@lorewalkerlavi
|
Dünya her zaman hareketliydi, her zaman değişim içerisindeydi. Ancak bu değişim, doğanın yavaş ve dikkatli elleriyle şekilleniyordu; yer kabuğu çatlar, volkanlar püskürür ve okyanus dalgaları kayaları oyardı. Ancak insanlık, bu değişimi genellikle fark etmezdi. Gözlerden saklanan, yerin derinliklerinde saklı duran bir şeyler vardı; ve o şey, sonunda gün yüzüne çıkmak üzereydi.Mermer yatakları yüzyıllardır biliniyordu. Mimarlıkta, sanat eserlerinde, yapıların ihtişamını artıran bu parlak taşlar, dünyadaki birçok medeniyetin sembolü olmuştu. Ancak bu defa keşfedilen mermerler, bildiğimiz mermerlerden çok daha farklıydı. Dünyanın dört bir yanında aynı anda ortaya çıkan bu yeni mermer damarları, büyük bir ilgi uyandırmıştı. Türkiye'nin batısındaki Denizli, bu keşiflerin ilk başladığı yerlerden biri olarak dünya gündemine oturdu. Başta her şey sıradandı. Denizli’nin zengin mermer yatakları, şehrin ekonomik büyümesi için büyük bir fırsat olarak görülüyordu. Ancak bu yeni mermer yataklarının kazılmasıyla ortaya çıkan şey, sadece ekonomik bir kaynak değildi. Bu mermerlerin içinde insanlığın bildiği doğa yasalarını alt üst edecek bir güç yatıyordu. Taşlar, ışığı tuhaf bir şekilde yansıtıyor ve garip enerji dalgaları yayıyordu. İlk başta kimse bunun ne anlama geldiğini tam olarak anlayamadı.Ancak ilk belirtiler, mermer ocaklarında çalışan işçilerde gözlenmeye başladığında her şey değişti. İlk olarak ciltlerinde garip lekeler belirdi, sonra vücutları hızlıca zayıflamaya başladı. İşçilerin birçoğu kısa sürede hastalandı ve ardından ölümler başladı. Bazı işçiler ise ölümün eşiğinden geri döndü, ancak döndüklerinde artık aynı kişiler değildiler. Bu insanlar, tuhaf yetenekler kazanmaya başlamışlardı. Kimileri akıl almaz hızda hareket ediyor, kimileri fiziksel gücün sınırlarını zorluyordu. Ancak en tehlikeli olanlar, bu yetenekleri kontrol edemeyip kendi bedenlerini parçalıyordu.Mermerlerin insanlar üzerinde nasıl bir etkisi olduğu tam anlamıyla anlaşılamadı, ancak bunun sadece bir maden kazası olmadığı açıktı. Türkiye’de başlayan bu tuhaf olaylar, dünya genelinde de hızla yayıldı. Aynı tür mermer damarları, Avustralya, Rusya, Amerika ve Güney Afrika gibi farklı yerlerde de bulunmaya başladı. Bu keşifler, bilim insanlarını ve hükümetleri alarma geçirdi. Birçok ülke bu madenleri incelemek için özel ekipler kurdu, ancak sonuçlar tam anlamıyla açıklanabilir değildi. Bazı bilim insanları, bu mermerlerin başka bir boyuttan ya da bilinmeyen bir kaynaktan geldiğine inanıyordu. Ancak bu tür iddialar, resmi kurumlar tarafından reddedildi.
Mermerlerin keşfiyle birlikte, dünya hızlıca ikiye bölündü. Melek Muhafızları olarak bilinen askeri bir örgüt, mermerlerin insanlık için mutlak bir tehdit olduğuna inanıyordu. Bu örgüt, eski NATO ittifakının kalıntılarından doğmuştu. Onlar için mermerler, insanlığın doğasını bozacak ve dünyayı bir felakete sürükleyecek bir lanetti. Bu yüzden her yerde mermerleri bulup yok etmeye çalışıyorlardı. Onların sloganı basitti: “Yok et, kurtul.”Ancak bu yaklaşım, dünyanın her yerinde kabul görmedi. Mermerlerin doğaüstü güçler kazandırdığı fark edildikçe, bazı gruplar bu taşların yok edilmemesi gerektiğine inandı. Mermerlerin insanlığa getirdiği güçlerin kontrol edilebileceği ve insanlık yararına kullanılabileceği düşünülüyordu. Türkiye de bu görüş ayrılığının en keskin yaşandığı ülkelerden biri oldu. Türkiye’nin batısında, özellikle sahil bölgelerinde, halk bu madenlerin yok edilmesi gerektiğine inanıyordu. Direniş grupları kuruldu, silahlanmalar başladı. Antalya, İzmir, Muğla gibi sahil şehirlerinde halk, mermer ocaklarını kapatmak için harekete geçti.
Ancak Anadolu’nun iç ve doğu bölgelerinde farklı bir düşünce hâkimdi. Mermerin tanrısal bir güç olduğuna inanan bu gruplar, taşların insanlığa bahşedilen bir lütuf olduğuna inanıyorlardı. Mermerlerin insanları dönüştürdüğünü, onlara ilahi güçler verdiğini düşünüyorlardı. Mermer tapıcıları, bu taşların korunması ve hatta tapınılması gerektiğine inanarak, bu görüşü yaymaya başladılar. Bu inançlar, Türkiye’nin batısı ile doğusu arasında büyük bir ideolojik ve dini ayrışmaya neden oldu.Bu karışıklık, sadece Türkiye ile sınırlı değildi. Melek Muhafızları, mermerlerin yayılmasını durdurmak ve onları yok etmek için dünyanın dört bir yanında operasyonlar düzenliyordu. Ancak bu operasyonlar, her yerde aynı sonucu vermiyordu. Bazı bölgelerde insanlar mermerleri savunuyor, bu taşların insanlık için kurtarıcı olduğuna inanıyordu. Dünyada derin bir bölünme başlamıştı: mermerleri yok etmeye çalışan Melek Muhafızları ve bu gücü kontrol etmeye inananlar.
Türkiye’nin batısında, mermer ocakları arasında yer alan Denizli, bu çatışmanın merkezlerinden biri haline geldi. Mermerlerin ilk keşfedildiği bu şehir, hızla bir iç savaşın eşiğine geldi. Halk, madenleri kapatmak için silahlanmaya başlamıştı. Ancak Melek Muhafızları, şehre müdahale etmeye karar verdi. Onlar için mermerler, sadece Denizli’nin değil, tüm dünyanın geleceğini tehdit eden bir tehlikeydi. Melek Muhafızları, mermerlerin kökünü kazımak için sert ve acımasız bir operasyon başlattı.Kızıl Muhafızlar, bu süreçte devreye giren diğer bir güçtü. Onlar, mermerlerin kontrol edilebileceğine ve insanlık için kullanılabileceğine inanıyordu. Bu nedenle, madenleri savunmak ve mermerlerin gücünü korumak için mücadele ediyorlardı. Kızıl Muhafızlar, mermerlerin insanlara kazandırdığı doğaüstü güçlerin, doğru ellerde insanlık yararına kullanılabileceğine inanıyordu. Ancak bu inanç, onların mermerlerin yaratabileceği felaketi göz ardı etmelerine neden oluyordu.
Dünya, hızla ikiye bölündü. Melek Muhafızları ve Kızıl Muhafızlar arasındaki bu ideolojik çatışma, kısa sürede dünya genelinde bir savaş halini aldı. Her iki taraf da kendi ideallerini savunmak için kan dökmekten çekinmiyordu. Ancak bu savaşın ortasında kalan sıradan insanlar için durum daha karmaşıktı. İnsanlar, mermerlerin getirdiği tehlike ile bu taşların kazandırabileceği güç arasında sıkışmış durumdaydılar.Denizli'deki bu savaş, sadece bir şehirde yaşanan bir olay değildi. Bu, dünya çapında süregelen bir mücadelenin küçük bir parçasıydı. İnsanlık, mermerlerin sunduğu güç karşısında kendini sorgularken, dünya düzeni hızla değişiyordu. Herkes bir tarafa çekilmiş, kendi inançlarını ve değerlerini korumak için savaşıyordu. Ancak kimse, bu savaştan sonra dünyanın nasıl bir yer olacağını tahmin edemiyordu.
İşte bu savaşın ortasında, genç bir adamın kaderi de şekilleniyordu. Uluç Sertürk, ailesini Melek Muhafızları’nın müdahalesi sırasında kaybeden bir çocuktu. Onun için bu savaş, sadece bir ideolojik mücadele değil, kişisel bir intikam meselesiydi. Uluç, mermerlerin ve savaşın değiştirdiği dünyada hayatta kalmak ve ailesinin intikamını almak için bu yeni düzende savaşmayı öğrenmek zorundaydı. Denizli’nin kavurucu yaz güneşi, taş ocaklarının üzerindeki tozu havada asılı bırakıyordu. Zengin mermer yatakları, son yıllarda dünya genelinde büyük bir ilgi odağı olmuştu. Türkiye’nin batısındaki bu şehir, küresel bir dikkat çeken maden yataklarıyla zenginleşmeye başlamıştı. Ancak bu madenlerin insanlara getirdiği, sıradan bir refah ya da zenginlik değildi. Mermerlerin içindeki gizemli güç, keşfedildikten sonra dünyanın dört bir yanına yayılan korkunç bir tehdidi de beraberinde getirmişti.İlk başlarda bu taşların değeri ekonomik olarak ölçülüyordu. Fakat kısa sürede mermerlerin içerdiği enerji, sadece birer dekoratif madde olmadığını ortaya koymuştu. Bu taşlar, insanlarla temas ettikçe onları değiştiren, dönüştüren, hatta bazen yok eden bir güce sahipti. Bilim insanları, bu taşların içinde var olan enerjiyi çözmeye çalışsalar da, kısa sürede etkilerinin ne denli büyük olduğunu fark ettiler.
Denizli bu kaosun ortasında kalan yerlerden biriydi. İlk başlarda sadece birkaç işçi bu taşlarla temas ettikten sonra garip semptomlar göstermişti. Ciltleri değişiyor, bedenleri tuhaf bir şekilde deforme oluyor, iç organlarında açıklanamayan değişiklikler oluyordu. Ancak, bu işçilerin arasında hayatta kalan çok az insan vardı ve hayatta kalanlar arasında bazıları beklenmedik yetenekler kazanmaya başlamıştı. Doğaüstü güçler, bu yeni dünyanın gerçeği haline gelmişti. Fakat her yetenek bir nimet değildi; birçok insan, bu süreçte kontrol edilemez hale geliyor, bilinçsiz bir şekilde vahşileşiyordu.
Bu yeni gerçek, Türkiye’nin farklı bölgelerine yayılan derin bir çatışmanın fitilini ateşlemişti. Denizli ve çevresindeki sahil bölgelerinde yaşayan halk, bu mermerlerin taşıdığı tehlikenin farkına varmış ve madenleri kapatmaya çalışmıştı. Muğla, Antalya, İzmir gibi şehirlerde halk, bu tehlikeye karşı direniş grupları oluşturmuştu. Onlar için bu taşlar, insanlığı felakete sürükleyen bir lanetti ve bir an önce durdurulmalıydı.Ancak Anadolu’nun iç kesimlerinde, durum tam tersiydi. Özellikle doğuda yaşayan birçok insan, bu mermerleri bir "tanrı gücü" olarak görüyordu. Mermerlerin insanlara özel güçler verdiğine inanan bu kesimler, taşların kutsal olduğunu düşünüyor ve onlara tapınıyordu. Bu gruplar, mermerlerin insanları dönüştürdüğünü ve onları ilahi varlıklara çevirdiğini savunuyorlardı. Bu inançlar, ülkenin batısı ile doğusu arasında büyük bir ayrılığa neden olmuştu. Mermerler, sadece bir doğaüstü fenomen değil, aynı zamanda inanç ve ideolojiler arasında da bir çatışmaya yol açmıştı.
Bu iç savaşın ortasında, Melek Muhafızları sahneye çıktı. Eski NATO’nun kalıntılarından doğan bu askeri örgüt, mermerlerin dünya için bir felaket olduğuna inanıyordu. Onlar için bu taşlar, insanlık için mutlak bir tehlikeydi ve yok edilmeleri gerekiyordu. Bu amaç doğrultusunda hareket eden Melek Muhafızları, dünyanın dört bir yanında operasyonlar düzenlemeye başlamıştı. Türkiye de bu operasyonların merkezlerinden biri haline gelmişti.Melek Muhafızları, Denizli’deki çatışmaları bastırmak için büyük bir operasyon başlattı. Denizli’nin etrafındaki halk, madenlerin kapatılmasını istiyor, ancak maden sahipleri ve doğudaki mermer tapıcıları, bu taşların gücünü savunuyorlardı. Melek Muhafızları, bu karışıklığın ortasında sert müdahalelere başladı.
Uluç Sertürk, Denizli’nin dar sokaklarında büyüyen sıradan bir çocuktu. Babası, çevresinde saygı duyulan, güçlü bir adamdı. Ailesi, şehrin ileri gelenlerinden biriydi ve topluluk içinde önemli bir yere sahipti. Ancak Melek Muhafızları'nın Denizli’ye müdahale ettiği o gün, her şey değişti. Uluç, o sabah her şeyin alt üst olacağını bilemezdi. Melek Muhafızları, şehre acımasız bir hızla girdiler. Herkesin gözü önünde, mahalledeki erkekler birer birer öldürülmeye başlandı. Melek Muhafızları, Uluç’un babasını ve diğer erkekleri, Kızıl Muhafızlarla işbirliği yaptıkları iddiasıyla katlettiler. Gerçekte bu doğru değildi, ama savaşın ortasında gerçeğin pek de bir önemi kalmamıştı. Sokaklar kan gölüne dönmüş, korku ve panik her yanı sarmıştı.
Uluç, 13 yaşında, çaresizlik içinde olan biteni izliyordu. Babasının ve diğer erkeklerin öldürülüşünü gözleriyle gördü. O an içindeki her şey yıkıldı. Ailesi gözlerinin önünde yok oluyordu ve yapabileceği hiçbir şey yoktu. İçinde büyüyen acı, yerini derin bir öfkeye bıraktı. Melek Muhafızları, ona göre artık sadece bir düşman değil, hayatta kalmasının ve intikam almasının tek nedeniydi.Kardeşi Mehmet, henüz 7 yaşındaydı. Küçük ve korkmuş bir halde Uluç’a sığınmıştı. Uluç, kardeşini korumak için elinden geleni yapmaya çalıştı. Melek Muhafızları mahalleyi kuşatmışken, iki kardeş kaçmaya çalıştı. Birbirlerine tutunarak, şehrin arka sokaklarına doğru kaçtılar. Melek Muhafızları'nın saldırıları arasında hayatta kalmaları tam anlamıyla bir mucizeydi.Tam o sırada karşılarına, Uluç’un geleceğini değiştirecek biri çıktı: Mirsait. Kızıl Muhafızların deneyimli bir komutanı olan Mirsait, o kaos anında çocukları bulmuş ve onları güvenli bir yere götürmeyi başarmıştı. Mirsait, Uluç’un gözlerinin içine baktığında o acıyı ve öfkeyi hemen fark etti. Bu çocukların kaderi, bu savaştan sonra tamamen değişecekti.Saraybosna, savaşın dışında kalmayı başarmış nadir yerlerden biriydi. Kızıl Muhafızlar tarafından korunan bu şehir, mermerlerin etkisinden uzakta bir sığınak haline gelmişti. Mirsait, Uluç ve Mehmet’i buraya götürdü. Saraybosna, savaşta ailelerini kaybetmiş çocuklar için güvenli bir limandı. Burada, ailelerini kaybeden yetimler, Kızıl Muhafızlar’ın himayesinde eğitiliyor ve savaşçı haline getiriliyordu.
Ancak Uluç için bu yeni yaşam, sadece bir eğitimden ibaret değildi. Babasının katledilişi ve Melek Muhafızları’nın acımasız müdahalesi, onu tamamen değiştirmişti. Saraybosna’ya varışlarının ilk günlerinde, Uluç bu yeni dünyaya uyum sağlamaya çalıştı. Ancak içinde taşıdığı öfke, hiçbir zaman dinmedi. Her an, babasını ve mahallesindeki diğer erkekleri öldüren Melek Muhafızları’nın yüzlerini hatırlıyordu.Mehmet, St. Petersburg’daki güvenli bölgeye gönderildi. Uluç, kardeşinin güvende olduğunu bilmekten mutluydu, ama bu ayrılık onu daha da yalnızlaştırdı. Saraybosna’da, Kızıl Muhafızların eğitim kampında kalıp savaşçı olmak için eğitim alırken, kardeşine olan özlemi her geçen gün artıyordu. Ama bir şeyden emindi: Melek Muhafızları’ndan intikamını almak için ne gerekiyorsa yapacaktı.Saraybosna’daki yaşam, Uluç için zor bir sınavdı. Her gün eğitimler, disiplinli çalışmalar ve zorlu görevlerle doluydu. Kızıl Muhafızlar, bu çocukları geleceğin savaşçıları olarak hazırlıyordu. Mermerlerin dünyayı şekillendirdiği bu yeni düzende, savaşçı olmak hayatta kalmanın tek yoluydu. Uluç, her geçen gün daha da sertleşiyor, kendisini babasının ve ailesinin intikamını almaya adıyordu. Artık onun için tek bir hedef vardı: Melek Muhafızları'nı yok etmek. |
0% |