attıktan sonra arabadan indim ve kapıyı kilitledim. Aceleci adımlarla hastaneye doğru yürüdüm. Yağmur beni çoktan ıslatmıştı ama neyse ki kurutmak için bolca vaktim olacaktı. Sabah yedi-gece bir nöbetindeydim. Hastanenin önünde yağan yağmura aldırmadan ıslanmaktan gocunmayarak sigara içen birkaç kişi vardı. Koluna serum takmış bir genç kendini yağmurdan koruyan bir alana girmiş elini yağmura doğru uzatmıştı.

Tıp fakültesi altıncı sınıf öğrencisi olarak aldığım acil stajının bilmem kaçıncı günündeyim. Saymıyorum ki bereketi kaçmasın. Adımlarım geri geri gitse de sonunda hastanedeydim. Gördüğüm insanlarla günaydın faslını atlatıp soyunma odasına doğru yol aldım. Uzun beyaz koridorda, solumda duran pencerelere vuran yağmurun sesi ve hastanenin gürültüsü kulaklarımı dolduruyordu. Biraz sonra kulaklarımı dolduran Beril'in sesi oldu.

"Günaydın aşkbahçem." dedi tüm neşesiyle. Sırtına kadar dökülen kumral saçları kuruydu. Muhtemelen yağmura yakalanmadan hastaneye gelmeyi başarabilmişti. Ela gözleri her zamanki gibi enerjiyle parlıyordu. Güzel yüzü üzerine yayılan enerjisiyle daha da güzelleşmişti. Giydiği mor doktor forması uzun boyuna ve alımlı fiziğine oldukça yakışıyordu.

"Günaydın." dedim sesimin enerjili çıkmasını umarak. Beril gülümsemeye devam ederek yanıma geldi ve kolunu omzuma attı. Cross terliklerinin çıkardığı ses bütün koridoru kapladı.

Beril, soyunma odasına gidene kadar bana eşlik etti ve havadan, sudan, aşktan bahsedip gelene kadar susmadı. Soyunma odasına girdiğimizde beyaz kapaklı dolabımın kilidini açtım. Üzerimdeki ıslanan yağmurluğu askıya astıktan sonra lacivert, geniş kollu sweatimi çıkardım. Altımda duran bol, koyu renk kot pantolonumu da çıkardıktan sonra mavi formalarımı giydim.

"Keşke sen de mor forma alsaydın." dedi Beril. Beni inceliyordu. Üzerimi tamamen giydikten sonra içerde kalan saçlarımı çıkardım ve aynaya bakarak topuz yapmaya başladım.

"Neden?" diye sordum.

"Mavi forma gözlerini çok ortaya çıkarıyor, benden daha güzel görünüyorsun. Kabullenemiyorum." dedi yapmacık bir kıskançlıkla. Dağınık bir topuz yapmayı başardıktan sonra firar eden saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Beril'in söylediklerine karşı keyifle güldüğümde aynada kendime baktım.

Doğal sarı saçlarımın bir kısmı alnıma dökülüyordu. Lacivertin en koyu tonunu almış gözlerim okyanusun dibini andırıyordu. Küçük ve kalkık burnumun altındaki dolgun pembe dudaklarım soğuktan kızarmıştı. Konuştuğumda bile belli olan iki yanağımdaki çukurlar güldüğüm için tamamen gözler önündeydi. Kendimi izlemeyi bırakıp dolabımı kapattım.

"Miss Denizli güzelim benim. Senin eline kimse su dökemez." Beril'in yanağından bir makas aldıktan sonra elimi onun omzuna attım. Boyu benden iki santim uzun olduğu için kolum hafifi havada kalmıştı. Beril de bir kolunu belime sardı.

"Bugün yine acil stajındayız." dedi zar zor gelen keyfimi kaçırarak. Yüzümü buruşturup ona baktım.

"Gidelim de biraz kaoslara doyalım." diyerek Beril'i yürütmeye başladım. Soyunma odasından çıktıktan sonra savaş alanına gitmek için adımlarımızı yönlendirdik.

Yağmurlu ve bol rüzgarlı bir Denizli gününde olduğumuz için üç trafik kazası vakası gelmişti. İki kişi de kafalarına düşen cisimler yüzünden acil kapısındalardı. Diğer hastaların çoğunluğu soğuk algınlığı şikayetiyle buradalardı. Beril ve bir hocamızla birlikte bütün gün hasta baktıktan sonra akşam on biri gösteren saate baktığımda gülümsedim. Eve gitmem için çok az bir zaman kalmıştı.

Hocamız gelen trafik kazası hastalardan birinin ameliyatına girmek zorunda olduğu için Beril'le acilde tek başımızaydık. Birkaç kez hocamız olmadan hasta baktığımız olmuştu. Bu nedenle Mesut hoca gözü kapalı bir şekilde bize acili emanet edebildi. Önümdeki evrakları imzalamaya devam ederken Beril steteskobuyla bir hastanın sırtını dinliyordu.

"On dakika içinde kesici aletle yaralanma vakası geliyor. Hasta cezaevinde mahkum, travma odasını boşaltın." Gelen uyarıyla birlikte Beril'le beraber hızla işe koyulduk ve travma odasında olan dört hastayı acilin diğer alanına taşıdık. Hastaların güvenliğinden emin olduktan sonra Beril'le beraber aceleci adımlarla ambulans giriş kapısının önüne gittik. Soğuk havada beyaz önlüğümü vücuduma siper ederken esen bir rüzgarla gözlerimi kıstım.

Biraz sonra ambulans süratle önümüzde durdu ve paramedikler kapıyı açtı. Boynu kanla kaplanmış yaşlı bir adam sedyede öylece uzanıyordu. Yanında duran jandarma eri adamın kelepçeyle bağlanmış bileğine bakıyordu. Kapının açıldığını gördüğünde sedyenin indirilmesine yardımcı oldu.

Ambulansın arkasında bir büyük jandarma aracı ve üç tane siyah araç durdu. Jandarmalar ve siyah takım elbiseli adamlar araçlarından hızla indiklerinde onları incelemeyi bıraktım ve hastaya yöneldim.

"Fikret Uluhan. Elli yedi yaşında. Bilinen bir hastalığı ve kullandığı ilaç yok. Boğazında beş santim uzunluğunda bir kesik var. Derinliğini tespit edemedik. Kesik neşterle oluşmuş ve çok kan kaybetmiş. Bilinç yok, nabız düşük." Paramediğin verdiği hızlı bilgilerle adamın boynundaki sargı bezlerini değiştirip yenisini ekledim.

Beril'le birlikte hastayı travma odasın alıp ilk müdahaleyi yaptık. Vaka bizi aştığı için Mesut hocayı aramak zorunda kalmıştım. Mesut hoca ameliyathaneyi hazırlatmamızı ve o gelene kadar kanamayı kontrol altında tutmamız gerektiğini söyledi. Dediğine göre beş dakika içinde ameliyatı bitecekti ve yanımıza gelecekti.

Hastayı hızla ameliyata aldıktan sonra Mesut hoca gerçekten de söylediği gibi beş dakika içinde geldi. O geldikten sonra ameliyatı işin bilenlerine bıraktık ve Beril'le beraber dışarı çıktık. Ameliyathanenin önünde jandarmalar ve takım elbiseli adamlar bekliyordu. Jandarmalar bilgi almak için hızla Beril'le beni çember içine aldı. Onlara bir süre baktıktan sonra koridorun biraz ilerisinde bekleyen siyah takım elbiseli, garip saç şekilli adama döndüm.

"Hastanın yakını yok mu?" diye sordum. Garip saç şekilli adam koridorun solunda duran bekleme odasına doğru baktı. Bekleme odası görüş alanım içinde değildi.

"Hasta yakını diyorlar abi." sesi yüksek çıkmıştı. Birine duyurmaya çalışıyor gibiydi. Merakla koridorun solundaki odadan çıkacak olan kişiyi beklerken adım sesleri duyuldu.

Görüş alanıma önce siyah postallar girdi. Ardından uzun bacakları saran siyah bir pantolon. Kıyafetlerinin siyahlığını tamamlayan siyah bir kazağı da gördükten sonra odadan çıkan kişinin yüzüne baktım. Uzun kirpiklerinin sarmaladığı kehribar rengi gözleri kızarmıştı. Gözleri yeni yanmaya başlayan bir alevin rengine benziyordu. İfadesiz görünüyordu, yüzünden korktuğu ya da üzüldüğü fikrini asla çıkaramazdım. Kirli sakallarıyla bezenen keskin çene hattı dişlerini sıktığını belli edercesine kasılmıştı. Kızaran dudakları kuruydu. Dudaklarında yer yer küçük yaralar vardı. Alnına dökülen koyu kahverengi, gür ve dağınık saçları nemliydi. Biçimli ve kaslı vücudu tüm gücüyle karşımda dikiliyordu sanki.

Adımları bana doğru gelmeye başladığında boyunun oldukça uzun olduğunu fark ettim. 1.90 civarlarında olmalıydı. Yanında duran açık kumral saçlı ve en az onun kadar uzun olan adamı yeni fark ediyordum.

Tam karşımda durdu.

Bir süre gözlerine baktıktan sonra "Neyi oluyorsunuz?" diye sordum.

"Oğluyum." dedi yekten. Ses tonu o kadar toktu ki daha önce duyduğum hiçbir erkeğin ses tonuna benzemiyordu.

"Babanız buraya geldiğinde çok kan kaybetmişti. İlk müdahaleyi yaptık ve ameliyata aldık ancak ameliyattan çıkan sonucu kestiremiyoruz. Ameliyattan kurtulsa bile kalıcı hasarlar oluşabileceğine de hazırlıklı olmalısınız. Geçmiş olsun." Hiç takılmadan kurduğum cümlelerimle beraber karşımda duran adam öylece yüzüme bakmaya devam etti. Bakışlarında ne gezdiğini kesinlikle anlayamadığımda yanında duran adamın sözleri beni kendime getirdi.

"Teşekkür ederiz." dedi. En azından hastanın oğluna nazaran daha insancıl duruyordu.

"Tekrar geçmiş olsun." Son sözümü söyleyip son kez de kehribar rengi gözlerinin içine bakıp oradan ayrılmak için arkamı döndüm ve varlığını çoktan unuttuğum Beril'le karşılaştım. Ürkek bakışlarıyla karşısında duran onlarca insanı inceliyordu. Benim gitmek için hamle yaptığımı fark ettiğinde o da arkasını döndü ve koluma girip yürümeye başladı.

"Çok karanlık tiplerdi." dedi biraz uzaklaştıktan sonra fısıldayıp. Beril'in kulağına doğru eğildim.

"O adamı tanıyorum ben, organ mafyası." dedim. Beril dehşetle bakan gözlerini gözlerime çevirdi.

"Sare senin böyle kirli insanlarla ne işin var?" diye sordu. Beril'in tepkisine karşın gözlerimi devirdim.

"Şaka yapıyorum Beril."

"Hahaha. Çok komik." Keyiften uzak bir şekilde attığı kahkahasına gülümsedim. Elimi tekrar onun omzuna attım.

"Şimdi boşver bunları. Çıkmamız için son yarım saat!" Hafif yüksek çıkan sesimle kurduğum cümleme karşın Beril heyecanla gülümsedi. O da her zaman yaptığı gibi elini belime sardı ve birlikte sarmaş dolaş yeniden acilin yolunu tuttuk.

"Ama adam çok yakışıklıydı, Allah sahibine bağışlasın." Beril'in yolda giderken söylediği bu sözlere kafamı iki yana sallayıp gülümsemekle yetindim.

Son yarım saati olaysız atlattıktan sonra omuzlarıma yüklediğim yorgunluğumla beraber hastaneden çıktım. Yağmur henüz durmamıştı. Gecenin karanlığında lambaların altında, gökten kayan ışıltılı inci tanesi gibi görünen damlalar süratle kaldırıma ulaşıyordu. Etrafta sadece sayılı insan kalmıştı. Yağmur, karıştığı topraktan huzur verici kokusunu yaymaktan çekinmiyordu. Derin bir nefes alarak içime huzurun kokusunu çektim.

Yağmurluğumun şapkasıyla saçlarımı biraz olsun korumaya çalışarak arabama doğru hızla yol aldım. Hastanenin otoparkı pek aydınlık olmazdı, bu nedenle kaygan zemine ve görüş alanıma dikkat ederek yavaşça yürüdüm. Hafiften ıslanmıştım ama bunu umursamadım çünkü eve gidiyordum. Gözlerim kısık bir şekilde kaldırımda botlarımın suda bıraktığı sesleri etrafa yaya yaya otoparka ulaştım.

Arabamın yanında duran siyah bir Range Rover'a yaslanmış tanıdık yüzü gördüm. Bu yüzü henüz yarım saattir tanıyordum ancak gecenin karanlığında bile seçebildim. Kuvvetle muhtemel yarına unuturdum. Yaslandığı yerde bir eli siyah pantolonunun cebinde duruyordu. Diğer elinde duran sigarasını dudaklarının arasına götürdü. Dumandan ve yağmurdan dolayı kısılan gözleri yere sabitlenmişti. Alnına dökülen saçları uzun süre dışarıda olduğunu kanıtlarcasına nemlenmişti. Dışarıya yansıyan cüssesinde sanki asla yıkılmayacak bir kayayı andıran gücü barındırıyordu.

Gözlerimi onun üzerinde fazla oyalamama kararı verdim. O kendi arabasının yolcu kapısı kısmında olduğu için benim yanındaki arabaya yöneldiğimi gördüğünde yaslandığı yerden hafifçe doğruldu ve kapıyı açabilmem için bana alan tanıdı. Uzaktan kumandayla kapıyı açtım. İçeri gireceğim sırada sert bir rüzgar yağmurluğumun şapkasını açtı ve saçlarım geriye doğru savruldu. Onları toplamayıp arabanın kapısından içeri girdiğimde telefonum çalmıştı.

Telefonumu cebimden çıkardım ve ekranda babamın ismini gördüğümde kaşlarımı çattım. Saat gecenin biriydi ve bu saatte uyuyor olması gerekliydi.

"Efendim baba." içimde istemsiz büyüyen sıkıntı sesime yansımıştı. Hala yanımdaki arabada, kapıya yaslanmış bir şekilde duran koyu kahverengi gözleri üzerimde hissediyordum

"Kızım." dedi zar zor duyulan bir sesle. Fısıldamış mıydı? Oturduğum yerde bir anda doğruldum ve elimle direksiyonu tuttum. Hissediyordum. Kalbime taş üstüne taş koyan o ağırlığı hissediyordum.

"Baba," sesim sandığımdan daha endişeli çıktı. "Bir sorun mu var?" Karşıdan babamın nefes alış veriş seslerini duydum. Oldukça hızlı ve tedirgindi. Önüme düşen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdım.

"Kaç." babamın dudaklarının arasından zar zor dökülen bu kelimeyle beraber endişenin ininde kendime yer edindim. Tüm vücudum korkunç bir korkuyla kaplanırken midemden yemek boruma doğru hissettiğim sıcaklığı büyük bir yutkunmayla yerine yolladım.

"Baba neler oluyor!" diye bağırdım sesimin titremesini umursamayarak. Aynı anda arabayı çalıştırmıştım.

"Sakın eve gelme Sare, kaçman lazım. Kızım beni anlıyor musun, kaçman lazım." babamın bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıkan cümlesine aldırış etmeden arabayı ani bir manevrayla otoparktan çıkardım.

"Baba iyi misiniz?" diye sordum. Neler olduğunu asla anlamayan aklım anlamayı ertelemek istiyordu.

"İyiyiz, sadece eve ge-" muhtemelen yine eve gelmememi söyleyecekti fakat telefon birden kapandı. Gaza daha da yüklendim ve birkaç tane arabanın olduğu yolda eve doğru sürmeye başladım. Evimiz Servergazi'deydi ve eğer hızlı kullanırsam on beş dakikada oraya varabilirdim. Titreyen dudaklarıma ve ellerime odaklanmamaya çalışarak arabanın boş yolda süratle akmasına izin verdim. Bir sorun yoktu. Hiçbir şey olmayacaktı.

Yağmur damlaları ön cama her vurduğunda içimdeki endişeyi de uyandırıyorlardı sanki. Sarı sokak lambaları arabanın içini bir aydınlatıp bir karartıyordu. Araba her karanlığa gömüldüğünde benim düşüncelerim de biraz daha karanlığa batıyordu. Bu karanlıkta bata çıka arabayı sürmeye devam ettim.

Evin sokağına girdikten sonra artık korkumu yönetemiyordum. Sanki görmek istemediğim sona gittikçe yaklaşmaya başlamıştım. Sandığımdan daha çabuk eve vardığımı anladığımda patika yolu geçtim ve Denizli'nin yoğun çam ağaçlarıyla çevrelenmiş evimizin en dıştaki açık kapısından girdim. Arabayı ani bir frenle durdurdum. Tekerlekler geldiğimi belli edercesine gecenin sessizliğinde acı bir çığlık atarak rüzgarın sesine eşlik etti. Ağaçlarda duran kuşların kondukları dalları terk ettiklerine şahit oldum. Aşağı inerken evin dış kapısının da açık olduğunu fark ettim.

Arabanın kapısını kapatmadan eve doğru koşmaya başladım. Bacaklarımdaki güçsüzlük korkumun beni tamamen ele geçirdiğini gözler önüne serse de kendimi kandırmaya devam ettim. Açık olan dış kapıdan tereddütle içeri girsem de salonu hızla tarayan gözlerim ruhsuz bir odadan başka bir şey görememişti.

"Baba!" diye bağırdım üst kata doğru. Ayaklarım temkinli bir şekilde merdivenlere yöneldi. Trabzanlardan destek alıp sıkışmaya başlayan nefesimle beraber merdivenleri çıkmaya başladım.

"Anne!" annem neredeydi? "Cenk?" kardeşimde mi yoktu? Her bağırdığım isimde nefesim biraz daha sıkıştığında biten merdivenlerin sonunda görüş alanıma direkt annemlerin kapısı ve ışıkları açık odası girdi. Titrek adımlarım yoğun bir isteksizlikle o yolu tuttu. Bu yolun sonu benim sonum olacak gibi hissediyordum.

Yarı açık olan kapıyı titreyen elimle iteklediğimde kapının arkasındaki şey açılmasını engelledi. Korkunun ve endişenin gözlerime biriktirdiği yaşları sert bir yutkunmayla geri gönderdim. Ağlamayacaktım. Ben ağlayamazdım. Annemden böyle öğrenmiştim.

Kapıdan attığım adımla beraber yerde uzanan ayakları gördüm. Bu terlikleri nerede olsa tanırdım. Babamın vücudunun tamamını görebilmek için kapıdan iyice içeriye girdim. Zaten sıkışan nefesim tamamen kesildiğinde aldığım nefes boğazımda tıkandı. Gözlerim gördüklerini reddetmeyi yeğlerken aklım bunun bir kâbus olduğuna beni inandırmaya çalışıyordu. Ruhumu sarsılmaz bir acı çoktan kapladığında bacaklarım sonunda gücünü kaybedip beni yere yığdı. Ellerim boynuma gitti, nefes almak için göğsüme vurdum.

Babam kanlar içinde yerde yatıyordu. Benim babam üstünde lekesi olan hiçbir şeyi giymezdi neden şimdi bu kadar kan lekesiyle yerde uzanmış hiçbir şey yapmıyordu?

"Baba." dedim fısıltıyla. Sesimin çıkmış olabilmesine şaşırmıştım. Nefes alabiliyor muydum?

"Baba." dedim daha yüksek bir sesle. "Baba!" diye haykırdığımda elim çoktan babamın boynundaki kesiğe kapanmıştı. Boğazı kesilmişti. Derin ve uzun kesiğin ardından kanlar bir musluktan akar gibi yere akmaya devam ediyordu.

"Yok, yok," dedim elimin altında duran nabızdan bir dürtü almaya çalışarak. Babamın nabzını hissedemiyordum. Gözlerimde yılların biriktirdiği yaşlar intihar edip yanaklarımdan düşmeye başladı. O kadar çok ağlıyordum ki, sanki babamın kanına karışan gözyaşlarım kanın rengini açmıştı.

"Hayır baba," yanda duran bir hırkayı babamın boynuna bastırdım. Kalp masajı yapmaya başlamam gerekiyordu. Nabzı atmıyordu.

"Baba ben geldim," dedim fısıldayarak. "Baba gelme demiştin, ben geldim. Kızsana bana geldiğim için." elimi bastırdığım noktadan çekip babama kalp masajı yapmaya başladım. Bir, iki, üç. Bir, iki, üç.

"Dokunma ona!" annemin arkamda duyduğum haykırışıyla beraber ağlamaktan buğulanan bakışlarımı bir anda ona çevirdim.

"Anne!" dedim bağırarak. Ellerim babamın üzerinde kalmış, hareket etmiyordu. Annem de kanlar içindeydi ama bunun kendi kanı olmadığı bizzat belliydi. Bir hışımla yanımda bitip beni babamın yanından güçle ittirdi. Ellerimin ve dizlerimin üstüne kapının kenarına düştüğümde şaşkınlıkla anneme baktım.

"Anne ambulansı aradın mı?" diye sordum. Annem babamın başını dizlerine koymuş saçlarını okşamaya başlamıştı. Kendi içinde bir şeyler sayıklıyordu.

"Pis ellerine dokundun ona." annem sayıklamalarının arasında bana karşı bu cümleyi kurdu. Babamın başı kollarının arasındaydı ve bedeniyle sürekli bir öne bir geriye gidiyordu.

"Anne neler oluyor!" diye bağırdım. Sürünerek yanına gittim ve bana bakması için başımı onunla aynı hizaya getirdim. "Anne bak, babam çok kan kaybetmiş ambulansı aramamız lazım," annem beni duymuyordu. "Kim yaptı bunu, Cenk nerede? Anne yalvarırım konuş." sesim ağlamaktan kısılmış bir şekilde anneme yalvarmaya devam ederken annem sonunda gözlerini benimle buluşturdu. Beş yaşındaydım, bakışları deler geçerdi. Yirmi beş yaşındayım bakışları hala delip geçiyordu.

"Ağlama," dedi sertçe. "Ağlama sakın, katlanamıyorum senin ağlamana. Ağlama!" öyle bir bağırdı ki yer titredi sandım. Sanki bir tabak dolusu korkuyu kaşık kaşık yemiştim de içimi o korkuyla doldurmuştum. Beş yaşındaki o küçük kız anılarımın arasında bana ellerini sallarken her şeyi unutmama rağmen onu neden unutamadığımı anlamıyordum. Şimdi sırası değildi, şimdi hiç sırası değildi.

"Sare geldi!" diye bağırdı annem içeriye doğru. Kısık sesi içeri ulaşmak için büyük bir çaba sarf etmişti. Kiminle konuşuyordu? "Hadi Cenk'i bırakın, onu alın. İstediğiniz o." annemin kiminle konuştuğunu anlamak için arkama bakmama fırsat kalmadan soğuk bir maddeyi boynumda hissettim.

"Şşt," boynuma neşter olduğunu düşündüğüm şeyi yaslayan adam konuştu. "Baban öleli yarım saat oluyor. daha fazla uğraşma." nefesimi kesenin bu cümle mi yoksa neşter mi olduğunu kavrayamadım. Hoş neşter kesse daha az acırdı canım. Dudaklarımdan haykırmak istediğim çığlığım içime akarken gözlerimi şaşkınlıkla babamın bedeninin üzerine çevirdim. Benim boynuma dayanan bu neşterle mi ölmüştü? Babam ölmüş müydü? Hayır ölmüş olamazdı az önce ona kalp masajı yapmıştım.

"Öldür onu da." annemin nefretle bana bakan gözleri canımı daha da yakarken boğazımdaki neşterin varlığı arttı.

"Bu annen de seni hiç sevmiyormuş." dedi arkamdaki adam. "Geldiğimizden beri seni öldürmemi istiyor." derin nefes alış verişlerim krize dönerken artık iyice tıkandığımı hissediyordum. Sanki ruhum bedenimden ayrılmıştı ve ben bu anı üçüncü bir kişinin gözüyle izliyordum. Olanları asla idrak edemezken annem nereden bulduğunu bilmediğim kanlı bir neşteri ellerinin arasına aldı.

"Anne," dakikalar sonra sesim çatlayarak anneme ulaştı. Annem gözlerini benimle buluşturmadan neşteri boynuna doğru götürdü. "Anne yapma!" diye bağırdım. "Anne yalvarırım, ne istersen yaparım lütfen yapma." Anneme, ölü bedeni yerde uzanmış babamın yanında intihar etmemesi için yalvarıyordum. Oysa ki şu an benim de ölmemin tam sırası değil miydi?

"Seni hiçbir zaman sevemedim," dedi annem gözlerini boşluğa dikerek. "Ama sen bunun aksine beni hep çok sevdin." diye devam etti. Dudaklarına acı bir gülümseme kondurdu. Gözlerini boşluktan ayırmadı. Neşteri daha sıkı kavradı. Başımı hızla sağa sola sallarken benim boynumdaki neşterin de bir kesiği bana hediye ettiğini fark ettim. Keşke bu kesik beni öldürecek kadar büyük olsaydı.

"Sen benim en büyük pişmanlığımsın." Annem son sözünü söyledikten sonra gözlerimin içine acı acı baktı ve neşteri tereddüt bile etmeden boynunda hızla kaydırdı. Dudaklarımdan gücünü nereden aldığını bilmediğim bir çığlık koptu. Gök gürledi, yer titredi, kuşlar uçtu, ağaçlar yapraklarını savurdu. Annem öldü. Babam öldü. Aklımın içinde bir video baştan sona tüm güzel anılarımı önüme serdi. Anılarım kanla kaplandı. Kan anılarımı kapladı. Küçük bir nefes dudaklarımın arasından ciğerlerime ulaşarak beni yaşatmaya devam etti.

Arkamdaki adam beni tutmayı artık gereksiz bulmuş olacak ki kollarını serbest bıraktı. Beni tutanın aslında o adam olduğunu fark etmiştim çünkü bedenim anında depremde yıkılan bir bina gibi olduğu yere yığıldı. Ellerimi saçlarıma geçirip çekiştirmeye başladığımda boğazımdaki çığlıklar asla eksilmiyordu. Anneme ve babama yaklaşamıyordum. Yerdeki kanlı neşterden gözümü alamıyordum.

"Ölmeyin n'olur, lütfen ölmeyin. Allah'ım lütfen ölmesinler, yalvarırım." Haykırışlarla ettiğim dualarım karşılık bulmuş muydu bir fikrim yoktu. Bir zaman sonra sesler kulaklarımda iyice uğultu halini almaya başladığında bir silah sesi beni kendime getirdi.

Kafamı hızla balkonun olduğu tarafa çevirdim. Silah sesi aşağıdaki bahçeden gelmişti. Beni tutmayı bırakmış olan adam tekrar eski pozisyonunu aldı ve soğuk neşteri boynuma dayadı. Dışarıdan gelen silah seslerine merdivenlerden çıkan hızlı ayak sesleri karıştı. Gözlerimi tekrar yerde duran kanlı neştere çevirdim. Ölmemiş olabilirler miydi? Sonuçta bundan birkaç saat önce hastaneye boynundan neşterle yaralanmış bir şekilde gelen hastayı kurtarmıştık.

"Beki ölmemişlerdir." dedim güçsüz ama umutla çıkan sesimle. Beni tutan adam elindeki neşteri boynuma daha da bastırdı. "Lütfen bakmama izin ver, belki ölmemişlerdir."

"Kes sesini" arkamdaki adam öyle bir gürledi ki olduğum yerde sıçradım. Onun gürlemesiyle eş zamanlı olarak ne zaman kapandığını anlamadığım kapı aniden açıldı. Karşımda gördüğüm tanıdık yüzle beraber titreyen dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Bugün hayret duygusunun tanımını kendi içimde bin parçaya bölmüştüm.

"Bağırma kıza!" sesini arkamdaki adam kadar yüksek tutmamıştı ama o kadar etkiliydi ki arkamdaki adam olduğu yere çivilendi. Onun burada ne işi vardı? Ben babasını kurtardığım için o da benim ailemi mi kurtarmaya gelmişti? Beni nasıl bulmuştu ki? Olsun annemle babamı kurtaracaktı önemli olan buydu diğer soruların cevabını sonra alabilirdim.

"Yardım et." gözlerim dakikalar sonra umutla parladı. "Beni hatırladın mı? Babanı hastaneye getirmişlerdi, onun da boğazı kesilmişti, babana ilk müdahaleyi yapan doktorum ben, hatırladın mı?" boynumdaki neşteri umursamadan ona bir adım atmak istediğimde arkamdaki adam beni durdurdu. Hızlı hareket ettiğim için neşter boynuma küçük bir çizik bırakmıştı. Karşımda duran mahkumun oğlu bir süre gözlerimin içine sıkıntıyla baktı. Ardından bakışlarını düzeltti ve ifadesiz gözlerini arkamda duran adama çevirdi.

"Kızı bırak." dedi benim söylediklerimi umursamadan.

"Cık," arkamdaki adamın gülümseyen sesini hissettim. "Bize lazım. Onca gösteri yaptık sana mı bırakalım bu güzelliği Kutal bey?" birbirlerini tanıyorlar mıydı? Adının Kutal olduğunu öğrendiğim mahkumun oğlu doğrulttuğu silahıyla arkamdaki adamı hedef aldı.

"Kız benimle gelecek." Kutal'ın bir bıçak kadar keskin çıkan sesi sakin ama uyarıcıydı. Arkamdaki adam yerinde rahatsızca kıpırdadı.

"Bir kızı bin kişi ister bir kişi alır. Bir hamle yapmaya kalkarsan kız ölür, ikimize de yar olmaz." adam saçma sapan esprilerine ve tehditlerine devam etti. Kutal ne yaptığını biliyor gibi kendinden emin davranırken başını hafifçe sağ omzuna yatırdı.

"Cık," dedi Kutal adamın az önceki halini taklit ederek. "Bu kızı ben alacağım." elindeki silahı bir saniye bile düşünmeden ateşledi. Kulağımın dibinde patlayan silahtan sonra boynumdaki neşter kayarak yere düştü ve boğazıma küçük bir çizik daha bıraktı. Bu gece ben neden ölemiyordum? Oysa kendi içimde bin kez ölmüştüm. Adamın arkamdan çekilmesiyle artık çığlık bile atamadığımı fark ettim. Dizlerimin üstüne tekrar yere yığıldığımda az önceki gibi sürünerek annemlerin yanına gittim.

"Anne!" annemin nabzını kontrol etmeye çalışan elim titriyordu. Elim titrediği için nabzını hissedemiyordum. Yoksa yaşıyordu. Ben bilirdim. Annem benim öldüğümü görmeden ölmezdi.

"Hadi," dedim Kutal'a dönerek. Kutal o sırada silahını beline sıkıştırdı. "Yardım et hastaneye gidelim." Kutal gözlerimin içine baka baka yanıma ulaştı ve bir dizini yere koyup anneme doğru eğildi. Annemin nabzında olan elimi kenara itekledi ve önce annemin sonra babamın nabzına baktı. O hissetmiş olmalıydı çünkü onun ellerini benim aksime hiç titremiyordu. Bakışlarım umutla onun yüzünde dolaşmaya devam etti. Ama o bakışlarını bir türlü bana değdirmedi.

"Ambulansı aradın değil mi?" diye sordum. Kutal gözlerini gözlerimle buluşturmadan boynumdaki kesiğe baktı.

"Gitmemiz gerek." sesi de bakışları kadar donuktu.

"Evet, gidelim hemen hastaneye." ayaklanmaya çalıştığım sırada dizlerimin titremesiyle tökezledim ve ben yere tekrar düşmeden Kutal güçlü kollarıyla beni belimden kavradı. Ellerim benden istemsiz onun koluna tutundu. Kendilerine güç arıyorlardı.

"Buradan gitmemiz gerek," dedi kısık bir sesle. "Bu saatten sonra onlar için yapabileceğin en iyi şey bu evden kaçmak olur." Kafamı hızlıca sağa sola salladım. Gözlerimden akan yaşlar yanaklarımdaki yollarından savruldu.

Annemle babamı burada bırakacak olma düşüncesi bile aklımdan geçmezken bunu uygulamaya dökemezdim. Kutal'ın gözlerinin en derinine bakmaya devam ettim. Bakışlarımda çaresizlik vardı.

"Onları burada bırakamam." Sesim kısılmış, dudaklarım kurumuştu. Dilimle dudaklarımı ıslattım ve Kutal'ın beni ayakta tutmaya çalışan kollarının arasından ayrıldım. Ayaklarım bir adım geri gittiğinde vücudumun her bir uzvunun hala titrediğini hissediyordum. Böyle bir acı insanın bedeninde nasıl var olabilirdi? Bu nasıl bir acıydı? Tarif edemiyordum.

Ölümlerini kabullenemediğim annemle babamın yanına dizlerimin üstüne oturdum. Az önce babama kalp masajı yapmıştım sıra annemdeydi. Ellerim annemin kalbini bulduktan sonra, parmaklarımın altında hareketsiz duran göğsüne baskı yapmaya başladım.

"Bir, iki, üç. Bir, iki, üç." Önüme düşen ve terden yüzüme yapışan saçlarımla beraber kalp masajına devam ettim. Arada sırada durup nabzını kontrol ediyordum ama bi hareketlilik yoktu. Pes etmedim. Anneme biraz daha kalp masajı yapmaya devam ederken nabzını kontrol etmeden bu kez babama geçtim.

Az önce annem üzerinde yaptıklarımı babam üzerinde tekrarladım. Sayı saymaktan nefret edene kadar masaja devam ettim. Bileklerim ağrımaya başlamıştı ama durmadım. Nefes nefese kalmıştım, hatta neredeyse nefesim kesiliyordu ama durmadım. Duramazdım.

Çok uzaklardan bir siren sesi aklımın sessizliğinde kendine yer edindi.

Kalp masajını sonunda bırakıp kendi içimde o şeyi kabullendim. Dizlerimin üstündeyken babamın büyük ve emek kokan ellerini ellerimin arasına aldım. Soluk yanaklarını öptüm. Yüzüne sıçrayan kanları temizlemeye çalıştım. Son kez babama gülümsedim.

Annemin yanına yöneldim. Ellerini avuçlarımın arasına almaya korksam da şu an inip kalkmayan göğsü ve kapalı gözleri bana cesaret verdi. Bir elini tereddütle tuttum. Eli avuçlarımın arasında eğreti bir şekilde duruyordu. Onun da iki yanağından öptüm. Kirpiğinde kalmış bir gözyaşını ellerimle sildim. Son kez annemin karşısında ağladım.

Düşmüştüm. Hiç beklemediğim bir anda hiç bilmediğim bir derinlikte karanlığın inindeydim. Dağılmıştım. Parçalarımı annemle babamın cansız bedenlerine bulaşan kanlarda bırakmıştım.

"Yürü," dedi Kutal yere eğilip bileğimi kavrarken. "Gidiyoruz."

Emrine uymadan alttan alttan onun gözlerinin içine baktım. Olduğum yere çivilenmiş gibiydim. Kutal bakışlarıma öfkelenmeye başladığını belli eden göz bebekleriyle karşılık verdi.

"Ben gelmiyorum." dedim bileğimi onun elinden kurtarırken. Vücudumda kalan son gücü buna harcamış gibiydim. Kutal kurduğum cümleme aldırmayıp beni kollarımın iki yanından tuttu ve ayağa kaldırdı. Gözlerim annemle babamın ölü bedenlerinden ayrılmak zorunda kaldı. Kutal'ın gözlerinin içine öylece bakmaya devam ettim. Bakışları sanki yanında iki cansız beden yatmıyor gibi ifadesizdi.

"Kardeşinin nerede olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Bunu sormak için sormuş gibiydi. Ses tonu kardeşimin nerede olduğunu umursamıyordu. Bu soruyu beni kendime getirmek için sormuştu ve işe yaramıştı da. Bakışlarım onun sorusuyla birlikte hızla etrafı taradı. Cenk'in ölü bedenini de bu odada göreceğimden korkan o tarafım odaya daha fazla bakmama engel oluyordu. Ancak çok şükür ki Cenk burada değildi.

"Cenk'i bulmam lazım." diye sayıkladım. Kutal başını aşağı yukarı doğru salladı. Onun kollarımı tutan ellerinin arasından ayrıldım ve bir adım geriye çıktım. Bu daha çok tökezleme gibiydi. Başım dönüyordu. Sessizce ağladığımın bile yeni farkına varmıştım. Korkuyla anneme baktım. Neyse ki uyuyordu.

Odanın kapısından dışarı yöneldim. Ayaklarım bastığı her noktaya ıslak bir kan izini bırakırken koridorun sonunda soldaki odada Cenk'in odasının beyaz kapısı gözlerimin önüne geldi. Duvardan bir elimle destek alarak oraya doğru yürümeye başladım. Cenk muhtemelen tüm bu olanlara karşı yatağın altında saklanmış ve benim yanına gelmemi bekliyordu.

Cenk'in odasının önüne ulaştığımda kapalı kapıyı elimde kalan son güçle açtım. İçerisi karanlıktı. Solda duran lambadanın düğmesine bastım ve loş sarı ışığın odayı aydınlatmasına izin verdim. Gözlerim hızla etrafı taradı. Cenk muhtemelen çok korkmuş olmalıydı çünkü görünürde yoktu. Ağlamaktan görüşü bozulan gözlerimle boydan boya odayı kaplayan uzun camın yanında duran çift kişilik yatağın altına baktım. Cenk burada yoktu. Dolaba saklanmıştır diye düşündüm içimden. Dolaba saklanmıştır. Adımlarımı bu sefer yatağın hemen karşısında duran geniş, açık gri gardroba yönlendirdim. Dolabın boydan aynasından gördüğüm dağılmış bedenimi es geçtim ve kapağı sağa doğru kaydırdım. Bu kısımda yoktu. Özenle astığı tişörtlerinin olduğu bölmededir diye düşündüm. Oradadır. Diğer kapağı sola doğru kaydırdım. Karşımda Cenk'in tişörtlerinden başka bir şey yoktu.

Siren seslerinin tamamen etrafı sardığı noktada odanın içinde hızla Cenk'i aramaya devam ettim. Yoktu. Cenk hiçbir yerde yoktu.

"Cenk!" Odanın dışına çıkmış merdivenlere doğru bağırmıştım. "Ablacım neredesin?" Sesim o kadar kısık çıkıyordu ki Cenk eminim beni duyamadığı için ortaya çıkmıyordu. Annemlerin odası hariç üst kattaki üç odayı köşe bucak aradım. Sanki bu evden herkes çıkardı da Cenk çıkmazdı. Belki de her şeyi gördükten sonra kaçmıştı.

Adımlarım merdivenlerin oraya doğru gitmeye başladı. Artık bedenimi daha rahat kontrol edebiliyordum. Ruhum darmadağın olsa da titreyen uzuvlarımı sonunda toplamayı başarmıştım. Merdivenlerin başına geldiğimde aşağıda Kutal'ı gördüm. Kapının önünde siyah takım elbiseli bir adamla konuşuyordu. Daha çok bir şeyler emrediyor gibiydi. Hareketleri aceleci ama kendinden emindi. Koyu kahve saçları az önce karıştırdığını belli eder şekilde dağılmıştı. Uzun, kemikli parmaklarında yer yer kan vardı. Merdivenlerin başında beni gördüğünde yanındaki adama son bir şey söyleyip onu yolladı.

"Cenk senin yanında mı?" diye sordum. Sesim akıl hastanesine kapatılmış bir insanın sesinden farksız değildi. Cenk neden onun yanında olsun diye düşündüm. Az önce bana Cenk'in nerede olduğunu soran oydu. Bir yanım Cenk'in onun yanında olmadığından o kadar emindi ki bu soruma karşılık kendi içinde keyifli bir kahkaha attı. Kutal dikkatli bakışlarını üzerimde gezdirdikten sonra gözleri gözlerimle buluştu.

Merdivenlerin ahşap trabzanlarından güç almaya çalışarak aşağı inmeye başladım.

"Senin yanında mı?" Az önceki sorumu tekrarladım. Kutal'ın geniş omuzları gerildi. Gözlerimin içine bakmaya devam ederek başını yavaşça aşağı yukarı salladı. Gözlerim şaşkınlıkla açılırken başımın döndüğünü hissettiğimde merdivende durdum.

"Gerçekten mi?" sesim o kadar umut doku çıkmıştı ki kendi sesime ben bile şaşırdım. Cenk'in onun yanında olduğuna asla inanmayan tarafımın bu kadar ağır bastığının farkında değildim. Kutal bana cevap vermek yerine merdivenlerden çıkmaya başladı. Güçlü görünüyordu. Benim aksime çok güçlü görünüyordu. Merdivenleri tırmanmayı bırakıp iki basamak aşağıda durduğunda yüzlerimiz ancak hizaya gelebilmişti.

"Hadi gidelim." dedim sakince. Cenk'in neden onun yanında olduğunu bilmiyordum ya da bu gece neden bütün bunların olduğunun veya da Kutal'ın neden burada olduğunun. Şu an hiçbir şeyi bilmek istemiyordum sadece kardeşime sarılmak istiyordum. Kutal tekrar başını salladı. Ardından kolumdan destek olarak beni merdivenlerden indirmeye başladı. Kutal'ın adımlarına ayak uydurdum. Kardeşimi göreceğim için arsızca heyecanlanan kalbime dur dedim. Dur. Senin annen ve baban az önce öldü.

Kapıdan dışarı çıktığımızda yağmurun durduğunu fark ettim. Etraf sessizdi. Siren seslerine ne olmuştu bilmiyordum ama kapkaranlık gecenin ardındaki ağaçların rüzgarda uçuşan yapraklarından başka bir ses duyulmuyordu. Şimdi ne olacaktı? Bir insanın annesiyle babası öldüğünde ne olurdu ki? Bu bilinmezlik göğsümün ortasında gittikçe büyüyen o yumruyu iyice yüreğime bastırdı.

Kutal ileride duran mat siyahı renginde lüks minibüse doğru beni yönlendirmeye devam etti. Konuşmuyordu. Ona soracağım çok fazla şey vardı ama önce Cenk'i görmem gerekiyordu. Cenk muhtemelen arabadaydı.

Kutal'ın işaretiyle sayısını belirleyemediğim onlarca siyah takım elbiseli adamlardan biri arabanın kapısını açtı. Arabaya binmeden içeriye göz attım. Karşılıklı bulunan yolcu koltukları boştu. Cenk burada değildi ki.

"Cenk burada yok." Bu söylediğim Kutal'ın da bildiği bir gerçekti. Temkinli bakışlarım onun yüzüne döndü. Az önce Cenk'in burada olduğuna dair olan güvenimin, yerini müthiş bir tedirginliğe bıraktığını hissettim. Aramızda geçen bu sessiz bakışma iyiye işaret değildi. Onunla benim aramda oluşan hiçbir şey iyiye işaret değil gibiydi.

"Arabaya bin." Az önceki anlayışlı tavrından eser kalmamış bir şekilde kurduğu bu cümleyle afalladım. Sesinde birazdan arkama bakmadan kaçmamı sağlayacak bir karanlık vardı.

Kafamı hızla sağa sola salladım. Gözlerimle etrafı taradım. İleride bir orman yolu diğer villaların bahçesine çıkıyordu. Hızlı koşardım. Şu an yapmam gereken tek şeyin kaçmak olduğunu düşünen mantığıma itaat ettim ve Kutal'ın gözlerine bakmadan bacaklarıma tüm vücudumun gücünü yükleyerek ormana doğru koşmaya başladım. Etraftaki adamlar hareketlenmişlerdi. Öyle hızlı hareket etmiştim ki birilerinin beni yakalamasına fırsat bile tanımadan kendimi karanlık yeşilliklerin içinde buldum. Tereddüt etmeden yolumda koşmaya devam ettim. Ayaklarımın altında ezilen dalların çıkardığı ses, ateşte alev alan odunların sesine benziyordu. Soğuk hava üzerinde taşıdığı bütün dikenleri vücuduma boca etti. Akciğerlerim yanmaya başladı. Elimle cebimi yokladım. Bugün olan onca şeyin üstüne astım krizi geçirmemem mümkün değildi. Yağmurluğumun fermuarlı cebinden düşmemiş olan mor astım ilacımı koşmaya devam ederken birkaç kez sıktım. Bu en azından koşmam için beni bir süre daha idare ederdi.

İlacı tekrar cebime attıktan sonra koşmaya devam ettim. Birkaç dakika koştuktan sonra arkamda adım seslerini duymaya başladım. İçimde büyüyen paniğe kendimi kaptırmadan koşmaya devam ettim. Ciğerlerimin tekrar tıkanmaya başlarken arkamı döndüm.

İki siyah takım elbiseli adam hızla bana yaklaşıyorlardı. Koşmamın rüzgarıyla geriye doğru savrulan saçlarım yağmurluğuma değdikçe sesler çıkarıyordu. Arkama bakmakla vakit kaybettiğimi anladığımda önümü döndüm.

Önümü dönmemle sert bir gövdeye çarpmam bir oldu. Korkudan bir anda aldığım derin sesli nefesim boğazımda tıkandı. Gözlerim açılabildiği kadar açıldı, öyle ki göz bebeklerimin yerinden fırlayacağını düşündüm. Şaşkınlığımın şiddeti o denli büyüktü ki bir süre karşımda bana öfkeyle bakan güneş rengi gözlerin kime ait olduğunun farkına varamadım. Kutal sert bir şekilde elleriyle kollarıma yapıştı ve beni sıkıca tutmaya başladı. Onun da göğsü benim gibi hızla inip kalkıyordu. Ellerimi ondan kurtarmaya çalışırken nefessiz kaldığım için konuşamıyordum. Nefessiz kalmam kriz derecesinde değildi ama konuşmama engel olacak büyüklükteydi.

"Kaçamazsın." sesindeki öfke bir tokat gibi suratıma çarptı. "Artık ben istemediğim sürece benim yanımdan bir adım bile uzaklaşamazsın."

"Kimsin sen?" dedim fısıltıyla. Onun sesinin aksine benim sesimden korku akıyordu. Yüzüne alaylı bir gülümseme yayıldı. Kızaran dudağının bir kenarı yana doğru kıvrıldı.

"Ne tesadüf," yüzündeki alay şimdi ses tonundaydı. "Ben de sana aynı şeyi soracaktım."

⏳️

Soğuğun bir düşman gibi saçlarımın arasından süzülüp tüylerimi diken diken etmesine izin verdim. Karşımda duran bu bedeni hayatımda daha önce görmediğime emindim. Hayatımın her bir noktasının enkaz olup üzerime yıkıldığı bu gecede yaşadığım her bir an'ı unuttuğumu sandım. Kimdim? Neredeydim? Nereye gidiyordum?

Ben kendi içimde hayatımın sorgusuna çekilmişken Kutal dudaklarındaki alayı sildi ve kasılan çenesiyle beraber kollarımı daha sıkı tutup beni yürütmeye başladı. Bir eli bileğimi kavradı. Soğuk parmak boğumları bir halat gibi bileğime sarıldı ve iyice güçsüzleşen bedenimi arkasından sürüklemeye başladı.

"Kardeşim nerede?" dedim sesimdeki yalvarmayla. Unuttuğum her bir an'a rağmen Cenk aklımın köşesinden asla silinmemişti. Geniş omuzlarına ve kollarını saran siyah kazağına arkadan bakmaya devam ettim. Bir süre bekledikten sonra konuştu.

"Sen bana istediklerimi verdiğinde ben de sana kardeşini vereceğim."

"Senin yanında mı yani?" Niyeyse onun söylediği tek bir kelimeye bile inanmıyordum. Ama şu an tek hükmüm onun sözleri olacaktı.

"Evet." Dedi ifadesiz çıkan sesiyle. Kalbimde korku ve refahı aynı anda hissettim.

Yolda bekleyen siyah arabaya binene kadar bileğimi bırakmadı. Arabaya bindim. Ben bindikten sonra o da eğilerek arabaya bindi ve karşımdaki koltuğa oturdu. Uzun bacakları neredeyse dizlerime değecekti. Şoför arabayı çalıştırdı ve araba düz yolda akmaya başladı. Yenilmiştim. Bir gece içinde sayamadığım kez sayamadığım kadar şeye yenilmiştim.

Kutal'ın dikkatini üzerimde hissetmeme rağmen onu umursamadım. Bakışlarım yanımda akıp giden yola odaklıydı. Karanlığın içinde bir gölgeye dönüşmüş büyük çam ağlaçlarıyla dolu yolda araba süratle akmaya devam etti. Babam ölmüştü. Annem ölmüştü. Bu farkındalık yakında delirmeme sebep olacaktı. Bir kız çocuğunun ruhu o odanın içinde sıkışıp kalmıştı. Ben kayıp ruhumu bulmaya çalışırken annemle babamın cesedi karşımda dikiliyordu. Gözlerimin önüne bir anda kanlı neşter düştü. Babamın boynundan damlayan sıcak kanı hissettim. Annemin gözlerimin içine bakarak boynunda kaydırdığı neşteri boğazımda hissettim. Gözlerimi sıkıca yumdum. Kirpiklerimi birbirine geçirene kadar gözlerimi sıktım. Ama gitmedi. O görüntüler ne kadar karanlığa bürünürsem bürüneyim kafamın içinde sahnelenmeye devam etti.

Kaç saat yolculuk yaptığımızı anlamadan araba toprak bir yolda ses çıkararak durdu. Tekerleklerin alrında ezilen taşların sesi kulaklarımı dolduran tek sesti. Gelene kadar sıkıca kapattığım gözlerimi açtım. Gözlerim acımıştı. Tırnaklarımın kenarları sürekli kazınmaktan kanla kaplanmıştı. Ellerimdeki tek kan bana ait değildi. Bunu umursamadan görüşü bulanıklaşan bakışlarımı etrafta gezdirdim. Üç katlı bir yazlık evin önünde durmuştuk. Üçgen çatısı ahşaptandı. Çok yeni durmuyordu fakat dışarısı restore edildiğini belirten mimarisiyle ahşap çatıya göre daha lüks duruyordu. Evin ışıkları yanıyordu. Cenk burada mıydı?

Hava aydınlanmaya başlamıştı fakat karanlık hala etkilerini gökyüzünden silmiş değildi. Kutal arabadan inerken ben de onu peşinden takip ettim. Gözlerim saate takıldı. Vakit sabahın altısıydı; insanlar monoton yaşantılarına devam etmek için huzurlu uykularından uyanıyorlardı. Vakit sabahın altısıydı; ölüm birkaç saat önce kapımı çalmış, annemle babamı benden almıştı.

Arabadan indikten sonra Kutal'ın arkasından yürümeye devam ettim. Evin havuzlu bahçesine girmesinin ardından etrafta konumlanan adamlara baktı.

"Boşaltın burayı." Emreden ses tonuyla beraber bahçede duran dört adam bulundukları yerden ikiletmeden ayrıldılar. Kutal bir elini beline koyup diğer eliyle burun kemerini sıktı. Jest ve mimikleri olanları hazmetmeye çalışıyor gibiydi. Tıpkı benim gibi o da ne yapacağını kestiremiyordu. Bir süre bekledikten sonra gözlerini gözlerimle buluşturdu. Gözleri bir sabah vaktinde güneşin doğuş rengini andırıyordu.

"Konuş." dedi bahçedeki iki kişilik siyah koltuğa otururken. Koltuk uzun zamandır oturulmadığını belli edecek kadar yeni duruyordu. Oturduktan sonra bir ayak bileğini dizinin üstüne koydu ve kollarını iki yana açıp koltuğun tepesine dirseklerini koydu. Havuzun kenarından ayrılmazken soran gözlerle ona baktım.

"Ne konuş-" cümlemi tamamlamadan evin ahşap bahçe kapısı açıldı. Hastanede Kutal'ın yanında gördüğüm çocuk bana bakmadan -belki de fark etmemişti- hızla Kutal'a doğru yöneldi.

"Kutal." Dedi hesap sorar gibi bir tavırla. "Neredesin oğlum sen?" Kutal'ın karşısında durduğunda çaprazında duran beni fark etmemiş gibiydi. Kutal gözlerini karşısında duran kişiye çevirdi. Kaşları çatılmıştı. Bu sorulardan hoşnut olmadığı her halinden belliydi. Karşısındaki çocuk sorar gözlerle ona bakmaya devam etti. En az Kutal kadar uzun boyu ve biçimli vücudu vardı. Kumral saçları çok uzun sayılmazdı. Keskin yüz hatları Kutal'ı karşısında görmesiyle daha da belirginleşmişti.

"Hesap mı soruyorsun Gediz?" Kutal'ın ses tonu soğuktu. Aralarında nasıl bir ilişki vardı henüz çözememiştim ama izlemeye devam ettim.

"Saatlerdir yoksun. Arıyoruz açmıyorsun, bütün adamları toplamış çekip gitmişsin bir yere. Neler oluyor?" Adının Gediz olduğunu öğrendiğim çocuk hafif yüksek çıkan sesiyle konuştu. Kutal bir süre Gediz'in gözlerinin içine boş boş baktı.

"Sonra," sesinde itiraz istemediğini belirten bir tını vardı. "Sonra konuşalım. Şimdi daha önemli bir işim var." Bakışları yavaşça bana döndü. Gediz'in bakışları da Kutal'la eş zamanlı olarak bana dönerken beni gördüğünde yüzüne şaşkınlık yayıldı. Ela gözleriyle beni baştan aşağı süzdü. Bakışlarını topladıktan sonra Kutal'a döndü. Kutal onun aksine bana bakmaya devam ediyordu.

"Ne işi var bu kızın burada?" Sorduğu soruyla beraber kaşlarım çatıldı. Beni tanıyor muydu? Kutal, Gediz'e cevap vermeden ayaklandı ve bana doğru yürümeye başladı. Gözlerindeki soruları buradan bile okuyabiliyordum ama en az onun kadar benim de ona soracağım sorular vardı. Attığı her adım biriken sorularımın cesaretini tek tek kırdı. Bana doğru yürümeye devam etti. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Tam karşımda durduğunda aramızda bir adımlık mesafe bırakmıştı. Uzun boyundan dolayı kafamı hafifçe kaldırarak gözlerinin içine baktım. Bakışlarımdaki endişeyi fark etmemesini diledim.

"Konuş bakalım doktor kız," dedi yüzüme daha da yaklaşarak. Şimdi bir alevin rengini alan gözleri beni yakmak ister gibi tehlike doluydu. Bakışlarına yerleşen beni korkutma isteğini görebiliyordum. "Babamla ne zaman görüştünüz?"

Sorduğu soruyla beraber Gediz'de bize yaklaştı ve sol çaprazımda durarak Kutal gibi ellerini cebine soktu. Derin bir nefes aldıktan sonra göğsü inip kalktı. Bakışlarım bir Gediz'in bir de Kutal'ın üstünde oyalandıktan sonra dudaklarımı araladım. Çok kuruduğunu fark edince dilimle ıslattım ve konuştum.

"Hastanede," dedim sakince. Sesim ağlamaktan olsa gerek hafif kısılmıştı. Babasının bilinci açıkken bana birkaç şey söylediğini hatırlıyordum ancak bunlar anlaşılmayacak derecede kısık sayıklamalar şeklinde olmuştu. "Hastanede ilk müdahalesini ben yapmıştım. Fakat bunun şu an bir önemi yok. Kardeşim nerede? Annem onu çok merak eder." Kutal bilindik alaylı maskesini suratına takarken Gediz kaşlarını çattı.

"O zaman şöyle sorayım," Kutal bana doğru bir adım daha attığında ayaklarım benden istemsiz geriye gitti. Havuza iyice yaklaşmış olmak gerilmeme sebep olmuştu. "Babam neden seninle görüşmek istedi?" Ona sorduğum soruları tamamiyle görmezden geldi.

Bu sefer kaşlarını çatma sırası bana geçti. Babası beni tanıyor muydu?

"Ne demek istiyorsun?" Olanları anlamadığım tüm yüz halimden belliydi. Bana bir adım daha yaklaştı. Ben havuza bir adım daha yaklaştım. Gözlerim endişeyle havuza çevrildi. Bir gece içinde yaşadıklarım bana yetmişti. Daha fazlasını kaldıracak gücü ruhumda bulamıyordum. Benim annemle babam ölmüştü, karşımda duran tanımadığım bir adamın tehditlerinden mi korkacaktım? Benim annemle babam ölmüştü.

"Güzellikle konuşmayacaksın yani?" tek kaşını kaldırarak sorduğu sorusuyla beraber gözlerimi havuzdan ayırdım. Bakışlarındaki tehlike gözlerimdeki endişeyi büyüttü. Kutal bir bana bir de havuza baktı.

"Yüzme biliyor musun?" diye sordu biraz geriye çekilirken. Bu soruyu neden sorduğunu az çok tahmin edebiliyordum.

"Evet." dedim kesin bir dille. Kutal beni bir süre süzdü ve kaşlarını 'öyle mi' der gibi kaldırdı. Gediz araya girerek Kutal'ın odağını kendinde topladı.

"Kardeşim önce biz seninle bir konuşsak." dedi elini Kutal'ın omzuna koyarak. Kutal, Gediz'e bakmadan cevap verdi.

"Cık," dedi kaşlarını hafifçe yukarı kaldırarak. "Ben bu koyu sohbetli kızla konuşacağım." Gediz elini Kutal'ın omzundan çekti. Kutal yüzünü yüzüme iyice yaklaştırıp gözlerimin en derinine ulaşmaya çalıştı.

"Ben senin babanı tanımıyorum." sesimde yalanın kırıntısı bile yoktu. "Ama sen benim annemle babamı tanıyor gibiydin?" dedim sorar gibi. Sesimin titremesine engel olamadım. Soru sorma sırasının bana gelmesini istiyordum. O kadar çok sorum vardı ki akşama kadar sorsam bitmezdi. Kutal bir süre daha gözlerimde oyalandı. Bakışlarında kim olduğumu çözmeye çalışır gibi bir ifade vardı. Başını aşağı yukarı sallayarak beni onayladı.

"Evet," sesi ifadesiz çıkmıştı. "Babamı hapse attıran kişileri tanımamam mümkün değil." Söylediği şeyle kaşlarım bugün sayamadığım kaçıncı kez çatıldı bilmiyordum. Gözlerinin içine sorar gözlerle bakmaya devam ettim. Babam bir savcıydı tabi ki de adaleti sağlamak için birilerini bir yerlere yollayacaktı.

"Babamın hapse attırdığı adamların çetelesini tutmuyorum ben." dedim homurdanarak. Benim karşıma bugüne kadar kaç kişi böyle dikilmişti haberi var mıydı? "Az önce annemle babam öldü benim, neyin hesabını soruyorsun sen benden?"

"Fikret Uluhan," dedi sakince. Yine söylediklerimi görmezden geldi. Bu tavrı onunla uzlaşmamı engelliyordu. Gözlerindeki bana karşı olan güvensizlik yerli yerinde duruyordu. "Uluhan Mimarlık Şirketinin sahibi. Sana hiçbir şey çağrıştırmıyor mu?" Söylediği isim tanıdık geliyordu ancak ben hafızası kuvvetli bir insan değildim. Mimarlık şirketini de bir yerlerden duymuş gibiydim fakat ben yine hafızası kuvvetli bir insan değildim.

"İsmi ve şirket tanıdık geliyor. Ama nereden tanıdığımı hatırlamıyorum." Cenk'in yerini öğrenebilmem için şimdilik onun sorularına cevap vermeye karar verdim. Gediz'in şüpheli bakışları üzerimde dolanmaya devam ederken Kutal gözlerini öyle bir kıstı ki sanki yalan söylediğime en başından inanmıştı. Fakat ben yalan söylemiyordum. Fikret Uluhan ismini hatırlayacak olsam hastanede hatırlardım.

Kutal kasılan çenesini iyice sıktı. Kendini kontrol etmeye çalışıyor gibiydi. Kaşlarını yine 'öyle mi' diye sorar gibi kaldırdı. Bana inanmadığı her halinden belliydi. Üzerime doğru gelmeye devam etti. Adımlarımın son sınırında olduğum için bedenimi geriye doğru eğdim. Kutal bana daha da yaklaştı. Her bir adımı kalbimin sesinin daha yüksekten duyulmasına neden oluyordu. Eğilmekten dengemi kaybedeceğim sırada beni belimden yakaladı. Sol eli güçlü bir şekilde belimi kavrarken diğer eliyle sol kolumu tutmuştu. Korkuyla açılan gözlerim bir ona bir havuza bakmaya devam etti.

"Yalancısın," dedi gözlerimin içine bakarak. "Ama korkuların konusunda yalan söylemeyi beceremiyorsun." Bakışlarına merakla karşılık vermeye devam ederken ne yapacağını kestiremiyordum.

"Ya şimdi bana bildiğin her şeyi anlatırsın ya da seni bıraktığım an havuzu boylarsın." Tehlikeli ses tonuyla kurduğu tehdidi oldukça gerçekçiydi. Kafamı hafifçe iki yana sallarken gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Beni tutan kollarına güvenmediğim için ellerim ona tutunamamış havada asılı kalmıştı.

"Ben hiçbir şey bilmiyorum." dedim kısık çıkan sesimle. Önce başını sağ omzuna doğru yatırdı ardından düzeltti ve kafasını aşağı yukarı salladı. Belimde duran eli hafifçe gevşedi. Ardından diğer elini kolumdan çekti. Aslında beni havuza atıp öylece bırakması onca olan şeyden sonra bana hediye gibi gelebilirdi. Bu nedenle onunla mücadele etmedim. Ölmek istiyordum. Belki de ölmek için çok güzel bir zamandı. Babamla annemi şimdiden o kadar çok özlemiştim ki ölünce onlara kavuşacak olma düşüncesi bile bugün bileklerimi kesmeme yeterdi. İçime içime ağlamaya devam ettim.

"Kutal kızı bırak öyle konuşalım." Gediz olaya müdahale etmesi gerektiğini anlamış olacak ki Kutal'a uyarı dolu bir cümle kurdu. Kutal, Gediz'le bakışlarını buluşturmadan konuştu. "Bırakacağım." dedi. Belimdeki elini aniden çektiğinde sarsılan dengemle beraber sırt üstü havuza düştüm. Bedenim soğuk suyla kaskatı kesildi. Gözlerim berrak, mavi suyun derinliklerinde kocaman açıldı. Kollarım iki yanıma savruldu ve yüzüme doğru düşen saçlarımla gözlerimi kapattım. Benim sorunum yüzme bilmemek değildi. Benim sorunum suyun altında bedenimin kilitlenmesiydi. Şu an bu suyun altında olmak Kutal'ın yanında olmaktan çok daha güven veriyordu bana. Kaç saniye geçtiğini anlamadığım bir noktada nefesim tamamen kilitlendi. Hoş dışarı çıksam da nefes alamazdım ya neyse. Su adeta bir girdap gibi beni iyice derinlere çekti. Öleceğime olan inancım içimde git gide büyüdü. Kalbimde babamlara kavuşacak olmanın acı bir sevinci belirdi.

Suyun altında nefesimden sonra duyularımı da kaybederken yukarıdan gelen sesler artık bir uğultudan ibaretti. Ayaklarımın havuzun içinde yere değdiğini hissettim. Dibe gömülmüştüm. Bir insan bir gece içinde ne kadar dibe batabilirse o kadar batmıştım. Etraf karanlıktı ama bu karanlığın sebebi bendim. Gözlerimi açamıyordum. Ciğerlerimde yer edinmek isteyen bir nefesin çırpınışını yok saydım.

Duyduğum bir ses sanki çok uzaklardan geliyordu. Biri suya atlamış beni kurtarmaya karar vermiş olmalıydı ama ben halimden oldukça memnundum. Nefessiz kalmaya hep çok alışkın olduğum için böyle bir ölüm bana korkunç gelmiyordu. Ben boğulmakla ilk defa beş yaşında yüzleşmiştim. Yirmi beş yaşında bir kaşık suda boğulmak beni ürkütmüyordu. Beş yaşındaydım, kocaman bir suyun içinde küçük kollarıma yaşamak için çırpınıyordum. Yirmi beş yaşındayım, küçücük bir suyun içinde ölmek için kendimi dibe gömüyordum.

Kendi içimde düşüncelere dalmışken biri aniden sert bir şekilde belimi kavradı ve suyun gücüyle beraber ayaklarım bastığı noktadan havalandı. Su yavaşça bizi yukarı taşırken beni kimin tuttuğunu anlayamamıştım. Şu an bilincim kapanmak üzereydi.

Suyun yüzeyine çıktığımızı suratıma çarpan soğuk havayla kavradım ancak boğazlarımda yer edinmesini istediğim nefesi alamadım. Kendimi hala suyun altında gibi hisseden iç dünyama karşı gelemiyordum. Beş yaşındaki halim bana hüzünle bakıyordu. Hala aynı şeyleri yaşıyor olmama hayret ediyor gibiydi. Bilincim iyice kapanmaya başladı.

"Bayılmış mı lan kız?" Gediz'in sesi uzaklardan kulaklarımı doldurdu. Beni sudan Kutal'mı çıkarmıştı? Gözlerimle görmeden inanabileceğim bir şey değildi. Bedenim sudan kopup soğuk zeminle buluştu. Muhtemelen havuzun kenarına sırt üstü bir şekilde uzanmıştım. Etrafımdaki sesleri hafif hafif duyuyor olsam da hala nefes alamıyordum.

"Doktor çağır." Kutal'ın kulaklarımda duyduğum sesinden sonra vücudum bulunduğu soğuk zeminden ayrıldı. Kutal olduğunu düşündüğüm kişi bir elini bacaklarımın altına bir elini de sırtıma koyarak beni kucağına aldı. Gözlerim gibi artık düşüncelerimin de karanlığa gömüldüğünü hissettim. Yok oldu. Her şey birer birer yok oldu.

⏳️

Bir yaprak ağaçta tutunduğu daldan savrularak masmavi gökyüzünde süzüldü. Bilinmezliğe doğru çıktığı bu yolculuğunda yalnızdı. Gözlerim bir süre yaprak yere düşene kadar onu izledi. Yaprak yere düştü. Uzunca bir zaman kıpırdamadı. Kıpırdaması için rüzgarın kuvvetine ihtiyacı vardı. Sabırla bekledi, bekledi, bekledi. Sonunda sert bir rüzgar estiğinde yaprak düştüğü yerden tekrar kalktı ve bir diğer bilinmez yolculuğuna doğru yola çıktı.

Bakışlarımı nereye gittiğini bilmeyen yapraktan ayırdım. Bana kendimi hatırlatıyordu.

Yeşilliklerin içindeydim. Büyükçe bir çınar ağacının altında gölgelikte oturuyordum. Etrafta kimse yoktu. Güneş eline aldığı sulu boya fırçasıyla gökyüzünü kızıla boyamıştı. Kilometrelerce uzaklarda olan dağların ardından bir bulut anlamsız şekliyle gökte yer edindi. Gözlerim burada ne yaptığını sorgular bir şekilde etrafı tararken bir anda altımdaki toprak beni içine çekti.

Korkuyla çığlık attım. Derin bir çukurun içinde annemle babamın yanındaydım. Üzerimize topraklar yağıyordu. Kum saatinin alt kısmını dolduran kum gibi üzerimize hızla yağan toprağın altında ayaklarım kaybolmaya başladı. Annemle babam öylece beni izliyorlardı.

"Ne yapıyorsunuz burada?" diye sordum dehşet içinde. Korkunun ruhuma saplanıp kaldığını hissettim. Oradan hiç gitmeyecekti. İkisi de yukarıdan yağan toprağı umursamıyor gibiydi. "Çabuk çıkalım buradan, birazdan toprağa gömüleceğiz hepimiz." Bir elimle annemi bir elimde babamı tuttum. Onları kendimle birlikte çekiştirmeye çalışırken ikisi de olduğu yere çivilenmişti sanki. Kirpiklerimin ardındaki ıslak bakışlarımı korkuyla onlara çevirdim. Babam yüzüne acı bir tebessüm kondurdu, annem öylece bana bakmaya devam etti.

"Hatırla kızım," babamın sesi ve görüntüsü git gide kayboluyordu. Annemin elinden tutmuştu. Onların tarafına daha fazla toprak yağarken benim tarafımdaki toprak sadece ayaklarımı oynatmamı engelliyordu. "Hayatta kalman ve kardeşini koruman için hafızana ihtiyacın var. Bugüne kadar seninle yaptığım bütün önemli konuşmaları hatırla." Babam son sözlerini söyledikten sonra annemle birlikte tamamen toprağa gömüldü. Dudaklarım korkuyla aralandı.

"Baba!" diye haykırdım. Ben de onlarla birlikte o toprağın altına girmek istiyordum. "Baba beni bırakmayın!" Haykırışlarımın hiçbir anlamı yoktu. Onlar öylece toprağa gömüldükten sonra kâbus gördüğümün bilincine varan aklım beni girdiği girdaptan kurtardı. Kabusum gözlerimin önünden giderken karanlıkla buluştum. Gözlerimi açamamıştım.

"Bence bir şey bilmiyor." Kendimi gerçeklikle tamamen buluşturan şey Gediz'in sesi olmuştu. Gözlerimi aralamadan etrafta geçecek olan konuşmaları dinledim. Birkaç bakışın üzerimde gezdiğini hissediyordum.

"Biliyor," dedi Kutal tok sesiyle. "Ama hatırlamıyor." Bir şeyleri unuttuğumu nereden biliyordu? Gerçekten bildiğim bir şeyi unutmuş muydum? Hafızamı iyice zorlamaya çalıştım ancak aklıma herhangi bir görüntü düşmüyordu. Uzun bir süre gözlerimi açmadım. Odada duyduğum tek ses nefesimin sesiydi. Bilincim artık tamamen uykudan arındığında gözlerimi araladım. Uzun kirpiklerimin ardından kısık bakışlarım ilk olarak tepemde duran beyaz tavana değdi. Bulanık olan görüşümü netleştirmek için gözlerimi birkaç kez kırpıp açtım.

Bir yatak odasında yerle bitişik alçak bir yatakta, yatağın sağ tarafında sırt üstü uzanıyordum. Sağ kolumda bir serum, yatağın yanındaki koyu gri komodinin üzerinde bir oksijen maskesi vardı. Havuzdaki anılarım aklıma geldiğinde yüzümü buruşturdum. Yatakta doğrulup oturur pozisyona geldim. Siyah nevresim takımlarıyla bezenmiş yatakta siyah bir pike üzerimde duruyordu. Pikeyi ayaklarımla itekledim. Kolumdaki serumu çıkardıktan sonra ayaklarımı yere doğru sarkıttım.

Oldukça geniş bir odaydı. Yatak, odanın tam ortasında duruyordu, yatağın iki yanında tek çekmeceli başucu komodinleri vardı. Yatak koyu gri renkteydi ancak başlığı koyu renk bir ahşaptandı. Diğer eşyalarla takım olduğu anlaşılan koyu gri bir gardrop bir duvardan diğer duvara kadar odayı kaplamıştı. Dolaptaki aynadan kendime göz göze geldim.

Lacivert gözlerim kıpkırmızıydi. Gözlerimin altında siyah halkalar vardı. Zaten beyaz olan yüzüm tamamen ruh gibi olmuştu. Kalınlığı eşit dolgun dudaklarım kurumuştu. Üzerimde geniş siyah bir tişört, altımda bana kat kat büyük gelen siyah bir eşofman vardı. Bu eşyaların kime ait olduğunu ya da bana bunları kimin giydirdigini umursamadan ayaklanmaya çalıştım. Arkamda kalan büyük camdan ve kapısı açık balkondan bir rüzgar esti ve sarı saçlarım önüme düştü.

Yataktan destek alıp ayağa kalktığımda belimde her an düşecekmiş gibi duran eşofmanın ipini sıktırdım. Paçalarını da iki kat katladım ama hala yere sürünüyordu. Serumu yemiş olmamdan mı kaynaklı bilmiyordum ama kendimi daha güçlü hissediyordum. Annemle babamın dün gece ölmüş olduğu gerçeğini aklımın köşesinde bir tarafa itekledim ve sadece Cenk'e odaklandım. Şu an onu bulmam gerekiyordu.

Odanın aralık duran ahşap kapısına doğru yürümeye başladım. Adımlarım yavaş ve temkinliydi. Bu evin içinde diğerleriyle karşılaştığımda neler olacaktı bir fikrim yoktu fakat bir an önce gitmem gerekiyordu. Odadan çıktıktan sonra sağa ve sola baktım. Oda koridorun tam ortasındaydı. Karşısında banyo olduğunu düşündüğüm bir kapı duruyordu. Sol ve sağ taraflarda da birer oda vardı. Mimari planı oldukça klasik olan bu evin çöm ruhsuz olduğunu düşündüm. Terk edilmiş gibiydi. Sağdaki odanın hemen karşısında aşağı inen ahşap merdivenleri gördüm. Oraya doğru yöneldim. Parkeler yeni gibi durmasına rağmen ev muhtemelen eski olduğu için ayaklarımın altında gıcırdıyordu. Ev öyle sessizdi ki adımlarımı herkes duyabilirdi. Merdivenin başına geldikten sonra trabzanlara tutunmaya gerek duymadan aşağı inmeye başladım. Ahşap merdivenlerde ayağımın altında çıkardığım sesler daha da artmıştı. Son basamağı da indikten sonra evi bilmediğim için yine etrafa bakma ihtiyacı hissettim. Merdivenler genişçe bir salona çıkıyordu. Salonda bej rengi koltuk takımları karşılıklı olarak kurulmuştu. Bir televizyon hiç kullanılmadığıni belli eder şekilde tozlanmıştı. Koltukların hemen arkasında altı kişilik bir yemek masası vardı. Merdivenlerden salona biraz daha çıktığımda duvar boyu uzanan camın sağ tarafında kalan bir kapı gördüm. Kapı aralıklıydı ve çalışan buzdolabının sesi duyuluyordu. Salonun ortasına doğru ilerledim. Aynı anda mutfaktan önce Kutal sonra Gediz çıktı.

Salonun ortasında durup onlara baktım. İkisinin gözleri de benim üzerimdeydi. Kutal sanki krokimi çıkaracak gibi baştan aşağı beni süzdükten sonra gözlerini gözlerime değdirdi. Elleri siyah kot pantolonunun cebindeydi. Üzerinde siyah bir gömleğinin kollarını katlamış, üstten iki düğmesini açık bırakmıştı. Koyu kahverengi gür saçları alnına dökülüyordu. Gözlerindeki soğukluğun her zerresi çehresindeki yansımasaydı. Beni gördüğü anda elmacık kemiklerinin altında keskin yüz hatları nedeniyle oluşan çukurlar daha da içe çöktü.

"Günaydın," dedi Gediz rahatsız sessizliğe son vererek. "İyi görünüyorsun." Bu cümle içimde bir noktayı alayla güldürdü. Dünyada iyi görünebilecek son insan bile olamazdım. Kutal, Gediz'e kısa bir bakış atıp salonun ortasına doğru yürüdü ve karşımda duran üçlü koltuğa ot

Uzun bacaklarını genişçe açarak oturdu ve dirseklerini dizlerine koyup ellerini önünde birleştirdi. Kafasıyla karşısındaki tekli koltuğu otur dercesine işaret etti. Onun bu yaptığını görmezden gelip aramızda olacakları merakla bekleyen Gediz'e döndüm.

"Benim eve gitmem gerekiyor. Annemle babamın cenaze işlemleri için." Kutal'la konuşmak mümkün değildi. Sadece sorgulayıp şüphesine şüphe katmaktan başka bir şey yapmadığı için ondan daha insancıl olan Gediz'le muhatap olma gereği duymuştum. Fakat annemle babamın öldüğünden muhtemelen Gediz'in haberi yoktu çünkü yüzündeki şaşkınlık büyüdükçe büyüdü. Oysa ki havuzun orada annemle babamı kaybettiğimden bahsettiğimi hatırlıyordum. Bunu duymamış mıydı? Yahut o an umursamamıştı.

"Anlamadım?" Dedi sorar gibi. Hem rengiyle hem de bakışlarıyla alev saçan soğuk bakışları üzerimde hissetsem de ona aldırmamaya devam ettim.

"Dün gece annemle babam vefat etti ve ben onların cenazelerinin bile nerede olduğundan bihaberim. Aynı kardeşimin nerede olduğundan bihaber olduğum gibi." İmalı çıkan ses tonumla kardeşimden bahsederken Kutal'a döndüm. Gözlerimin içine ifadesiz bir şekilde bakmayı sürdürüyordu.

"Kardeşinin benimle olduğunu söylemiştim." Kutal sonunda konuşabilme şerefine erişti.

"Evet," dedim sakince. "Ben de sana babanı tanımadığımı söylemiştim. Sen bana inandın mı? Hayır. Benim de sana inanmıyor olmam çok da şaşılır bir durum değil." Kutal'ın çenesi daha da kasıldı. Her an benimle büyük bir tartışmaya hazır gibi duruyordu.

"Dün gece ben olmasaydım sen de kardeşin de şu an ölmüş olacaktınız." Yaptığından gurur duyuyor gibi değildi ama bana bir şeyleri hatırlatmak istiyor gibiydi. Bu dünya güçlünün, güçsüzü mağlup ettiği bir dünyaydı.

"Keşke öyle olsaydı." Diye mırıldandım içimden ama bunu muhtemelen duymamıştı. "Annemle babamı senin öldürmediğin ne malum?" sesim onların ölümünü kabullenmiş, ölümlerinin arkasındaki sır perdesini aralamak ister gibi çıkmıştı. Kutal derin bir nefes alıp başını 'bundan olmaz' der gibi sağa sola salladı.

"Neyse," dedim bu konuşmadan sıkıldığımı belli eder ses tonumla. Ardından Gediz'e döndüm. "Annemle babamın katilinden daha sonra hesap soracağım. Şimdi onların yanına gitmem gerekiyor. Bana taksi çağırır mısın? Telefonum yanımda değil." Gediz sıkıntılı bakışlarıyla bana baktı ve tam cevap vereceği sırada Kutal araya girdi.

"Annenin değil," dedi ayağa kalkarak. Birkaç adım bana doğru yürüyüp karşımda durdu. Anlamadığımı belli eden bakışlarımla gözlerimi ona diktim. "Babanın katilini arıyorsun. Yanlış görmediysem annen intihar etmişti değil mi?"

Söylediği şeyle dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Annem intihar ederken dahi orada mıydı? Madem oradaydı neden engel olmamıştı? Bakışlarıma yerleştirdiğim nefretle ona son kez bakıp merdivenlerin yanındaki dış kapıya doğru ilerledim. Gediz'in arkamdan geldiğini görmüştüm ama onu beklemeden dış kapıyı açtım ve soğuk havanın suratıma çarpmasına izin verdim. Sonbahar artık kendini kışa çeviriyordu ve ben bu havada üzerimde bir tişörtle dışarı çıkmıştım.

Hava yine kapalıydı. Gri bulutlar mavi gökyüzünü kıskanıyor gibi günlerdir renklerini üzerimizden çekmemişti. Hava ruhum kadar karanlık olamaz diye düşündüm. Bulunduğum anda ruhum kadar karanlık hiçbir şey olamaz.

Kapının önünde durduktan sonra Gediz'in gelip gelmediğini kontrol etmek için arkamı döndüm ama Gediz yerine Kutal'la karşılaştım. Kapının yanında duran partmantodan arabanın anahtarlarını aldı. Dolabı açıp benim yağmurluğum olduğunu anladığım yağmurluğumu çıkardı. O da kendi üzerine siyah kot ceketini giydikten sonra evden çıktı ve kapıyı kapattı.

"Neyin peşinde olduğunu öğrenmeden seni bırakacağımı sanıyorsan yanılıyorsun." elindeki yağmurluğumu bana doğru uzatırken kurduğu cümlesine şaşkınlıkla baktım. Yağmurluğu elinden sertçe çekip aldım.

"Senin benim hakkımda yaptığın planlarının bende hiçbir hükmü yok." dedim çenemi kaldırarak. Ardından yağmurluğumu hızlıca giydim. Saçlarımı yağmurluğumun içinden çıkarırken o konuşmaya devam etti.

"Kardeşinin benim elimde olduğunu bilmene rağmen nasıl bu kadar dik başlı davranabilirsin?" Sesinde davranışlarıma hayret ediyor gibi bir tını vardı.

"Cenk'in senin elinde olduğuna dair tek bir delilin yok," dedim kendimden emin sesimle. Sonrasında devam ettim. "Var mı?" Bir yanım deli gibi Cenk'in onun yanında olmasını isterken diğer yanım bundan ölesiye kaçıyordu. Bana cevap vermek yerine cebinden telefonunu çıkardı ve hastanede gördüğüm, bahçenin ortasında duran Range Rover'a doğru yürüdü. Kendi kapısını açıp bindikten sonra benim de binmem için bekledi.

Arabaya binerken telefonla aradığı kişinin telefonu cevapladığını fark ettim. Kapıyı ardımdan kapattıktan sonra soğuk bir esinti aracın içini doldurdu.

"Çocuğu telefona ver." Kutal'ın aradığı kişiye verdiği bu emirle kalbim umutla sıkıştı. Cenk gerçekten onun yanında mıydı? Kutal telefonu kulağından çekip hoparlöre aldı ve arabayı çalıştırdı.

"Alo?" Cenk'in hoparlörden çıkan sesini duymamla titreyen dudaklarımdan içeri derin bir nefes girdi. Nefes alışım o kadar hızlı olmuştu ki Kutal nefesimin sesini duymasıyla yavaşça bana döndü. Gözlerim elinde tuttuğu telefona takıldı. Cenk sahiden de onunlaydı.

"Cenk!" dedim sesimi ona duyurmaya çalışarak. "Ablacım iyi misin?" Karşı tarafta bir süre sessizlik oldu. Ardından Cenk'in hıçkırıkları kulağımı doldurdu.

"Abla," dedi anında ağlamaya başlayarak. Boğazıma dolan bir yumruyu sert bir yutkunmayla geriye yolladım. Ben ağlamayı bırakalı çok uzun zaman oluyordu. "Abla neredesin?" o kadar çok ağlıyordu ki onu anlamakta zorluk çekiyordum.

"Abla babam öldü." dedi haykırışlarının arasında. Onun için her şey daha zordu. On bir yaşında, bir gece içinde hem annesini hem babasını kaybetmişti. "Sonra annem beni bir yere sakladı. Burada bekle ablan seni kurtaracak dedi." Muhtemelen kurtarmaktan kastı Cenk yerine ölmemdi. Hiçbir şey söylemeden kardeşimi dinlemeye devam ettim. "Ama sen gelmedin. Birkaç tane adam geldi. Beni saklandığım yerden çıkardılar. Korkma biz seni kurtarmaya geldik dediler. Abla onları bana sen mi yolladın?" Kardeşimin ağlayarak çıkan cümlelerini zar zor anlayabildim.

Sesimi bulmaya çalıştım. Bir anda öyle güçsüzleşmiştim ki Cenk'e bir süre cevap veremedim. Sonrasında kendimi topladım ve konuştum.

"Ablacım," dedim sakince. Ne kadar sakin kalmaya çalışsam da titreyen sesime engel olamadım. "Her şeyden haberim var. Sen sadece korkma, ben senin yanına geleceğim tamam mı?" Şu an Cenk'e bir açıklama yapamazdım. Çünkü neler olduğunu ben de bilmiyordum.

"Abla annem de öldü değil mi?" Ruhuma bir başka neşteri saplayan bu sorusuyla yavaşça gözlerimi yumdum. Dudaklarımı daha fazla titrememesi için dilimle ıslattım ve çenemi sıktım. Kelimeleri kafamda topladıktan sonra derin bir nefes aldım.

"Ben yanına gelince konuşacağız Cenk." dedim anlayışlı bir sesle. Ardından telefonu kapatması için Kutal'a döndüm. Bakışlarımı anladıktan sonra kırmızı tuşa bastı ve telefon kapandı. Gözlerimi telefondan ayırıp karşımda akıp giden yola çevirdim. Arabanın saatine baktım. Akşam dörde geliyordu. Kutal telefon konuşmasından sonra sessizliğe büründüğünde ona mecbur olduğumu anlamıştım. Neler olduğunu hala kavrayamıyordum ama Cenk'in iyiliği için bir süre ona katlanmak zorundaydım. Tüm zorunda olduklarım beni sınırlıyordu ve sınırlarım henüz nereye kadar çizileceğini bilmiyordu.

Araç kırk beş dakikalık yolculuğun ardından evimin olduğu yola girdi. Sık, yeşil çam ağaçlarıyla dolu yolda ilerlemeye devam ettikten sonra biraz ötedeki evim görüş alanıma girdi. Bu eve geri dönmeyi asla istememe rağmen annemle babamı orada öylece bırakıp gittiğim için adalet terazimde kendimi ömürlük müebbete hapsettim. On dakika sonra evin bahçesine girdikten sonra kapısı kapanmış olan arabamı gördüm. Etraf sessizdi.

Arabadan indikten sonra Kutal'da benim ardımdan indi. Gözlerim dış kapıya çekilmiş olay yeri inceleme yazılı şeritlere takıldı. Adımlarım geri geri gitmek istiyordu. Düne kadar bu ev benim yuvamken şimdi kendimi bir yabancı gibi hissediyordum. Ekipler bu evden iki ceset çıkarmışlardı ancak benim ruhumun cesedini kimse fark edememişti. Bir süre o kapıyı izledikten sonra sarsak adımlarımla eve doğru yürüdüm. Kutal arkamdan gelmeye devam ediyordu.

"Polisler olayı intihar olarak kapattı." dedi sakince. Kapıya geldiğimizde geçebilmem için şeriti bir eliyle kaldırdı. Eğilerek şeritin altından geçtim. O da benimle birlikte eve girdi. "Cenazeleri Servergazi Devlet Hastanesi'nde. Sen, kardeşin ve kendin için birkaç eşya al sonra hastaneye geçeriz." Kutal'ın söylediği şeylere karşı başımı aşağı yukarı salladım. Adımlarım merdivenlere yöneldikten sonra onu arkamda bıraktım. Üst kata çıkıp annemlerin odasını es geçtikten sonra Cenk'in odasına yürüdüm. Küçük bir valize ihtiyacı olabileceği bütün eşyaları aldım. Ardından Cenk'in odasının yanındaki kendi odama girdim. Kendim için de birkaç kıyafet aldıktan sonra, kitaplarımı ve steteskobumu da valize attım.

Odamdan çıkar çıkmaz tekrar annemlerin odasıyla göz göze geldim. Oraya da bir şerit çekilmişti. Kapı aralık duruyordu. O odayı yine es geçtim. Alacağım her şeyi aldıktan sonra merdivenlere yöneldim ancak aklıma gelen şeyle aniden durdum. Babamın çalışma odasındaki kasası.

"Bir gün Sare, bir gün bu kasayı sen açacaksın. Ben öldükten sonra bu kasanın içindeki her şey senin olacak."

Babamın o an söylediği şeylerin bir vasiyetnameden ibaret olduğunu düşünürdüm ama şimdi altında onlarca şey yattığını tahmin edebiliyordum. Süratle babamın çalışma odasına doğru yürüdüm. Kapıyı açtıktan sonra vakit kaybetmeden kitaplığın en alt rafındaki şifreli kasaya yöneldim. Nedense içimden bir ses Kutal'ın bunları görmemesi gerektiğini söylüyordu.

Kasaya altı haneli şifreyi girdikten sonra açıldı. İçinde bir miktar para, bazı dosyalar ve bir zarf vardı. Parayı valize atıp dosyaları karıştırdım. İşime yarar herhangi bir şey olmadığını gördüğümde yıllanmış duran zarfa yöneldim. Zarfı elime aldım. İçini açtım. Katlanmış bir kağıt ve flash bellek vardı. Adrenalinden dolayı titreyen ellerimle kağıdı çıkarmaya çalıştım ama aşağıdan gelen adım sesleriyle zarfı katlayıp hızlıca valize koydum. Flash belleği yağmurluğumun cebine attım.

Kasayı kilitleyip çalışma odasından çıktım ve merdivenlerin başında Kutal'la göz göze geldim. Önce elimdeki iki valize sonra bana baktı. Bakışlarında her zaman olduğu gibi şüphe vardı. Elleri uzun bacaklarını saran siyah kot pantolonunun İçinde duruyordu ve bu duruşuyla kol kasları daha da belirginleşmişti.

"Gidelim." dedim başka bir şey söylemeden yanından geçip giderken. Valizleri merdivenlerden aşağı doğru indirmeye çalıştığımda halime üzülmüş olacak ki hiç zorlanmadan elimdeki valizleri aldı ve aşağı inmeye başladı. Arkasından onu takip ettim ve evime son kez bakıp bütün acı anılarımı yukarıdaki odanın ardında bırakıp çıktım.

Ben arabaya binerken Kutal valizleri bagaja yerleştirmiş ve sürücü koltuğuna geçmişti. Arabayı çalıştırdıktan sonra yol boyu konuşmadan sürmeye devam etti. Kalbimde bitmek bilmez bir titreme vardı. Doktor olarak bir teşhis koyacak olsam kesinlikle yakın zamanda kalp krizi geçireceğimi düşünürdüm. Sanki hayatım boyunca bildiğim her şey aklımdan silinip gitmişti. Beynim bomboştu ve bu boşluğu dolduramıyordum. Sadece annemle babamın acısını yaşasam yetmez miydi? Tüm bu uğraşım ne içindi, hangi dava uğrunaydı?

Düşünmekten olsa gerek artık midemin bulandığını hissettiğim noktada hastanenin önüne geldik.

Servergazi Devlet Hastanesi'nin otoparkında duran arabayla beraber gözlerim morg tabelasında takılı kaldı. Her şeyi bir an önce halletmek isteyen tarafımla beraber arabadan indim. Kutal'ın temkinli bakışları üzerimde dolaşıyordu. Muhtemelen annesini ve babasını kaybetmiş bir kız için oldukça sakin görünüyordum. Çünkü tek bir gözyaşı bile dökmüyordum. Oysa ki ben ağlamayı beş yaşında bırakmıştım. O gece benim için sadece bir istisnaydı. Şimdi ağlamamak için olabildiğince kendimi tutmam gerekiyordu yoksa annemin ölü bedeni yattığı yerden doğrulurdu. Ağlayınca geçirdiğim o krizleri tekrar yaşamanın hiç sırası değildi.

Uzun, rutubetli ve soğuk bir koridorda bir masa önünde duruyordum. Ailenizi son kez görmek ister misiniz diyen morg görevlisine kafamı hafifçe sağa sola salladım. Her şeyi unutsam da onların morgta gördüğüm ölü bedenlerini unutamazdım. Benim sevdiklerimin ölü bedenlerini 'son kez' görmeye cesaretim yoktu. Ben korkağın tekiydim. Önümdeki son kağıdı da imzaladıktan sonra bakışlarımı yanında duran memura çevirdim.

"Bitti mi tüm işlemler?" diye sordum.

"Evet," dedi memur Önümdeki kağıtları toplarken. "Başınız sağolsun." Ailemin ölümüne ilk başsağlığı dileğini hiç tanımadığım bir memurdan alacağım aklımın ucundan dahi geçmezdi. Memura bir cevap vermeden hızla soğuk bodrum katından yukarı doğru çıkmaya başladım. Ellerim boğazımda takılı kalmıştı. Göğsüme sert olmayan bir yumruk vurdum. Bu aralar sık sık nefes alma sıkıntısı çekiyordum ve bu ruhumu daha çok yoruyordu.

Dışarı çıktığımda Kutal'ın beni arabaya yaslanmış bir şekilde beklediğini gördüm. Elinde bitmeye yakın duran sigarasını çöp kovasında söndürdü ve izmariti çöpe attı. Bakışları benim olduğum tarafa döndü. Yaslandığı yerden doğruldu ve hiçbir şey söylemeden sürücü koltuğuna yöneldi. Ben de arabaya doğru gideceğim sırada birinin aniden bana çarpmasıyla olduğum yerde sarsıldım. Öyle sert çarpmıştı ki dengemi sağlayamamış yere düşmüştüm. Siyah şapkalı uzunca bir adam beni yerden kaldırarak aceleci tavırlarla özür diledi ve yanımdan hızla uzaklaştı. Adamın arkasından bir süre bakakaldıktan sonra kafamı iki yana salladım. Kendime geldiğimde arabaya doğru yürüdüm. Biraz sonra arabaya bindiğimde Kutal aracı çalıştırdı.

Polisler beni sorguya çekmişti ancak hiçbir şeyden haberim olmadığını söylemek zorunda kalmıştım. Kutal böyle yapmam gerektiğini söylemişti. Ona göre peşimde birileri vardı ve kardeşimle güvenliğimiz için polisi bu işe karıştırmamam gerekiyordu. Zaten polisi bu işe karıştırmak planlarım arasında değildi. Tüm olanları kendi başıma çözecektim. İhtiyacım olduğu noktada ise polisten yardım isteyecektim.

Yolda giderken Beril aramıştı ama şu an onun neler olduğuna dair sorduğu sorulara karşı verecek cevabım yoktu. Az önce çıktığımız yazlık eve tekrar girdiğimizde havuza bakmayı es geçip arabadan indim. Kutal arkamdan inip valizleri bagajdan aldı ve eve doğru yürümeye başladı. Onun bir adım arkasında sırtını izleyerek adımlarını takip ettim.

Kapıyı anahtarla açıp içeri girdi ve geçmem için aralık bıraktı. Aralık bıraktığı kapıdan içeri girdikten sonra kapı salonda yankılanan sesiyle kapandı. Ne yapacağımı bilemez bir şekilde öylece partmantonun önünde dikiliyordum.

"Salona geçebilirsin." Kutal'ın söylediği şeyle bakışlarım ona döndü. Bana bakmıyordu. Ceketini ve arabanın anahtarlarını partmantoya yerleştirmekle meşguldü. Fark edip etmeyeceğini umursamadan kafamı belli belirsiz aşağı yukarı salladım ve salona doğru ilerledim. Bej rengi tekli koltuğa geçmeden önce yağmurluğumu çıkardım ve koltuğun kenarına astım. Koltuğa oturduğumda dirseklerimi dizime yasladım ve ellerimle önüme gelen saçlarımı geriye itip, ellerimi saçlarımdan çekmedim. Kendimi çok yorgun hissediyordum.

"Kardeşin birazdan burada olacak." Kutal salona doğru ilerlerken bu cümleyi kurmuştu. Çaprazında duran üçlü koltuğun bana yakın olan köşesine oturdu ve sırtını koltuğa yasladı.

Söylediği şeyle dudaklarım uzun zaman sonra belli belirsiz heyecandan aralandı. Gözlerimin parladığını hissediyordum. Cevap vermek yerine ellerimi saçlarımdan çekip hızla başımı aşağı yukarı doğru salladım.

"Cenk buraya geldikten sonra olanları konuşmamız gerek." Sesimde uzun zaman sonra uzlaşmak istediğimin belirtisi vardı. Kutal kimdi ya da neden burada onunlaydım bilmiyordum ama tüm bunlara rağmen Cenk'in ve benim hayatımı kurtardığının farkındaydım.

"Ve olacak olanları." diye ekledi Kutal.

"Evet." dedim sakince. Kutal başını aşağı yukarı sallayarak beni onayladı ve yaslandığı yerde kafasını arkaya doğru koltuğun sırt kısmına yatırdı. O da en az benim kadar yorgun görünüyordu. İlk karşılaştığımız haline nazaran daha sakin gibiydi. Uzun beyaz tenli boynunda belirginleşen adem elması bir yutkunmayla hareket etti. Gözlerini tavana diktiğinde ona bakmayı bıraktım ve önümdeki halının desenlerine odaklandım.

Beklemenin verdiği stresle bir bacağımı sallayıp duruyordum. Midem hem korkudan hem heyecandan hem de dün yaşadığım şeyler nedeniyle bulanıyordu. Sanki kusmuğum yemek borumun ortasında duruyordu ve en ufak bir hamle de kusacaktım. Ağzıma gelen tatla yutkundum ve yüzümü buruşturdum. Televizyon ünitesinde duran saatin tik tak sesi iyice rahatsız etmeye başladığında dışarıdan gelen bir araba sesiyle olduğum yerde doğruldum ve görebilecekmiş gibi salonun camından dışarı baktım. Kutal'da duyduğu sesle ayaklandıktan sonra yavaş adımlarla dış kapıya doğru yürüdü. O kapıyı açarken ben de ayağa kalkmıştım.

Kutal kapıyı açtıktan otuz saniye sonra kapıda Gediz belirdi. Bakışları önce Kutal'a sonra benim üzerime değdikten sonra arkasına baktı ve konuştu.

"Gel bakalım." Gediz söylediği şeyden sonra hafifçe yana kaydı ve kapıda Cenk belirdi. Korkuyla dolan mavi gözleri önce Kutal'ı buldu. Kutal'ın boyundan dolayı kafasını hafifçe kaldırmış ona bakıyordu. Üzerinde beyaz tişörtü ve beyaz ceketi vardı. Altına giydiği krem pantolonu daha önce hiç görmemiştim. Beyaz spor ayakkabılarının ufak bir köşesinde kan vardı. Sarı saçları iyice karışmış çehresi yorgun düşmüştü. Sanki kardeşim bir gün içinde onlarca yaş büyümüştü.

Cenk'i inceleyen gözlerim değil kalbimdi. Her bakışımda kalbim biraz daha burkuldu. Her baktığımda içimdeki yangın daha da büyüdü. Bir adım daha öne çıktığımda beni fark etmesini sağladım. Korkulu bakışları bu kez bana döndü. Beni görmesiyle beraber yüzünü büyük bir hüzün kapladı ve anında dolan gözleri sanki birazdan koca bir sel taşkınına dönecekti. Titreyen bacaklarıyla bana doğru gelmeye başlarken gözlerinden aynı anda büyük damlalar yanaklarına süzülüp oluk oluk akmaya devam etti. Tüm duygularımın ayyuka çıktığını hissettim. Ağlamak istedim. Ağlayamadım. Konuşmak istedim, konuşamadım. Sadece kollarımı iki yana açtım.

Cenk hızla bana sarıldığında kolları belimi sıkıca sardı. Başı göğsüme gelirken kafasının üstünden saçlarını öptüm. Hüngür hüngür göğsümde ağlarken bedeni sarsılıyordu. Her hıçkırığında kolları beni daha sıkı sarıyordu.

"A-bla," dedi kekeleyerek hıçkırıklarının arasından. "Abla her şey mahvoldu. Şimdi ne olacak?" Bana sarılmaya devam ederken kafasını göğsümden kaldırdı ve kızarmış gözlerini gözlerime çevirdi. Gözündeki yaşlar peş peşe birbirlerini takip ediyor ve asla durmuyorlardı. Gülümsemeye çalıştım. Ellerimle saçlarını karıştırdım. O kadar çok titriyorlardı ki sanki ellerim başka bir güç tarafından kontrol ediliyordu. Parmaklarım saçlarının arasında asılı kaldı.

"Düzelecek ablacım," dedim sesimin güven dolu çıkmasına özen göstererek. "Her şey düzelecek." Çatlayan sesimin hiç de güven dolu çıktığını düşünmüyordum. Bana inanmayan gözleri bir süre yüzümde dolandı. Ardından kollarımın arasından yavaşça çekildi. Ellerinin tersiyle gözlerini sildikten sonra burnunu çekti.

"Ben eve gitmek istiyorum." dedi. İsteği haklı bir istekti.

"Gideceğiz." dedim sakince. Bakışlarım hala bizi izlemekte olan Kutal ve Gediz'e kaydı. Artık bazı şeyleri açıklığa kavuşturmanın vaktiydi.

"Sen şimdi üst kattaki odalardan birine çık, biraz dinlen." dedim Cenk'e bakarak. "Uyumaya çalış, çok yorgun görünüyorsun, uyanınca gideceğiz." Yanaklarını okşadım. Cenk kafasını aşağı yukarı salladı.

"Sen de uyu, gözlerin kızarmış." Cenk gözlerimin içine şefkatle baktı. Ona gülümsedim ve merdivenleri işaret ettim. "Hadi git bakalım."

Cenk yavaş adımlarıyla yukarı çıktıktan sonra Kutal ve Gediz salona doğru yöneldiler ancak çalan kapıyla ikisi de salonun ortasında duraksadı. Birbirlerine baktıktan sonra Kutal konuştu.

"Birini mi bekliyorduk?" diye sordu Gediz'e.

"Fırat amca gelecekti." Gediz Kutal'ı kısaca cevapladı ve kapıyı açmak için yanımızdan ayrıldı.

Kapıda uzun boylu, biraz kilolu bir adam belirdi. Ellili yaşlarının ortasında duruyordu. Ağarmış saçları seyrekti. Saçlarına nazaran daha gür olan sakalları boynuna kadar uzanıyordu. Kahvrengi gözlerinin seçilmesini engelleyen büyük göz altı torbaları yaşlılığının son evresinde olan bir adamı temsil ediyordu sanki. Dolgun yanakları hafiften kızarmıştı. İçeri doğru girdiğinde siyah kemikli gözlüğünün ardındaki gözleriyle bize baktı.

"Hoşgeldin amca." Kutal amca dediği adamı içeri buyur etti. Adam konuşmak yerine hafifçe bir baş selamı verdi ve bize doğru ilerledi. İlerlerken etrafa yaydığı otorite tüm bedenimi ele geçirmişti. Gözleri benimle kesişti.

"Konuşmamız lazım." dedi sertçe. Gözlerini benden ayırdı ve Kutal'a döndü. Nedense bu yaşlı ve huysuz adamın da benimle bir alıp veremediği olduğunu hissediyordum.

"Konuşalım," dedi Kutal. Ardından bana döndü. "Sen yukarı çık." Yalnız konuşmaları gerektiğini anladığımda Kutal'ı başımla onayladım ve yukarı çıkmak için bir adım attım. Ama Adının Fırat olduğunu öğrendiğim adam beni durdurdu.

"Hayır çıkmayacak," dedi tok bir sesle. "Konuşacağımız konu tam olarak onunla ilgili çünkü." Kaşlarım çatıldığında sorgulayan bakışlarımla adama baktım. Gözlerinde saf nefret ve öfke vardı.

"Oturalım." Dedi Kutal salondaki koltukları işaret ederek. Onun da sesinde merak vardı. Ben tekrar tekli koltukta yerimi aldıktan sonra Kutal da az önceki yerine oturdu. Fırat amcası ise onun tam yanına.

"Bu kızın kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu Kutal'a.

"Biliyorum." dedi Kutal ifadesiz bir sesle.

"Fatih Yakut'un kızı." Babamın adını duymak nefesimin sıkışmasına neden olmuştu.

"Biliyorum amca." dedi Kutal bıkkın bir sesle. "Bana bunu söylemeye gelmedin herhalde?" Kutal'ın amcasının bakışları bana döndü.

"Baban sana bir flash bellek bıraktı mı?" diye sordu. Sorduğu soruyla kendimi ifadesiz tutmaya çalışarak ona baktım. Bunu nereden biliyordu?

"Hayır." dedim yalan söyleyerek. Aslında tam yalan söylüyor olmazdım. Birkaç saat öncesine kadar bir mektup ve flash bellekten haberim yoktu. Adam cebinden telefonunu çıkardıktan sonra kilidini açtı ve ekranda oyalandı. Bir süre sonra bir videoyu Kutal ve bize doğru gösterdi.

Kutal'ın olduğu tarafa biraz yaklaşarak videoyu izlemeye başladım. Videoda büyük bir tıra ne olduğunu anlamadığım bazı eşyalar yükleniyordu. Dört tane adam vardı. İkisi ellili yaşlarında diğer ikisi ise onlara göre oldukça gençti. Yaşlı adamlar birbiriyle el sıkıştıktan sonra, yüzü kameraya dönük olan adam bir çanta aldı ve içini açtı. Para dolu çantaya kısa bir bakış attıktan sonra fermuarını kapattı ve karşısındaki adamı onaylayıp tıra doğru yöneldi. Tüm eşyaların yüklendiğini gördükten sonra alandan ayrıldı. Video burada bitiyordu.

Ve ben parayı alan adamı tanımıştım.

Fikret Uluhan.

Videodaki görüntüler de oldukça tanıdık geliyordu ancak nereden tanıdık geldiklerini muhtemelen asla hatırlamayacaktım.

Anlamsız bakışlarım videoda takılı kaldı. Gözlerimi yavaşça Kutal'a çevirdiğimde yan profilinin iyice kasıldığını gördüm. Dirseklerini dizlerine yaslamış ellerini sıkıca kenetlemişti. Parmak boğumları bembeyaz olmuş, kolundaki damarlar ortaya çıkmıştı. Sanki bu video onun gerçeğiydi ve bu gerçek ona kim olduğunu hatırlatmıştı. Ona olmak istemediği birini hatırlatmış gibiydi.

"Bu neydi şimdi?" dedim adama bakarak. Hiçbir şey anlamadığım her halimden belliydi.

"Bu video bugün bana geldi," dedi telefonunu gözlerimizin önünden çekerken. Eski yerime doğru yöneldim. Kutal'ın bakışları boşlukta takılı kalmıştı. "Altında da bu mesaj vardı." Adam tekrar telefonu bize doğru uzattı. Mesajı okumaya başladım.

"Fatih Yakut'un kızını bize teslim etmezseniz, bu videonun devamına ulaşamazsınız. Kendisi bizim himayemiz altında. Eğer onun güvenliğinden emin olmazsak kendisi bu videonun devamını imha etmemizi söyledi."

Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Neler olduğu hakkında asla bir fikrim yoktu ve bu bilinmezlik içinde sürükleniyor olmak beni artık çok geriyordu. Gözlerimi Kutal'ın amcasına çevirdim.

"Benim böyle bir videodan haberim yok ve kimseye de bir şeyi imha etmelerini falan söylemedim." dedim sesimin yüksek çıkmasına aldırmayarak. Adamın bana inanmadığı çok belliydi. Gözlerine alaylı bir ifade yerleştirdi.

"Sen bu kızı iyice araştırdığına emin misin Kutal?" Dedi Kutal'a dönerek. O ise amcasına bakmıyordu. "Fatih Yakut ne hikmetse öleceğini anlamış gibi bütün mal varlığını günler önce kızının üzerine geçirmiş." Babam böyle mi yapmıştı? Benim neden hiçbir şeyden haberim yoktu?

Kutal bir süre sessiz kaldıktan sonra dış kapıya doğru yöneldi. Güçlü adımları odayı doldurmuştu. Kapının yanında duran lacivert valizimi yanıma getirdi.

"Aç içini." Kafasıyla valizi gösterdi. Sesindeki sertlik odanın içindeki duvarlara çarpıp bana ulaştı ve göz bebeklerime ürkek bir korkuyu yerleştirdi.

"Neden?" diye sordum ben de ayağa kalkarak. Tam karşısında durdum. Korkularım da acılarımda yalnız ban aitti. Bunu ona belli etmeyecektim. Valiz aramızda kalırken gözlerime bakıp tek kaşını kaldırdı ve valizi açmak için eğildi. Ona engel olmak için ben de eğildim. Uzun ve ince parmaklarımla kollarını kavradım.

"Ne yapıyorsun?" diye sordum hayretler içinde. Kutal öfkeyle parlayan gözleriyle edildiği yerden bana baktı. Kolunu ellerimin arasından sertçe kurtardı ve valizi tek hamlede açtı. Valizin en üst tarafında kalın tıp kitaplarım ve steteskobum bulunuyordu. Kutal hızla valizi karıştırmaya başlarken ona engel olmaya çalışıyordum.

"Saçma sapan şeyler yapma." dedim dağıttığı kitaplarımı toplarken. Öfke duygusu bütün dikenlerini vücuduma batırıyordu. Kutal beni dinlemeyip valizin iç gözlerini karıştırmaya devam etti. Orada bulacağı zarf benim ya sonum olacaktı ya başlangıcım. Sıkıntıyla nefesimi verdim ve pes edip olacakları bekledim. Kutal mektubu bulduktan sonra sakince eline aldı.

"Ne bu?" diye sordu. Sesi ifadesizdi.

"Mektup," dedim ben de ifadesiz sesimle. "Babam bırakmış. Az önce gittiğimizde buldum. Okumadım henüz." dedim açıklama yaparak. Birilerinin benimle kedinin fareyle oynar gibi oynadığını düşünüyordum. Kutal yavaşça mektubu açtı. Okudu, okudu, okudu. Gözleri harflere her kaydığında yüzündeki ifadesizlik silinmedi. Kutal'ın amcası ise sessizce olacakları bekliyordu.

"Kasadan başka bir şey çıktı mı?" diye sordu mektubu katlarken. Kafamla yere saçtığı paraları gösterdim.

"Para vardı. Bir de..." dedim duraksayarak.

"Bir de?"

"Flash bellek vardı." Kutal'ın gözlerinde ilk gün gördüğüm soğukluk ve saf nefret belirdi. Bakışlarından bana doğru bir güvensizlik akımının geçtiğini hissettim. Flash bellekten bahsetmemle Kutal'ın amcası ayaklandı ve konuştu.

"Az önce yok demiştin!" Yüksek çıkan sesi kulaklarımda patladı. Benim de öfkelenmeye başlayan bakışlarım ikisi arasında mekik dokudu.

"Amca sen karışma. Gerisini ben hallederim." Kutal amcasına dolaylı olarak yol verdi ve amcası hiçbir şey söylemeden dışarıya çıktı. Kutal'la salonun ortasında baş başa kaldığımızda Gediz'in nerelerde olduğu hakkında bir fikrim yoktu.

"Neler karıştırıyorsun artık anlatacaksın." Sesi itiraz istemiyor gibiydi. Bir şeyler planladığımdan o kadar emindi ki aksini kabul etmek bile istemiyordu.

"Bir şey karıştırdığım yok. Sürekli bunu söylemekten vazgeç. Bir gece içinde hayatım mahvoldu, hiç tanımadığım bir adamın evinde yukarıda kardeşimin uyumasına izin veriyorum. Sürekli bana saçma sapan imalarda bulunacağına önce sen benden ne istediğini söyle!" Dün geceden beri içimde biriktirdiğim her şeyi sesimi yükselterek ona sundum. Kutal her bi cümlemde bakışlarına daha çok karanlığı misafir etti ve dişlerini sıktı.

"O flash belleği her kime teslim ettiysen geri alacaksın." Kurduğum bütün cümleleri es geçerek işaret parmağını bana doğru uzattı ve tehditle dolu sesi kulaklarımı doldurdu.

"Kimseye teslim etmedim," dedim elimi kolltukta duran yağmurluğumun cebine atarak. "Cebimde." Sağ cebime attığımı hatırladığım flash belleği elimle yokladım ama orada yoktu. Kutal sabırla beni beklemeye devam etti. Elimi diğer cebime attım ama orada da yoktu. Kaşlarım çatıldığında, eşofmanın ceplerine baktım. Hiçbir yerde yoktu.

Kutal alayla gülümsedi. Şu an düştüğüm durum onunla dalga geçiyorum gibi görünebilirdi ama flash belleği gerçekten de cebime atmıştım.

"Düşmüş olabilir." Dedim inanmasını umarak. Ama Kutal'ın gözlerinde inançtan öte her duygu vardı.

"Sana çok bile dayandım." Dedi ve aniden sağ bileğimden beni sertçe tuttu. Merdivenlere yöneldiğinde beni de peşinden sürüklemişti. Adımlarının büyüklüğü karşısında arkasında tökezleyerek onu takip etmeye çalışıyordum.

"Ne yapıyorsun?" diye sordum dehşet içinde. Her bir uzvu o kadar büyük bir öfkeyle kaplanmıştı ki burnundan soluyordu. Merdivenlerin ortasındayken yukarı doğru bağırdı.

"Gediz, çocuğu al depoya götür." Çocuk diye bahsettiği benim kardeşim olmalıydı. Dudaklarım korkuyla aralandı. Göğsümün üzerinde devasa bir baskı baş gösterdi.

"Hayır," dedim bağırarak. "Hayır bunu yapamazsın." Kutal ilk geldiğim gün beni yatırdıkları odaya doğru yürüdü ve kapıyı açtı. Beni sertçe odanın ortasına itekledi. Dengem şaşarken yere düşmemek için bir süre debelendim.

"Yediğin bokları temizlemeden bırak kardeşine kavuşmayı bu odadan bile çıkamazsın!" Yine işaret parmağını bana doğru doğrultmuştu. Kollarındaki belirgin kasları iyice gerilmiş, siyah gömleğinden taşmıştı. Gözlerime biriken yaşları bakışlarımı yukarı kaldırıp geri yolladım ve kapıya doğru hızlı adımlarımı attım. Yanından geçip gideceğim sırada beni kollarımdan yakaladı ve güçlü kollarının arasında hapsetti.

"Bırak!" dedim bağırarak. Öyle bir bağırmıştım ki ses tellerim acımıştı. Nefretle dolan gözlerimi başımı hafifçe kaldırarak kehribar rengi gözlerinin en derinine diktim. Uzun kirpiklerinin arasında gördüğüm duygular benimkinden farksız değildi. Boyunun uzunluğundan dolayı bana üstten bakıyordu ve bu durum daha çok canımı sıkıyordu. Bedenim onun büyük bedeninin arasında küçücük kalmıştı. Kollarından kurtulmaya çalışırken parmaklarımın arasında kasılan kaslarını hissettim.

"Hiçbir yere gidemezsin!" Onun sesinin tonunun da benden aşağı kalır bir yanı yoktu. Beni tutmaya devam ederken dışarıdan Cenk'in sesini duydum.

"Abla!" Diye bağırmıştı. Onun sesini duymamla tüm gücümle daha çok hareket etmeye çalıştım ama Kutal bu sefer kollarımı tutmakla kalmamış bütün vücudumu bedenine hapsetmişti. Arkamdan güçlü parmaklarını karnıma doğru sarmıştı ve beni tutmaya devam ediyordu. Kollarının arasında çırpınmaya devam ettiğimde dudaklarımın arasından çıkan nefeslerim önüme düşen saçlarımı uçuşturdu. Kutal'ın nefesini saç diplerimde hissediyordum.

"Cenk!" dedim sesimi ona duyurmaya çalışarak. "Korkma geleceğim."

"Abla, nereye götürüyorlar beni." Sesi artık uzaklardan geliyordu. Boğazımda topladığım derin bir çığlığı dudaklarımın arasından saldıktan sonra Kutal'ın kollarından kurtulmak için son bir hamle yaptım ama yine başarısız oldum. Aşağıdan dış kapının kapanma sesi geldi. Cenk gitmişti. Kirpiklerime ulaşmaya çalışan yaşları tekrar yuvalarına yolladım ve Kutal'ın gevşeyen ama hala beni tutan kolları arasından sertçe çıktım.

"Sen benim seninle bir oyun oynadığımı düşünüyorsun ama," dedim saçlarımı bir elimle geriye iterek. "Seninle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan başka biri var. Benimle oyalanmaya devam et sonunda sen kaybedeceksin." Kutal söylediğim hiçbir şeye aldırmadan cebinden çıkardığı mektubu yatağın üzerine fırlattı ve odadan çıktı. Ardımdan kapıyı kilitledigini duydum.

Bir süre sakinleşmeye çalışarak titreyen ellerimi ve dudaklarımı kontrol altına almaya çalıştım. Ellerimle yüzümü kapattım ve kafamı iki yana doğru salladım. Sakin kalmak zorundaydım. İçimde çığ gibi büyüyen endişeyi yok saymaya çalıştım. Gözlerim yatağın üzerinde duran mektuba kaydı. O mektupta bazı cevapların olduğunu tahmin edebiliyordum.

Titreyen ellerimle mektubu elime aldım ve yatağa oturup açtım. Babamın el yazısı gözlerimi doldururken bulanıklaşan görüşümü gözlerimi sımsıkı yumup açarak düzelttim.

"Kızım... Sen bu mektubu okuyorsan ya o bitmek bilmez merakına yenik düşmüşsündur ya da ben ölmüşümdür. Hangisi olursa olsun burada yazanları okuduktan sonra kafanda biriken soruların cevaplarını biraz olsun alacaksın. Öncelikle zarfa koyduğum o flash belleğin içinde senin ve kardeşinin hayatını garanti altına alacak birçok şey var. Bunları flash belleği açtığında göreceksin.

Ben tehlikeli işlere bulaştım kızım. Ve ne yazık ki bunlardan arınamıyorum. Senin ve kardeşinin hayatının bedeli için suçsuz bir insanı hapse yolladım. Çektiğim vicdan azabı artık bana ağır geliyor. Eğer bu mektubu okuyorsan Fikret Uluhan'ı bul. Flash belleğin içindeki F.U yazan dosyayı ona, kardeşini ve seni koruması şartıyla teslim et. Ben öldükten sonra sadece ona güvenebilirsin. Seni koruyacak tek kişi o. Ama sakın bu flash belleği kaybetme. Unutma, bu senin ve kardeşinin hayatı. Kendine çok iyi bak kızım. Seni her zaman seveceğim..."

Babamın yazdığı mektup sorularımı cevaplamak yerine bir yenilerini daha eklemişti. Mektup parmaklarımın arasında asılı kalırken bir süre öylece bekledim. Ruhsuz odanın içinde bakışlarım ruhsuzca tek bir boşluğa odaklandı. Beynim bomboştu. Unutkanlığımın başlayacağını hissettiğimde ellerimle yanaklarıma vurdum.

"Kendine gel. Şu an hiç sırası değil."

Kendime verdiğim komutum ne kadar işe yaramıştı bilmiyordum ama nefes alış verişlerimden başka bir sesin duyulmadığı odada bir silah sesiyle parçalanan camla beraber tiz bir çığlık dudaklarımdan koptu. Bakışlarım tuzla buz olmuş cama odaklandığında silah sesleri bir anda her yeri sardı. Artık aklımı kaybedeceğimi anladığım sırada ölmeyi bu kadar isterken, ölmekten kurtulmak için kendimi koruma altına aldım. Dünya başıma yıkılsa, kıyamet kopsa, depremler üzerimde binlerce enkaz bıraksa bu kadar delirecek gibi hissetmezdim. Fazlaydı. Bir gecede yaşadığım onca şey benim için bile fazlaydı.

 

 

 

Loading...
0%