@lorewalkerlavi
|
Gecenin geç saatleri olmasına rağmen Uluç’un zihni bir an olsun durulmuyordu. Kızıl Şaman'ın ona söyledikleri aklında yankılanıp duruyordu: "Sapma…" Bu kelime, tıpkı bir lanet gibi Uluç'un peşinden ayrılmıyordu. Kendini diğerlerinden farklı hissetmeye başlamıştı. Ama neden? Bu farkın kaynağı neydi? Uluç, bir cevap bulmak zorundaydı. Kafasındaki sorularla boğuşurken, birden karar verdi. Selanik'teki Zeynep'e gitmeliydi. Kızıl Şaman'ın söylediklerini ancak o çözebilirdi. Zeynep, her zaman sırlarla dolu bir kadındı, ama bu kez Uluç sorularının cevabını almakta kararlıydı.
Kalktı, Kaan’ın odasına yöneldi. Arkadaşının derin uykuda olduğunu görür görmez ona seslendi. “Kaan, kalk!” Uykulu bir şekilde mırıldanan Kaan, yatakta döndü, ama Uluç vazgeçmedi. “Selanik’e gitmemiz gerek. Zeynep’e. Bana ‘sapma’ demesinin sebebini öğrenmeliyim. Bunu kafamdan atamıyorum.”
Kaan, gözlerini ovuşturup doğruldu, Uluç’un yüzündeki ciddiyeti fark etti. "Gecenin bu vaktinde mi? Aklını mı kaçırdın?" diye sorarak başını salladı. Fakat Uluç’un kararlılığını görünce karşı çıkmak istemedi. “Tamam. Beni ikna ettin. Ama bu iyi bir fikir olmayabilir, yine de seninle geleceğim.”
İkili, kimseye haber vermeden Selanik'e doğru yola çıktı. Birlikten gizlice kaçmak büyük bir riskti, ancak Uluç’un kafasındaki soruların ağırlığı onları bu riske atmaya zorlamıştı. Yol boyunca sessizlik hâkimdi, her ikisi de Kızıl Şaman’ın Uluç’a söylediklerini düşündü. "Sapma..." Bu kelime, ne anlama geliyordu? Uluç, her şeyin çok daha karmaşık olduğunun farkındaydı, ama cevabı Zeynep'ten öğrenmek istiyordu. Kızıl Şaman gibi güçlü bir varlığın onu neden tehdit olarak gördüğünü anlamak zorundaydı.
Selanik'e vardıklarında Zeynep onları bekliyormuş gibiydi. Karanlık koridorlarda yürürken Uluç, Zeynep’in her zamanki soğukkanlılığını takındığını fark etti. Ancak Zeynep’in gözleri, her zamankinden daha bilgece parlıyordu. “Ne arıyorsunuz burada, çocuklarım?” diye sordu Zeynep, her zamanki gibi soğuk ama sevecen bir sesle. Uluç, Zeynep'in ona “çocuğum” demesine bir kez daha rahatsız oldu ama bu durumu bir kenara bıraktı. Bu anın çok daha önemli olduğunu biliyordu.
“Bana ‘sapma’ dedi,” diye başladı Uluç, sesi sertti. “Kızıl Şaman, bana ‘sapma’ dedi. Bu ne anlama geliyor, Zeynep? Neden bana böyle söyledi?”
Zeynep, derin bir nefes alarak başını salladı. Gözlerinde karmaşık bir bakış vardı. “Kızıl Şaman... Onun gücü çok eski, çok güçlü. Bir zamanlar onu test ettim, ama gücünü tam olarak anlamak imkânsız. Senin gibi olanları, yani 'sapmaları', tehlike olarak görüyor. Çünkü farklısınız.” Uluç, bu kelimelerin ardından Zeynep’in yüzündeki ifadeyi izledi. Farklı mıydı? O da diğer mutantlar gibi değil miydi?
“Neden?” diye ısrar etti Uluç, Zeynep’in gözlerinin içine bakarak. “Ben de diğerleri gibiyim. Neden Kızıl Şaman beni bir tehdit olarak görüyor?”
Zeynep bir an duraksadı. "Çünkü sen... sen çok daha önemli bir şeysin. Sen bir sapma değilsin, sen bir alfa sapmasısın. Bu, seni diğerlerinden ayıran şey. Gücün, Kızıl Şaman’ın bile korktuğu bir güç olabilir.”
Kaan araya girerek, “Peki Kızıl Şaman kim, Zeynep? Onun ne olduğunu bize anlatabilir misin?” diye sordu. Zeynep, derin bir nefes alarak Kaan’a döndü. “Onun ne olduğunu tam olarak anlamak zor. O bir insan değil, ama sadece bir mutant da değil. Gücü eski ve derin. Çok eski zamanlardan kalma bir varlık. Korkmamız gereken biri.”
Zeynep’in söyledikleri Uluç’un kafasındaki soruların bir kısmını aydınlatsa da, tam olarak cevapları bulmuş hissetmiyordu. Her şey daha da karmaşık hale geliyordu. Gece ilerlerken Zeynep, Uluç ve Kaan’ı dinlenmeleri için bir odaya yönlendirdi. İkisi de yorulmuşlardı ve düşünceleri onları daha da yormuştu. Zeynep onlara içecekler getirdi. “Bu gece iyi uyuyun, yarın her şey daha net olacak,” dedi. Uluç, Zeynep’in gözlerinde bir şeylerin saklandığını hissetti, ama yorgunluğu daha fazla direnmesine izin vermedi. İçkisini içtikten kısa süre sonra kendini kaybetti.
Kaan da aynı şekilde gözlerini kapattı ve derin bir uykuya daldı. Uluç, bilmeden Zeynep’in tuzağına düşmüştü. Zeynep’in, Alkam Operasyonu'nun bir parçası olduğu gerçeğini bilmiyorlardı. Gece boyunca her şey planlandığı gibi ilerledi. Uluç ve Kaan baygın haldeyken, Zeynep onların kaderlerini çoktan yazmıştı. Kaan, bilinmeyen bir yere götürüldü, ama Uluç için daha özel bir plan vardı. O, Alkam Operasyonu'nun en büyük sırrıydı.
Sabah olduğunda Uluç, kendini yalnız bir odada buldu. Etrafına baktı, ama Kaan ortalıkta yoktu. Başındaki ağırlıkla ayağa kalktı ve odadan çıktı. Selanik üssü tamamen boşalmıştı. Sessizlik, ölüm sessizliği gibiydi. Tüm üssü dolaşırken kimseyi bulamadı. Hatta bazı odalarda doktorların cansız bedenlerini görüyordu. Ne olmuştu? Uluç’un aklı karmakarışıktı. Korkusu gittikçe büyüyordu.
Bir süre sonra Zeynep’in sesini duydu. “Çocuğum... korkma, artık güvendesin.” Uluç hızla dönüp sesin geldiği yere baktı. Zeynep, yanında yeşil zırhlı askerlerle birlikte karanlık bir köşeden çıkıyordu. “Ne oldu burada? Kaan nerede? Bize ne yaptın?” diye bağırdı Uluç. Zeynep, soğukkanlılıkla gülümsedi. “Kaan güvende, şimdilik. Ama sen, Uluç... sen çok daha önemli bir şeysin.”
Uluç, dönüştüğü gücü kullanmak için alevlerini çağırmaya çalıştı. Fakat elleri, normaldi. Gücünü kullanamıyordu. “Ne oluyor bana?” diye bağırdı, ama Zeynep, sakince yanıt verdi. “Bu yerde gücünü kullanamazsın, Uluç. Sen bir alfa sapmasısın. Dünyayı yok edecek kadar büyük bir güce sahipsin. Ama o gücün kontrol edilmesi gerekiyor. Alkam Operasyonu'nun bir parçası olarak, artık gücünü tamamen kontrol edebileceksin.”
Uluç’un gözleri korkuyla açıldı. “Ne demek istiyorsun?” Zeynep, yeşil zırhlı askerlerin arasında bir adım öne çıkarak, son sözlerini söyledi: “Alkam Operasyonu’na hoş geldin, çocuğum.”
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Gecenin soğuk rüzgarları Saraybosna’nın sokaklarını boş ve sessiz bir hale getirmişti. Mirsait, bir kez daha bu soğuk, terkedilmiş binaya gelmişti. Karanlığın derinliklerine doğru yürüdü, adımlarının yankısı boş odalarda hafifçe yankılanıyordu. Binanın içinde bir ışık veya yaşam belirtisi yoktu, sadece o ve beklediği kişi vardı. Bu görüşme, sıradan bir görüşme değildi. Uzun zamandır saklı kalan bir sır hakkında konuşacaklardı.
Köşeyi döndüğünde, onu bekleyen gölgelerin içinde duran bir figür fark etti. Uzun, pelerinli bir adam, yüzü kapalı bir başlıkla gölgelerin arasında kaybolmuş gibiydi. Mirsait duraksamadan ilerledi, bu kişinin kim olduğunu gayet iyi biliyordu. Ancak o kişinin kim olduğu, sadece ikisi arasında bir sır olarak kalmalıydı.
"Simurg kaçtı," diye başladı Mirsait, sesinde hafif bir öfke ve hayal kırıklığı vardı. "Onun Selanik’te olduğunu biliyorum. Arkasından ‘belalı aşkını’ gönderdim. Onun yerini bulacağına eminim."
Timuçin, uzun bir sessizliğin ardından, derin bir nefes alarak konuşmaya başladı. Sesi derin, ama kontrollüydü. “Simurg maviye bürünmemeli. Bunu sakın unutma. Eğer mavi renge dönüşürse, bu savaşı tekrar kaybedebiliriz.” Sözlerinde ciddi bir uyarı vardı, sanki gelecekte yaşanacak büyük bir felaketi engellemeye çalışıyor gibiydi.
Mirsait, Timuçin’in uyarısına sessizce kafa salladı. İçinden geçen korkuyu dışarıya yansıtmamaya çalışıyordu, ama Timuçin’in söylediklerinin ciddiyetini anlamıştı. “Bunu biliyorum,” dedi, gözlerini kısarak. "Ama zamanımız tükeniyor. Eğer onu bulmazsak, bu iş çok daha karmaşık bir hal alacak."
Timuçin, başını hafifçe eğdi, gözleri karanlığın içinde parıldıyordu, ama yüzünün detayları hala görünmüyordu. “Zaman bizim aleyhimize işliyor. Simurg’un gücünü kontrol altına almamız gerek, yoksa geri dönüp her şeyi kaybedeceğiz. Zamanı geri almak bir çözüm değil. O fark ederse her şey bitebilir.”
Mirsait bir an durdu, bu sözler onun aklını kurcalamaya başlamıştı. Zamanın bu kadar önemli olduğunu fark etmişti, ama Timuçin’in söylediği bu son cümle aklında yankılandı. “Kim?” diye sordu sonunda, merakını saklayamayarak. “Kim fark edecek?”
Timuçin, sessiz bir gülümsemeyle arkasına yaslandı. “O, kardeşim. Eğer zamanı geri alırsak, fark edecek olan o. Simurg’u bulmadan her şey daha da karışacak.”
Mirsait, bir an daha sessiz kaldı. Sonra, bu gizemli adamın kim olduğuna dair daha fazla bilgi almak için fısıldayarak sordu, “Kimden bahsediyorsun?”
Timuçin, başını hafifçe eğip, neredeyse fısıldayarak cevap verdi: "Benim kardeşim. Mirsat."
Mirsait, derin bir nefes aldı, bu isim ona her şeyi açıklar gibiydi. "Kızıl Şaman mı?" diye sordu, gözlerinde beliren şaşkınlığı saklamaya çalışarak.
Timuçin’in sessiz onayı, karanlık odada yankılandı. “Evet, Kızıl Şaman. O her zaman farkında olur, her zaman. Eğer bir hata yaparsak, bu savaşı tekrar kaybederiz.”
Mirsait, bu sözlerin ardından sessizce Timuçin'e baktı. Her şey yavaş yavaş netleşiyor gibiydi, ama yine de bu yeni bilgi karşısında hissettiği korku büyüyordu. Bu sır, onların üzerine kara bulutlar gibi çökmüştü. Mirsait, Timuçin’e dönerek hafifçe başını eğdi, ve bu gizemli konuşma burada sona erdi. |
0% |