Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm -&- Akılda Kalan Gözler

@lorensi

 

Herkese merhaba canlarım. Yepyeni bir bölümle geldim, umarım beğenirsiniz. Yorumlarınızı eksik etmeyin şimdiden teşekkür ederim.

...Lorensi size keyifli okumalar dilerim...

Bölüm İki - Akılda Kalan Gözler

Yazar

Korku, genç kızın tüm hücrelerini ele geçirmiş, soluksuz bir şekilde gözlerini kapatmasına neden olmuştu. Bedeni deponun soğuk, buz gibi asfaltı ile buluşacağı vakit, türk askerinin ona atılan kolları bedenini kolaylıkla havada tutabilmeyi başarabilmişti. Derin bir nefes aldı, yabancı kızı kolları arasına alarak, "etrafı kontrol edin, silahları toplayın" diye komut verdi askerlerine.

Kucağında ki genç kız ile deponun açık kapısına yaklaştı, dışarıda duran askeri araca, yanında etrafı kontrol eden askeriyle ve kucağında baygın kızla ilerledi. Askerin ela bakışları, kızın nemli yüzünde geziniyor, yutkunarak geri çekiliyordu o ela bakışları. Kalp atışlarının hızı nedenini bilmeksizin hızlanmış, ellerinin terlediğini hissetmişti asker.

Askeri aracın asker tarafından açılan kapısına yaklaşan üsteğmen Ömer Asaf, kucağında yer alan genç kızı dikkatle koltuğa oturtturdu, "su ver" diyerek askerinin elinde ki şu şişesini aldı. Elinde ki siyah askeri deri eldivenleri çıkardı, koltuğun başına koyarak suyu ellerine döktü. Arkasında duran asker etrafa göz gezdirmeye devam ediyor, arada bir komutanının genç kıza bakan bakışlarını fark edip gülümsüyordu.

Elini soğuk suyla ıslatmış olduğu üsteğmen, dikkatle genç kızın yanaklarına dokunup hafif bir şekilde tokatlarken uyanmasını bekledi. Bir kez daha su döktü, ardından tekrar yanaklarına dokundu. Aradan geçen saniyeler sonrasında, genç kızın yavaş yavaş aralanan bakışlarına, üsteğmen dudaklarını aralayıp ciğerlerine derin bir nefes çekerek baktı. Genç kız başta kendine gelemeyip, gözlerini tamamen araladıktan sonra, refleks olarak geri çekildi.

Askerin önünde havalanan her iki eli "sakin ol, askeriz biz" diyerek tekrardan önüne indi. İkra derin bir nefes aldı, bir an önce saatin kaç olduğunu bilmek istedi. Eli ağrıyan başının kenarına yerleşirken, askerin gözünden kaçmayan o güzel yeşil gözlerini açıp kapadı ve tüm bunların gerçeklik payını merak etti. Hissettiği yoğun acı duygulara yenik düşüp, korkunun yer aldığı bedenini arkasına yasladı, başını geriye atarak derin bir iç çekti. Askerin ona bir kez daha uzatmış olduğu suyu, bu sefer dikkatle alıp, dudaklarına yaklaştırdı, bir kaç ağır yudumdan sonra tekrardan ona uzattı.

"Komutanım, yaşayan yok!"

Depodan çıkan askerle baktı yeşil gözleriyle. Komutan askerlerine döndü, "iyice baktınız mı?" diyip belinin yanında ki telsize uzandı. Açık askeri aracın kapısından bir iki adım uzaklaştı, genç kızın arkasından bakmasına neden oldu. İçten içe gülümseyen İkra, ellerini kucağında birbirine bastırarak yutkundu, başını önüne eğip tekrardan ela gözlü askerin sırtına baktı. Diğer askerler, komutanının etrafında yer alıp ellerinde ki silahlarla arkalarına bakarken, hemen yan tarafta ki askere doğru eğilip, arabanın içinden başını sola doğru çevirerek çıkardı.

"Şey... Sakıncası yoksa saatin kaç olduğunu öğrenebilir miyim?"

Genç kızın sorusuyla ona dönen eli silahlı asker, hızla kolunda ki askeri saate baktı, ardından "on iki otuz" dedi. İkra' nın bedenine yerleşen ailesinin merak korkusuyla, bir an önce onlara iyi olduğunun haberini vermek istedi.

"Bu sizin galiba" diyen bir başka askerin ona, adamlar tarafından el koyulan çantasını uzatırken, İkra teşekkür ederek aldı. Hızla içerisinden telefonunu çıkardı, kapalı olduğunu fark ederek açma düğmesine bastı. Bakışları bir kez daha ona arkası dönük ve telsizle konuşan askere kaydı. Kalbi bir kez daha nedenini bilmeksizin ritimlerini arttırırken, ciğerlerine doğru temiz havayı içine çekti, ardından elinde titreyen ve açılacak olduğunu fark eden telefona çevirdi bakışlarını.

Açılan telefonuna ve gelen sayısız cevapsız aramaları görünce, alt dudağını dişlerinin arasına aldı. Vakit kaybetmeden rehberden ilk İlker' in ismini gördü, üstüne basarak telefonu çaldırdı. Lakin çekmeyen şebeke bağlantısıyla yüzünü buruşturdu, kulaklarına ilişen askerin sesiyle bakışlarını ona kaldırdı.

"Burada telefon çekmez. Merak etmeyin ailenize haber verilecektir" dedi, elinde ki kimliği İkra' ya uzattı. Kaşlarını çatan genç kız, ne ara kimliğini cüzdanından aldıklarını fark etmeyince, askere kısık gözlerle bakıp hızla kimliğini elinden alıp çantasının içine gelişi güzel atarak fermuarını çekti.

"Kusura bakmayın, kim olduğunuzu ve burada olduğunuzu bilmiyorduk."

İkra askerlerin buraya onun için geldiklerini düşünürken, duyduğu cümle kaşlarını çatmasına neden oldu. "Tamamen tesadüf müydü buraya gelmeleri?" diye düşündü içten içe.

"Gidiyoruz beyler!" diyen ela gözlü asker, İkra' nın oturduğu koltuğun kapısını kapadı, kendisi ise hemen yan tarafta yerini aldı. Ön tarafa geçen iki asker ve arkaya yerleşen diğerleriyle kurtulmuş olduğunu bilmek, onu rahat ve güvende hissettirdi. Yalnız ayağında ki çıkık, ağrısını biraz daha artırırken yüzünü buruşturdu, belli etmemek adına arkasına yaslandı.

Askeri araç yola çıkarken, bakışları ister istemez yanında oturan askere kayıyor, ardından hızla önüne dönüyordu. Telsizden gelen sayısız konuşmalara rahatsız olan İkra, Ömer Asaf' ın bunu fark etmesiyle elinde ki telsizi arkada yer alan askerlerinden birine uzatırken göz ucuyla genç kıza baktı. Yutkundu, arkasına daha rahat bir pozisyon alarak her iki bacağının arasına, namlunun ucu yere denk gelecek şekilde silahını yasladı. Her iki elini tepesine yasladı, bir kez daha önüne bakan ve bakışlarını kapatıp açan genç kıza baktı.

"Kaç kişiydiler?"

İkra işittiği ses ve kendisine sorulduğunu fark ettiği soruyla içi sızlayan bakışlarını ela bakışlara çevirdi.

"Bilmiyorum. Fazlaydılar," dedi ve ekledi. "Yaralı bir adam vardı. Siz gelince kaçtılar."

Üsteğmen başını salladı ve göğsünde yer alan bir başka telsizden bir kaç cümle telaffuz etti bir başka komutana.

Aradan geçen bir saatin sonunda hastanenin önünde duran askeri araçtan ilk o indi. Kapıyı kapattı, "sedye alabilir miyiz!" diye bağırdı hastanenin kapısına, beyaz ışığına doğru. İnen diğer askerler, Ömer Asaf' ın açmış olduğu kapıya ve İkra' ya baktılar. Sedye getirilirken, İkra inmek için yavaşça hareketlendi. Lakin yapamayacağını fark eden üsteğmen Ömer Asaf, "bir dakika" diyerek tek kolunu koltuk altlarından, diğer tek kolunu ise bacaklarından geçirerek, genç kızın ellerini refleks olarak boynuna dolamasıyla kucağına aldı, hemen yanında ki sedyeye yavaşça bıraktı. Ellerini üsteğmenin boynundan geri çeken İkra, yutkunarak sedyeye uzandı, askerin ona bakan bakışlarına bakıp tekrardan kaçırdı. Ardından sedyeyle içeri götürüldü. Ömer Asaf arkasından elini askeri aracın arkasına atarak, kendine hakim olamayıp baktı.

"Komutanım" dedi elinde ki silahını her iki eliyle tutan, kumral saçlara, mavi gözlere ve hafif dolgun dudaklara sahip olan Cihangir.

Üsteğmen Ömer Asaf, "ne oldu?" diye cevap verince, Cihangir diğerlerine bakıp sırıttı, ardından "düğün ne zaman?" diyerek alayla konuştu. Ömer Asaf askerine ters ters bakarken, Cihangir yüzüne sert bir ciddiyet takındı, komutanın ensesine vurmasıyla "sen komutanınla alay mı ediyorsun?" diye sordu.

Cihangir gülüşünü zor tutarken elini ensesine attı ve az önce komutanın hafif, alayla vurmuş olduğu yeri okşadı. Ardından bakışlarını kaçırdı ve onun yerine, kestane renginde ki saçlara sahip olan, gözleri tıpkı Ömer Asaf' ın gözlerine denk düşen asıl isminin Alp lakin lakabının Bayırlı olduğu asker konuştu.

"Yok komutanım, şaka yaptık biz" diye yanıtladı.

Ellerini belinin her iki yanına yerleştiren Ömer Asaf, askerlerinin gülen suratlarına tek tek baktı, "sizede maskara olduk" dedi her iki elini ensesine atıp, ağrıyan belini çıtlatmaya çalışırken.

"Estağfurullah komutanım, haklısınız yani kız güzel. Ayrıca size nasıl baktığını hepimiz gördük" diyen Cihangir' e bakan Ömer Asaf, boğazını temizleyip, "saçmalamayın!" diye yükseltti sesini. Genç kızın ona olan bakışlarını duymak nedense hoşuna gitmişti ama askerlerine belli etmek istememişti.

"Valla ben bizzat gördüm dikiz aynasından" diye konuşan, hastaneye dek arabayı süren, adının Cemil olduğu lakin Sakaryalı olduğundan dolayı lakabının Sakaryalı olduğu askere döndü tüm bakışlar.

Ömer Asaf' ın yüzünde belli belirsiz oluşan tebessümle bir kez daha boğazını temizledi, "kapatın konuyu" diyerek derin bir nefes aldı.

"Hadi, gidiyoruz."

🎻

 

 

 

 

İkra Şanlı

Başıma gelen bu durumu aileme nasıl anlatacağım hakkında pek fikrim yokken, acile alınmış bir şekilde başıma herhangi bir doktorun gelmesini bekliyordum. Koluma ayağımda ki çıkık bileğim için ağrıyı hafifletecek serum istemiş, hemşire bu isteğimi geri çevirmeyerek tebessüm etmişti. Telefonumun kapalı olması benim için büyük bir şansızlık olurken, pes etmeyip hemşireden rica ederek telefonunu kullanmıştım. İlk İlker' i aramış, kaçırıldığım için telefonunu elinden indirmeyen erkek kardeşim hızla telefona yanıt vermiş, "nerelerdesin?" diyerek sesini yükselmişti. Ben ise gözlerimi bir kez daha o görmüyor olsa da devirmiş, başımdan geçenleri bir bir anlatarak hastanede olduğumu beyan etmiştim.

Aradan geçen on dakikanın ardından, "İkra!" diye işittiğim sesin anneme ait olması, ve yaşamış olduğum korkunç durumu hatırlayan bedenimin titrediğini, gözlerimin dolduğunu fark ettim.

"Anne!"

"Yavrum benim!" Kolları hızla başımın etrafına dolandı, çenesi başıma yaslandı. "Ne yaptılar sana!"

"A-ann-" demek istedim lakin kollarının beni sıkı sıkıya sarıyor olması nefes almama bile engel oluyordu. Annemin kolları arasından beni çekip kurtaran İlker' e, uzun zaman sonra ilk kez minnetle baktım.

"Ne oldu sana kızım?" diye soran da babam oldu.

Ellerimi iki yana açtım, boydan boya kendimi göstererek, başıma normal bir olay gelmiş gibi "kaçırıldım" dedim.

"Yavrum kim seni kaçırsın ne yapsın?" diye bir kez daha sorusunu eksik etmeyen anneme ne demek istiyorsun der gibi bir bakış attım.

"Ayşe, kızın üstüne gitme anlatır sonra." Babama şefkat ve minnetle bakarken annemin, "ne anlatması Fehmi, neyi anlatacak? Perişan etmişler şu kızıma bak" diyen annemin elini çıkık bileğime bilmeden atarken, acıyla tıslayıp elini geriye doğru ittirdim.

"Anne yavaş! Bileğim çıkık." Gözleri açıldı, eli alnına dokundu.

"Ay bileğini de çıkarmışlar!" dedi ağlayan sesiyle.

"Ablam nerede?"

"Kerem yatıyordu, evde onunla." Annemin beni yanıtlayan sesine ve gözlerinin bana acıyarak bakıyor olduğunu fark ettim.

Ben arkama sabırla yaslanırken, ayaklarımın ucunda beliren doktora bakıp, tekrardan annemlere döndüm.

"Ben ortopedi doktoru Kenan Yelik." Annem başını doktora bakarak salladı, üçü de etrafımdan doktora alan tanımak için çekildi.

"Ben cerrah asistanı, doktor İkra Şanlı" dedim elimi uzatarak. Elimi sıktı, başını gülümseyerek salladıktan sonra bedenimi baştan aşağı süzdü.

"Ayağım çıkık hocam" dedim acil yatağında yüzümü buruşturarak doğrulmaya çalışırken.

"Bilek kısmı sanırım, kızarmış."

"Hı hı" diye onayladım başımla.

Doktor bileğime yaklaştı, her iki eliyle tuttu. "Yerine koyabilirim, hazır mısın?" Gözlerim aniden açıldı, bakışlarım İlker' e kaydı. Her zaman ki gibi halimden anlayan erkek kardeşim yanıma yaklaştı, tam soluma oturarak ellerimi tuttu. İlker biraz çekilmez bir ikiz olsa da beni önce hep o anlardı.

Derin bir nefes aldım, önce onun gözlerine baktım.

"Nefes al" diye fısıldadı. Başımla onayladım, doktora bakıp, "hazırım" dedim. Gözlerimi sıkı sıkıya kapadım, İlker' in hemen yan taraftan almış olduğu sargı bezini ağzıma sıkıştırmasıyla, bir kez daha gözlerimi açıp ona baktım. O sırada doktorun "bir..." dediğini işittim.

"İki..." dedi. İlker' in elini sıkı sıkı tuttum, ardından doktorun "üç" demesiyle bileğimi yerine yerleştirmesiyle ayağımda yer alan keskin acı feryatla bağırmama neden oldu. Gözlerim sıkı sıkıya kapandı, doktor bileğimi yavaşça yerine bırakırken, ellerini çekti ve "geçmiş olsun" dileyerek gülümsedi. Görmesem de hissettim. Acıdan dolayı gözlerim zar zor açılırken, başımı salladım, ardından geriye attım.

🎻

İki gün sonra...

Kahvaltı masasına elimde taşıdığım yumurta ile, annemin kulaklarıma ilişen sesiyle gözlerimi devirip, saygısızlık yapmamak için zor durdum.

"Kızım otursana, basma ayağının üzerine."

"Ben iyiyim anne. Ayrıca doktor olan benim, ayağım kötü olsa basmam."

Annem bana çok bilmiş der gibi bir bakış atarken, gülümseyerek önüme döndüm. Bardakları tepsiye bıraktım, kendimi masanın her zaman ki gibi sandalyelerinden birine bırakarak, ellerimi önümde birleştirdim. Babamın erkenden işe gitmesinin manav olmasından dolayı taze sebzelerin gelecek olması tek nedeniydi.

İlker ise yine sabah erkenden çıkmış, ablam da çoktan okula yol almıştı. Erkek kardeşim Kerem ise hemen karşı komşunun kendisiyle yaşıt oğluyla oynamak için onlara gitmişti. Normalde dışarıda oyun oynarlardı, lakin bugün havanın bozuk olması buna engeldi. Anlaşılan annem ve ben, bugün evde tektik. Hastaneye iki gündür gitmiyor, Yusuf hocamdan özel hastanede çalışıyor olmamdan dolayı izin almış, başımdan geçenleri üstü kapalı bir şekilde anlatmış ve bana izin vermesiyle tebessüm etmiştim.

Lakin ben tam iki gündür sadece aklıma kazınan o ela bakışları düşünüyor, doğru dürüst bazen anneme bile cevap veremiyordum. Odanın içerisinde dolaşıyor, bazen camı açıp temiz hava aldıktan sonra tekrar kapatarak, yine o ela bakışları düşünmek için yine yatağıma uzanıyordum. Hiç bir şekilde aklımdan çıkmıyor, beynimin içine kazınmış durumdaydı. O yakışıklı yüzü ve "güvendesin" diyişi. Kendimi nedense o gün hiç o kadar güvende hissetmemiştim.

Derin bir nefes aldım, annemin "İkra?" demesiyle daldığım düşüncelerimden sıyrılıp, masaya odaklamış olduğum bakışlarımı anneme çevirdim.

"Efendim."

"Başlasana kızım" diyince de dudaklarımı ıslattım, başımı sallayarak elime çatalımı aldım. Lakin o ses ve yüz aklımdan çıkmazken, tabağıma bir dilim yumurta ve bir kaç zeytin alarak yavaş yavaş yemeye koyuldum. Onu her hatırladıkça midem kasılıyor, nefesim kesiliyor gibi oluyordu.

"Anne?" dedim çatalımı tabağımın üzerinde tutarak.

"Efendim güzel kızım."

"Ben bugün dışarı çıkayım, hem biraz hava almış olurum."

Kaşları çatıldı, bakışları kısıldı. Ardından derin bir nefes alıp "ayağın iyi mi?" diye sorunca da başımı hızla salladım.

"İyi iyi."

"Eh... İyi. Yalnız çok uzaklaşma tamam mı? Aradığım da hemen eve geliyorsun bak korkuyorum zaten bir daha kaçırılacak-"

"Anne" diye böldüm lafını. "Bir daha öyle birşey olmayacak" dedim ve ayağa kalkıp yanağına küçük bir öpücük bırakarak kapıya yaklaştım.

"Dönerim hemen."

"Kahvaltını yapsaydın."

"Aç değilim annem. Hem poğaça falan alırım ben bir tane, yerim birşeyler sen merak etme" diyip kapı yanında ki askılıktan çantamı alarak omzuma geçirdim ve evden çıktım.

"Allah'a emanet."

"Sen de." Kapıyı kapatıp apartmandan yavaş yavaş inerken, ne ara elime almış olduğum telefonumu fark etmeyip, çantama attım. Son anda evden çıkmadan almış olduğum şemsiyeyi gövdesinden tutarak apartmanın kapısına inmeyi başarabildim.

İçimde ki heyecanı daha fazla tutamayarak derin bir nefes aldım ve apartmandan çıkıp, yürümeye başladım. Hava bugün bulutluydu bahar ayında olmamıza rağmen. Üstümde ki lacivert kot elbisenin beni yeteri kadar sıcak tutup tutmayacağı belli olacaktı ilerleyen saatlerde.

Şuan aklımda yer alan tek düşünce, beni kurtaran üsteğmene teşekkür etmemiş olmamdı. Bu beni içten içe üzüyordu. Bu nedenle içimde yer alan tek umutla, Mardin'in ve buralara yakın olan askeriyesine gidecek, o ela gözlü üsteğmenin orada olup olmadığını soracaktım. Hem onu görecek, hem de teşekkür edecektim.

Üsteğmen olduğunu, dün hastaneye sedyeyle taşınırken, bir başka askerin ona seslenişinden anlamıştım.

İçimden bir ses onun orada olmadığını söylüyor olsada, bu sese inanmayacak, o askeriyeye gidecek ve o askeri bulup teşekkür edecektim.

Önüme çıkan ilk taksiye bindim, askeriyeye doğru yol aldım. Arkama yaslanıp, çantamı da kucağımda tutarak kolumda ki, her zaman takmış olduğum gümüş saate baktım. Saat öğlen bir, ve ben iki gün sonra ilk kez dışarıya çıkıyordum. Ayağımın çıkık olmasından dolayı yerine yerleştirilirken, bir kaç gün üstüne basmamam gerektiğini biliyordum. Bu nedenle ben de basmıyor, ayağımın iyileşmesini sabırla bekliyordum.

Lakin o gün bugündü...

Dün akşam rüyalarımı süsleyen o ela gözlere bakmak istiyor, ona içten ve sıcak bir şekilde teşekkür etmek istiyorum. Rüyama üniformasıyla girip, bana öylece uzaktan bakan üsteğmenin rüyama girmesi normal miydi?

Taksi çok geçmeden, Mardin'de yer alan askeriyeye varınca, tutan ücreti taksiciye uzatıp, arabadan indim. Omzumda ki çantamı daha da sıkı tutarken, elime almış olduğum şemsiyeyi, yağmurun bastırıyor olmasıyla açtım ve başımın üstünde tuttum; ve böylelikle bedenimin yağmur damlalarına maruz kalmasına engel oldum. Askeriyenin önünde yer alan askerlerden birine yaklaştım şemsiyenin kulpunu sıkı sıkıya tutarken.

"Buyur abla, kimse bakmıştın!" Karşıma geçen askere başımı eğip kaldırarak selam verdikten sonra derin bir nefes alıp verdim ve dudaklarımı ıslattım. Bir elimle omzumda ki çantamı, diğeriyle şemsiyenin kancaya benzer kulpunu tutmaya devam ederek birbirine yaslı dudaklarımı araladım.

"Ben bir askere bakacaktım" dedim sesimde ki titrek tona anlam veremeyerek.

"Buyur, adı nedir?" Aniden başıma dank eden soruyla yerimde kat katı kesildim.

Ah aptal İkra, askerin adını bilmeden ne diye geliyorsun ki sen buraya? Şimdi ne diyecektin ki bu karşında duran ve sana bakmak istediğin askerin adını soran askere?

Derin bir nefes aldım, yutkunduktan sonra nefesimi serbest bıraktım. Önüme düşen bir tutam saçımı, çantamın kulpunu tutan elimi kaldırıp kulağımın arkasına alarak, şemsiyeyi tek elimle sıkı sıkı tutmaya çalıştım.

"Şey..." dedim ne diyeceğimi yahut nasıl bir cümle kuracağımı bilemeyip.

"Adını bilmiyorum, ama böyle ela gözlü, uzun boylu, kumral. Gamzeleri var" deyince, askerin bana bakan bakışlarının içi güldü. Hatırlamış olabilir miydi? Bir umut hatırlamış olduğunu düşünerek, dudaklarını aralamasını bekledim.

"Yav ablacım, burada bir sürü ela gözlü, uzun, kumral ve gamzeli asker var. Ben nereden bileyim sen kime, hangisine geldin?" diyince dudaklarımı umutsuzlukla birbirine yasladım. Tam o sırada bundan tam iki gün önce o depoda, hiç tanımadığım bir adamın, Ömer Asaf diyişi kullaklarımda çınlayınca, hızla askere çevirdim bakışlarımı.

"Ömer Asaf" diye çıkıştım bir anda. Asker bana çatık kaşlarla bakarken, "Ömer Asaf diye bir asker var mı?" diye sordum bu sefer de. Asker çatık kaşlarını düzeltmeden, "sen üsteğmen Ömer Asaf komutandan mı bahsediyorsun?" diye sorunca hızla başımı salladım. Yüz de yüz adı bu olmalıydı çünkü o kötü adamlardan biri ona böyle hitap etmişti. Eğer o değilse de iki özür diler, tekrardan dönerdim evime. Ama o olması şuan tek dileğim olabilirdi.

"Evet" dedim.

"Üsteğmenim çıktı," deyince içimde oluşan hayal kırıklığına anlam veremeyip dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Peki ne zaman gelir?"

"Valla orasını bilmem. Belki gelmeyebilirde ama üniformasıyla çıktı." Bakışlarım önüme inerken, dudaklarımı birbirine bastırarak baktım.

"Teşekkür ederim."

"Ne demek?" diyen asker bana bakmaya devam ederken, aniden hazır ola geçince kaşlarımı çatıp, baktığı yere, yani arkama döndüm hızla.

Döner dönmez, görmeyi dilediğim ela gözleri tam karşımda görünce, midemin kasılmasına anlam veremedim. Üstünde ki üniforma ve elinde ki telefonuyla bana bakıyordu. Gözlerime. Beni gördüğüne şaşırmış olmalı ki yutkundu ve o kavisli kaşları çatıldı. Dudaklarının kenarı hafif kıvrılırken, gamzeleri hafif kendini belli etti. Ardından hiç beklemediğim bir an da yüzüne ciddiyet takınan üsteğmen ilerledi ve tam karşımda duran askere eliyle selam verip, bana döndü.

"Ömer üsteğmenim. Bu hanımefendi sizi soruyor" deyince asker, Ömer Asaf denilen üsteğmen bana bakıp, tekrardan askere döndü. Başını eğip kaldırdı, askerin yanımızdan ayrılmasına neden oldu. Yağmur hafif hafif yağmaya devam ederken, gülümsemeye çalıştım ama nedenini bilmediğim bir şekilde başaramadım. Sanki bedenim onu gördüğü için biraz amansız bir heyecana kapılmış gibiydi ama buna da bir anlam veremedim.

Karşımda duran asker, benden bir cevap beklerken daha fazla dayanamayıp dudaklarımı araladım.

"Şey... Ben, teşekkür etmek için gelmiştim." Diyebilecek tek cümle bu vardı aklımda.

Ne tepki vereceğini bilemezken başını salladı, "buyrun" dedi askeriyeyi eliyle gösterirken. Gülümsedim, içeri adımladım ve askeriyenin büyük bahçesine adım attım. İleride üstü kapalı çardakları gösterdi eliyle. Birlikte oraya doğru yol alırken, şemsiyeyi çardağın altına girerek kapattım ve sandalyelerden birine oturdum. O da karşıma otururken, derin bir nefes aldığına şahit oldum.

"Yanlış zamanda gelmedim değil mi?" diye sorunca, "yok, hoş geldiniz" diye cevapladı. Dudaklarımda belli belirsiz bir tebessüm peyda olurken, içimde ki heyecanı bastırmak adına dudaklarımı araladım. Ela gözleri yeşil gözlerime sanki adeta tutulmuş gibi bakıyordu. Ya da ben öyle hissetmek istiyordum.

"Çay içer misiniz?"

Bu nazik davranışını reddetmeyip , başımı olumluca salladım ve o ayağa kalkarken, telefonumdan gelen bildirim sesiyle çantama uzandım. Mesajın annemden olduğunu fark edince, ekmek almam gerektiğini bana söylemiş olduğunu da fark edip, telefonu masanın üzerine, köşeye bıraktım ve derin bir nefes alıp, ileride ki çay ocağından iki bardak çayla çıkan üsteğmen Ömer Asaf' a bakıp, göz göze gelince hızla önüme döndüm. Adımları gövdesiyle yanımda durunca çayları yavaşça masaya bıraktı, "afiyet olsun" diyerek yine karşımda ki yerini aldı.

Elimi uzattım, vakit kaybetmeden "İkra" dedim. Elime karşılık belli belirsiz uzattı, "Ömer Asaf" dedi karşılık vererek. Elinin dokunuşu içimde amansız bir heyecana neden olurken, hızla çekme isteği duyarak indirdim elimi.

Çay bardağını, bardak altından tutup önüme çekerken, önüme düşen saçlarımı geriye attım ve aniden şiddetle bastıran yağmura çevirdim başımı. Gülümseyerek baktım. Önünde ki çayından bir yudum alan üsteğmen arkasına yaslanırken, ben de güzelce arkama yaslanıp dudaklarımı araladım.

"Ben o gece size teşekkür edemedim. Yani hayatımı kurtardınız, belki de..."

"Teşekküre gerek yok" diyerek sakinlikle böldü lafımı. Kavisli kaşları hafif havalandı, bedeni öne doğru masaya eğildi. Kolları masanın üzerinde birleşirken, elleri birbirine kenetlendi ve dudakları bir kez daha aralandı.

"Biz görevimizi yaptık. Aslında sizin orada olduğunuzu bilmiyorduk. Herşey tesadüf." Duyduklarıma başımı salladım, çayımdan bir yudum daha aldım. Oysa benim için geldiklerini düşünmüştüm.

"Olsun, ben yine de teşekkür ederim." Dudakları birbirine yaslandı, başını salladı ve benim gibi çayından bir yudum daha aldı.

"O adam" dedim, ve güçlükle devam ettim. "Kötü biri mi?" Dudakları konuşmadı ama başıyla sormuş olduğum soruyu onayladı.

"Yaralanmıştı. Kurşunu çıkardım. Yapmak zorunda kaldım çünkü beni-"

"Siz doğru olanı yaptınız? Kim olsa aynısını yapardı." Başımı salladım ve onun devam etmesiyle ellerimi kucağımda birleştirdim.

"Ama yapmamanız gereken bir hataydı." Bir kez daha onu onaylayıp, bu sefer ben başka bir soru sordum.

"Kimdi o adamlar?" Başı aniden önüne eğildi, dudaklarında hafif bir tebessüm peyda oldu.

"Ben bir TSK mensubuyum. Size bir bilgi veremem ama o adamın iyi biri olmadığını söyleyebilirim."

Onu anladığımı belirterek başımı salladım, çalan telefonla gözlerimi büyüttüm. Cebinde ki telefonuna uzandı, açtı ve yüzeyinde damarların kendini belli ettiği eliyle kulağına yasladı.

"Buyrun komutanım!"

Anlaşılan komutanı aramıştı. Telefonu kulağına tutmaya devam ederken, her on saniyede bir başını sallıyor, karşı taraftaki komutanını onaylıyordu.

"Anlaşıldı komutanım. Hemen geliyorum." Kalkacağını düşünerek dudaklarımı birbirine yaslayarak baktım üsteğmene. Telefonunu kapadı, tekrardan cebine yerleştirerek ayaklandı. Çantamı omzuma alarak ben de ayaklandım.

"Gitmem gerek."

Başımı salladım, bu sefer onun uzatmış olduğu elinin içine ben elimi uzattım.

"Tekrar teşekkür ederim."

"Önemli değil, hoşçakalın." Başımı salladım, yanından ayrılmadan önce şemsiyemi açtım.

"Ben size kapıya kadar eşlik edeyim." Bu teklifini reddetmeyip, başımı sallarken, "arkadaşlarınıza da teşekkürümü iletin lütfen" dedim ve askeriyenin kapısına yaklaştım. Az önce şiddetle yağan yağmur, şimdi hafif hafif çiselemeye başlamıştı. Bu nedenle şemsiye olmasaydı da çiseleyen yağmur beni yeteri kadar ıslatmazdı.

Üsteğmen kapıya kadar bana eşlik ederek gülümsedi ve bir kez daha "hoşçakalın" dedi. Tepkisine karşılık verip, gülümseyerek "hoşçakalın" dedim.

Askeriyeden çıkıp, kaldırımın üzerine geçerek, hafif arkama, omzumun üzerinden baktıktan sonra onunla göz göze gelince aynı anda bakışlarımızı kaçırdık. Önüme dönüp gülüşüme engel olamayıp, dudaklarımdan serbest bırakırken başımı göğe kaldırdım ve şemsiyeyi kapatıp, elimde tuttum. Yağmur damlaları beyaz tenime bir tüy gibi çarpmaya başlarken, bir yere çarpmamak adına bakışlarımı önüme indirdim ve taksi bulmak adına etrafta gezdirdim.

Bir asker olması, konuşmamızı bu kadar kısa kesmemize neden olmuştu. Peki benim buraya gelip, ona teşekkür etmem ne kadar doğruydu? Ya evliyse? Ye eşi varsa? Ama öyle olsaydı, o silah tutan ellerinden birinde, parmağına takılı bir yüzük olurdu. Ama hiç bir parmağında ne yüzük ne de yüzüğe benzer birşey vardı. Sadece elimi tutunca hissettiğim küçük nasırlar. Bu da durmadan ne kadar çok göreve gittiklerinin nedeniydi.

Buraya gelip, ayrılmamın arasından tam bir saat geçmişti. Nihayetinde hemen ileride duran taksiye koşar adımlarla yaklaştım ve sarı taksinin içerisinden inen beyfendiye hafif bir tebessüm sergileyip, taksinin arka kapılarından birini açarak içeri geçip oturdum. Evimin adresini verip, askeriyenin önünden ayrıldım ve yol boyunca yeşil gözlerime bakan, o muhteşem ve eşsiz ela gözleri düşünüp durdum.

Neden aniden karşıma çıkan bir askeri bu kadar kafama taktım anlam veremiyorum. Nedense gözlerime bakan bakışları beni iyi hissettiriyor, sanki kalabalık bir karmaşanın arasına girmiş ve beni içinden çekip çıkarıyormuş gibi hissediyordum.

Ama yine de o askeri unutup, yoluma bakmam gerekiyordu. Sonuçta ona teşekkür etmeye gelmiş, teşekkür ettikten sonrada geri dönüyordum. Hem askerin askeriyeye gelmiş olmamdan biraz rahatsız gibi duruyordu onunla konuşurken. Belki de gelmem onun hoşuna gitmemişti. Hem neden gitsin ki? Sonuçta rastgele karşısına çıkan biriydim onun için.

Taksinin ne ara evimin önünde durduğunu fark etmeyip, gerekli ücreti beyfendiye uzatıp, arabadan indim ve hemen sokağın yan tarafında yer alan fırına doğru yöneldim. Annemin ekmek almamı mesaj olarak atmış olmasını unutmamıştım. Ayrıca eve ekmek almadan dönmüş olsaydım, yine aklın nerelerdeydi diye bana onlarca istemsiz cümleler kuracaktı. Bir yandan da haklı olurdu.

Fırına girip, gülümseyip, "üç ekmek alabilir miyim?" dedim cüzdanımdan bozuk para çıkarmak için çantamın fermuarını açarken. Fırıncı poşete ekmekleri dizerken, önüme düşen saçlarımı başımı kaldırarak geriye attım ve cüzdanımdan bir miktar gerekli tutarı çıkartıp fırıncıya uzattım ve ekmekleri alıp, kendimi tekrardan hafif hafif çiseleyen yağmurun altına attım. Eve hızlı hızlı adımlarla yürüyüp, apartmana girdikten sonra hızlı hızlı dairemizin önüne çıktım ve ellerimin dolu olmasından dolayı kapıyı anahtarımla açmak yerine tıkladım.

"Geldim!" İçeriden seslenerek gelen annemin sesini duyar duymaz gülümsedim. Kapı saniyeler sonra açıldı ve annem bana gülümseyerek karşılık verdi.

"Ben geldim" dedim ayakkabılarımı çıkartıp, hemen yandaki raflıktan ev terliklerimi alıp ayağıma geçirirken.

"Hoş geldin kızım, ekmek almışsın!"

Kaşlarımı çattım. "E sen al dedin" dedim gülüşüne tepki vererek.

"Evet dedim" diyince ekmekleri elimden aldı, dışarıda ki serin havadan dolayı kızarmış yanaklarıma birer buse kondurup içeri, mutfağa geçti. Kapıyı kapatıp, elimde ki şemsiyeyi kuruması için banyoya doğru yöneldim ve ışığı açıp içeri geçtim. Şemsiyeyi banyo peteğinin üzerine kancasından asarak, ellerimi de temiz ve soğuk suyla yıkayıp, banyodan çıktım ve ışığı kapatıp kendimi salonda ki koltuklardan birine attım.

Açık televizyonun ekranını kapatıp, hala omzumdan indirmemiş olduğum çantamı kapının yanında yer alan askılığa asmak için ayağa kalktım. Çantamı asınca, çalan kapıya yaklaştım kapı deliğinden bakınca İlker' in bana bakan yeşil gözleriyle gülümsedim. Her seferinde kapı deliğine bakıyor, beni güldürüyordu bakanın ben olunca.

Kapıyı açtım, geçmesi için alan tanıdım. "Hoş geldin."

"Hoş buldum fıstığım." Yanağımdan makas alırken, gülümseyip kapıyı kapadım ve onun ellerini yıkayıp salona geçmesiyle ben de arkasından ilerledim. Kendini koltuğa gelişi güzel bıraktı, sağ kolunu başının altına aldı, diğerini bükmüş olduğu dizinin üzerine yerleştirdi.

"Neredeydin?" diye sordum bacaklarımı kaldırıp, üstümde ki elbiseyi düzelterek bağdaş kurarak.

"Dolaştım geldim," diyince aval aval baktım.

"Sence artık bir iş mi bulsan İlker?" diye sorunca da, bakışlarını çatarak bana kaldırdı başını.

"Neden? Sen varsın" diyince alayla güldü ve benimle dalga geçtiğini apaçık belli etti.

"Herkes çalışırken, senin ev de oturman ne kadar doğru?"

Sorum onu memnun etmiş gibi değildi. Öyle ki derin bir nefes alıp verdi ve "arıyorum" dedi. En azından iş arıyor olduğunu bilmek beni içten içe memnun etti.

"İlker, annem sen mi geldin?" Mutfaktan elinde sarı tezgah beziyle çıkan anneme döndü bakışları ve hızla kendine çeki düzen verip doğruldu İlker.

"Benim anne."

"Hoş geldin oğlum."

"Hoş buldum."

Annem elinde ki bezi elleri arasında tutmaya devam ederek yaklaştı ve salonda yer alan tekli küçük koltuklardan birine oturup İlker' e baktı.

"Ne yaptın, iş buldun mu?"

"Yok. Duş alıp babamın yanına gideceğim ." Annem dudaklarını birine yaslayarak baktı, ardından başını salladı. Tekrardan ayağa kalkıp, mis gibi kokuların içeriden geldiği mutfağa girdi.

Annemin arkasından bakarken, İlker' in "ayağın nasıl oldu?" sorusuyla tekrardan ona çevirdim onunkiler gibi bakan yeşil bakışlarımı.

"İyi" dedim bağdaş yaptığım ayaklarımı aşağı doğru koltuktan sarkıtıp, ayağıma bakarken.

"Bugün biraz daha iyi, yarın hastaneye gideceğim zaten."

"Sevindim. Hadi bana müsade" diyip dizilerinden destek alarak doğrulurken, yanıma yaklaştı, yanaklarımdan birer öpücük alıp ellerini saçlarımın içine daldırdı ve bir sağa bir sola kırıştırdı.

"İlker!" dedim istemsiz yüksek çıkan sesimle.

"Tamam tamam" deyip saçlarımı serbest bırakarak odasına ilerledi ve elinde havlusu ve iç çamaşırlarıyla çıkıp banyoya girdi.

"Ben çıkana kadar birşeyler hazırlayın, aç aç gitmeyeyim."

Başımla onayladım ve ayağa kalkıp mutfağa ilerledim.

İlker için, annemin yeni yapmış olduğu yemeklerden tabağa doldurarak tepsinin üzerine koydum ve dolaptan bir bardağa biraz yoğurt alıp, azıcık su koyarak küçük tatlı kaşığıyla karıştırdım ve biraz tuz ekleyip ayran yaptım annemin yapmış olduğu salçalı bulgurun yanına.

İlker banyodan çıkar çıkmaz, üzerini giyinip salonda ki masaya onun için getirmiş olduğum yemek tepsisinin üstünde ki tabakalarda yer alan yemekleri yiyip evden çıktıktan sonra, tabakaları toplayıp yıkadım ve odama çekildim. Derin bir nefes alıp, kollarımı önümde bağlayarak hafif çiseleyen yağmurdan dolayı buğulanan cama yaklaşıp etrafı seyre daldım. Bahar ayının ilk yağmuruydu. Garip bir şekilde beni sonbahar ayında hissettiriyordu.

Gözlerimin önüne gelen bugünkü üsteğmenin üniformalı hali aklımdan çıkmazken, derin bir iç çektim.

"Kaptırma kendini İkra" dedim kendi kendime. Camı biraz aralayıp, temiz havayı içime çektikten sonra omzumu camın pervazına yasladım ve başımın sağ tarafını, şakağımı lastikli kısmına değdirdim.

Derin bir nefes daha çekip, omuzlarımın inip kalmasına neden olarak gözlerimi kapatıp açtım. O depoda düştüğüm halimi ve beni kurtaran Türk askerlerini hatırladım bir kez daha. Lakin hiçbir şekilde aklımdan çıkmayan üsteğmen Ömer Asaf Bozdağ, acaba bu gece de rüyalarımı süsleyen kişi olacak mıydı? "Bilinç altına yeteri kadar kazınırsa tabiki de gelir İkra" dedim kendi kendime alay eder gibi. Ardından derin bir nefes aldım ve üşüdüğümü fark edip camı kapadım.

Camı kapatıp yatağıma oturarak, yan tarafta yer alan kitabı elime alıp okumaya başladım. Vaktimi boşa harcamak yerine kitap okumak en iyisiydi benim için.

🎻

Akşamın ilerleyen saatlerinde, babam ve İlker manavdan, ablam okuldan, erkek kardeşim ise karşı komşunun evinden çoktan gelmişti. Birlikte yemek yerken babamın yükselen tansiyonunu ölçmek için hastaneden eve getirmiş olduğum tansiyon aletini odamdan alıp, masadan kalkan ve çoktan salondaki koltuklarda yerini alan babamın yanına yaklaştım. Çantadan tansiyon aletini çıkartıp, ağzımda ki lokmayı çiğnemeye devam ede ede babamın koluna, dirseğine kadar çektim. Stetoskopu tansiyon aletinin çıtçıtlı kısmının altına, damarlarının üzerine denk gelecek şekilde yerleştirip, kulağıma geçirdim. Ardından pompanın havasını iyice sıkıp, saati de elime aldıktan sonra tansiyonunu ölçmeye başladım.

Yaklaşık yarım saniyenin ardından işittiğim sayılar beni şaşkına uğratırken, babama çevirdim bakışlarımı. "Tuzlu mu yedin yoksa yine?" diye sordum.

"Annen turşunun kapağını açmış, az ondan yedim." Dudaklarımı birbirine yaslayıp, başımı omzuma eğerek baktım babama.

"Yememen gerek dedim ama baba" diyip, hızla evde -sayemde- bulunan küçük ilaç çantasını televizyon ünitesinin altında yer alan çekmeceden çıkartıp, içerisinden tansiyon ilacı seçtim. Çantanın fermuarını çekip, çekmeceyi tekrardan geri kapatıp, masada yer alan bir bardak suyu alıp babama yaklaştım.

"Bundan iç, beş on dakikaya düşer tansiyonun."

İlacı ağzına aldı, suya uzanırken, "sağol güzel kızım" diyerek yudumladı. Bitmiş su bardağını alıp, tekrardan ilaçla birlikte masaya yaklaştım ve yemeğime devam ettim.

"Anne su verir misin?" diyen küçük erkek kardeşime gülümseyerek baktım.

"Al oğlum."

Annem ona su dolu bardağı uzatırken, ben son kalan yemeğimi lokmayla ağzıma atıp, ayranımdan da son yudumu içerek arakama yaslandım.

"Ayağın nasıl oldu ablacım?"

"Bugün daha iyi, yarın hastaneye gideceğim inşallah."

"İyi iyi" dedi ablam ayaklanıp, masayı toplamaya başlarken. İlker' de eline bir iki tabak alıp, mutfağa bıraktıktan sonra salona, babamın karşısında yer alan koltuğa bıraktı kendini.

Ben ve ablam masayı el birliğiyle toplayıp, bir de mutfağı da hallettikten sonra meyve tabaklarıyla salona yerleştik. Annem, ben ve ablam; yere, yumuşak ve ipeksi halının üzerine otururken, küçük orta büyüklüğünde ki bezi sermeyi unutmamıştık. İlker' de yanıma oturup kendini bana yaslarken gülümseyerek ona bahar meyvesi olan çilekten uzattım.

Erkek kardeşim "bana da!" diye bağırırken, "sana da mı?" dedim neşe dolu bir sesle. Çilek tabağında bir tane de alıp, ona da uzattım hızla. "Al bakalım ablasının prensi."

"Senin prensin benim." İlker' in kulaklarıma ilişen sesiyle annem ve babam da kıkırdadı.

"Hayır. Ablamın prensi benim, değil mi abla?"

Bakışlarım direkt olarak bana umutla bakan Kerem' e kaydı. Hızla önümde ki çilek tabağından bir tane daha alıp, onun ağzına atarak "tabiki de sensin" dedim.

Ben de ağzıma çilek atıp, çiğnemeye başlayarak tadını çıkartırken, yan tarafta, tabakta yer alan yeşil Erik' e uzandım. Babamın önüne koymuş olduğum sehpanın üzerinde yer alan meyve tabağına çatalıyla uzanan babam, arkasına yaslandı ve televizyonda beliren haberleri izlemeye devam etti.

Biz ise ailecek güzel bir sohbetin ardından odalarımıza çekilip, kendimizi yorgunlukla gecenin sessizliğine, uykunun kollarına bıraktık.

Bölüm Sonu...

Bir bölümün sonuna daha geldik. Nasıl, umarım beğenmişsinizdir.

Ben yazarken çok eğlendim. Eğer sizde okurken eğlendiyseniz ne mutlu bana.

Bir sonra ki bölüm çok yakında burada sizlerle.

Oy ve yorum yapmayı unutmayın, kendinize iyi bakın hoşçakalın

Beni takip etmeyi unutma ;) 😉

 

Loading...
0%